Bu ülkenin geleneksel solunda ilk tanıdıklarımdan, sevimli, sıcak ve yiğit Atilla Arsoy’un anısına…
Gelenek dizisi kitaplarında sola ilişkin olarak yapılan bir sınıflama dikkat çekmiş olmalı. “Geleneksel sol” ve “yeni sol” biçimindeki bu sınıflama, bölgesel ya da geçici nitelikteki bazı çizgileri ayıklayıp tabloyu yalınlaştırdığı için yararlıdır sanıyorum. Elbette tanımlamalarda belli bir netliğin sağlanması, kavramların içlerinin doldurulması koşuluyla. Özetle, hem geleneksel solun hem de yeni solun sınırlarının doyurucu biçimde çizilmesi gerekiyor. Yazının ilk hedeflerinden biri, bu.
Günümüzde solun iki ana kesiminden biri olan geleneksel sola ilişkin bir “hantallık”tan söz edildi. Geleneksel solun üzerine örtülen ekonomist eğilimli yorumlardan da güç alan, dar pratikçi zorlamaların yol açtığı bir hantallıktı bu. Kolaycı, keyfi yakıştırmalar mı? Özellikle yeni sol kesimdekilerin geleneksel sola ilişkin eleştirilerinin zaman zaman gerçekten de kolaycı, keyfi yakıştırmalarla süslendiği söylenebilir. Ama geleneksel solun kendi iç dinamiğinden kaynaklanan ve kimi durumlarda bu tür yakıştırmalara çanak tutan sorunları ve açmazları hiç mi yok? Herhalde bu da söylenemez.
Bu yazıda kavramlardan başlayarak geleneksel solun kaba bir anatomisini yapmaya, önemli olduğunu sandığım bazı sorunlarına değinmeye çalışacağım. Söz konusu genel çizginin “gelenekselliğinin” bir bakıma yeni sol denilen öteki çizgi karşısındaki ayırıcı özelliklerinden kaynaklandığını göz önüne alarak, bu anatomi denemesinde yeni solun temellerine de bakacağız zaman zaman.
Kavramlarla başlayabiliriz.
ÜÇ ANAHTAR KAVRAM
Öyle sanıyorum ki netlik öncelikli olarak üç ana kavramla başlamalı. Bunlar, geleneksel sol, yeni sol ve “ekonomizm” kavramları. Hemen bu noktada “ekonomizm” kavramının hangi gerekçeyle öncelik kazandığı sorusu akla gelebilir. Bu soruya ilk aşamada şöyle bir yanıt veriyorum: En geniş anlamıyla ekonomizm, klasik marksist teorinin yorumlanışında odak noktasını oluşturdu; yapı-üstyapı ya da yapı-özne ilişkilerinin değerlendirilmesi ve bu ilişkilerde belirli bir yana tanınan (ya da tanındığı ileri sürülen) ağırlık, volantarizim ve ekonomizm kavramlarını ön plana çıkardı. Daha da ilginci şu: Bir dönem volantarizm ve jakobenlikle suçlananlar, karşılarındakilerin ekonomist yorumuna yüklenirlerken, daha sonra işler tersine döndü; volantaristler ve Jakobenler olarak şimşekleri çekenler, sosyalizmin kuruluşu sürecine geçtiklerinde bu kez ekonomizmle suçlanmaya başlandılar! İşte “ekonomizm” kavramının literatürde böylesine önemli ve ilginç bir yeri var çeşitli boyutlarıyla birlikte. Sırası geldiğinde üzerinde daha ayrıntılı olarak durulacak.
Yeniden, geleneksel sol ve yeni sol kavramlarına dönebiliriz. Kanımca Marksist teori, sosyalist mücadele ve reel sosyalizm hep birlikte, geleneksel sol ve yeni sol kavramlarının 20. yüzyılla birlikte üzerinde biçimlendikleri ortak zemini oluştururlar. Buradan kalkarak ilk tanım şöyle yapılabilir: Marksist teori ile sosyalist mücadele arasındaki ilişkiyi reel sosyalizmi açıkça karşıya alarak ya da yok sayarak kurmaya çalışan her çaba yeni sol kapsamına girer.
Uç örneklerin açıklayıcı işlevlerine inandığımdan, böyle uç bir örnek vermek istiyorum. Ünlü bir İtalyan düşünürü, henüz marksizmden vazgeçmediği dönemlerde, reel sosyalizm karşısındaki tutumunu olanca netliğiyle ortaya koyuyordu. Düşünür, kapitalist sistemde açılan ilk gediğin gerçekleştiricilerini şöyle değerlendiriyor: “Hedefleri dünya devrimiydi. Bolşeviklerin Rusya’da gerçekleştirdikleri devrim özünde bir Rus devrimi olarak değil, bir Avrupa ve dünya devriminin ilk adımı olarak değerlendiriliyordu. Tek başına Rusya’ya ait bir olgu olarak devrim onlara bir anlam ifade etmiyordu, geçerliliği ve yaşam olanağı yoktu.”1 Bu örnek, uç olmasına karşın, yeni solun reel sosyalizm karşısındaki tutumunun özünü sergiler. Yeni solun her tür kabuğunun altında yatan budur. Başka deyişle solun tarihi, tek ülkede sosyalizm perspektifini içine sindirebildiği halde yalnızca sonuçlara, yani belirli bir anın reel sosyalizmine karşı çıkan kendi içinde tutarlı ve sürekli bir düşünceye tanık olmamıştır.
Yeni solun az önceki sınır çizgilerinden hareketle, geleneksel solun alanı da belirlenebilir: Marksist teori ile sosyalist mücadele arasındaki ilişkiyi, reel sosyalizmi, başlangıcından bugüne dek kapitalist sistemde açılmış önemli bir gedik olarak benimseyerek kuran her çizgi, geleneksel sol alanına girer. Dahası, geleneksel sol kendini, açılan gediğin, bir deneyim olarak salt pratik önemiyle de sınırlamaz. Olguya teorik düzeyde bakarken, açıklamayı rastlantılarda değil yasalarda arar. Nihayet, bu teorik bakışın ötesinde, kendi uğraşında, reel sosyalizmin sağladığına inandığı somut kazanımları kullanır, bunların üzerine basar. Geleneksel sol için reel sosyalizmin artık bir “kendinde şey” değildir; her tür teorik – pratik etkinliğin önsel verisi, temel taşlarından birisidir.
Yukarıdaki alan belirleme girişimleri kuşkusuz söylenilenin ötesinde bir mutlaklık taşımıyor. Zaman zaman sınırları zorlayan, sınırlarda gezinen çizgiler de olabilir. Bir dönemin ünlü Avrupa Komünizmi, geleneksel solun içinden çıktı, ama reel sosyalizm konusundaki tutumuyla yeni solun sınırlarını zorladı. Buna karşılık Troçkizm de bir anlamda her tür yeni solculuğun babalığını etmekle birlikte, bazı özellikleriyle zaman zaman geleneksel sol bağını sergiledi.
Geleneksel sol ve yeni sol kavramları üzerinde belirli bir netlik oluşmuşsa, sırada ekonomizm kavramı bulunuyor. Klasik marksist teorinin üzerine ekonomist eğilimli bir yorumun “örtüldüğünden” söz eden Gramsci’dir. Gramsci haklı mıydı? Klasik teorinin yorum tekelinin önemli bir süre II. Enternasyonal’de kaldığı düşünülürse, haklıdır. Dün ve bugün, Batıda ve Doğuda, özellikle akademisyenlerin, yazdıkları ders kitaplarında marksizmi anlatış biçimlerine bakılırsa, yüzde yüz haklıdır. Küçük bir örnek: Zamanında Ziya Gökalp “iktisaden gelişmeyince, ilimde, sanatta, fende de gelişemeyiz” demiş; Türkiye de Gökalp’in bu sözlerine “bilmesek Gökalp’i marksist sanırız” ekini düşenler olduğuna göre ortada gerçekten “ekonomist” bir yorum, bir örtü olmalı.
