Tarihsel birikimin nesnesi olarak bakıldığında insan, yüzyıllardır bir gelişme sürecini yaşıyor. Genel gelişim sürecinin bir parçası, belki de özü olarak insan “düşünmeyi” arıyor, düşünmeyi öğrenmek istiyor: Koşullar oluştukça ya da bu koşulları kendisi yaratabildikçe…
Hiç kuşku yok: İnsan, düşünmeyi öğrenmeye yetenekli bir varlık. Düşünce tarihine büyük katkıları olanlar ” insan kendinin bilincine varabilen bir varlıktır” diyor. Bir başka deyişle insan, bir inceleme nesnesi olarak önüne kendini koyabiliyor. İnsan neden gerek duymuş buna? Düşünmeyi öğrenme sürecinde adeta bir denek taşı olarak neden kendini almış? Yanıtlanması gereken başlıca sorulardan biri bu.
Yanıt, şöyle verilebilir. İnsan, hem özne hem de nesne olarak tek bir yapıda bütünleşebilen varlıktır. Dahası, insan öznel gücüyle kendini ve doğayı değiştirmeye yetenekli bir organizmadır. Nihayet, doğanın. bir inceleme nesnesi olarak insanın önüne koyduğu, insanın kendisinden ve yarattıklarından daha gelişkin ve çarpıcı bir olgu yoktur. İşte bu anlamdadır ki tüm zamanlar “insan öncesi” ve “sonrası” olarak iki bölüme ayrıldı. İnsanın, kendini önüne koyup kendi bilincine varabildiği dönem, yalnızca “varolduğu” tarihöncesi dönemden farklılaştı.
Tarih ve İnsan
Peki “insanın kendi bilincine varması”, bir tür mutlak gerçek ve bu gerçeğe ulaşılması anlamında mı ele alınmalı? Bu konuda hayalci olmamak gerek. Bu tür “mutlak” bilgi için, önseziler her zaman yetersizdir. Yeterli olan, bu yetersizliğin bilinci ile elde olanı sürekli diri, canlı tutmak ve geliştirmektir. Belki bir iki adım, ama mutlaka ileri. İleride, atılmış adımların yeni bir bütünlük içinde yadsınmasını da göze alarak ve bunun bir gelişme olduğunu bilerek.
Her yapı kendine özgü bir doğaya sahiptir. Her yapının, kendi verilerinin dayattığı bir açımlanma yolu vardır. Daha önemlisi her yapı, belirli bir bütünün parçası görünümü de taşısa, kendi içinde kendine özgü bir bütünlüğe de sahiptir.
Dolayısıyla “makro” düzeyde kullanılan çözümleme yöntem ve araçlarının, ortaya çıkan her “yeni” olgu, ayrık ya da arızi görünüm verenler de dahil tüm gerçeklikler için seferber edilmesi gerekli ve zorunludur. Bu zorunluluğun bir yanı kullandığımız kuram ve yöntemlerin doğruluğunun hayatın her alanında sınanması, öteki yanı ise insanın gerçekleri kavrama çabasının her alanda varolmasıdır. Tarih ve politika söz konusu olduğunda bu söylenenler önemli yükümlülükler ortaya çıkarıyor. Çünkü insan, ele alınan yapının özne ve nesne olarak bütünleşebilmiş bir ögesi ise, her yapıda “gelişme” ve “hareket” yönünü saptamanın yanı sıra, yine her yapıda “müdahale” fiilinin de çerçevesini oluşturmak zorundadır.
Tarih, her dönem, kendinden yana olanlar ve kendine karşı olanlar ayrımını, nesnel olarak ve kendi hesabına yapagelmiştir. Çünkü, tarih bir harekettir; gelişme yasalarının biçimlendiği bir süreçtir. Paradoks olarak görülmemeli: İleriye yönelik bir hareket olarak tarih, gelişim sürecinde, geriye yönelik yapıları da biçimlendirebilir. Ancak en genel düzeyde ve eşitsiz gelişim ışığında bakıldığında, geriye yönelik yapıların ortaya çıkabilmesi bile, ileriye yönelme, dahası sıçrama yapma zorunluluğunun dışavurumudur.
