Tarihimize, özellikle de Kurtuluş Savaşı yıllarına ilişkin yanıtlanmamış pek çok soru var. Amatör bir tarih meraklısı olarak, bu soruların bir bölümüne kişisel çabalarla yanıt bulabiliyorum. Ama inanın tıkanıp kaldığım durumlar da oluyor. Böyle durumlarda, salt kurgu ile olmuyor; belge dediğimiz canavarlar gerekirliklerini dayatmaya başlıyor. Elbette amatör tarih meraklılarının özgün belgelere kendi başlarına ulaşabilmeleri mümkün değil. Bunlarla, ancak bilim adamlarımızın çalışmalarında tanışılabiliyor. Belgelerin okurlara aktarımı konusunda bilim adamlarımıza kem söz söylemek doğru olmaz. Ellerinden geleni dürüstçe yapıyorlar. Ne yazık ki akademik kariyer dışı bazı tarih yazarları söz konusu olduğunda, aynı güvenle yaklaşmak mümkün olmuyor. Temel nedenlerinden birini açmaya çalışacağım.
Alaturka ses sanatçılarımız şarkılarını söylerken, zaman zaman izleyicilerden duyarız; “Duyarak okuyor” derler. Duyarak yazılır mı? Duyarak tarih yazılır mı? Ben yazılabileceği kanısındayım. Daha ötesi, bence tarih mutlaka duyarak yazılmalı. Yazdıkları tarihsel olguları ve kişilikleri bir ölçüde yaşamadan tarihçilik yapanlar, genellikle ruhsuz denilebilecek ürünler çıkarıp belge sıralamacılığı yapabiliyorlar. Bir de genç kuşak bilim adamlarımız çıktı. Diyelim belirli ülkeleri alıp toplumsal oluşumlarını yapılarını sergileyecekler. Sanıyorum pozitif bilimler karşısında duyulan bir tür gereksiz kompleks nedeniyle, söz konusu ülkelere deney makasının üzerindeki üç ayrı tüpmüş gibi yaklaşmakla “bilimsel olunacağı” inancını taşıyorlar. Sonuçta ortaya neredeyse “A ülkesinde kapitalizm x kadar gelişmişken B ve C ülkelerindeki gelişim 2x; buna karşılık siyasal katılım A ile C’de 3y iken B’de 2y” diyen araştırmalar çıkıyor. Acaba bilimsellik günümüzde gerçekten bu anlama mı geliyor?
Ruhsuzluğa hayır. Ama duymanın da bir sınırı olmalı. Sanıyorum tarihçi Carr iyi çiziyor bu sınırı: “… tarihçinin incelediği insanların zihniyetleri, eylemlerime gerisindeki düşünceleri, hayal gücü yolu ile anlaması gereği: ben ola ki duygudaşlık onaylamayı akla getirir diye, duygudaşlık değil de ‘hayal gücü yoluyla anlayış’ diyorum.’ (E. H. Carr: Tarih Nedir Çeviren: Misket Gizem Gürtürk, Birikim Yayınlan İst. 1980 s: 33). Carr’ın söyledikleri ışığında bakalım: “Hayal gücü yoluyla anlayış” sınırını aşıp “duygudaşlık” alanına girildiğinde, yakın tarihimize ilişkin nasıl ürünler çıkıyor ortaya?
Şevket Süreyya Aydemir yakın tarihimizin hem yakın bir tanığı hem de yazıcısıdır. Aydemir’in çalışmaları, içerdiği belgeler bir yana, özellikle taşıdığı duygu yükü ile, titizlikle incelenmesi zorunlu ürünler verdi. Aydemirin çalışmalarına büyük bir ihtiyatla yaklaşılması, yararın bu ihtiyattan süzülmesi gerektiği inancındayım. İnancımın nedenlerini, az sonra somut örnekleri ile açıklamaya çalışacağım. Ama bundan önce Aydemir’in hemen-hemen tüm çalışmalarında gölgesini duyuran bir “duygusal altyapı” üzerinde kısaca durmak istiyorum.
Aydemir’in çalışmalarında insan sevgisi pek göremedim. Güç ve kişilik fetişisti olunduğu ölçüde insan sevgisi yok oluyor. Aşın seçkinci konumuyla güç ve kişilik fetişisti Aydemir, aradığını Mustafa Kemal’de bulmuştur. Bu fetişizme bir de İlber Ortaylı’nın değindiğine göre 1930’larda yalnızca Türkiye’de değil başka pek çok ülkede de tarih yazımına damgasını vuran milliyetçilik (İlber Ortaylı; Gelenekten Geleceğe Hil Yayınları İst. 1982 s: 74) eklenmiştir. “Milliyetçilik” 20. yüzyıl başları düşünüldüğünde çok da ürkütücü sayılmayabilir. Ama Aydemir’in milliyetçiliğinin zaman-zaman klasik “ulusal çıkarlar şemasının çok ötesinde bir yabancı düşmanlığına dönüştüğünü “seziyorum.”
Aydemir’in Mustafa Kemal’ de yücelteceği bir kişilik bulması çok doğal. Ama bundan sonra Aydemir’in hayal gücü denizler gibi kabarıyor. Diyelim Mustafa Kemal’in çocukluk yıllarında arasının iyi olmadığı sevmediği bilinen hocalar vardır. Aydemir bunları hiç tanımamış görmemiştir. Olsun. Bunlar Aydemir için “çil yüzlü çopur hafız” ve “kaygısız derbeder kaymak hafız”dır. Tarihe böyle geçerler. (Şevket Süreyya Aydemir; Tek Adam cilt: I 4. baskı Remzi Kitabeviİst. 1969 s: 60).
Aydemir’in gerekirciliği “kötü” olanlara cilt düzgünlüğünü de çok görüyor. Ama kötü oldukları için yüzlerinin de bozuk olması gerekenler bu hafızlardan ibaret değil. Aydemir anlaşılan Arapları da hiç sevmiyor. Arapların yaşadıkları ortam “yüksek asitli zeytinyağlarında kavrulan çeşit-çeşit kızartmaların insana bulantı veren kokuları” ile hiç de hoş bir ortam değil. Şam’da görevli Mustafa Kemal bunları sineye çekiyor. Sonra Aydemir’in cilt konusundaki gerekirciliği hemen devreye giriyor ve Arapları anlatılıyor: “Hepsinin de yüzlerinde yağlı kızartmak bir beslenmeden gelen karaciğer rahatsızlıklarının işareti olan pembemsi lekeli kızıllıklar..” (Aydemir a.g.e. s: 92 ve 96) Böylece Aydemir yakın tarihin bir bölümünü yüksek asitli zeytinyağı kokularını ve Arapların hastalıklı yüzlerini düşünerek kısacası biraz fazlaca “duyarak” yazıyor.
Aydemir’in hacı-hoca takımı ve Araplarla hesaplaşması bu kadar. Bunlara bakıp Batı hayranı olduğu sanılmasın. Güney illerimizin işgali nedeniyle haklı bir tepki duyduğu Fransızları tanımlarken bu kez daha “başka hatta bıyık burucu bir tavır sergiliyor: “Pembe ablak yüzleri başlarında yana eğilmiş mavi bereleriyle askerden ziyade başka tür yaratıkları hatırlatan bahriyeli Fransız oğlanları.” (a.g.e. s: 332).