Şimdi bunu görmeye çalışalım.
Ekonomizm: Gerçekler ve Zorlamalar
Önce klasik teoriye sonra da siyasal etkinliğiyle birlikte geleneksel sola yöneltilen “ekonomizm” eleştirileri derlenip toplandığında, bu eleştirilerin üç özel başlık aldığı görülüyor:
1. Hukuki, siyasal, ideolojik, felsefi vb. üstyapı üzerinde, ekonomik temelin “mutlak ve tek yönlü belirleyiciliğine” karşı çıkan eleştiriler,
2. Kapitalizmden sosyalizme geçişte, mevcut ekonomik yapı içindeki üretici güçlerin sonuna dek gelişimiyle toplumun kendiliğinden sosyalizmin sınırlarına ulaşacağı anlayışına karşı çıkan eleştiriler,
3. Sosyalist toplumun kuruluşunda, belirli bir anın üretici güçlerinin veri alınmasına karşı çıkan eleştiriler.
Bu eleştiri başlıklarından birincisi söz konusu olduğunda, ortada basitleştirme merakından kaynaklanan bir yanılgının ya da bilinçli bir çarpıtmanın bulunduğu sanırım rahatlıkla söylenebilir. Başka her şey bir yana, tek başına Feuerbach’dan kopuş olgusu bile, klasik teoride üstyapısal oluşumların, bu arada öznenin de büsbütün edilgen bırakıldığı yolundaki eleştirileri daha ilk vuruşmada saf dışı bırakıyor.
Buna karşılık bazı Batılı Marksist düşünürler, “ekonomizm” yakıştırmasına hiç girmeden; klasik teoride, özellikle de Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın ünlü Önsöz’ünde , ağırlığın üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkiye verildiğine değiniyorlar. 2 Önsöz’de böyle bir ağırlığın bulunduğu doğrudur. Doğrudur ve önde gelenleri olmasa bile pek çok Marks yorumcusunu “ekonomizm” çağrışımına götüren de budur. Peki, haklı sayılabilir mi?
Söz konusu vurgulamanın “ekonomist” yorumları haklı kılması mümkün görünmüyor. Kanımca buradaki sorun, özellikle marksist olmayan Batılı Marks yorumcularının, diyalektiği bilmeden ya da ciddiye almadan Marks’ın sistemini şematize etme çabalarından kaynaklanıyor. Daha açığı şöyle söylenebilir: Üstyapı öğelerinin, sözgelimi hukuki ilişkilerin ve devlet biçimlerinin köklerinin toplumun maddi varoluş koşullarında bulunduklarını, maddi varoluş koşullarının anatomisinin ise ekonomi politikte aranması gerektiğini söylemek, neden bu öğenin edilgen ve işlevsiz olduklarının ilanı anlamına gelsin ki? Maddi yaşamın üretim biçiminin, entellektüel etkinlikleri genel olarak koşullandırması da herhalde bu etkinlikleri basit birer belirlenene indirgemez. Nihayet, klasik teoride, zaman zaman gözden kaçırılan bir önemli vurgulama daha vardır: Temeldeki çelişki, insanın bilincine doğrudan yansımaz; insanlar temeldeki çelişkinin bilincine üstyapısal ideolojik biçimlenmeler içinde ulaşırlar ve mücadelelerini bu biçimlenmelerle yürütürler (ideological forms in which men become conscious of this conflict and fights it out). 3
Bu aşamada ulaşılan ve altı çizilecek açıklık şu olsa gerek: Üstyapısal öğelerin, toplumsal formasyonun bütünü üzerinde etkileyici işlevlerin yadsınması düpedüz kaba maddeciliktir, literatürdeki yaygın politik kullanımla ekonomizmdir. Ne var ki klasik teori, “en ekonomici” sayılabilecek vurgulamalarında bile böyle bir yoruma yer vermemiştir. Özellikle Engels’in, son dönemlerde çeşitli mektuplarında getirdiği açıklıklar da bu doğrultudadır.4 Bu durumda “Sorun”u başka yerde aramak gerekiyor. “Sorun”, belirlenme sürecinde öncelik ilişkisinin giderek belirsizleştiği ve sonunda yok sayıldığı bir model aranışı ise, böyle bir anlayışı geleneksel sol bir yana klasik marksist teorinin de dışında saymak gerekir. Üstyapısal ögelerin bütünsellik ve süreç içinde kendi başlarına belirleyici olamayacaklarını söylemek “ekonomizm” ise, klasik teori ancak bu anlamda “ekonomist”tir…
Eleştirilerin ikinci başlığı “ekonomist-katastofist” anlayışa karşı çıkılması biçiminde dile getiriliyor. Burada kapitalizmden sosyalizme geçişte belli başlı kapitalist ülkeleri yıkacak bir ekonomik çöküntünün önkoşul olarak mutlaklaştırılması eleştiriliyor. Bu noktada açıkça belirtilebilir: Klasik teori kimi beklentileriyle “ekonomizm“e burada, bir önceki belirlenme sorununda olduğundan biraz daha yakındır. Olduğu kadarıyla, bu yakınlık nereden kaynaklanıyor?
Anderson bir başka çalışmasında “Marx’ın teorik sistemindeki gelişkinlikle o dönemin proleter faaliyeti arasındaki eşitsizlik”ten söz ediyor ve gerek 1848 gerekse 1871 hareketlerinde proletaryadan çok küçük burjuvazi ve artizanların ağırlığına değiniyor.5 Gene Anderson daha sonra, Marks’ın üstyapı ve rolü üzerinde uzun boylu durmasının nedenini, ekonomik çöküntü beklentisinin abartılı olmasına bağlıyor. 6 Özetle Marks’ta “ekonomist-katastrofist” bir anlayışın temelde kendini duyurduğunu söylüyor.
Genel hatlarıyla hemen itiraz etmek mümkün görünmüyor. Gene de düşünmek gerek: Marksist teorinin gelişkinliği ile dönemin proleter faaliyeti arasındaki eşitsizlik konusunda, bu doğru bir saptama olmakla birlikte, başka neler söylenebilir? Kuşkusuz, bir sonuç bu. Bu sonuca ne yol açmış olabilir? Marks’ın sistemi aşırı gelişkin olduğu için mi kitlesel faaliyet göreli olarak geri “kaldı”? Yoksa, proleter kitle faaliyetinin “geriliği” Marks’ın teorisinin gelişimi açısından paradoksal bir dürtü mü oluşturdu?
Kanımca bunlardan ikincisi daha doğru görünüyor. Marks dönemindeki proleter faaliyetlerin özellikleri, bu arada her kitlesel hareketlenmede proletaryanın küçük burjuvazi ve artizanlar arasında silik kalışı, klasik teorinin gelişimi açısından özel bir dürtü yaratmıştır. 19. yüzyıl proleteryası, küçük burjuva – artizan ağırlının da etkisiyle marksist teorinin değil, ondan çok daha büyük ölçüde siyasal kurtuluş ütopyalarının etkisi altındaydı. Bu durum, teorisinin bilimselliğine inanan bir düşünür olarak Marks’ı, toplumsal temeli bilimsel olarak gözetmeyen siyasal kurtuluş modellerinin karşısında, büyük ağırlığı ve vurgulamayı toplumsal kurtuluş koşullarına tanıdığı kendi önerisini ayrıntılandırmaya yöneltti. Toplumsal kurtuluş çerçevesinin oluşturulabilmesi ise onu kapitalist toplumun “hücre”sine inmeye zorladı.
