“merdivenleri çıkıyorum
dik ve sonu gelmez merdivenleri…
o yol güneşe götürecek bizleri”1
Marksist Manifesto’nun dosya konusu “Sol” olunca, yazının temasını seçmek için tonlarca girişimde bulundum. Aklımda sayısız fikir varken, üstelik bir tanesini işlemeye başlamışken, Özcan Alper’in RüzgarınHatıraları isimli filmine denk geldim. Filmin henüz ortasında kafamdaki konu belirlenmişti, hatta yazmaya başlamıştım. Tarihe nasıl sadakatsizlik edilir, bu yazıda biraz bunu irdeleyeceğiz.
Alper’in, Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi, Ermeni şair-ressam Aram Pehlivanyan’ın hayatından esinlenerek çektiği 2014 yapımı Rüzgarın Hatıraları filmine ilişkindeğerlendirmemize birazdan geçeceğiz ancak önce Pehlivanyan’ın hayatına ilişkin ufak bir bilgi:
Aram (Büyük) Pehlivanyan, 1 Ağustos 1917’de, İstanbul Üsküdar’da doğar. Çocukluğu Üsküdar’da ve ailesinin dedelerden kalma çiftliğinin bulunduğu Küçük Çamlıca’da geçer.
İlköğrenimini Üsküdar Nersesyan-Yermonyan (1932), ortaöğretimini Galata Getronagan (1938) Ermeni okullarında, yükseköğrenimini İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamlar (1949). Daha lisedeyken şiir yazmaya başlar. Sınıf arkadaşı S.K. Zanku ile iki sayı Ermenice ‘Aşğhadank’ (Emek) edebiyat dergisini çıkarır (1939). Üniversite yıllarında siyasi faaliyetlere katılarak TKP üyesi olur. 1941’de tutuklanıp, on beş ay hapis yatarak 1943’de serbest bırakılır.
1945’te AvedisAliksanyan ve S.K. Zanku ile birlikte Ermenice ‘NorOr’ (Yeni Gün) adlı haftalık gazeteyi çıkarır. Gazete 1946 yazında günlüğe dönünce yazı işlerinin yükünü ve sorumluluğunu üstlenir. Kısa süren siyasi serbesti döneminin son bulmasıyla birlikte gazete kapatılır. Pehlivanyan tutuklanır ve üç yıl hapse mahkum edilir, 1949’da özgürlüğüne kavuşur.
Mari Anahit Tarpinyan ile kısa sürecek bir evlilik yapar. Aynı yıl Ermenice şiirlerden oluşan kitabı KağakiJığhorin Meç (Kentin Gürültüsünde) yayımlanır. 1950’de, yine S.K. Zanku ile birlikte tek yapraklık Ermenice ‘Gırung’ (Turna) aylık sanat edebiyat dergisini çıkarır. Bu arada askerliği er olarak Erzurum’a tertip edilen Pehlivanyan, daha derginin ikinci sayısı çıkmadan Mayıs 1950’de, İstanbul’u gizlice terk eder. Haydarpaşa’dan trenle Adana’ya oradan Suriye’ye geçer. Halep’te bir bisküvi imalathanesi kurarak, ağabeyi Sarkis’ten öğrenmiş olduğu bu işle geçimini sağlar. 1956’da Suriye’den ayrılır, bir süre Fransa’da kalır. 1958’de Demokratik Alman Cumhuriyeti’ne (Doğu Almanya) geçip Leipzig’e yerleşir. 1962’de Christa Fleischer ile evlenir ve 1964’de tek çocuğu olan kızı Meline dünyaya gelir. Siyasi faaliyetlerini sürdüren Pehlivanyan, ‘Bizim Radyo’da redaktörlük ve Türkiye Komünist Partisi’nde politbüro üyeliği yapar. Ölümünden iki yıl önce yavaş yavaş siyasi çatışmalardan çekilir. Kansere yenik düşerek 13 Aralık 1979’da Berlin devlet hastanesinde yaşamını yitirir ve Leipzig’de toprağa verilir.2
Filmin eleştirisine geçmeden önce bir şerh düşmekte fayda olacaktır; bu yazının konusu Aram Pehlivanyan’ın siyasi kimliğinden ziyade, Özcan Alper’in bir ‘siyasi’ figüre yaklaşımı, yönetmen olarak onu perdeye nasıl yansıttığı.