Yazarın yakın tarihimize ilişkin çoğu biyografi niteliğindeki çalışmaları 10 cildi aşıyor. Önemlerini yararlarını emek ürünü oluşlarını inkar etmek mümkün değil. Ama mutlaka ihtiyatlı olmak gerekiyor. En başta çözümlemekten çok çağrıştırmaya çalıştığım ruhsal altyapısı nedeniyle. (*)
Dikkatsizliklere Dikkat
Yakın tarihimize ilişkin çalışmalarda kesinlikle kasıt söz konusu olmayan küçük dikkatsizliklerden kaynaklanan hatalar da gündeme gelebiliyor. Bu tür hata ya da karıştırmalar bazı bilim adamlarımızın çalışmalarında da görülebiliyor. Küçük dikkatsizliklerin ürünü de olsalar okurların pek küçük sayılamayacak sonuçlara varmalarına neden olabilecekleri için bazı örneklerle değinmek istiyorum.
Karıştırmaların yapılabileceği DYP Genel Başkanı Cindoruk’un geçenlerde Özal’ı eleştirirken verdiği bir örnekle yeniden hatırıma geldi. Cindoruk “Özal’da ilim olmadığından ülkeyi zulümle yönetiyor” derken sözlerin gerçek sahibi olarak Çakırcalı Mehmet Efe’nin adını veriyordu. Bir kaynağa göre sözlerin tamamı şöyle: “Yedi vilayete kumanda etmek bana düştü idare ya ilim ile olur ya zulüm ile ben de ilim olmadığından zulüm ile idare ettim..” (Falih Rıfkı Atay: Çankaya Bateş İst. 1980 s: 236). Atay’ın aktardığına göre bu sözlerin sahibi Çakırcalı değil Demirci Mehmet Efe’dir. Söylenenlerin bütünlüğü doğru ise Çakırcalı olması esasen mümkün değildir. Çünkü yakın tarihimizde “yedi vilayete kumanda etme” konumuna gelen tek efe Demirci Mehmet Efe’dir. Kurtuluş Savaşı yıllarında ve Refet (Bele) tarafından kuvvetlerini dağıtmaya zorlanana kadar.
Yakın tarihimize ilişkin çalışmalarda bir de Bekir Sami adına sıkça rastlanır. Rasih Nuri İleri “Atatürk ve Komünizm” (May Yayınları İst. 1970) adlı çalışmasında şöyle der: ” ‘Durum Muhakemesine verdiği cevapta ilginç teorik incelemelere girişen Dışişleri Bakanı bir Bekir Sami’nin delege olarak Rusya’da iken.” (a.g.e. s: 116) İleri’nin sözünü ettiği yerde “Durum Muhakemesi” yapan bir Bekir Sami gerçekten var. Ama bu Bekir Sami Dışişleri Bakanlığı yapan Bekir Sami değil. Bunlar ayrı kişiler. İleri’nin söz ettiği yerde “Durum Muhakemesi” yapan Bekir Sami 56. Fırka Komutanı olup Kurtuluş Savaşı başlarında Ege’de büyük yararlıkları görülen ve Kemal Tahir’in “Yorgun Savaşçı”sında anlatılan Bekir Sami’ dir. İkinci Bekir Sami ile isim benzerliği dışında ortak tek yanı Kafkas kökenli olmasıdır. Ailesi daha sonra “Günsav” (ya da “Gündav”) soyadını almıştır. Dışişleri Bakanlığı yapan öteki Bekir Sami’nin daha sonraki aile soyadı ise “Kunduh”tur. Bu ikinci Bekir Sami Çarlık generallerinden Mustafa Kundukov’un oğludur. Dışişleri Bakanlığının yanı sıra ilk meclisin de üyesidir. Dışişleri Bakanı olarak Fransızlarla yaptığı bir anlaşma Meclis’ te beğenilmeyince Bakanlıktan ayrılmaya zorlanmıştır. Kurtuluş Savaşı’nın örgütlenmesi için Ege’de “elleriyle adam öldürdüğü” söylenen Bekir Sami’nin “yabancıların adamı” suçlamasıyla çok karşılaşan ikinci Bekir Sami ile karşılaştırılması doğru olmaz.
Şimdi “Nazım” adına gelebiliriz. Ömür Sezgin “Türk Kurtuluş Savaşı ve Siyasal Rejim Sorunu” adlı çalışmasında (Birey ve Toplum Yayınları Ank. 1984) 41. sayfadan başlayarak Tokat mebusu olan ve İçişleri Bakanı seçilmesine karşın çeşitli yollardan istifaya zorlanan Nazım Bey den “Dr. Nazım” olarak söz; ediyor. Tokat mebusu kısa süreli içişleri bakanı Nazım “Doktor” değil. “Canım bu da önemli mi?” diyenler olabilir. Gerçekten önemli ve gerçekten doktor olan bir başka Nazım Bey olmasa idi önemli olmayabilirdi. Ama var: İttihatçıların ünlü örgütçüsü Dr. Nazım. Tokat mebusu Nazım soyadı kanununa ucu ucuna yetişiyor “Resmor” soyadını alıyor (ya da ailesi alıyor). Buna karşılık Doktor olan İttihatçı Nazım Beyin kendisi soyadı kanununa yetişemiyor. Atatürk’e yönelik İzmir suikastı ile ilgisi görüldüğünden 1926 yılında asılıyor. Aradaki ayırım gözden kaçırılırsa okuyucunun “Atatürk istemediği için İçişleri Bakanlığı’ndan istifa ettirilen Nazım Bey daha sonra Atatürk’ü öldürmek istedi ve asıldı” sonucuna varması mümkündür. Elbette doğru olmaz.
İsim benzerlikleri zaman zaman gerçekten ilginç boyutlara ve yanıltıcılığa ulaşabiliyor. Emre Kongar’ın bir kitabında romancılarımız sayılırken Mahmut Esat Bozkurt’un da sözü ediliyor (Emre Kongar; Demokrasi ve Kültür Hil Yayınları İst. 1983 s: 100). Birinci Meclis’in genç ve ateşli ihtilalcilerinden Mahmut Esat Bozkurt bilindiği kadarıyla hiç roman yazmadı. Ama Esat Mahmut Karakurt adlı bir romancımız oldu. Bu romancımız kendine Özgü bir başka tür gerekircilik ile anımsanıyor: Romanlarında yabancı ve düşman kadınlar nedense eninde sonunda bir Türk zabitine ya da istihbaratçısına aşık oluyor (Son Gece, Dağları Bekleyen Kız, Ankara Ekspresi, Erikler Çiçek Açtı vb. vb.) Şimdi Mahmut Esat Bozkurt’un görüşlerini inceleyen birinin “bu romanları nasıl yazabilmiş acaba?” diye düşünmesi tuhaf olmaz mı?
Küçük dikkatsizlikler oldukları kesin. Gene de küçük dikkatsizlikler karşısında dikkatli olmak gerekiyor.
Tarih Yazımında “Kolaj”
Bundan sonraki bölümler için şimdiden bir açıklama yapma gereğini duyuyorum. Buradan başlayarak Mustafa Kemal ve Etem Beyle ilgili bazı olaylara sıkça değinilecek. Gerçekte düşünülmemesi gereken ama “ebeler” aracılığıyla zorla doğurtulabilecek bir izlenime ilişkin olarak yapılması gereken bir açıklama: Etem Bey’den ya da Kurtuluş Savaşı yıllarında Mustafa Kemal’in karşısına aldığı kişilerden zorla “kahraman” yaratmak saçma bir girişimdir. Sözgelimi Mustafa Kemal’in önderlik ve örgütçülük yetenekleri ile bir başkasının aynı alandaki niteliklerini kıyaslamayı bile içtenlikle söyleyeyim gülünç buluyorum. Tarihe adalet dağıtmak üzere gözler kapalı ve elde terazi yaklaşmak da anlamlı gelmiyor bana. Tüm bunlara karşın bazı alanlarda geçmişe resmi yazımın ötesinde bir yaklaşımın gerekli olduğuna inanıyorum. İki temel nedeni var.