Marks’ın toplumsal kurtuluşun temellerine, dolayısıyla kapitalist toplumun özüne ilişkin yoğun çalışmaları, dönemin koşulları gereği eşitsiz gelişim olgusunun yasalaştırılamamasıyla da birleşince “ekonomist-katastrofist” beklentiler için belirli bir zemin oluştu. Önsöz’ün ekonomizm aramanın anlamsızlığından söz ettiğim bölümlerinin hemen ardından gelen “bir toplumsal düzen, içinde barındırdığı tüm üretici güçler gelişmeden hiçbir zaman yok olmaz” 7 değerlendirmesi, klasik metinlerde, ekonomist vurgu bulmak için pertavsız gerektirmeyen tek yerdir. Bunun açık nedeni, Marks’ın tüm çalışmalarında çubuğun toplumsal özden yoksun siyasal kurtuluş modellerinin eleştirisinden yana bükülmesi, toplumsal kurtuluş koşullarının öneminin gene çubuk bükerek vurgulanması ve nihayet eşitsiz gelişim olgusunun yasallık düzeyinde biçimlendirilememesidir.
Şeytanın avukatlığı adına bir soru daha: Marks’ta eşitsiz gelişim olgusunun bir yasallık düzeyine çıkamamasının nedeni, belirli bir formasyonda ekonomiye tanınan “mutlak öncelik” değil midir? Kanımca böyle sorulduğunda yanıt “hayır” olmalı. En başta eşitsiz gelişim, soyut “yapı”lara değil, tam tamına tarihselliğe ilişkin bir olgu. Eğer soru, Marks’ta eşitsiz gelişim yasası eksikliğinin nedenlerinden biri kapitalizmin toptan çöküş beklentisi ve bu çöküşün eşitleyici (düzleyici) sonuçlarına inanç değil midir, biçiminde sorulursa, böyle bir soruya olumlu yanıt verilebilir. Sanıldığı ya da zaman zaman savunulduğu gibi eşitsiz gelişim, toplumsal formasyondaki belirlenme sorununu ekonomik yapının önceliğini yok ederek “çözen” (ya da daha da belirsizleştiren) bir yasa değildir. Eşitsiz gelişim, ekonomik yapının önceliğinin tarihsel süreç içinde kendini toplumun bütününde ve çözüm dayatan biçimde somutlamasının koşullarını yaratır. Daha ötesi aynı olgu, çelişkilerin aşırı birikimi yoluyla, zincirin bir ya da birkaç halkasının öncelikli olarak kopmasına olanak tanır. Marks’ın yeterince göremediği ve onu belirli bir toplumsal düzenin sonu için “tüm üretici güçlerin gelişmesi” koşulunu koymaya iten, budur.
Sıra ekonomizm eleştirisinin üçüncü ve son biçimine geliyor. Bu biçim, “sosyalist toplumun kuruluşunda mevcut üretici güçlerin veri alınmasına” itiraz ediyor ve bunu “ekonomizm” olarak tanımlıyor. Burada kuşkusuz “Stalin Sorunu” gündeme giriyor. Bu sorun gündeme gelince de Stalin’in eski ve yeni karşıtlarının taban tabana aykırı değerlendirmeleri ortaya çıkıyor. Çağdaş yeni solun, Stalin’i ağız birliği etmişçesine ekonomizm ile suçladığı biliniyor. Oysa, eski bir Stalin karşıtı, Deutscher, aynı konuda tam tersini savunuyor. Ona göre Stalin iradi müdahalenin sembolüdür. Gene Deutscher günümüz yeni solunun ekonomizm olarak tanımladığı modeli “özgün Marksizm” olarak değerlendiriyor ve Stalin’i iradi müdahalelerle bu özgün yapıyı bozan kişi olarak suçluyor. 8
Geçmişte Stalin’in, “üretici güçler teorisi” diyerek alay ettiği ekonomizme yönelik oldukça sert eleştirileri oldu. Stalin’e göre ekonomizm, “her şeyi mazur gösterir, her şeyi uzlaştırır, olayları saptar ve iş işten geçtikten sonra bunları açıklamaya kalkışır.” Stalin devam ediyor: “Ya partilerin rolü? Bunların eylem içindeki önemleri? Ama ‘üretici güçlerin düzeyi’ kadar kesin bir etken karşısında bir parti ne yapabilirdi ki?” 9 Şimdi durum buysa, Deutscher’in gözlemleri, Stalin’in tutumu düşünüldüğünde, Stalin’e yönelik ekonomizm eleştirisinin önemli bir başka nedeni olmalı.
“Stalin Sorunu”nun ekonomizm bağlamında nasıl şekillendiği, Türkiye’deki Marksist yazında 10 yıl kadar önce açıklandı. Bu açıklamaya göre sorun “kapitalizmle sosyalizmin aynı üretici güçler -ve dolayısıyla üretim ilişkileri- temeli üzerinde kurulabileceği ön kabulüyle” ilişkilidir ve çözüm de “üretici güçlerin dönüştürülmesi”dir. 10
Bu çerçevedeki bir ekonomizm eleştirisine, tabi klasik teorinin içinden bakıp hak vermek hiç mümkün görünmüyor. Bir kere üretici güçler teknoloji, makinalar, donanım vb. ile bunları kullanan insanlardan oluştuğuna göre, bunlardan hangisi (yoksa hepsi mi?) nasıl “dönüştürülecek?” Özetle, neyin sağlanmasıyla ne değişir (değiştirilir) ne dönüşür (dönüştürülür)? Klasik teorinin bu konuya ilişkin oldukça net yanıtlarından ikisi şöyle:
1- “… bireylerin içinde üretimde bulundukları ilişkiler, yani toplumsal üretim ilişkileri, üretim maddi araçlarının, yani üretici güçlerin değişimi ve gelişmesi ile birlikte değiştirilirler, dönüştürülürler.” 11
2- “İnsanların tüm tarihlerinin temelini teşkil eden kendi üretici güçlerini seçme serbestisinde olmadıklarını ayrıca belirtmeye gerek yok. Çünkü her üretici güç, ele geçip devralınan, önceki faaliyetin ürünü olan bir güçtür. Bu nedenle üretici güçler, pratik insan faaliyetinin sonucu olduğu halde, bu faaliyetin kendisi de halihazırda ele geçen üretici güçlerce, kendileri daha yokken varolan, bir önceki kuşağın ürünü olan toplumsal biçce koşullandırılır. Bu basit gerçek yüzünden, yani yeni gelen her kuşağın bir önceki kuşağın ulaştığı üretici güçlere sahip çıkıp onları yeni üretim için hammadde olarak hizmetlerine koşmaları yüzünden, insanlık tarihinde bir iç tutarlılık sağlanır.” 12
Ortada, bir zorlama olduğu görülüyor. Bu zorlamanın yapısalcılıkla, hümanizmi odak alan yaklaşımlarla, bir dönemin “kültür devrimi”nin çekicilikleriyle ilgili olduğu düşünülebilir. Özetlersek, klasik teoriye ilişkin ekonomizm eleştirilerinin özünde, çok büyük ölçüde, bu teoriye gerçekten dışsal zorlamaların yattığı ortaya çıkıyor.
