Türkiye solunda nihai hedefin yani sosyalizmin vurgulanması neredeyse bir “garabet” olarak görülmeye başlandı. Nihai hedefin vurgulanması 1961-1971 döneminde de belirli çevrelerden tepki alırdı. Gerekçe şuydu: Türkiye’de ürkütülmemesi gereken millici güçler vardı bunlar “cephe”ye katılmak üzereyken sosyalizm hedefini yineleyip bir çuval inciri berbat etmenin alemi yoktu… Benzer kaygıları bu kez burjuvazinin demokrat olduğu varsayılan kesimlerinden hareketle bugün de duyanlar olabilir. Amacım bunları tartışmak değil. Doğrusu bu tür yaklaşımların eskisi kadar ciddiye alındığını da sanmıyorum. Ancak bir başka eleştiri daha var ki ona kısaca göz atmak gerekiyor.
Söylenen özetle şu: Sürekli olarak nihai hedefin vurgulanması ortada duran yakın ve pratik görevlerin ihmal edilmesine yol açmıyor mu Durmadan gerçek kurtuluşun sosyalizm olduğunu söyleyip başka iş yapmamak gerçekte pasifizmin daniskası değil midir. Bu sosyalizm denen şey ikide bir adı söylendiğinde gelecek bir cin mi sanki?
İsteyen “safça” bulabilir. Ama bu tür itirazların ve soruların tümünün ardında iyi niyet olduğu varsayımıyla yola çıkıyorum ve bu kısa tartışmayı da aynı çerçevede sürdürmeye çalışacağım. Yalnızca şu kadarını söylemeden de edemeyeceğim: Yakın hedefleri dile getirenlerin hepsinin yoğun çalışmadan ötürü alınlarından ter damladığı buna karşılık nihai hedefi sıkça vurgulayanlarınsa boş gezenin boş kalfaları oldukları türünden bir anlayış eğer varsa hemen terk edilmelidir. Çeviri kitaplardan öğrenilen batılı geveze entellektüel tipiyle Türkiye’de sosyalizmin bağımsız konumunu pekiştirmeye çalışanlar arasında zorlama özdeşlikler kurmak kimsenin haddine düşmez.
Bir Boşluğun Doldurulması
Bilimsel sosyalist düşüncenin gelişimine bakıldığında yakın hedefler-nihai hedef ilişkilerini içeren bir sorunun farklı görünümler altında da olsa hemen her dönem ele alınıp tartışıldığına tanık olunur. Adına tam tamına “yakın hedefler-nihai hedef diyalektiği” denmese bile özü gerçekte bu olan sorun varlık nedeni sürekli boşluk aracılığıyla teorinin gelişiminde itici bir rol oynamıştır. Gelenek’teki başka yazılarda da değinmeye çalışmıştım. Okurlardan özür dileyerek tekrarlıyorum: Siyasal devrim-toplumsal devrim ya da siyasal kurtuluş-toplumsal kurtuluş süreçlerinin çakışmazlığı ortaya Marx’ın sürekli olarak uğraştığı bir boşluk çıkarmıştır.
Pratik deneyimlerle Marx’ın çözümleme gücü birleştiğinde söz konusu boşluğu doldurmayı hedefleyen çeşitli kavramlar da şekillendi: Yükselen (ascending) burjuva devrimi modeli sürekli devrim sosyal demokrasi ve elbette proletarya diktatörlüğü… Hepsinde boşluk ya da çakışmazlık sorunu çerçevesinde düşünülen bir “geçiş süreci” teması ağırlığını duyurur. Gene hepsinde toplumsal devrimin ve toplumsal kurtuluşun temsilcisi olan proletaryanın bu konumunun onun siyasal gücü ve hegemonyası ile de örtüşebileceği bir süreç gözetilir.
Ne var ki soru Marx’ta tam bir çözüme kavuşmamıştır.Marx’ın ulaştığı kavramlar bu arada elbette proletarya diktatörlüğü çok önemli adımlardır. Gene de bu kez sınıf-bilinç ilişkilerinin kuruluşunda belirli bir sınırın aşılamaması sorunu 20. yüzyıla devretmiştir.