Birincisi, Türkiye solu söz konusu olduğunda tarihsel olana yalnızca güncel siyasal kurguların bazen çok daralabilen sınırları içinden bakmanın kolaycı ve kısırlaştırıcı bir tutum olduğuna inanıyorum. Bu, Türkiye Solunun çok eski bir hastalığı. Kanımca bunda siyasal kaygıların dışında bir tür kompleksin de payı bulunuyor. Tarihin galipler tarafından yazıldığı bilinir. Galiplerin yazdığı tarihe körü körüne bağlılık iktidarın hep uzağında kalmış Türkiye soluna sanıyorum bir tür rahatlık yanıltıcı bir “galiplerle aynı safta olma” duygusu sağlıyor. Anlamak mümkün ama çok fazla saygı duymak mümkün değil. Türkiye’ de güncel siyasal kurgulan daha çok resmi tarih yönünü göstermekle birlikte bu tarihin yanlışlık ve boşluklarına kişilikli bir karşı çıkışı gerçekleştirebilen bilim adamlarımız vardır Demek ki, mümkün olabiliyor.
İkincisi genel bir gözleme dayanıyor: Türkiye solu özellikle de genç kuşak deşarj olmadan ya da deşarj edilmeden doğruyu düşünemiyor. Daha doğru bir deyişle “doğruda durmayı’ beceremiyor. Resmi tarihe körü körüne bağlılık kendi başına bir kısırlıktır. Ama bu kısırlık bile bir şey doğurabiliyor: Resmi tarih karşısında zamanla büyüyen tepki birikimi bu kez ancak “fantezi” denebilecek hak etmeyenleri önder yalnızca kişisel hırsları ile yürüyenleri de “kahraman” yapan karşıt uçlar yaratabiliyor. Bu tehlikeli sürecin doğruya ve gerçeğe yönelik bir deşarj ile yönlendirilmesi gerekiyor. Dürüst tarihçilerimizin bilim adamlarımızın görevidir bu.
Bu açıklamalardan sonra “kolaj”ın tarih yazımındaki örnekleri ile sürdürmek istiyorum. “Kolaj”ı grafik sanatından hatırlıyorum: Sanatçının ayrı ya da aykırı nesneleri bir araya getirerek bu birleşimle belirli bir çarpıcı imaj yaratması. Tarihçi kendi alanında “kolaj yapma” hakkına sahip midir Tarihçi belirli bir düşünce doğrultusu yaratmak için tarihsel olgu ve belgeleri belirli biçimlerde bir araya getirebilir mi Yaparsa zaman-zaman “tahrifat” sınırlarına ulaşmaz mı?
Önce küçük bir örnek: Şevket Süreyya Aydemir İzmir Suikastı olayından söz ederken okuyucuya şöyle yöneliyor: “Tam İzmir kurtarıldıktan sonra ve onu kurtarana İzmir sokaklarında suikast hazırlayan bir İttihatçı Cavit Bey..” (Aydemir, Suyu Arayan Adam, 5. baskı Remzi Kitabevi İst. 1974 s: 305). Bir başkası bir başka doğrultu vermek üzere uzun uzun tasfiyelerden Terakkiperver Fırka olayından vb. söz edebilir ve İzmir suikastı olayının İzmir’in kurtuluşundan 39 ay sonra (1170 gün de denebilir) planlandığını vurgulayabilir. Bu da olur. Ama Aydemir’in öznel hedefi açısından suikast olayı “tam da İzmir kurtarıldıktan sonra” gerçekleştirilmek istenmiştir. İhtiyatla yaklaşmak gerekiyor.
İkinci ve daha çarpıcı bir örnek ise ne yazık ki Doğan Avcıoğlu’ndan. Mantık şöyle: Etem kötüdür; Etem kötü ise daha da kötü göstermenin bir sakıncası olamaz. Bunun için bazı “manevralar” da yapılabilir. Avcıoğlunu dinliyoruz: “İşte ‘Bolşevik Etem’in ‘halk ordusu’ bu ölçüde halka karşıdır. Bu Çerkez Beyi’ nin antiemperyalist tutumu dahi hayli kuşku götürür. Çerkez Etem ile yakınlık kuran Ali Fuat Cebesoy’un açıkladığına göre Etem 1920 baharında hiç kimseye haber vermeden Adapazarı’ndaki İngiliz temsilcisi aracılığıyla İtilaf Devletleri başkomutanına, Sultan Vahdettin’e ve Damat Ferit Paşa’ya mektuplar yollamıştır. Cebesoy (…) uyarınca Etem’in yola geldiğini ileri sürmektedir.” (Doğan Avcıoğlu; Milli Kurtuluş Tarihi cilt: II İst. 1974 s: 582).
Yaratılan “imaj” çok açık: Etem’ in antiemperyalistliği de kuşkuludur, emperyalistlere ve işbirlikçilerine mektuplar yazmıştır, Cebesoy durdurmuştur. Böyle mi? Olayı bir de Cebesoy’ dan dinlemekte yarar var: “Etem biri Padişah’ın şahsına, birisi Sadrazam Damat Ferit Paşa’ya, üçüncüsü de İstanbul’daki İngiliz İşgal Komutanlığı’na verilmek üzere üç mektup yazmış, Adapazarı’nda esir ettiği İngiliz siyasi mümessiline vererek göndermişti. Hayretler içinde kaldım fakat teessürümü saklamaya çalışarak sordum:
“- Mektuplarda neden bahsettiniz?
“Müsveddeleri verdi. Şöyle bir göz attım. Vaziyetin nezaketine rağmen tebessüm etmekten kendimi alamadım. Mizacını bildiğim Damat Ferit Paşa’nın bu mektubu alınca muhakkak uykuları kaçmıştı. Padişahı da ikaz etmekle kalmıyor dolayısıyla tehdit ediyordu (…) İngiliz İşgal komutanına ise ‘sen nasıl General olmuşsun? Türk milletini tanı..” deniliyor. (Aktaran Cemal Kutay; Çerkez Etem Dosyası cilt: I Boğaziçi Yayınları İst. 1978 s: 96-97).
Avcıoğlu’nun göstermeye çalıştığı imaj ile mektupların gerçek içerikleri hiç ama hiç uyuşmuyor. Sonra Cebesoy Etem’e böyle mektuplar yazmanın yanlışlığını anlatıyor ve Etem de ikna oluyor: “İngiliz mümessili henüz hareket etmedi Paşam (…) bana lütfen müsade ediniz, dedi, koşarcasına çıktı. Bir saat sonra ter içinde döndü ve mektupları masanın üzerine koydu.” (a.g.e. s: 98).
Avcıoğlu’nun yaptığı ne yazık, kolaj sınırlarını aşıyor gibi….
Artık Olmuş Bir Kere…
“İnönü muharebeleri ve bu muharebelerde İsmet Paşa’nın rolü hakkında son zamanlarda çelişmeli bazı yayınlar olmuştur. Bu yayınları görüş dayanaklarını o zaman İsmet Paşa karargâhının harekât şubesi müdürü olan rahmetli Tevfık Bey’in (Bıyıkloğlu) el yazısıyla yazılmış fakat yayınlanmamış ‘İnönü Muharebelerini Kim Kazandı?’ isimli yazılarından almaktadır. Bu yazıların fotokopilerini dikkatle okudum. Daha ziyade bir harekât yorumlaması ve kurmay tartışması niteliğinde olan bu yazılardan burada faydalanmamayı daha uygun buldum. Çünkü evvela böyle kurmayca bir yorum üstünde elbette ki hükümlere varamazdım. Sonra da milli tarihimize mal olmuş ve zamanında gerek milletin maneviyatı gerekse Anadolu lehine yarattığı dış ve olumlu yankıları tepkileri dolayısıyla hayırlı neticeler vermiş bir askeri hareketin çelişmeli değerlendirmelerini de faydalı bulmadım.” (Şevket Süreyya Aydemir; Tek Adam cilt: II 4. baskı Remzi Kitabevi İst. 1971 s: 482 – dipnot).