Ancak daha sonra, geleneksel solun kendi teorik dağınıklığından kaynaklanan “ekonomist ve dar pratikçi zorlamaların” zaman zaman ortaya çıkabildiğini de kabul etmek gerekiyor. Yeniden dönmek üzere özetlersek, örneğin:
1- Toplumsal sınıflar ve tabakalarla siyasal partiler arasında bire bir ilişki kurma merakı,
2- Bazı parti ittifaklarının “sınıfsal ittifak” biçiminde mutlaklaştırılması,
3- Üçüncü Dünya ülkelerindeki gelişmelerle, sözgelimi milliyetçiliği toplumsal sınıflara göre bölümlere ayırma, kuşkusuz “dar pratikçi” ve “ekonomist eğilimli” zorlamalardır. Daha somut bir örnek: Türkiye’nin 1920 – 60 dönemine ilişkin olarak geleneksel solun giriştiği tarihsel çözümlemelerin çok büyük bir çoğunluğunda, başta Sovyet tarihçilerin çalışmaları olmak üzere, üretici güçlerin gelişim düzeyinin mutlaklaştırılması anlamında ekonomist yaklaşım egemen olmuştur.
Yapısalcılık, Tarihselcilik ve Althusser
Avrupa’da Marksist düşünce 60’larda Althusser’in yükselişine tanıklık etti. Althusser, Avrupa’daki geleneksel işçi sınıfı partileri arasında en güçlülerinden biri olan FKP üyesiydi. Marksist düşünür, solun 60’lara özgü tüm tartışmalarını çalışmalarına yansıttı. Açık söylemek gerekirse geleneksel sol, Althusser’in tezlerine ilişkin olarak alınması gereken tutumu yeterince saptayamıyordu. Althusser’in eleştirisi, zamanında, daha çok, kağıt üzerinde partiye kayıtlı ancak kendi dünyalarında yaşayan sınırlı sayıda Marksist aydın tarafından yapıldı.
Geleneksel sol’a ilişkin bu yazıda Althusser’e özel yer ayrılması kuşkusuz bazı nedenlere dayanıyor. Althusser’in çıkış noktası, çok haklıydı. SBKP 20. Kongresi’nin yarattığı hava, soğuk savaş yıllarının dinginliği ve hepsinin üzerine örtülen teorik atalet, yeni bir açılma dönemine öncülük ediyordu. Althusser, açılma döneminin, atalet içindeki solda savurucu fırtınalar yaratacağını gördü. Düşünür, teorik çıkışının gerekçesini Marks İçin’de çok net biçimde açıklıyor: “Stalinist ‘dogmacılığın’ eleştirisi, komünist aydınlarca genel olarak bir ‘özgürleşme’ biçiminde yaşanmıştır. Bu ‘özgürleşme’ eğilim olarak ‘liberal’ ve ‘ahlakçı’ nitelik taşıyan, aynı anda ‘özgürlük’, ‘insan’, ‘birey olarak insan’ ve ‘yabancılaşma’ türünden eski felsefi temaları yeniden keşfeden köklü bir ideolojik gericiliğe yol açtı.” 13 (Geçerken not edelim: Türkiye’de yeni solun Althusser’e rağbet etmemesinin nedeni, tam tamına, yaptığı bu saptamadır.)
Althusser’in bir başka “kaygı”sı ise, Lukacs ve Gramsci gibi düşünürlerin II. Enternasyonal uyuşukluğuna duydukları tepkiyi marksizmin bilim yanını dışlayan bir tür eylem felsefesine götürmeleri benzeri bir tehlikenin yeniden ortaya çıkması idi. 14 Kısacası, geleneksel solun geleneksel “teori merkezleri” yeni gelişmeleri tekelleri kuşatırken ittifak kurulacak yeni güçlerin ortaya çıkışı adına sevinçle ve ellerini oğuşturarak izlerken, Althusser, aynı gelişmelerin getireceği ideolojik tehlikelere işaret ediyordu. Bu tehlikelerin önlenmesi, başıboş bırakılan Marksizmin belirli yönlere çekilmesini durdurmak, bunun için de aynı düşüncenin “bilim” yanını vurgulamakla mümkündü. Althusser’in yola çıkışı özetle böyle oldu. Peki ya sonuç?
Sonuç, bir tür “marksist yapısalcılık” adına tarihselliğin yadsınması oldu. Althusser’in karmaşık şemasını tümüyle özetlemek oldukça güç, hatta olanaksız. Gene de düşünürün Marks İçin ve Balibar’la birlikte hazırladığı Kapital’i Okumak’ta geliştirdiği modelin klasik teoriden ayrılan temel noktaları üzerinde durulabilir. Söz konusu ayrılık noktaları, tarihsellik, belirlenme ve eşitsiz gelişim konularında, birbirine bağlı olarak ortaya çıkıyor.
Ancak bundan da önce Althusser’in “teorisizm” olarak nitelenebilecek bir yaklaşımına değinmek, açıklayıcılık açısından zorunlu oluyor. Althusser’in sisteminde “pratiğin sınayıcılığı” bütünüyle dışlanıyor. Çünkü bu sistemde, Althusser’in deyimiyle “bilgi nesnesi” ile reel nesne arasındaki açıklık hiç kapanmıyor. Bilimsel süreçteki soyutlamalarda kullanılan bilgi nesnesinin kesintisiz yeniden düzenlenişiyle, reel nesneye ilişkin bilgi de kesintisiz olarak derinleşir, 15 ama kendi başına bir gerçek nesne bilgisi olamaz. 16 Bu teorisizm nedeniyle Althusser Engels’in “pudingin kanıtı yenmesindedir” sözünü “hazımcı” bir yaklaşım olarak değerlendirip küçümsemektedir. 17 Althusser’in modelinin pratikten bu kopukluğu, az sonra görüleceği gibi, söz konusu modeli realiteyi ancak a posteriori olarak sınıflayabilen bir yararsızlığa dönüştürecektir.
Althusser’in sistemindeki bir başka düğüm noktasını, özel bir tarih anlayışı, daha doğrusu tarihselliğin yadsınması oluşturuyor. Söylediğimiz gibi, Althusser’den, modelinin tümünü özetleyen ya da yansıtan bir aktarma yapmak güç. Gene de düşünürün belli bir bütünü oluşturan parçalara ya da “düzey”lere yaklaşımını dinleyebiliriz: “Bu farklı ‘düzeyler’ aynı tarihsel varoluş zamanına sahip değillerdir. Tersine biz her bir düzeye kendine özgü bir zaman vermek zorundayız (…) Şunu söyleyebiliriz ve söylemeliyiz: Her üretim biçimi için, üretici güçlerin gelişimiyle belirgin biçimde ayrıştırılmış özel bir zaman ve tarih vardır; üretim ilişkileri, gene belirgin biçimde ayrışmış kendi özel tarihine sahiptir; siyasal üst yapının kendi özel tarihi vardır… ; felsefenin kendi zamanı ve tarihi vardır…” 18 Althusser’in farklı zamansallıkları, tahmin edilebileceği gibi sanat, bilim vb. için de geçerli.