Aşağı yukarı aynı soruna 20.yy başlarında Lenin’in bulduğu yanıtı özetlemek mümkün. Yanıt en başta “Ne Yapmalı”dır. Bu önemli çalışmaya ilişkin olarak Gelenek’te bugüne kadar söylenenleri yinelemeden küçük bir ekleme yapmak istiyorum: Marx’tan devralınan boşluğu doldurmaya yönelen Leninci takviyenin biçimi bir örgütse özü de bir “ruh”tur. Bu ruh soyut ve somutun tekil bireylere de uzanabilecek denli güçlü bir karışımını barındırır. Aynı ruh’u çerçeveleyen kanımca Lukacs’ın çok yerinde olarak kullandığı bir kavramla devrimin güncelliği’dir.
Yanlış anlamalara meydan vermemek için yazıyorum. Devrimin güncelliği dar ve bilinen anlamda “devrimci durum”u tanımlamıyor. Devrimin güncelliği bir nesnel durumu değil sonuçta kollektif bir yapı oluşturmuş bireylerin ruhsal konumlarını ve sönmeyen ateşlerini anlatıyor. Marksist öğretinin 20.yy başlarında Çarlık Rusyası’nda ele alınışı başka bileşenlerle birlikte böyle bir ruh’u onun taşıyıcılarını ve hepsinin kollektif yapısını yaratmıştır. Gene çok açık olarak eklemek mümkün: Çarlık Rusyası’nda toplumsal bir devrimin kaçınılmazlığı ile böyle bir devrimi gerçekleştirmesi gereken güçlerin göreli siyasal geriliği arasındaki boşluğu bu ruh ve onun örgütlenişi doldurmaya çalışmıştır.
Sözü edilen ruh’un şekillenmesinde Rusya’nın 19.yy devrimci demokrat geleneğinin ve gene bu ülkeye özgü Jakobenizmin büyük katkısı olduğunu sanıyorum. Ama elbette Jakobenizmin ne olduğunda anlaşmak koşuluyla. Önce Jakobenizmin sabah akşam “bizim millet adam olmaz” demekten başka işi olmayan emekli subaylara sorumsuzca dağıtılacak bir paye olmadığını bilmek gerekiyor. Jakobenizm her şeyden önce devrim sürecinin tepe noktası gibi kitlesel ve kaotik bir ortamda bile bireyleri bu sürecin özneleri olmaya itecek bir birikim ve tutkudur. “İhtilalci” sıfatını bir ihtilale katılan herkes için kullanmak mümkün olabilir. Jakoben ihtilalci ise kendi derinliğini ve tutkularını içinde yer aldığı sürece taşıyabilen ihtilalcidir. Böylece aynı sürece derinlik ve yön verebilendir. Bu söylenenlerin bir adım ötesi ise şu oluyor: Sosyalist Jakobenlik belirli bir ruh’un ve dönüştürme tutkusunun en durgun dönemler dahil kolektif yapılarda sürekli ve egemen kılınmasıdır.
Bu noktadan sonra toparlamak mümkün. Kadro sorunu her koşulda ve durumda sosyalist hareketin can damarını oluşturuyor. Nihai hedef başlangıç aşamalarında sözü edilen nitelikte kadroların ortaya çıkarılmasında mücadele sürecinin daha ileriki aşamalarında ise ana yörüngeden güncel dalgalanmalar sonucu sapılmaması amacıyla özel biçimlerde vurgulanır öne çıkarılır. Her iki gerekçenin aynı anda geçerli olduğu birbirini karşılıklı olarak etkilediği durumlar da söz konusudur. Sosyalist literatürde sıkça kullanılan “kuyrukçuluk” “Menşevizm” ve benzerleri eğer gerçekten de her dönem için geçerli olabilecek tehlikelerse bunların kökeni elbette tek başına güncel ve yakın görevlerle uğraşmak değildir. Bu tür tehlike ya da sapmaların kaynağı güncel ve yakın görevlerle nihai hedef arasındaki açıklığı kapatabilecek kadrolaşma ve ideolojik sağlamlığa ulaşılamamasıdır.