Aydemir, İnönü Savaşı’nın tartışılmasını uygun görmüyor. Kısacası “artık olmuş bir kere” diyor. Anlaşılan İnönü Savaşı’ nın gerçek yanını Aydemir dahil pek çok kişi öteden beri biliyor. Elde yeterli belge de var. Ama uygun bulunmuyor. İnönü Savaşı’nın belirli bir tarihsel kurgu çerçevesinde aynı dönemin başka olguları ile bütünlük içinde yerli yerine oturtulabilmesi Yalçın Küçük’ün çalışmaları ile gündeme geliyor. Ne kadar geç…
Zaman zaman ortaya çıkan kırgınlıklara karşın Mustafa Kemal’in İnönü’nün elinden hep tuttuğu anlaşılıyor. İsmet Paşa Lozan görüşmelerinde güç durumda kaldı. Meclis’te sert eleştirilere uğradı. Mustafa Kemal İnönü’yü ayakta tuttu. İsmet Paşa Mustafa Kemal’e ilişkin duygularını kendisine Lozan’dan “her dar zamanımda hızır gibi yetişirsin” sözleriyle iletti. Mustafa Kemal’in İsmet Paşa’ya yardıma koştuğu “dar zamanlar” içinde en önemlisi İnönü Savaşı olsa gerek…
Mustafa Kemal’in İsmet Paşa en gerekli olduğu dönemlerde geçmişteki küçük bazı gölgeleri bile giderme yolunda zorlamalara başvurduğunu düşünmek mümkün. Nedeni tartışılabilir ama İsmet Paşanın taşıdığı “milli şef” unvanına karşın hiçbir zaman bir kült yaratamaması nedeniyle bu zorlamalar kısa sürede üstelik de “milli şefin yakınlarınca açığa çıkarıldı. Kurtuluş Savaşı sonrasında Ankara’ nın genel havasına bakıldığında bir tür “milli mücadelede kıdemlilik” ya da “sicil” yarışının gündeme geldiği anlaşılıyor. 1919 yılında Mustafa Kemal henüz Samsun’a yola çıkmadan İsmet Bey ile konuşuyor. İsmet Bey gelmek istemiyor. Mustafa Kemal’in daha sonra kendi çabası ile bu “pürüz”ü de ortadan kaldırmaya çalıştığı görülüyor. Bunun bir “ortak karar” sonucu olduğunu anlatıyor: “Ben yerleşinceye kadar sen de bana yardım edeceksin ve iş başladığı vakit yanıma geleceksin” (Aydemir; İkinci Adam cilt: I 2. baskı Remzi Kitabevi İst. 1968 s: 130) (*)
Mustafa Kemal’in başka vesilelerle söyledikleri ışığında bakıldığında yukarıdaki “ortak karar” çözümü zorlama görünüyor. Ama kısa sürüyor. Mustafa Kemal daha sonra belki de bir kırgınlık döneminde İsmet Bey’in kendisiyle “gelmek istemediğini” açıklıyor. Bunu aktarmak da gene İsmet Paşa çevresinden Falih Rıfkı Atay’a düşüyor (Atay; Çankaya s: 170).
Bunlar, yakın tarihimize ilişkin çözümü oldukça kolay sorular. Doğrusunu söylemek gerekirse işin içinde Mustafa Kemal dışındaki kadrolar bulunduğu sürece tarih kendi başına da doğruları işaret edebiliyor. Ama söz konusu Mustafa Kemalse öyle tartışmalar var ki bu konularda bir netliğe ulaşabilmiş değilim örneğin Mustafa Kemal ünlü “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır…” sözlerini etmiş midir, etmemiş midir?
“Sakarya Meydan Muharebesi’nde Başkumandan Mustafa Kemal Paşanın ‘hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır’ sekinde bir emir verdiği hakkında yanlış bir bilgi vardır. Başkumandanlıktan böyle bir emir hiçbir zaman verilmemiştir. Kaldı ki Atatürk de böyle bir emir verdiğini söylememiştir.” (Sabahattin Selek; Anadolu İhtilali Burçak Yayınevi İst. 1984 s: 642).
Selek çok kesin konuşuyor. Buna karşılık Mustafa Kemal de Türk Dil Kurumu tarafından hazırlanan “Söylev (Nutuk )”de çok kesin konuşuyor: “Dedim ki: Savunma çizgisi yoktur. Savunma alanı vardır. O alan bütün yurttur. Yurdun her karış toprağı yurttaşın kanıyla sulanmadıkça düşmana bırakılamaz (…) İşte ordumuzun her bireyi bu kurala göre her adımda en büyük özveriyi gösterip düşmanın bütün kuvvetlerini yıpratarak ve yok ederek sonunda onu saldırıyı sürdürme gücünden ve yeteneğinden yoksun bir duruma getirdi.” (Mustafa Kemal Atatürk: Söylev (Nutuk) cilt: II TDK yayınevi 6. baskı Ank. 1978 s: 453).
Burada anlaşılmaz bir durum ortaya çıkıyor. Selek az önce aktardığımız yargısının hemen ardından ekliyor: “Nutuk’un 1952 baskısının II. cildinin 618. sayfasının dikkatle okunması halinde M. Kemal’in böyle bir emir vermediği ortaya çıkar.” (aynı yerde) Atatürk’ün bu emri vermediğinin kanıtı olarak koca yapıtta belirli bir sayfanın gösterilmesi, söz konusu sayfada “onu çağrıştırabilecek” ama “o olmayan” bazı sözlerin bulunması olasılığını güçlendiriyor. Ne yazık ki 1952 baskısı “Nutuk”u bulamadım. Ama ünlü emir TDK’nın 1978 yılı baskısı “Söylev”inde aynen yer alıyor.
1-Selek’in Anadolu İhtilali adlı çalışmasını oldukça eski (1964) bir baskısından okumam geride kalmama neden olmuş olabilir. Selek daha sonraki baskılarda görüşlerini değiştirdi mi?
2-Selek’in söyledikleri doğrultusunda bu sözler “Nutuk”un 1952 yılı baskısında yer almıyorsa, 1978 TDK baskısına nasıl girmiştir?
Bu konuda son bir nokta daha: Samet Ağaoğlu, klişesini de vererek, Kazım Karabekir’in Erzurum’dan Ankara’ya, Mustafa Kemal’e yazdığı askeri değerlendirmelerden birini açıklıyor. Sakarya Savaşı’ndan önce yapılan bu değerlendirmenin bir bölümü şöyle: “Yaptığımız İstiklal Muharebesidir. Vatanımızda bir dağ ve bir fedakâr kalsa dahi kavgamız devam edecektir. Bunun için düşmanın üstünlüğü pek ziyade olduğu takdirde şu veya bu hattın veya mevkiin müdafaası düşünülmeyerek hasmı yıpratarak yormak ve sonra da zamanında darbeyi vurmak esası..” (Samet Ağaoğlu; Kuvayı Milliye Ruhu 4. baskı İst. 1973s: 256)
Karabekir’in yazdıkları “Harbi sagir” (gerilla savaşı) ilkeleri ile birlikte Mustafa Kemal’in ünlü sözlerini de çağrıştırıyor. Bu konuda da netlik gerekiyor. Tarih yazımı bir sünnet işlemi olmadığından işlemden sonra “oldu da bitti” demek yakışık almıyor.