Doğanın oluşturduğu bir varlık olarak insanın bütünleşmiş yapısı, yani toplum ya da toplumlar sözkonusu olduğunda, bu özgün gelişim biçimi daha karmaşık da olsa çok daha geçerlidir. Çünkü insan aynı zamanda iradesi, istemi olan bir varlıktır. Tarihin bilincine varabilenlerin iradeleri ile yanılsamalar içinde varolanların iradelerinin oluşturduğu bir karmaşık yapı çıkar ortaya. İşte insan öznel bir varlık olarak bu anlamda genel gelişim sürecinin yanında ya da karşısında yeralır. Yine aynı anlamda tarih insanın insanlaşma sürecidir; kendinden yana olanlarla olmayanların mücadelesini içeren bir sürekli yapıdır.
Aydınlanma ile insan, insanlaşma sürecinde niteliksel bir adım attı. Ortaçağın karanlıklarından sıyrılıp kendini bir anatomist ciddiyetiyle kendi önüne koydu. Herşeyin insan olduğunu, insanı başka varlıklardan ayıran unsurun, niteliklerini, iradesi aracılığı ile yaratmaya ve değiştirmeye yöneltme gücü olduğunu gördü. Bunu gördükten sonra hep daha çoğunu görmek, daha çok farklılaşmak istedi.
Ne var ki insanın önü, ulaştığı bu noktadan sonra öyle alabildiğine açık değildir. Burada insan toplulukları tarihinin temeldeki motoru olan sınıf mücadelelerini bir yana koyup, şu saptamayı yapmak mümkün: Her yapı, gelişime karşı, giderek suyu kaynağına akmaya zorlayan güçleri barındırır. Bu güçler de iradi varlıklar olarak insanlardan oluşur. Böyle bir durumda, doğadaki başka varlıkların gelişimine benzer biçimde, bir yapının ileriye yönelme koşullarının yeterli olmadığı yerde daha basit parçalara ayrılınır. Böylece insan, son tahlilde yine de doğanın bir parçası olduğunu kanıtlar.
Varolan her yapı, kendisiyle, kendi sürekliliğiyle bütünleşmiş unsurları barındırır. Bu unsurlar, mevcut yapının doğası gereği sağladığı tüm araç ve silahlardan yararlanarak, bu yapıyı korumaya yönelik bir ölüm kalım savaşı başlatırlar. Çünkü mevcut yapı, bu unsurların varlıkları için bir sine qua non (olmazsa olmaz)dır. Bu ölüm kalım savaşında tarih, ileriye yönelik, ileriyi hedefleyen doğasına karşın bu tutucu unsurlar karşısında zaman zaman yenik düşmüş görünür. Bu görünüm, tarihin doğasına ilişkin kuşkular ve giderek yanılsamalar doğurur: Tarihin bir motoru, devindirici gücü ve yönelimi olmadığına ilişkin yanılsamalar. Bu yanılsamalar zamanla öyle bir birikime ulaşırlar ki, bu kez tarihin kendi doğal yolunu açıp ileriye hamle yaptığı olgular, korkunç rastlantıların çakışmasından doğan aykırılıklar olarak görülmeye başlanır. İnsan, bu boşluğu bu ayrıklığı kapatmak zorundadır.