Herhangi bir ülkede yukarıda tanımlanan tipte kadroları ve onların “çelikleşmiş” yapılarını peşinen var sayıp bunların verili andaki tek görevinin yakın hedeflerle uğraşmaları olduğuna inananlarla gündemlerinin en başına bu açıklığı dolduracak kadroların yaratılması sorununu alanlar arasında elbette belirli farklılıklar olacaktır. Ya ayrı dilleri konuşacaklardır ya da aynı dilin farklı lehçelerini…
Modeller ve Geçerlilikleri
Yukarıdaki öncelik vurgulamasında bir noktanın yanlış anlaşılmasını istemem. Yakın hedefler-nihai hedef ilişkisi sosyalist mücadelenin her alanında tam tamına özdeş biçimlerde kurulmaz kuşkusuz. Buraya dek ilişkinin kadrolar sorunu çerçevesindeki kuruluşuna değinmeye çalıştım. Ancak aynı ilişki sözgelimi bir program sorunu çerçevesinde elbette daha farklı bir biçimde kurulacaktır. Program kısa süreli ve operasyonel hedefleri de içerme durumunda olan bir belgedir. Böyle bir belge güncel görevler-nihai hedef ilişkileri açısından belirli ağırlık kaymalarına tanıklık edebilir ve bu da doğal sonuçtur.
Gene de “program” sorunu çerçevesinde söylenebilecekler burada bitmiyor.
Dünyada sosyalist hareketin yaklaşık son 70 yıllık gelişimi alındığında yakın hedefler-nihai hedef ilişkisinin hep belirli modeller çerçevesinde kurulduğuna tanık olunur. İlk grup modelleri “savunma cepheleri” başlığı altında toplamak mümkün. Adından da anlaşılacağı gibi bu modellerde iktidardan çok eldeki mevzilerin korunması amaçlanıyor. 1923’le birlikte “eldeki mevzi” hemen her yerde tek ülkede sosyalizm ve onun korunması olmuştur. Daha sonra ise gündeme bilindiği gibi faşizm ve faşizme karşı mücadele olgusu gelmiştir. Ayrıca açmaya gerek yok bu modellerin hemen hemen tümünde nihai hedef bilinçli tercihlerle çok geri planlara itilmiştir.
Yukarıda kısaca özetlenen modelin dışında gene uluslararası geçerlilikler taşıdığı öne sürülen ancak belirli anlamlarda iktidarı hedeflediği için “savunma” modellerinden ayrılan iki modelden daha söz etmek mümkün. Yakın-uzak hedef ilişkilerinin kurulması her iki modelde benzer ve farklı yönler taşır. Bu modellerden ilki Doğu Halkları Kurultayı’nda Lenin’in önerdikleriyle başlar III. Enternasyonal’in özellikle Çin’deki mücadeleye ilişkin yönergeleriyle sürer ve nihayet Mao’nun katkılarıyla nihai biçimine kavuşur. İkinci model ise pek çok açıdan yenidir: Avrupa Komünizmi…
Nihai biçimlenişine Mao ile kavuşan modelin temel özelliği yakın-uzak hedef ilişkilerini birbirleriyle ortak bir bütünlük ya da iç içe geçmişlik taşımayan ayrı çelişkilerin belirlemesidir. Başka deyişle mücadele sürecinin her evresinde o evrenin kendine özgü hedeflerini kendi başına belirleyen bir çelişki vardır ve bu çelişki başka çelişkilerle örneğin temeldeki emek-sermaye çelişkisi ile organik bir bütünlük oluşturmaz. Bu modelde nihai hedefe etap etap ilerlenir.
1971’den önce MDD hareketi en çok bu modelden etkilenmiştir. Ancak aynı modelin etkilerinin bugün tümüyle silindiğini düşünmemek gerekir. Sözgelimi bir ülkedeki baş çelişkiyi demokrasi-anti demokrasi olarak görmenin de ötesinde emek-sermaye çelişkisindeki saflaşmaları bu baş çelişkiden ayrı ve ona göre tali tutmak aynı modelin günümüzdeki etkilerinin bir göstergesidir.
Avrupa Komünizmi modelini ve yakın-nihai hedef ilişkisinin bu modeldeki kuruluş biçimini bir önceki modelden çok kesin hatlarla ayırmak mümkün değil. Gene de Avrupa Komünizmi modelinin özellikle Gramsci düşüncesinden aldığı esinlerle ayrı bir hava taşıdığını unutmamak gerekiyor. Bu “ayrı hava” kanımca şöyle özetlenebilir: İşçi sınıfı demokratikleşme alanında koyduğu hedefler ve attığı adımlarla toplumda yeni kesimleri kendi yanına alıyor, aşılan her etaptan sonra işçi sınıfının yandaşları genişliyor. Aynı sürece paralel olarak yeni içerikler kazanan demokratik hedefler bu içerikleriyle giderek sosyalist hedeflerle örtüşmeye başlıyorlar. Sosyalizme daha çok yaklaşan bu “demokratik” hedeflere yürüyen ve sayıca da iyice artan kesimler burjuvazinin son kalesi olan siyasal toplumu kuşatıyor. Tecrit edilmiş ve her türlü ikmal yolları kapalı burjuvazinin teslim olmasıyla da savaş kazanılmış oluyor…
Söz konusu modeller hangi açılardan eleştirilebilir?