Peki, biz bunu dert ederek yazdığımız her konunun ayrıntılarına ilişkin her türlü bilgiyi okuyucu ile paylaşıyoruz da yönetmenler tarihe yaklaşırken neden bu kadar özensiz davranıyor, işte bu sorunun cevabını merak ediyoruz. Bu yazıda da asıl olarak bunun peşinden gitmeyi hedefliyoruz.
Aram-Ahmet ve yine Aram
Alper’in bu filmde, Aram karakterini kurgularken, TKP üyesi Aram Pehlivanyan’dan esinlendiğini söylemiştik. Şimdi 2015 yılına giderek, Altyazı dergisinden, Ayça Çiftçi ve Fırat Yücel’in kendisi ile yaptığı röportajın son kısmınabakalım;
“Soru: ‘Aram’ın adı Ali olsa Kültür Bakanlığı destek verirdi bu filme’ demiştiniz. Aslında Aram Pehlivanyan’ınTKP’deki adı Ahmet Saydan. 1979’da öldüğünde de TKP yayınladığı duyuruda ‘Ahmet Saydan yoldaş’ olarak yazıyor. Ermenice yazdığı yazılara da o yazılar yüzünden hapis yattığınahiç değinilmiyor. Aram’ın Ahmet adını kullanmasının öyle bir anlamı var mı? Bunu sola yönelik bir eleştiri olarak da görebilir miyiz?
Özcan Alper: Evet, tabi. Çünkü Aram çok rahat Ahmet oldu onlar için, bunu hiç sorgulamadılar. Zaten biraz da bu yüzden böyle bir gönderme yapalım dedik. Türkiye solu bu konularda bir özeleştiri vermeli. Hikaye açısından bakınca da, Aram öyle var olabiliyor tabi, kimliğini saklayarak. Ama dediğin doğru; bize, kendimize dönük bir eleştiri bir yandan da. Öyle olmalı zaten. Yoksa sistemi eleştir, eleştir, bir yere kadar. Önce kendimizden başlamamız gerekiyor.”3
Bu röportajdaki kısacık alıntı aslında Alper’in tartışmaya açtığımız konuya bakış açısını hiçbir dolayıma, hiçbir yanlış anlaşılmaya yer bırakmaksızın özetlemekte. Burada dursun. Biz filmin genel özeti ile beraber, Alper’in değindiği noktaya biraz ışık tutalım.
Rüzgarın Hatıraları isimli film Aram karakterinin evinde sevgilisinin resmini çizdiği sahne ile açılır. Sevgilisi, Aram’ın ülkedeki siyasi durum nedeni ile kovuşturmaya uğramasından tedirgindir. Aram’ın, Beyoğlu’ndaki ofisi faşistlerce basıldığında, yoldaşı ve arkadaşı Rasih, çareyi Aram’ı kaçırmakta bulur. Aram aynı zamanda ağır bir vergi yüküne tabi tutulmuştur. Gürcistan sınırında bir dağ köyünde bir süre kaldıktan sonra, Rasih ile beraber Soçi’ye geçeceklerdir. Aram, sevgilisi ve bir süre sonra yanına gelecek Rasih ile vedalaşarak, uzun bir deniz yolculuğunun ardından Doğu Karadeniz’de kendisini evinde bir süre ağırlayacak ve sınırı geçirecek parti ilişkisi Mikail ile buluşur. Kendisini Mikail ve sonradan karısı olduğunu anlayacağı Meryem’e Ahmet olarak tanıtır ve çiftin evinde kalmaya başlar. İkinci Dünya Savaşı’nın son zamanlarıdır. Aram bu bekleyiş esnasında, yüzünü bir türlü hatırlayamadığı annesini, 1915’in onda bıraktığı travmalarla anımsamaya çalışacak ve bir yüzleşmeye doğru adım adım ilerleyecektir. Ve bu uzun yüzleşme sürecinde ise üçlü arasındaki misafirlik ilişkisi başka bir boyuta taşınacaktır.