Çifte Standart
Kurtuluş Savaşı yıllarına ilişkin bazı değerlendirmelerde ağırlığını en çok duyuran yaklaşımlardan biri çifte standartlı yaklaşımdır. Hemen belirtmek gerek: Bunun tarihçilerden önce o yılların ön plandaki kişilerine uzanan bir geçmişi geleneği var. Bir bakıma “politikanın gereğidir yapılır” deyip geçmek de mümkün. Kurtuluş Savaşı’nın hemen sonrasında topun ağzındakilerin başında Rauf Bey (Orbay) vardır. Bu ortamda Rauf Bey Mondros Mütarekesi’ni imzaya giden heyette olduğu için ağır eleştirilere uğrar. Oysa Ali Fethi Bey (Okyar) de aynı heyettedir ama ona söz eden olmaz. Fethi Bey in bu konuda eleştiri ve saldırılardan nasibini alması 1930’da Serbest Fırka olayı ile gündeme gelecektir. Mustafa Kemal’i Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan Selanik’te doğduğu için Meclis’ ten dışlama girişimleri ortaya çıktığında haklı olarak tepki duyulur. Ama aynı Meclis’te Ali Bey (Çetinkaya) Kafkasya’yı kastederek Rauf Orbaya: “geldiğin yere git” diye bağırabilir…
Çifte standartlı yaklaşımlarda en çok nasibini alan tahmin edileceği gibi Etem’dir. Kurtuluş Savaşı yıllarında ve sonrasında giden kelleler bazı tarih yazımlarında tarihsel zorunlulukların dayatmasıyla açıklanır. Ya da o dönemki ortamın gerginliği ile. Bu doğrudur. En azından bazı kellelerin gitmesi kaçınılmazdır. Ama bu kelleleri götüren Etemse durum değişir. Bu kez sahtelik kokan bir “insancıl yan” ön plana çıkarılır: “Çerkez Etem Bandırma’da da sehpaları işletir. Padişah ve halife Anzavur’a 11 Nisan 1920’de paşalık (mirimiranlık) unvanı vermiştir. Bu fermanı Anzavur’a tebliğe memur dört kişilik bir subaylar heyeti o karışıklıklar arasında vazifelerini yapmaya belki vakit bulamazlar ama bunlardan üçü Bandırma’da Çerkez Etem’in eline düşer ve derhal asılırlar. Bu üç subay 1919-20 çekişmeleri ve kardeş kavgası sırasında hayatlarını kaybeden her rütbede subaylardan yalnız üç tanesidir.” (Şevket Süreyya Aydemir; Tek Adam cilt: II s: 323).
Yurtsever subayların kelleyi koltuğa alıp İstanbul’dan Anadolu’ya geçtikleri sırada, üstelik Anzavur gibi birine paşalık unvanı taşıyan subayların cezalandırılması, doğrusu bana çok doğal geliyor. Bu subayları cezalandıran Etem değil de başkası olsaydı, “kardeş kavgası kurbanları” yaklaşımı gene kullanılır mıydı? Düzenli kuvvetler Konya Delibaş isyanı sırasında, sözgelimi Beyşehir’de nasıl davranmıştır?
Etem’in “kana susamışlığı” Yozgat Çapanoğulları isyanı ile daha çok tartışılır oldu. Ama sorun Etem’in Yozgat’ta önceki Anzavur Bolu ve Düzce isyanlarından daha şiddetçi davranmasından kaynaklanmıyor. Sorun “sonun yaklaşmasından” kaynaklanıyor. Ankara’nın isyanı bastırmak üzere gönderdiği Kılıç Ali Bey isyanı bastırmak şöyle dursun buradan Kayseri’ye kaçıyor. Ankara Valisi Yahya Galip Bey’in olaydaki “hataları” ortaya çıkıyor. Etem’in oldukça muteber sayıları bu kişilere tepkisi yaklaşan sonla birlikte bardağı taşıran damlalar oluyor. Ankara’ nın ve önde gelen adamlarının bu aczi o güne dek sürekli pohpohlanan ve kardeşlerinin de etkisiyle çapını fazla görmeye başlayan Etem’i daha da celallendiriyor. Politikadan hiç nasibini almamışa benzeyen Etem için bundan sonra “durmak” zor oluyor. Ama gene de tarihçilerimizden bazılarının dediği kadar hızlı gitmiyor.
Önce Etem’in yetkileri neler görmek gerekiyor. 19 Haziran 1920’de Genelkurmay Başkanı İsmet Bey (İnönü) “Kuvayı Tedibiye Umum Kumandanı” sıfatı taşıyan Etem’e şu emri veriyor; “İsyan bölgesinde toplanmış olan asi kuvvetleri dağıtıp asayişi temin ve idame fesat teşkilatını kökünden yok etmek isyanın kışkırtıcılarını cezalandırmak..” (Sabahattin Selek; Milli Mücadele (Ulusal Kurtuluş Savaşı) cilt. II Ağaoğlu Yayınevi İst. 1971 s: 154) “Tedip Güçleri Genel Komutanı” olarak Etem’in yetkileri çok açık. Tedip edep’ten geliyor. Tedip etmek edeplendirmek edepli kılmak anlamını taşıyor.
Yahya Galip Bey ne yapmış? Dinleyelim: “(Yahya Galip) bir zamanlar sürgünde bulunduğu Yozgat’ta Çapanoğullarının yardımını gördüğü için şimdi üzerlerine asker sevk edileceğini onlara el altından bildirme hatasını işlemişti.” (Zeki Sarıhan; Çerkez Etem ‘in İhaneti 2. baskı Kaynak Yayınlan İst. 1986 s: 101) Resmi Tarih doğrultusunda hazırlanmış bir çalışmada Yahya Galip’in “hata”sı böyle anlatılıyor. Emekli bir subay tarafından hazırlanan bir başka çalışmada ise Meclis zabıtlarından aktarılan şu bilgi görülüyor: Çapanoğulları isyanı konusunda Meclis’e bilgi veren Husrev (Gerede) ve Rıza beyler olayda Yahya Galip Bey’in “idaresizliğinden hatta fesadından” söz ediyorlar. (Kenan Esengin: Milli Mücadelede İç Ayaklanmalar Ağrı Yayınları İst. 1975 s: 138) Özetle Mustafa Kemal’in sevdiği bin de olsa Yahya Galip Bey’in olayda “hata”yı aşan bir rol oynadığı anlaşılıyor.
Etem Yozgat isyanını bastırdıktan sonra sorgulamalara başlıyor. Yozgat mutasarrıfı her gelişmeyi bağlı olduğu ilin valisi Yahya Galip Bey e zamanında ilettiğini söyleyerek kendini savunuyor. Kısacası topu Yahya Galip Bey’e atıyor. Bunun üzerine Etem Yahya Galip i Yozgat’a davet ediyor. Yer yerinden oynuyor. Yahya Galip gitmiyor gönderilmiyor. Etem kızıyor, Etem’e kızılıyor. Olay bu.
Sonrası, olayların daha da büyümesi ve anlaşmazlıkların artık geri dönülmez noktalara ulaşmasıyla gelişiyor. Etem ve kardeşleri tahrik edildikçe daha büyük hatalar yapıyorlar. Hata üstüne hata yapan kardeşler “tarihin ölü eli”nden önce ve çok daha acımasız biçimde “tarihi yapanların” ve resmi tarihçilerin yargı çemberine hapsoluyorlar.