Eleştirinin Zemini ve Sonuç
Bazı konuları açıkça ve önyargısız ele almanın zamanı gelmiştir.
Kendi hesabıma açıkça söyleyebiliyorum: Yakın geçmişte sıkça toplanan partilerin konferanslarınca daha uzak geçmişte ise III.Enternasyonal tarafından şekillendirilen modelleri bir noktadan sonra hiç anlamlı bulmuyorum. Kesinlikle bu modellerin mantık kurgusunu ve iç tutarlılıklarını eleştirmiyorum. Yalnızca bugünün koşulları ve tek tek alındığında ülkeleri için taşıdıkları anlamın çok sınırlı olduğunu söylüyorum. Ancak bütün bunlardan yine birtakım karakuşi yöntemlerle sosyalist devrim stratejisinin günümüzde evrensel geçerliliğe sahip tek model olduğu sonucunu da çıkarmıyorum.
Söylediğim yalnızca şu: Bugünün dünyasında eşitsizlikleri bir anda törpüleyecek farklılıkları yok edecek insanlığı bir anda aynı yol ağzına getirecek evrensel katastrofik olgular belirmediği sürece her ülke kendi iktidar yolunu kendi belirleme durumundadır. Bu bir “özgürlük” ya da “bağımsızlık” meselesi değildir; doğrudan doğruya en doğru ve en gerçekçi olan yoldur.
Bu açıdan bakıldığında sözü edilen modellerin eleştirisi ancak bu modeller bir başka ülkeye örneğin Türkiye’ye ithal edilmek istendiğinde bir anlam kazanabilecektir. Açıkçası Türkiye’de hiç kimse diyelim İtalya’nın yaşadığı eşitsizlikleri ve bu eşitsizliklerin ürünü olan özel belirlenmeleri bir İtalyan Marksisti kadar yaratıcı bir biçimde değerlendiremez. Ancak bu başka ülkelerin Marksistlerinin ortaya koyduğu ürünlerin bizler için bütünüyle dokunulmaz olmaları anlamına gelmiyor. Her şeyden önce bilimsel sosyalist öğretinin artık evrenselleşmiş kavramlar ve ilkeleri vardır ve bunlar herkes tarafından eşit biçimde tartışılabilir. Örnek verelim: Diyelim gene İtalyan Komünist Partisi’nden biri kim olursa olsun “Marksist teorinin şu kavramı günümüz dünyasında artık aşılmıştır” dediği taktirde bir Türk ya da Japon Marksistin kendisiyle kıyasıya tartışma hakkı vardır. Ancak aynı İtalyan “Marksist teorinin şu kavramı İtalya’nın özgün koşullarında şöyle bir içerikle somutlanacaktır.” dediğinde bu konuyu bir Türkün ya da Japon’un bir önceki güven ve yetkiyle tartışma durumu yoktur. Elbette hepsi karşılıklıdır: Türkiye’de neyin nasıl olacağı konusunda nihai sözü söyleyecek hiçbir “evrensel model” ya da “uluslararası merkez” yoktur olamaz. Hepsi aşılmıştır.
Şimdi belirli bir ülke söz konusu olduğunda özellikle yakın hedefler-nihai hedef ilişkileri çerçevesinde kurulabilecek modellere ışık tutacak kimi ilkelerden söz etmek istiyorum.
Kanımca öncelikle dikkate alınması gereken söz konusu ülkede çelişkilerin hangi özel konumda belirlendiğidir. Ülkeler ve durumlar vardır: Emek-sermaye çelişkisi yeterince oluşmamıştır; ya da yeni belirginleşmektedir ancak henüz bir geçiş dönemindeki tüm çelişkileri belirleyip çerçeveleyecek güçte değildir. Ya da başka grup ülkelerinden söz edilebilir: Emek-sermaye çelişkisi söz konusu ülkenin tarihsel birikimi ve uluslararası konumu nedeniyle toplumdaki diğer tüm çelişkileri ilk ve son kertede belirleyip biçimlendirmektedir. Kuşkusuz her iki örnekte de farklı stratejik söylemlere başvurmak gerekir.