Açıkça görüldüğü gibi, Althusser’de bütünün kendi tarihselliği yoktur, olamaz. Bu durumda, eşitsiz gelişim söz konusu olduğunda Althusser’in sisteminin, geleneksel solun geliştirdiği klasik sistemden büsbütün ayrıldığı ortaya çıkıyor. Basitçe, şöyle özetlenebilir: Althusser’de eşitsiz gelişmişlik, farklı tarihselliklerin bir “bütün” içinde yan yana bulunmasıdır. Başka deyişle, bütünlük içinde olmak, belirli bir parçanın kendi özel tarihselliğini başlangıç olarak yok etmiyor. Böylece eşitsiz gelişim, bütüne ilişkin tarihsel bir yasa değil, parçaların farklı zamansallıklarından kaynaklanan yapısal bir olgu oluyor. Buna karşı çıkarılabilecek model de şöyle özetlenebilir: Birincisi; bütünün tarihsel gelişimi ile birlikte ve bunun sonucu olarak parçaların eşitsiz gelişimi. İkincisi; eşitsiz gelişen (ve bu anlamda belki de Althusserci anlamda farklı tarihselliğe sahip) parçaların, bütünün parçaları olmaları nedeniyle, onunla aynı zamanı yaşamak zorunda kalmaları. Üçüncüsü; gelişkin yada az gelişkin parçaların, son çözümlemede bütünle aynı tarihselliği yaşama zorunluluğundan kaynaklanan, çelişkilerin aşırı birikim olgusu…
Althusser’in klasik belirlenme belirlenme sorununa yaklaşımı da pek verimli görülmüyor. Düşünürün, 1960’larda Avrupa aydınını sarsan Maocu düşüncenin ve ona ilişkin çelişki kategorilerinin etkisinde kaldığı açıkça görülüyor. İşçi sınıfı partilerinin strateji ve taktiklerini saptarken bilgisayar kullanmalarını gerekli kılabilecek ölçüde uzayıp giden bu çelişki kategorilerinin klasik teorinin gelişimine ciddi bir katkıda bulunmadığı bugün daha iyi anlaşılıyor. Althusser’in modelinde, her biri önce yapının bütününü sonra da yapı içindeki diğer pratikleri etkileyen (üstbelirlenme) sayısız pratik yer alabiliyor. Bu pratiklerin birlikteliği ile “karmaşık bütünün egemen durumdaki yapısı” ortaya çıkıyor. 19 Bu yapının özel politik taktikler uygulanmasını gerekli kılan belirli bir anı ise “konjonktür” olarak adlandırılıyor.
Klasik teori çerçevesinde bakıldığında Althusser’in belirlenme sorununa yaklaşımı, temel çelişkinin, belirli bir konjonktürde, yapı içindeki bir başka pratik (çelişki) tarafından üstbelirlenebileceği dışında hiçbir yenilik getirmiyor. Bu sınırlar içersinde Althusser’in yeniliği, geçmişe dönüldüğünde, bilinen bir açıklamanın daha teorik kavramlarla yinelenmesi, geleceğe bakıldığında ise yalnızca bir “konjonktür beklentisi” olabilir. Althusser’in modeli, bunun ötesinde yeniliklere de gebeyse, bu yeniliklerle marksist yapı kavramından uzaklaşan, ayrı bir yola çıkıldığı söylenebilir.
Althusser’in sistemine ilişkin olarak eklenecek son bir nokta, Anderson’un da işaret ettiği gibi bu sistemde tarihsel öznenin giderek silikleşmesidir. 20 Başka değişle, sistemin “bilimselliği” adına tarihsel öznenin işlevselliğinden vazgeçiliyor. Anderson’un haklı yorumuna şu da eklenebilir: Althusser’in sisteminde tarihsel özne, daha çok ancak bir konjonktürel raslantı olarak “bilinebilen” gerçekleşmiş devrimlerin teorileştirilmesi sürecinde devreye giriyor. Tarihsel özne, klasik teoriyi geliştirebilecek pratikleri yaratmıyor bir başka deyişle; yalnızca “vukubulmuş” olanı teorileştiriyor.
Buraya dek, sağlıklı bir çözümlemeyi engelleyebilecek “karıştırıcı” bazı unsurların ayıklanmasına çalışıldı. “Karıştırıcı” iki önemli unsur olarak ekonomizm ve tarihselcilik üzerinde duruldu. Geleneksel solun sorunlarında, varsa tıkanıklıklarında, çoğu kez ileri sürüldüğü gibi, bu çizgiye içkin bir ekonomizmin rol oynayıp oynamadığı, tarihselciliğin yadsınmasının geleneksel sola kazandırabileceği bir şey olup olmadığı araştırıldı. Bu aşamada, bu iki karıştırıcı unsur üzerine ulaşılan yargılar şöyle özetlenebilir:
1-Yeni solun tezlerinin aksine, ekonomizm, geleneksel solun yaklaşımına tarihsel bir süreklilik içinde içselleşmiş, bir başka değişle kronikleşmiş bir hastalık değildir; çoğu durumda da “ekonomizm” olarak eleştirilen, klasik teorinin ta kendisidir.
2- Yapısalcılık adına klasik teorinin ve geleneksel solun tarihselci yaklaşımının yadsınması, bir netlik sağlamak şöyle dursun, ortalığı büsbütün karıştırmakta, yalnızca “belirgin bir belirsizlik” yaratmaktadır.
O halde geleneksel solun anatomisi çerçevesinde, bu genel çizginin sorunlarını, daha başka yerlerde ve daha başka açılardan araştırmak gerekmektedir.
Teorik Dağınıklığın Kökenleri
Öyle sanıyorum ki, geleneksel sola o rahatsız edici “ekonomist” görüntüsü veren, bu çizgiyi teorik düzeyde kuru bir açıklamacılığa iten faktörler tekil “izm”lerde değil, oldukça karmaşık tarihsel süreçlerde aranmalıdır.
İlk aşamada, geleneksel solun temel sorununun “teorik dağınıklık” olarak tanımlanmasını öneriyorum “Teorik dağınıklık” saptamasının ayırdedici çizgisi ise şu: Geleneksel solun, Avrupa devrimi umuduyla suya düştüğü 1920’lerden, yeni kanalların zorlandığı 70’lere dek 50 yıllık tarihinin, ardarda gelen pratiklerin kendi özel “teori”leriyle ve aralarında bağlayıcı bir kalın tarihsel çizgi olmaksızın raflarda ardarda dizilişine tanıklık etmesi.
Dağınıklık tanımımın daha da netleşmesi için örnek de verilebilir. 19. yüzyılın klasik teorisi ile 20. yüzyılın başlarının Bolşevik pratiği arasında, karşı çıkanlar da dahil, gerçek anlamda teorik bir bütünlük ve tarihsel süreklilik kurulmuştur. Örneğin karşıt tepkiler “Jakoben yorum” ya da “Jakoben çarpıtma” nitelemeleriyle de olsa, klasik miras ile Bolşevik pratik arasında yorumlanabilir ve bilinebilir bir bağlantı bulunduğunu kabul etmişlerdir. Öyle ki, günümüzde geleneksel sol ile yeni solun, tek tek ağaçlara takılmadan net kavramlarla tartışabilecekleri, belirgin bir teorik öz çıkmıştır ortaya. Ancak bu teorik öz ile geleneksel solun 1925 – 75 arası yaklaşık 50 yıllık deneyimleri arasında, aynı bütünlük ve tutarlığı sağlayan bir bağ kurulamamıştır. Özetle, geleneksel solun 20. yy başlarında geriye bakarken ulaştığı ayıklayıcılık düzeyine, bugün 1980’lerde, gerideki 50 – 60 yıla bakarken ulaşılabildiğini söylemek mümkün değildir. Bugün “sınıfa karşı sınıf”tan cephe’ye, Bonapartizm’den oligarşik dikta’ya, kapitalist olmayan yol’dan ileri demokrasi’ye dek sayısız veri, herhangi bir süzgeçten geçmeden ortada “öylesine” durmaktadır. Teorik dağınıklık denildiğinde kastedilen budur.