İnsanın Önündeki Sınırlar
Bilgi ve pratik, önlerinde duran olguları çözümleyip nesnelleştirmek zorundadır. Tam tamına bu zorunluluk nedeniyle bilgi ve pratik, yetersizlik ve yadsınma süreçlerini de içlerinde taşırlar. Bilgi ve pratik, kesinlikle ve kesinlikle “yanlış” olmaları nedeniyle değil, yalnızca doğaları gereği yadsınmayı da içerirler. Bilgi ve pratik, ilgili oldukları alanlardaki sürekli, hiç durmayan gelişim nedeniyle yadsınma olgusunu da içlerinde barındırırlar. Yaşamın tüm zenginliği ile akışı içerisinde bilgi doğruya en yakın olandır; ama hiçbir zaman tam tamına ve bizatihi doğrunun “kendisi” olamaz. Çünkü bilgi, son çözümlemede belirli bir an’ın çözümlenmesidir, bu an’ın verileriyle oluşur. Pratik ise, böyle bir bilginin verilerinden hareket eden bir eylemdir. Peki ya hesaplanamayan küçük bir zaman birimi ve bunun getirdiği nitelikçe önemli bir eklenti? Ne bilgi ne de pratik, bu konuda tam tamına kapsayıcı olamaz. Olmasını da hiç beklememek gerek. Felsefe ile somut “bilgi” ve pratik arasındaki farklılık da burada ortaya çıkar. Çünkü felsefe, bir süreç içerisinde anlıkların olabileceğini bilen, ama süreç genelinde bu an’ları kendi başlarına odak noktasına almayan bir global tanıma sistemidir. Felsefe, hiçbir zaman belirli bir an ile bütünleşmez. Çünkü felsefe, bir süreçtir. An ise, kendi başına, kendi sınırları içerisinde süreç olamaz.
Tarih bilincine sahip olanların ya da toplumları tarihsel gelişim doğrultusunda dönüştürmeye soyunanların sorunları da bu noktada ortaya çıkar. Çünkü onlar mutlaka pratiğe yönelmek durumundadırlar. Pratiğe yönelmek durumundadır; çünkü karşılarında yalnızca bir “düşünce” yoktur; bu düşünceyi taşıyan, yerleştirmeye çalışan somut araçlar vardır. Bu araçlarla boğuşma anlamında, dönüştürücü güçler günlük ve anlık olanlara ya da öyle görünenlere de karşı çıkmak zorundadırlar. Oysa bu hedefler ve onlara karşı verilen mücadele, sürecin bütünlüğü içinde bakıldığında, biçim ve içerikleri ile sürekli olarak yadsınabilecek birimlerden oluşur. Bir başka deyişle, tarih bilincine sahip güçler, süreç olgusunun bilinci içinde, anlık gereksinimlerle oluşmuş yapıları yadsıyıp, bunları aşabilmelidir. Bu başarılamadığı takdirde, dönüştürücü güçler de, belki tam tamına doğaya özgü bir seleksiyon süreci geçirip türleşecek, bu türlerin pek çoğu da tutuculaşan yapının parçaları konumuna dönüşeceklerdir.
Bu durumda an’ın çözümlemesinin, geçmişten geleceğe uzanan halkanın bir bölümü olarak yapılması gereğinin önemi ortaya çıkmaktadır. Çünkü ancak bu sayededir ki dönüştürücü unsurlar tarihsel gelişim çerçevesinde kendi varlıklarını da kesintisiz kılabilirler. Nihayet, insanın düşünmeyi öğrenmesi ya da “bilme”nin ne olduğunu bilmesi ancak bu sayede mümkün olacaktır.
Göreve Çağrı
İnsan, genel olarak topluma özgü yanılsamalar, özel olarak da dönüştürücü güçlere özgü kısıtlılıklar sonucunda, verili an’ın gerçekliğini kalıcılaştırma, mutlaklaştırma eğilimindedir. Tarihin mantığına karşın, öznellikler bileşimi olarak da değerlendirilebilecek toplumlar, kendi başlarına, salt kendi dinamikleriyle dönüşmeye yatkın değildirler. Bu gerçek, bu kısıtlayıcı çerçeve içinde bile insanlaşma sürecinin motoru olan sınıf mücadelesinin içinde, insanın kendisine yani bireye, dönüşüm için ek çaba harcama görevini yüklüyor. Tarihin gereklerini yerine getirenler, her zaman bu görevin hakkını verenler, yani başka anlamda değil bu anlamda “aşkın” konuma gelebilenler olmuştur. Aynı nokta şöyle de ifade edilebilir: İnsan, ileriye götürücü tarihin önüne alıp sürükleyeceği bir varlığın ötesinde, öznel eylemiyle bu sürece etkin biçimde katılabilen bir varlık olarak ve ancak bu sayede kendini aşabilecektir.
Bu, bir yükümlülüğün açıklanması, bunu üstlenmeye bir davettir. Bunun da ilk adımı, düşünmeyi öğrenmektir.