Yukarıdaki model soyutlamaların ötesinde Türkiye için neler söylenebilir.
Eleştirilip tartışılması dileğiyle bazı yaklaşımlarda bulunmak istiyorum. En başta toplumumuzda siyasal ideolojik kültürel ulusal etik vb. tüm çelişkilerin doğrudan emek-sermaye çelişkisi tarafından belirlendiğine inanıyorum. Bu doğru da olsa yalnızca bir soyutlamadır Türkiye’ye özgü herhangi bir yanı yoktur ve içinin doldurulmasını beklemektedir. Türkiye’nin özgüllüğü yukarıdaki soyutlamanın içini doldurmaya başladığımızda ortaya çıkıyor. Şöyle özetleyebiliyorum: Türkiye’deki çelişkilerin temelde emek-sermaye çelişkisi tarafından belirlenmesi bizzat emek-sermaye çelişkisinin Türkiye’deki özel eşitsizliği nedeniyle gene özel bir biçimde gerçekleşmektedir. Söz konusu olan emek-sermaye çelişkisinde taraf olanların bilinç ve örgütlülük düzeylerindeki çarpıcı eşitsizliktir. Dolayısıyla Türkiye’deki çelişkileri belirleyen yalnızca soyut bir emek-sermaye çelişkisi değil bu çelişkinin taraflarının bilinç örgütlenme ve mücadele alanlarında sergiledikleri somut eşitsizliktir.
Türkiye’deki gelişmeleri yıllardır bu ilginç durumun belirlediğini sanıyorum. Bir yanda alabildiğine örgütlü korumalı ve dikkatli ama o ölçüde huzursuz ülkedeki ve dünyadaki geleceğine o ölçüde güvensiz sermaye öte yanda potansiyel ve gelecek açısından son derece ürkütücü ama o ölçüde örgütsüz başsız ve bilinçsiz emek… Türkiye’nin kaderini bu belirliyor. Burjuvazi için bugünün rahatlığı ve güvencesi karşı tarafın geri konumundan sıçrayarak alacağı mesafe sonucunda yarının karabasanına dönüşebilecektir. Emek cephesinin bugünkü sinmişliği yarınki atılımları için bir tramplen oluşturabilecektir.
Soyut ya da tarafları arasında eşitsizliğin bu denli belirginleşmediği bir emek-sermaye çelişkisi demokrasi konusunda olsun başka yakın hedefler konusunda olsun daha farklı bir nesnellik yaratabilirdi. Bu zemine sahip olmadığımızı düşünüyorum. Bugün Türkiye’de pek çok solcu için kendileri bu terminolojiyi kullanmasalar bile temeldeki emek-sermaye çelişkisi gündemin başındaki demokrasi-antidemokrasi çelişkisi tarafından bir anlamda “üstbelirlenmiş”tir. Başka deyişle demokrasi-antidemokrasi çelişkisinin çözümüyle emek-sermaye çelişkisinin çözümünde tüm kapılar ardına kadar açılacaktır.
Katılmıyorum.
Daha önce açıklamaya çalıştığım eşitsizlik ve onun yarattığı özgül belirlenim nedeniyle katılamıyorum. Dahası bugünün koşullarında “demokrasi” sorununun burjuvazinin eline bazı tehlikeli kozlar verdiğini sanıyorum. Türkiye burjuvazisi kuşkusuz demokrasi konularında da geri adım atacak bazı demokratik açılımları onaylamak zorunda kalacaktır. Ancak bunların tümünde bir noktayı gözetecektir: Karşı tarafın bilinçsizliği ve örgütsüzlüğü onu bugün rahatlatıyor ama yarın için uykularını kaçırıyor; mutlak örgütsüzlük mutlak başsızlık ve bilinçsizlik yerine bunların tümünün kontrollü bir varlığı tercih edilemez mi?
Türkiye’de gerçekten bir demokrasi sorunu vardır.
Ama Türkiye’deki demokrasi sorunu dar anlamda bir demokrasi sorunu değildir.