Neden böyle? Kanımca ne ekonomizmin ne de tarihselciliğin kamburları bunlar. Gerçek nedeni uluslararası ve ulusal düzenlerde birbirlerini karşılıklı olarak besleyen iki önemli dinamikte aramak gerektiğini sanıyorum. Söz konusu dinamikleri, daha sonra ayrıntılandırmak üzere, şimdilik şöyle özetleyebilirim:
1- 1917 ile birlikte, geleneksel sol açısından “uluslararasılık” son derece önemli bir boyut kazanmıştır. Tek ülkede sosyalizmin kuruluşu, yerel bir süreç olmanın çok ötesinde, her zaman uluslararası önemli uzantılar taşımıştır. Uluslararası hareket ise, kapitalist ülkelerdeki tek tek mücadeleler toplamının çok ötesinde, her zaman tek ülkedeki sosyalizme ilişkin önemli misyonlar yüklenmiştir. Gerek tek ülkede sosyalizmin kuruluşu, gerekse dünyanın geri kalan bölümlerinde verilen mücadelenin genel çizgisi, çok ilginç biçimde, sağa ve sola yapılan dramatik sıçramalarla çizilmiştir. Bu sıçramaların “ambale edici” niteliği hem teorik düzeyde hem de insan boyutunun önem kazandığı kadro sürekliliği alanında ortaya önemli sorunlar çıkarmıştır.
2- Geleneksel solun gücü, aynı zamanda bir başka yanıyla aşması gereken bir açmazdır. Geleneksel solun “tuzu kuru” değildir; doğası gereği her durumda sınıf pratiğinin, kitleselliğin içindedir. Yeterince olamayanlar, olamayanlar tüm çabalarını bu hedefe yöneltirler. Bu doğal zorunluluk, geleneksel solu çoğu durumda “kitlelerden kopmayan” bir pozitivizme, teorik etkinliklerde ise endüktif bir yaklaşıma zorlar. Bu konum somut politikada “gerçekçilik” yararını sağladığı gibi, gerekli anlarda teorik düzeyde niteliksel sıçrama yapabilmesini engelleyici bir yan taşır. Siyasal harekette pozitivizmin ve endüktivizmin, teorik sıçrama ifade eden sentezlere ulaşabilmesi güçtür.
3- Uluslararası planda savurucu sıçramalar ile ulusal düzeydeki pozitivizm kaynaşması, geleneksel solun 50-60 yıllık tarihi açısından bakıldığında, çakışma durumlarında da uyuşmazlık durumlarında da önemli sorunlara yol açmıştır.
Sıra bu dinamiklerin ayrıntılarına geliyor.
Geleneksel solun bir parçası olarak tek ülkede sosyalizm, hiçbir ön örnek tanımadan, buna karşılık siyasal kurtuluş ile toplumsal kurtuluş koşulları arasındaki eşitsizliği giderici bir mekanizma olarak belirli bir devlet biçiminin işlevlerinden hareketle yolunu bulmaya çalıştı. Bu yol bulma süreci, az önce de değinildiği gibi, hem içeride hem dışarıda, kadroları savurucu iki yanlı sıçramalarla gelişti. Sosyalist iktidarı ayakta tutma ve sosyalist toplumu kurma sürecinde, zamanın ve koşulların dayattığı “kritik doğru”, toplumun hemen hemen her alanındaki uç uygulamalarla gözetildi. Sonra bir başka “kritik doğru” ile, bir öncekinin aşırılıkları bu kez öteki uca gidilerek törpülendi. Savaş Komünizmi’nin uç yorumu, sosyalist toplumun hızla, bugünden yarına kurulabileceği yanılsamasını yarattı. Kendine özgü uygulamalarıyla NEP dönemi bu ucu törpüledi. NEP dönemiyle de bu kez burjuva kültürünün tarihsel anlamda yüceltilmesi tehlikesi baş gösterdi. Bu tehlike karşısında, partide aşırı sıkılığa başvuruldu. Böyle sürdü. Bugün dışarıdakiler için, sosyalist toplumun kuruluş dönemlerinin ilk uygulamaları, büyük ölçüde ayıklanmaksızın, Savaş Komünizmi, NEP, Proletkült vb.’nin uzantılarıyla “öylece” duruyor…
Uluslararası planda söylenebilecekler de aşağı yukarı benzer bir nitelik taşıyor. Avrupa’daki Marksist partilerin Bolşevikleşmesi, 1917’nin coşkusu ile birleşince aşırı devrimci bir idealizasyon başladı (Lukacs’ın çıkışı, Gramsci’nin 1917’yi “Kapital’e karşı Devrim” olarak nitelemesi…). Sonra “kibarca” uyarıldılar; öyle, devrim yapmadan da tek ülkede sosyalizmin yaşamasına katkıda bulunabilecekleri söylendi onlara Sol Komünizm ile. Sonra 1930 bunalımının öngörüsüne dayanan “sınıfa karşı sınıf” parolası. Ondan sonra da, bu kez tam karşıt uçta yer alan Dimitrov’un cephe taktikleri. Soğuk savaş dönemlerinde üçüncü dünya ülkelerinin uluslararası planda kazandığı önem ve bunun hakkının verilmesi amacıyla “kapitalist olmayan yol”un ve milli burjuvazinin misyonlarının abartılması (hatta bu doğrultuda bazı partilerin kendi kendilerini tasfiyesi). 20. Kongre ile mesajı verilmeye çalışılan bir açılış gereği; öte yandan aynı açılışın Althusser tarafından değinilen uzantıları… Bugün de hepsi ortada “öylece” duruyor. İsteyen geleneksel sol parti, raftan istediğini alıp kullanıyor. Geleneksel solda böylece bir şematizm gelişiyor: Lenin, Moğolistan konusunda söyledikleriyle bir model olarak kapitalist olmayan yola zaten işaret etmişti; III. Enternasyonal’de Hintli Roy ile giriştiği tartışma ise bir grup ülke için milli demokratik devrim aşamasının zorunluluğunu öngörüyordu; gelişmiş kapitalist ülkeler için “ileri demokrasi” modelinin kaynaklarına gelince, istenirse, bu pekala Sol Komünizm’de bulunabilirdi…
Buradan, geleneksel solun ulusal düzeydeki dinamiklerine geçerken, önemli bir noktayı hatırlamak gerekiyor: Faşizm, sıcak savaş ve soğuk savaş. Yakın tarihin 40 yıla yakın bir kesidini, ardarda gelen bu üç önemli olgu belirledi. Üçü de, sağa ve sola yapılan sıçramaların boyutlarını etkiledi, bu sıçramalara ayak uydurabilmeyi güçleştirdi. Öyle ki, klasik mikro iktisatta arz-talep dinamiklerinin yarattığı “örümcek ağı” (cobweb) modeline benzer biçimde, bu olgular “arz” ve “talep” eğrilerini, dengeye götürücü değil, daha çok dengeden uzaklaştırıcı biçimlere soktu…
Geleneksel solun ulusal birimleri açısından bakıldığında, görülen tablo şu oluyor: Bu birimler “Bolşevikleşme” sürecini, klasik II. Enternasyonal partilerinden örgütsel kopuş çerçevesinde ve dar anlamda yaşadılar. Lukacs ve Gramsci’nin aşırılıklar da içeren, ama kuşkusuz belli bir teorik “ruh” takviyesini de sağlayan girişimleri, 1917’nin hemen sonrasında, Avrupa devrimi beklentisi ile bezenen sınırlı bir tarih kesitine sıkıştı kaldı. II. Enternasyonal’den kopma ve tek ülkede sosyalizmi destekleme anlamında “Bolşevikleşen” bu örgütlerin daha sonraki uğraşları hep “kitle çizgisi” denilen doğrultuda gelişti. Uluslararası ve ulusal görevleri, onları en başta ve zaman zaman tek başına işçi sınıfı olmak üzere “kitle çizgisi”ne zorladı. “Sınıfa karşı sınıf” dönemi bile, özünde, işçi sınıfının daha geniş bir kesimine yönelmeyi amaçlayan bir politikayı içeriyordu.