Çok açık ifade edelim; 1915, TKP, Ermeni olmak, tevkifat, Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı gibi üzerinde bolca tepinebileceğiniz, bunların içini doldurmak bir yana, içini boşaltmaktan zerrece kaygı duymayan birbakışınürünüdür bu film. Tarihi iğdiş etmekte beis görmeyen bu kaygısızlığın adı da liberalizmdir, Özcan Alper kusura bakmasın. Verdiği röportajda kendisini o büyük ailenin bir parçası olarak göstermeye çalışsa da aslında tarihe bakış konusundaki problemleribu film ile ispat etmiştir.
Bu yüzdendir ki, TheoAngelopoulos’un görüntü yönetmeni AndreasSinasos ile çalışmasına rağmen, karakterlerin sıklıkla tekrarladıkları gibi filmde “bir şey yok”tur.
Alper’in bilmediği veya bilse de anlamamak konusunda ısrar ettiği şey, komünistlerin parti ile kurduğu ilişkidir. Bilmez ki, komünist partilerde, üyeler tüm sınıfsal aidiyetlerinden sıyrılırlar. Komünistler için asıl çelişki emek-sermaye çelişkisidir. Kimse kimseye, etnik kökenini, dinini, dilini sormaz. Bu ve benzeri kimliklere komünist partilerde yer yoktur. Çünkü bir komünistin sahip olduğu tek kimlik –adı üstünde– komünist olmaktır. Bu yüzden Aram Pehlivanyan yazdığı Ermenice şiirler nedeni ile değil, komünist kimliği nedeniyle tevkifatlarauğramış ve yurdunu terk etmek zorunda kalmıştır.
Gelelim filmde yansıtılan Aram’a… “Bu adam ne için uğraştı,ideali neydi?” gibi soruların hiçbirine yanıt vermeden, yalnızca Ermeni olması ile ilgilenerek bir bakıma yine röportajda ifade ettiği şeyi yansıtmış Özcan Alper ve aynı şeyi tekrarlayıp durmuş. Ama sorarsanız kendisi için cesur bir hamle bu. Nasıl olmasın, TKP’nin “Ahmet Saydan yoldaş” ısrarına ilişkin bir özeleştiri geldiğianda, Türkiye solunun da makus talihi değişecek, eşit ve özgür bir toplumun kapıları ardına kadar açılacak!
Aslında Alper’in anlayamadığı nokta, artık bilgisizlik mi dersiniz, politik tercihler mi dersiniz, Angelopoulos’un görüntü yönetmeni ile çalışmasına rağmen, yeni bir Angelopoulos olmasının önündeki asıl engelin bu içi boş ‘cesaret’, olduğudur. Niye mi? Cevaplayalım:
Çünkü tarih bilinciniz yoksa ve herhangi bir sorumluluk ile hareket etmiyorsanız, insanların duygularını ustalıkla istismar ediyorsanız, hayata dair bir idealiniz yoksa, ortaya böyle bomboş, samimiyetsiz –evet, doğru tanım bu olsa gerek– ürünler çıkartırsınız. Çünkü insanların ne demek istediği, ne için uğraştığı sizi ilgilendirmez. İlgilendirmediği gibi her türlü mecrada; “TKP özeleştiri versin” demeyi kendinizde hak görürsünüz. “Çünkü Aram onlar için çok rahat Ahmet oldu, bunu hiç sorgulamadılar” diye vaazlar verirsiniz, TKP’nin, Aram’ın Ermeni olması ile ilgilenmemesini özeleştiri verilmesi gereken bir konu olarak gündeme getirirsiniz. Ama bilmezsiniz ki Aram kendisi de Ermeni olmakla ilgilenmiyordu ki, çünkü o komünistti.
TKP, ölümünün ardından ondan “Ahmet Saydan” yerine “Aram Pehlivanyan” olarak bahsetse idi bunun Pehlivanyan’ın ailesine ne gibi maliyetleri olacağını hesap etmiş miydi Özcan Alper? ASALA’nıntarih sahnesine çıktığı bir dönemde, işlerin bu denli kızıştığı bir aşamada, her iki taraf için de hedef tahtasına oturtulmayacak mıydı o aile? İki tarafın hastalıklı faşistlerince kullanılmayacak mıydı? Bunları düşünmüş müydü bu demeçleri verirken? Sanmıyorum, sanmıyoruz.