Devam edebiliriz.
Tutmayan Metinler
Ankara-Etem olaylarının gelişim zincirinde bir de Eskişehir istasyonu halkası vardır ki, bazı yönleri bugün de karanlıktadır özetle olay şu: İstanbul hükümetinden bir heyet görüşmek üzere Bilecik ‘te Ankara’dan temsilciler bekliyor. Mustafa Kemal’in Bilecik’e gitmesi gerekiyor. Bu sırada Etem ve kardeşleri ile Batı Cephesi Komutanlığı arasındaki gerginlik de hayli artmış durumda. Etem hasta ama Mustafa Kemal onu da Bilecik’e götürüp İsmet Bey ile sorunların halledilmesinde ısrar ediyor. Yola çıkılıyor. Tren Eskişehir’e geldiğinde hasta olan ve trenin birkaç saat burada bekleyeceğini öğrenen Etem trenden ayrılıyor istirahat için bir eve çekiliyor. Aleyhinde tertipler olduğundan kuşkulanan Etem bir adamını gözcü olarak istasyonda bırakıyor. Mustafa Kemal Etem’in trenden ayrıldığını öğrenince hareket emri veriyor. Tren Etem bir yana Bilecik’e gitmesi gereken bazı meclis üyelerini bile almadan yola çıkıyor.
Bu konuda ve sonrasında rivayet muhtelif. Biri şöyle: “Hatta Çerkez Etem hatıralarında Eskişehir’de silahlarını alıp istasyona koştuğu zaman Mustafa Kemal’i elinden nasıl kaçırdığını en ağır sözlerle anlatır.” (Şevket Süreyya Aydemir İkinci Adam cilt: I s: 164) Gerçekten böyle mi? “Nutuk”ta olduğu gibi Etem’in anılarında da baskılar arasında büyük farklılıklar olabilir mi? Kutay’ın derlediği anılarda istasyon olayına ilişkin olarak Etem şöyle konuşuyor: “Heyet ayrıldı, ben de muhafızlarımın önünde birkaç dakika sonra çıktım ki, Mustafa Kemal Paşa’nın vagonunu kontrol etmek üzere gönderdiğim adamım koşarak geldi ve nefes nefese: ‘Efendim (…) Paşa’nın treni hareket etti..” (Cemal Kutay a.g.e. cilt: II s: 133-1354) Buna göre Etem, trenin gittiğini adamından öğreniyor ve istasyona gitmiyor. Resmi tarih doğrultusunda Etem çalışması yapan Sarıhan da aynı kanıda: “Eskişehir’de trenden inen Etem aleyhinde tertipler olduğundan kuşkulanarak geri dönmedi” (Zeki Sarınan a.g.e. s: 81)
Mustafa Kemal’i “avlamak” için Etem’in apar topar istasyona koştuğu nereden çıkıyor?
Aydemir, bu kadarla kalmıyor. Mustafa Kemal’in Eskişehir istasyon tuzağından “kurtulmasında” İnönü’ye de pay çıkarmaya çalışıyor: “Anlaşıldığına göre trenin bu hareketi vaziyetten şüphelenen İsmet Paşa tarafından sağlanmıştır” (Aydemir Tek Adam cilt: II s: 475-dipnot). Böylece Aydemir sayesinde İsmet Paşa da “dar zamanında” Atatürk’ün imdadına yetişmiş ve “ödeşmiş” oluyor. Ama gel gör ki Eskişehir olayı sırasında İsmet Bey Bilecik’te.. Peki uzaktan da olsa bir şeyler “sezmiş” olamaz mı? Mustafa Kemal’in verdiği bilgilere göre bu da mümkün görünmüyor. Mustafa Kemal’in Meclis’e verdiği bilgi şöyle: “(İsmet Bey) tren arıyordu ben kendisine yazdım. Her ne vasıta ile olursa olsun hareket et dedim. Ben bizzat gelip seni alacağım. Hareket ettim gittim. Henüz hareket edememişti onu Bilecik’ten aldım getirdim.” (TBMM Gizli Celse Zabıtları cilt: 1 24 Nisan 1336 (1920)-21 Şubat 1336 (1921) TBMM Basımevi Ank. 1980 s: 282)
Bunlar Mustafa Kemal’in Meclis’e 29 Aralık 1920 tarihinde, yani olaydan 25 gün sonra verdiği bilgiler. Ama olaydan 7 yıl sonra aynı konuda farklı bir bilgiye rastlanıyor: “İsmet Paşa da telgraf başında yapılan özel görüşmeden sonra Eskişehir’e gelmek üzere yola çıktı. Daha önce yalnız ve özel olarak görüşmemiz gerekli olduğundan ben de bir iki istasyon ileri gittim ve buluştuk” (M. Kemal Atatürk; Söylev (Nutuk) cilt: II s: 385). Tutmuyor. Birinde Mustafa Kemal Bilecik e kadar gidip İsmet Bey i alıyor ötekinde yalnızca bir iki istasyon ilerliyor İsmet Bey ile öyle buluşuyor. Ama Mustafa Kemal’in verdiği bilgilerin her iki biçiminden de trenin hareketinin ta Bilecik ‘ten suikast kokusu alan İsmet Bey tarafından sağlandığı sonucu kesinlikle çıkmıyor.
Bir de ünlü “isyan deklarasyonu” var. Etem olayı üzerine yapılan çalışmaların büyük çoğunluğunda Etem’in ağabeyi Reşit gergin bir ortamda Mustafa Kemal’e söylediği “Etem Bey bu dakikada kuvvetlerinin başındadır” sözü çarpıcı ve açık bir isyan deklarasyonu olarak değerlendirilir. Gerçekten de kuşkulanılan biri olması gereken yerde olmayınca nerede olduğunun sorulması üzerine verilen ve bu kişinin “silahlı güçlerinin başında olduğunu anlatan bir yanıt en azından anlamlıdır. “Etem Bey bu dakikada kuvvetlerinin başındadır” sözünün tek kaynağı bildiğim kadarı ile Mustafa Kemal’in “Söylev”idir. Başkaları buradan alıp kullanıyorlar. Şöyle: “Yemekten sonra karargâha gittik; ama Etem Bey gelmemişti. Reşit Bey’e ne zaman geleceğini sordum. Verdiği yanıt şu idi. Etem Bey bu dakikada kuvvetlerinin başındadır’. Bu sözlere karşın yine de soğukkanlı bulunmayı ve görüşmeyi yeğ bulduk.” (M. Kemal Atatürk Söylev (Nutuk) cilt: II s: 385) Mustafa Kemal 1920 yılı Aralığında geçen konuşmayı 1927 yılında böyle hatırlıyor. Olaydan 25 gün sonra Meclis’e bilgi verirken de aynı olayı şöyle aktarmıştır: “Bu mükâlemenin başında garip bir şey oldu. Reşit Bey söze başlarken dedi ki. Etem Bey bu dakikada burada yoktur” (TBMM Gizli Celse Zabıtları cilt: I s: 283) Burada da bir tutarsızlık görülüyor. İki metin birbirini tutmuyor. Etem’in kendisiyle görüşülmesi gereken yerde bulunmayışı kuşkusuz rahatsız edici bir durumdur. Ancak Etem’in yokluğunun “bu dakikada kuvvetlerinin başındadır” gibi rest havası veren bir yanıtla açıklandığı en azından tartışmalıdır.