Böylece geleneksel sol, yalnızca Avrupa’da değil geri kalmış ülkelerde de “somut durumun somut tahlili”nden, teorik olarak önsel bir iktidar modelini değil, verili koşullar altında neler yapılabileceğinin dökümünü anlamaya başladı. Bu pozitivist yaklaşım, geleneksel sol birimleri, kendi ülkelerine ilişkin eşitsizlik ve özgüllükleri kapsayan yaratıcı iktidar modelleri kurmaktan alıkoydu. Bir örnek: Nisan Tezleri, somut koşulları yalnızca somut koşullar olarak veri alan bir pozitivizmin beceremediği bir kopuştur. Somut koşulların işaret ettiği, ancak bu koşulların aritmetik toplamı olmayan niteliksel bir sıçramanın ürünüdür. Avrupa ve Asya’nın geleneksel solu, süreklileştirdiği “kitle çizgisi” yaklaşımı ile böyle bir kopuşa hazır olamadı. Ama hep vurgulandığı gibi: Belki de faşizmin, sıcak savaşın ve soğuk savaşın ağır uluslararası yükleri altında bunu başarmak olanaksızdı.
Uluslararası çizginin savunmacı konumuyla geleneksel solun yerel pozitivizmin tam tamına çakıştığı ülkelerde ve dönemlerde, çoğu durumda, sonuç hareketin tasfiyesi ve kadroların dağılması oldu. Bir tür “doğal” yokoluş… Uluslararası yaklaşımın yerel pozitivizm ile tam tamına çakışmadığı durumlarda ise sonuç bir yandan sancılı kadro değişiklikleri, öte yandan da uluslararası planda beklenene gecikmiş, dolayısıyla da geçerliliğini yitirmiş yanıtlar verilmesi oldu. Yunanistan’ın 1940’lardaki deneyimi, bu ikincisine örnek olarak verilebilir.
Dengeden zaman zaman oldukça uzaklaştırıcı bu çizgi ve kadro kesiklikleri, geleneksel solda “teorik dağınıklık” olarak tanımlanan durumun, zaman içinde hem nedeni hem de sonucu olarak işlev görmüştür.
1970’lerin Avrupa Komünizmini tarihsel sürekliliğin ve belli bir teorik bütünlüğün sağlanması adına girişilmiş bir çaba olarak görmek gerekir. Savunulabilirliğinden, iç tutarlılığından bağımsız olarak, bu nitelikte bir girişimdir Avrupa Komünizmi. Bir deneme olarak, kendisi ile klasik teori arasında Gramscili bir bağ kurmaya çalıştı. Reel sosyalizmi büyük ölçüde dışlayarak. Açılma dönemi gelip çattığında Avrupa’nın büyük işçi sınıfı partilerinin önderleri, tek ülkede sosyalizme katkı, faşizm, savaş, soğuk savaş gibi uluslararası yükümlülükler nedeniyle ertelemek zorunda kaldıkları girişimleri artık gündeme sokma sırasının geldiğini, uluslararası toplantılarda açık açık söylediler. Avrupa’da geleneksel solun kendi göbeğini kendi kesen bir silkiniş yaşamak istemesi çok doğal. Ancak, Avrupa komünizmi deneyimiyle görülen şu oldu: Reel sosyalizm, her şeye karşın, Avrupa geleneksel solunun mayasında sanıldığından da öte yer tutmuştur. Althusser’e “bizim tarihimiz de oradadır” dedirtecek kadar…
Tarihsel Birikimin Işığında
Anderson “Marksizm canlılığını ölçecek bir içsel tarihe gereksinim duyar” derken, haklıdır. 21 Kuşkusuz, kendi gözettiği hedefler açısından söylüyor bunu. Ancak Anderson’un sözünü ettiği gereksinim, bugün en başta geleneksel sol açısından geçerlidir. Burada gereken elbette olup bitenleri ve uluslararası platformlarda alınan kararları ardarda sıralayan “belgeci” bir tarih değil. Geleneksel solun gereksinim duyduğu, kendi tarihinin teorisi ya da aynı anlama gelmek üzere teorisinin tarihidir. Ancak bu nitelikte bir yaklaşım geçmişe ayıklayıcı gözlerle bakabilecektir.
Tarihin dişlilerine bırakmak mı, ayıklamak mı? Bazı aşırılıkların, zamanla ve tarihin dişlileriyle kendiliğinden ayıklandığı bir gerçek. Sözgelimi geleneksel solun 2. Dünya Savaşı sırasındaki anti-Alman propaganda gereksinimlerinden kaynaklanan ve bu doğrultuda Hegel’i “her türlü gericiliğin babası” ilan eden tezleri bugün savunuluyor mu? Çoktan unutuldu. Bir aşırılık olarak tarih hakkından geldi bu ucun. Aynı biçimde her halde Çarlık generallerinin, örneğin Kutuzov’un Napolyon karşısında yüceltilişi de bugün çok ciddiye alınmaz. Bunlar,kendini her ne pahasına olursa olsun, savunma konumundaki bir ülkenin kendi tarihinden bulup kullandığı silahlardır ve kalıcı evrensel geçerlilikleri olamaz.
Ancak, tarihin dişlilerinin bu tür aşırılıklar dışında da, kendi kendine ve “olumlu” bir ayıklayıcılık yapmasını beklemek doğru değildir. Ancak birer istisna sayılabilecek büyük aşırılıkları bir yana bırakırsak, teorik öznenin müdahalesi olmadan, tarih kendi başına ayıklayıcılık yapmıyor; özne olmadan tarih kendi yargıçlığını gerçekleştiremiyor. Bugün geleneksel sol, tarihin yargıçlığına soyunmak zorundadır. Bu görev ertelendiği sürece, yatay (mekansal) ve dikey (zamansal) farklılıkları ya da özgünlükleri açıklamada, klasik teorinin ve ondan sonraki deneyimlerin uygun düştüğü sanılan her dilimi yardıma çağrılacak, sistemsizce ve savurganca kullanılacaktır. Geleneksel solun, zenginlikten çok dağınıklığı çağrıştıran bu konumu nedeniyledir ki yapısalcılık gibi, Wallersteincilik gibi kapsayıcı ve “bütünselci” görünümlü modeller, hep “parçalı” bir görünüm veren geleneksel yaklaşım karşısında sol adına çekicilik kazanabilmektedir.
Geleneksel solun, elindeki teorik mirası, güncelin getirdiklerini kucaklayıp onlara yanıt oluşturacak bir canlılığa kavuşturamaması, kendi açısından iki yönlü bir tehlikeye işaret ediyor. İlki, bu konumu ile geleneksel solun yalnızca işçi sınıfına ve bu sınıfın “daha iyi bir yere getirilmesi” hedefine sınırlanmasıdır. Bütünlükten bu kopuş, ekonomizmin ve pragmatizmin en tehlikeli davetçisidir. İkincisi, geleneksel solun elindeki teori, yavaş yavaş günümüze özgü yeni olguları ve onların temsilcilerini kucaklayamayacağını neredeyse açıkça itiraf eder bir konuma itiliyor. Bugün en başta Avrupa’da geleneksel sol, kadın hareketine, nükleer savaş tehlikesine, çevreciliğe, teknolojik gelişme fobisine, çağdaş bireyin konumuna yönelik yanıtları büyük ölçüde kendi dışındaki “yüzer-gezer” akımlara terketmiştir. Daha ilginci, geleneksel solun, bu hareketlenmelerin, öne çıkardığı yeni bir orta sınıf aydın kesimi, kendi teorisinin gücüyle kavrayacağı değil, işçi sınıfı adına ittifak yapabileceği (hem de anti-tekel bir ittifak) bir güç olarak görmesidir. Geleneksel sol, elindeki teorinin, zamanında Sartre’ın bile kendini bir türlü kurtaramadığı cazibesini yitirdiğini kabul etmeli mi?