Devam edelim; filmde TheoAngelopoulos etkilerini sıklıkla görebiliyoruz, ama neden, bu film, yönetmenin filmlerine ilişkin bir esinlenmeden fazlasını ifade etmiyor. Çünkü Özcan Alper, belli ki o çok sevdiği Angelopoulos’tan ve onun filmlerinden hiçbir şey anlamamış. Onun o uzun plan-sekansları birer fotografik öğeden başkaca bir şey değil. Fotoğrafın bile ifade ettiği bir gerçeklik varken, Özcan Alper’in pastoral sahnelerinin işaret ettiği bir yön yok. Yalnızca güzel bir manzara, içinde yaşanası bir coğrafya, o kadar.“Sanat filmi” yapmanın formülünün diyalogsuz sahneler bütünü olarak pazarlandığı bu Avrupa’dan ithal çocuksu romantizmin samimiyetsizliği yer yer kendini ele veriyor. Angelopoulos’un plan-sekansı bu kadar çok kullanmasının nedeni, anlatacağı trajedinin ancak bu şekilde ifade edilebileceği gerçeği idi. Yani zorunlulukların getirdiği bir tercihti. Çünkü tarihi anlatıyordu ve en önemlisi bunu tarihsel bir bakış açısıyla yapıyordu. Kişisel hikayeler anlattığında bile bunu asla tarihsel bağlamından kopartarak ele almıyordu. Bireyin trajedisi denilen şey bütün bir toplumun trajedisinin bir parçasıydı yalnızca. Elips anlatım yöntemi, plan-sekansları ve bu teknik aracılığıyla zamanı ve mekânı tek bir plan içerisinde değiştirebilmesi Angelopoulos’a biçimsel olarak bütünsellik sağladığı kadar filmlerinin de iç içe geçmesine ve bir bütün oluşturmasına neden olmuştu. Bu sayede filmleri tek bir bütünün parçası haline gelmişti. 20. yüzyıla bakarken, yaşanılanlara hem tanık hem de müdahil olduğu bilinci ile yaklaşır Angelopoulos. Bu sorumluluk da ona authorkimliğini kazandırmış ve eşi benzeri olmayan bir sinema anlayışı yaratmasına zemin hazırlamıştır.
Alper ise tersinden yalnızca tanıklığın verdiği bir rahatlık ile yaklaşmış filme. Ortaya bu denli yanlış bir tarih anlatımı çıkmasının nedeni sanıyoruz müdahil olmanın beraberinde getirdiği sorumluluğu üstlenmekten kaçınması.
Düşüncenin; eylemin koşulu olması gerekliliğinden hareketle, anlamlandırılan eylem (filmin öyküsü) havada kalıyor Alper’in anlatımında. Bu Alper’in kendi kişisel hikayesi olsaydıkabul edilebilirdi, ancak tarihsel bir figürü, bir dönemi, bir olayı anlatırken tarihselliğinden kopartamazsınız, bu düpedüz sorumsuzluktur, tarihe sadakatsizliktir.
Ezcümle bu konfor nedeni ile Özcan Alper tarihi anlatmak yerine onu çarpıtmak ile meşgul olduğu içindir ki bir yere denk düşmüyor onun Angelopoulos’a selam durma çabası.
Sonuç yerine
Film özetle diyor ki, Aram bir Ermeni’ydi, Ermeni olduğu için ülkeden kaçmaya çalıştı, Ermeni olduğu için yalnız kaldı, Ermeni olduğu için ihbar edildi, Ermeni olduğu için öldü…
Biz de diyoruz ki; Hayır, Özcan Alper. Aram bir komünistti, yan dairede doğsaydı ismi gerçekten Ahmet olabilirdi. Ama yine isminin ne olduğu ile ilgilenmezdi.
Aram bir komünistti, tıpkı bizler gibi. Tarihin akışını değiştirmek için bir tercih yaptı, bundan da hiç pişman olmadı. Bizler de olmayacağız. Tarihi yapanların aynı zamanda o tarihi yazanlar olacağı güne kadar mücadele edeceğiz; tarih bizleri değil, biz tarihi haklı çıkartacağız.