“Tutmayan metinler” bölümünü bitiriyorum. Son olarak, Etem konusuna mola vererek, anlamakta güçlük çektiğim bir başka noktaya tarihçilerimizce aydınlatılma umuduyla değineceğim. Ortada gene birbirini tutmayan iki metin var. Birincisi şöyle: “(Mustafa Kemal) ilerici akıllı bir devlet adamı. Bizim sosyalist inkılâbımızın önemini anlamış olup Sovyet Rusya’ya karşı olumlu davranıyor. O istilacılara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına, padişahı da yardakçılarıyla birlikte silip süpüreceğine inanıyorum.” (S. I. Aralov; “Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları”ndan aktaran Aydınlık Yayınları: Türkiye üzerine s: 133; ayrıca bak: Aralov. a.g.e Çeviren: Hasan Ali Ediz, Birey ve Toplum Yayınları Ank. 1985 s: 29) Yukarıdakiler Lenin’in Mustafa Kemal’e ilişkin düşünceleri. Türkiye’ye hareketinden önce elçi Aralov’a aktarıyor. Hemen hemen tüm tarihçilerimiz bu çeviriyi kullanıyorlar. Ama ortada bir başka çeviri daha var.
Aktarıyorum: “Mustafa Kemal, olayların gelişimine ustaca yön veren büyük bir devlet adamıdır. Kuşkusuz, sosyalist devrimimizin önemini o anda değerlendirmiş olması ve Sovyet Rusya’ya karşı olumlu davranması onun yararınadır. Ulusal devrimi boğmaya kalkışan elleri kesme başarısını göstereceğine eminim.. Aslında emperyalistlerin burnunu sürttüğü ve padişahı çetesiyle birlikte bozguna uğrattığı zaman görüşlerini değiştirebilir, ama bu ayrı bir konuşma konusudur.” (Şamsuddinov A-Bagırov Y.A.; Bir Karagün Dostluğu Çeviren: A. Hasanoğlu Bilim Yayınları İst. 1979 s: 203; Bagırov’un kaynağı: Aralov; “Lenin’in direktifi üzerine Anılar” Mejdunarodnaya Jizn 1980 no: 4 s: 19)
Bir kez daha tutmuyor. Aydınlanmak için soruyorum :
1-Bu metinlerden hangisi doğrudur?
2-İkincisi doğru ise, ilk çevirinin aldığı biçimde Hasan Ali Ediz’in payı var mıdır?
3-İlk metin doğru ise, ikincisinin aldığı biçimde Sovyet tarihçilerinin ya da Aralov’ un “değiştirmelerinin” mi payı vardır?
Etem Ayaklandıktan Sonra Ne Yaptı?
Ankara ile Etem ve kardeşleri arasında ipler 1920 yılı Aralık ayı sonunda bütünüyle kopuyor. Bunda Etem’in Ankara’ya çektiği ve ancak “budalaca” olarak nitelendirilebilecek bir telgrafın hızlandırıcı ve bitirici rolü oluyor. Ancak Ankara’nın da Etem’e nasihat heyeti gitmeden ve Etem bu ünlü telgrafını çekmeden önce, Kuvayı Seyyare üzerine kuvvet gönderdiği biliniyor. Bunu kimse tartışmıyor.
Oysa Etem’in 1921 yılı Ocak ayı “etkinlikleri” konusunda resmi tarihin ve bazı resmi tarihçilerin verdikleri bilgiler su götürür pek çok yan taşıyor. Genel olarak söylenen neredeyse 1 ay boyunca düzenli kuvvetlerle Etem’in kuvvetleri arasında “kanlı çarpışmalar olduğu” doğrultusunda. Birkaç örnek veriyorum.
1-Sabahattin Selek “Milli Mücadele” adlı çalışmasının 11. cildinde tam 15 sayfa (a.g.e s: 183-178) Ankara’nın düzenli kuvvetleri ile Etem birlikleri arasındaki çarpışmaları anlatıyor.
2-“Etem ve Tevfik’in kumanda ettiği birliklerle ordu birlikleri arasında sert çarpışmalar oldu” (Zeki Sarıhan, a.g.e. s: 93)
3-Gene Sarıhan, İzzettin Çalışlar’dan aktarıyor: “Usat (Asiler) bilhassa zabitana karşı canavarca hareket etmekte idi. Bir kurşun ile şehit olan bir zabitin cesedine daha dört kurşun ile vücudunun deldirildiği görülmüştür.” (Sarıhan a.g.e. s: 96)
Şimdi, gene aydınlanmak için soruyorum:
1- Sabahattin Selek, tüm Kurtuluş Savaşı boyunca düzenli birliklerce gerçekleştirilen askeri harekatın her birine ilişkin kayıp sayısını tek tek verirken (Selek, Anadolu İhtilali s: 110) Etem kuvvetlerine yönelik olan ve “sert çarpışmalar” içeren harekâta ilişkin hiç kayıp sayısı vermiyor. Neden? Kimse şehit olmadı mı?
2-Yalçın Küçük’ün bir resmi kaynaktan aktardığına göre Etem’e karşı harekât sırasında kayıplar 2 subay ve 12 er olmak üzere toplam 14 kişidir. (Yalçın Küçük Türkiye Üzerine Tezler cilt: II Tekin Yayınevi, İst. 1979 s: 693) Bu sayılar doğru ise İzzettin Çalışlar’ın aktardıkları ve “kanlı çarpışmalar” değerlendirmesi düşünüldüğünde “az” değil midir?
3-İki taraf arasında “sert çarpışmalar” olduğunu yazan Zeki Sarıhan bir başka yerde Yunan harekâtının başlaması üzerine kritik durumda kalan askerler karşısında “Etem kuvvetlerinin de istemeden çarpıştıklarını” yazıyor. (Sarıhan a.g.e s: 94) Çarpışmaların şiddeti Etem’in kuvvetleri istemeden çarpıştıkları için mi artıyor?
4-Etemle ilgili operasyonda en önemli görevi aldığı söylenen İzzettin Çalışlar’ın görevinin önemini “tarihe kazımak” için olayları abartmış olması mümkün müdür?
1921 yılı Ocak ayında gerçekte neler olup bittiğine ilişkin pek çok soru sorulabilir. Yanıtını bir türlü bulamadığım sonuncusu şöyle: Mustafa Kemal Meclis’in 24 Ocak 1921 tarihli gizli oturumunda Etem olayına ilişkin bilgi verirken “kanlı çarpışmalar “dan hiç söz etmiyor. Tek kelime ile. Ortada bir “yanlış anlama” olduğundan söz etmekle yetiniyor (TBBM Gizli Celse Zabıtları cilt: 1 s: 353) Neden?