Gelecek için bugünden yargılarda bulunmak çok güç. İleride kapitalist dünyanın yaşayacağı köklü ve sarsıcı bir bunalımın pek çok şeyi değiştirmesi, sağlam görünen pek çok yargıyı ve değeri alt üst etmesi mümkündür. Ancak, teorik silkinişi böyle bir geleceğe sınırlamak ve oturup o günleri beklemek söz konusu olmasa gerek. Olası da sayılsa böyle bir perspektiften bağımsız, en azından sağlayacağı içsel yararlar gözetilerek girişilecek bir teorik silkinişin geleneksel sol açısından anlamlı olacağı bugünden de söylenebilir.
Peki, böyle bir silkinişi kim gerçekleştirecek? Bu işin bir “ öncüsü” olacak mı, olmalı mı? Baştan beri sözü edilen teorik dağınıklık konumuna son verip tarihsel ve teorik bütünlüğü sağlayacak bir silkinişin kısa sürede ve tek elden gerçekleştirilmesi konusunda hayalci olmamak gerekiyor. Gerçekçi bir yaklaşım, iki kanaldan gelişecek dinamikleri göz önüne almalı. En başta reel sosyalizm yeni atılımlarıyla, geçmişe bakılmasında ve geçmişin kimi öğelerinin ayıklanmasında önemli bir öncülük işlevi görebilir. Geleceğe yönelik yeni atılımların dışında reel sosyalizm, gerçekte kendisini her zaman odağında yer aldığı geçmiş pratiğin değerlendirilmesinde de gene öncü işlevi görebilir. Bunlar, birer olasılıktır. İlki daha güçlü, ikincisi ise daha zayıf olasılıklar.
İkinci olasılığın zayıflığı, sonuçsuzluğu çağrıştırmamalı. Çünkü reel sosyalizmin kendi özel kuruluş süreci bir yana, geleneksel solun tarihinin yargılanması, ulusal birimlerin işi olmalıdır. Az önce sözü edilen “ikinci kanal”, ulusal birimlerin kendi dinamiklerini kapsamaktadır. Bu dinamikler neyi sağlayabilir? Nereye, hangi hedefe yönelmeleri söz konusudur?
Burada geleneksel sol birimlerin özgün dinamikleri, yeni “sosyalizm modellerine” değil, yeni mücadele ve iktidar modellerine yöneldiği ölçüde anlam kazanacaktır. Çok açık söylemekte yarar var: Özgün bir mücadele ve iktidar modeli oluşturulmadığı sürece, “milli burjuvazi”, “devrimci demokrasi”, “sağ sosyal demokrasi”, “sol sosyal demokrasi” vb. türü, evrensel olduğu iddia edilen kavramların anlam taşımadıkları açıkça ortaya çıkmıştır. Özetle, geleneksel sol kendi teorik silkinişini, bu arada uluslararası hareketin geçmişine ilişkin ayıklayıcılığı, ancak kendi özgün mücadele ve iktidar modeli ile gerçekleştirebilecektir. Yoksa, evrensel olduğu iddia edilen bir yığın kavram, tarihsellikten soyutlanmış malzemeler olarak, belirli bir mekanda sağlam bir yapıya izin vermeyecektir.
Dünyada sosyalizmin kuruluşu ve bu alanda atılan adımlar açısından öncü ülkeler vardır. Dahası, reel sosyalizmin kaçınılmaz olarak her durumda yerel – global kaynaşmasını içerme durumundaki perspektiflerinin, gene kaçınılmaz olarak ancak ulusal ya da bölgesel düzeyde kalabilen perspektiflere göre daha bütüncü olacağı da söylenebilir. Ancak böyle bir öncülüğün ya da bütüncü bakış avantajının, geleneksel solu evrensel bakışlı her türlü teorik yükten kurtaracağını sanmak, yalnızca budalalıktır. Geleneksel solun, uluslararası boyutlar içerse bile, kendi teorik silkinişine hamle etmek için “start beklemesi” gerekmiyor.
Eklenmesi gereken bir noktada şu: Teorik dağınıklığa son vermeye yönelik bu tür bir silkinişin sağlayabilecekleri konusunda da gerçekçi olabilmek gerekiyor. Teorik silkiniş, kendi başına, önceden var olmayan bir realiteyi yaratmaz kuşkusuz. Yalnızca verili realitenin, özgün mücadele ve iktidar modeli çerçevesinde yeniden kurgulanmasını sağlar; bu anlamda, daha önce zorlanmamış pratiklere işaret edebilir. Bunu izleyen bir ikincisi de şu: Teorik çerçevenin mevcut olguları yaratıcı biçimde ele alacak konuma getirilmesi, verili bir anda, teri ile gerçekliğin bire bir uyum içinde olması anlamına da gelmez. Bu nedenle, ne denli gelişkin olursa olsun, verili andaki teorik yapının, aynı andaki gerçeklikleri tümüyle kucaklayamayacağını peşinen bilmek gerekir. Geleneksel solu, gereğinde risk alıcı bir etkinliğe zorlayan unsur, gerçeklikle onun teorik karşılığı arasındaki bu boşluktur.
Günümüzde, geleneksel sola sorulması gereken soru, kanımca “yağ var, un var, şeker var” ile başlamamalı. İlk soru şu olmalı: Helvayı karmak gerekli mi, değil mi?
Dipnotlar ve Kaynak
- Colletti Lucio; “The Question of Stalin”, Revolution and Class Struggle içinde, ed: R.Blackburn, Fontana 1977, s:165.
- Anderson Perry; Tarihsel Materyalizmin İzinde, Çev: M.Bakırcı – H. Gürvit, Belge Yay., İst., 1986, s:44.
- Marx-Engels; Selected Works, c: 1, s: 363.
- a.g.e., c: 3, s: 487 (Engels’in Schmit’e mektubu).
- Anderson Perry; Considerations on Western Marxism, N.L.Books, 1976, s: 3.
- a.g.e., s:114 ve 116
- Marx-Engels, a.g.e., c: 1, s: 364.
- Deutscher Isaac; Stalin, c: 2, çev: S. Hilav, Ağaoğlu yay., İst., 1969, s: 75-76.
- Stalin J.; Leninizmin Sorunları, çev: M. Ardos, Sol yay., Ank., 1977, s: 26.
- Birikim, Sayı: 30-31, Ağustos – Eylül 1977, s:8-9.
- Marx-Engels; a.g.e., c: 1, s: 160 (Wage Labour and Capital)
- a.g.e., s: 518 (Marks’ın Annenkov’a mektubu).
- Althusser Louis; For Marx, Penguin, 1969, s: 10.
- Althusser Louis; Lenin ve Felsefe, çev: B. Aksoy – E. Tulpar – M. Belge, Birikim yay., İst, 1976, s: 74-75.
- Althusser-Balibar; Reading Capital, N. L. Books, 1975, s:156.
- a.g.e., s: 107.
- a.g.e., s: 56.
- a.g.e., s: 99.
- Althusser; For Marx, s: 208.
- Anderson Perry; Tarihsel Materyalizmin İzinde, s: 50.
- a.g.e., s: 43.