Şimdi 1921 yılının esrarlı Ocak ayını geçiyoruz. Sırada İzmir’in kurtarıldığı 9 Eylül 1922 tarihine kadar yaklaşık 20 aylık bir dönem var. Etem Yunan’a iltica ediyor. Ondan sonra ne yapıyor? Rivayet gene muhtelif. Dinleyelim :
1-“Etem’in Yunanistan’a ne zaman götürüldüğünü saptayabilmiş değiliz. Ancak onun ve kardeşlerinin Yunanlıların hizmetinde olarak Batı Anadolu’da sürdürdükleri faaliyetlere ilişkin başka anı ve belgeler vardır” (Zeki Sarıhan a.g.e. s: 131)
2-“Genelkurmay raporları Etem ve kardeşlerinin Ege’deki faaliyetlerine büyük zafere kadar devam ettiğini anlatmaktadır.”(a.g.e. s: 138)
3-“Celal Erikan da Etem’in örgütlediği müfrezelerle Türk ordusuna karşı savaştığını ve bunu sonuna kadar sürdürdüğünü. Etem kuvvetlerinin yanında Hayın Memiş kuvvetlerinin de Büyük Taarruz’da orduya karşı savaştığını yazmaktadır.” (a.g.e. s: 139)
4- “6 Eylül 1922 (…) Çerkez Etem ve kardeşi Tevfik de çetesiyle 5 Eylül’de Salihli’de bulunmuştur. Halktan aşar adıyla zahire toplamışlardır.” (a.g.e. s; 138)
Resmi tarih ve izleyicileri, böylece bu kardeşlerden bir Dalton kardeşler efsanesi yaratıyor. Kanımca bu yazılanların doğru olması mümkün değildir. Bunu kanıtlamak o kadar güç değil. Ancak Sarıhan’ın bu bilgileri yanlışlıklarını bile bile kitabına aktardığı kanısındayım. Sarıhan Etem konusunu sürdürüyor: “Etem’in Mustafa Suphi’nin öldürülmesine ilişkin duygularını bilmiyoruz. Ancak Enver Paşa ile ilgili duyguları anılarında vardır” dedikten sonra Etem’in bu duygularını Etem’in ağzından aktarıyor: “Enver Paşa halen Rusya’dan Buhara’ya geçmişti. Oradan çok mahrem bir delalet ile haberler gönderiyordu (…) Bu öğrendiklerimden sonra benim için tek ümit, bir an evvel iyileşmek ve Enver Paşa’ya iltihak etmekti.” Etem’in bu duygularına Sarıhan şöyle bir ekleme yapıyor: “Bunlar Etem’in 1922’de Almanya’da tedavideyken ki duygularıdır.” (a.g.e. s: 172-173)
1- Sarıhan, Etem’in 1922 yılında Almanya’da tedavide olduğunu biliyor ya da buna inanıyor,
2-Enver Paşa 4 Ağustos 1922’de öldüğüne göre, Kurtuluş Savaşı sona ermeden Etem Almanya’dadır,
3-Etem, Almanya’ya tedaviye gitmeden önce bir süre de Atina’da kalmıştır,
4-Atina ve Almanya’da olan Etem’in aynı tarihlerde Anadolu’da Kurtuluş Savaşı’na karşı savaşması nasıl mümkün olmaktadır?
5-Yoksa Etem Almanya’da birdenbire iyileştikten sonra “kendimi iyi hissediyorum gideyim Anadolu’da Kayın Memiş’i bulup Ankara’ya karşı savaşayım, sonra da Salihli’den zahire toplarım” mı demiştir?
6-Etem gerçekten Anadolu da olsa bile Yunan orduları yenilmişken Ege’ye doğru panik halinde kaçış başlamışken Salihli’nin kurtarıldığı gün olan 5 Eylül’de bu kentten, üstelik de zahire gibi yükte ağır şeyler toplandığına inanılır mı?
Tüm bunlara inanılabilir mi? Ben inanamıyorum.
Çerkez Etem’in İhaneti yazarı Sarıhan, olaya “nokta koymak” üzere olsa gerek, bir de Mustafa Suphi’ye başvuruyor. Şöyle: “Mustafa Suphi. 1920 yılı sonlarında Türk Kurtuluş Savaşı’nın başarısı için yardımlarda bulunmak üzere doğrudan Türkiye topraklarına ayak basarken Etem ve kardeşleri aynı tarihlerde Kurtuluş Savaşı askerlerine kurşun sıkarak istilacılara sığınıyorlardı!
“Mustafa Suphi, ‘Sosyalizm İçin Mücadele’ başlıklı yazısında, Kurtuluş Savaşı’na ihanet edenleri karşı tutumlarım şöyle anlatıyor: ‘Yoksul emekçi halk! Elindeki tüfeği yalnız üstümüze yürüyen düşmana değil savaş ve devrim meydanlarından kaçarak halka hıyanet edenlere (…) de atmaktan çekinme!” (a.g.e s: 175)
Yeniden “kolaj” tarihçiliğine dönmüş oluyoruz. Mustafa Suphi’nin yazdıklarının Etem olayı ile ilgili olduğu sanısı yaratılmak isteniyor. Hiç ilgisi yok. Amaç okurun “bak Mustafa Suphi de Etem’i mahkûm etmiş” biçiminde düşünmesini sağlamak. Hiç gerek yok. Etem’in Komünizmle ya da Bolşeviklerle ilgisi olduğunu sanmıyorum. Bu açıdan Mustafa Suphi’nin tanıklığı zorunlu değil. İkincisi, yineliyorum, Mustafa Suphi’nin Etem olayı ile ilgisi bulunmayan sözlerini böyle bir imaj yaratmak için kullanmak, hiç doğru değil.
Ama burada bitmiyor. Türkiye’deki tarih çalışmaları okunurken, Macherey’in edebiyat okumalarına ilişkin önerilerinin uygulanması zorunluluğu, Sarıhan’ın çalışması ile kendini dayatıyor. Macherey “anlamlı boşluklar ve suskunluklar”dan söz eder. İdeolojinin söylenenden çok söylenmeyende yattığını anlatır. Tabi romanlar için. Ama dediğim gibi Sarıhan’ın yaptığı türden tarih yazımı söz konusu olduğunda bunlar için de kullanmak gerek! Sarıhan’ın Mustafa Suphi’den yaptığı alıntıdaki boşluk (…) dikkatimi çekti. Aktarmalarda çok olağan. Ama Sarıhan yaptığı için doğrusu kuşkulandım. Atlanan bölüm gerçekten de çok uzun ve gereksiz bir bölüm müydü? Bu yüzden Mustafa Suphi’nin sözlerinin bütününü aradım. Şöyle: “Fakir işçi halk! Elindeki tüfengi yalnız üstümüze yürüyen düşmana değil, cihad ve inkilap meydanından kaçarak halka ihanet edenlere ve sermayedarların, zenginlerin işlerine faide getirenlere atmaktan çekinme!” (Mustafa Suphi ve Yoldaşları, Hazırlayan: İnfo Türk Ajansı, Güncel Yayınlar, İst. 1977, s: 62)
Sarıhan açısından “ve sermayedarların, zenginlerin işine faide getirenlere” sözcüklerinin uzun olmasalar da çok gereksiz ya da “sakıncalı” oldukları anlaşılıyor. Burasını sureti katiyede almak istemiyor. Çıkarıyor. Çıkmış hali ile cümlede düşüklük olacağı için (…)’dan sonraki “de”yi kendi ekliyor. Kesinlikle doğru bulmuyorum. Mustafa Suphi’nin sözleri ya olduğu gibi kullanılır ya hiç kullanılmaz. İkisinden biri. Sarıhan’ın işine gelen biçimi vererek kullanması dürüst tarihçilik ile bağdaşmaz.
Yakın tarihimize ilişkin bir tür operasyonun gündeme geldiği anlaşılıyor. Resmi tarihin yeni yazıcı adayları ortaya çıkıyor. Gelenek’in ilk sayısında eleştirilen, Perinçek’in “Osmanlı’dan Bugüne Toplum ve Devlet”i resmi tarih doğrultusunda “milli konsensus” arıyor. Halil Berktay’ın “Cumhuriyet İdeolojisi ve Fuat Köprülü” başlıklı çalışması 1930’lardaki bilimsel özgürlüğe ve üniversite özerkliğine övgüler düzüyor. Sarıhan’a ise Etem olayı ile ilgili bir iş düşmüş. O da onu yapmış.
Başka her şey bir yana, Aydemir’in zamanında, fazla ve sağlıksız da olsa, duyarak yazmış olabileceğine inanıyorum. Resmi tarihin yeni yazarlarının ise bilimsellik bir yana, işlerini “duyarak” yapabildiklerini de hiç sanmıyorum.