Adalet Ağaoğlu’nun son romanı “Hayır” diğer romanlarından “Ölmeye Yatmak” ve “Bir Düğün Gecesi” ile birlikte “nehir roman” bütünlüğüne kavuşuyor. Yazar romanın sonlarına doğru “Bu çalışma… Bir sanatçının, geçmişinde yalnızca hayata bağlılığı, coşku ve direnişi terennüm etmiş bir sanatçının intihar tasarımı üzeri(nde)” (s. 309) temellendiğini vurguluyor. Ve devam ediyor: “Romanı kurmak, en ince ayrıntılarına dek tasarlanmış bir dünya ile yola çıkmak demek. Bu ayrıntıları ise, ancak bağlı bulunduğumuz, içinde yaşadığımız hayattan derleyebili(riz)” diyor. Ortaya çıkan ürünü ele alıp değerlendirirken beni asıl ilgilendiren ise, yazarın kafasında tasarlamış olduğu dünyadan çok, gerçek hayattan derleyebildikleri ve gerçek hayatla ne ölçüde izdüşebildiği, oluyor. Bu konuda bir kanıya varmak ilk elden Ağaoğlu’nun her üç romanını birlikte ele almayı gerektiriyor. En azından son romanını algılayıp yargılayabilmek için diğer iki romanına dönmek zorunlu görünüyor. Zorunlu görünüyor; çünkü, başlı başına bir kuşağı “beşikten mezara” ele alıyor.
Ağaoğlu’nun son romanı intihar temi üzerinde yoğunlaşıyor. Kitabı okuyup üzerinde düşünürken dikkatimi en çok bu noktada topluyorum. Sanatçının romanda yeniden kurduğu gerçeği algılamaya çalışırken bugüne, yakın geçmişe, bugün ve yakın geçmiş içinde de cumhuriyetin restorasyon doğumlu aydınına bakıyorum. Gerilere gidip 1960’lı yıllardan bugüne uzanıyorum. Romanın çağrıştırdıkları ile birlikte kendi kendime soruyorum: Cumhuriyetin restorasyon doğumlu ve restorasyonda yetişen aydını bugün yaşayan bir ölü değil mi? Acaba roman, bu gerçeğe parmak basmak için mi böyle kurulmuş? Daha açık bir ifadeyle bugün bu kuşağın romanı, içine bir intihar gerilimi katılmadan yazılabilir miydi? Toplumsal yaşam içinde ve karşısında kendi içi ve dışına karşı dürüst, duyarlı, temiz ve aydın bir yüz başka türlü bu romana sürükleyici bir tip olarak nasıl girebilirdi?.. Gerçek yaşamda, duygu ve bilinç dünyaları karşısında iki yüzlü, sinik ve kaypak ve de tümden teslim olmuşken… Bu türden bir yığın soru ile karşı karşıya kalıyorum: Çirkinliğin estetiği, daha doğrusu çirkinliğin başlı başına bir estetiği olur mu? Sorularla birlikte düşünmemi sürdürüyorum. Ağaoğlu’nun sözü edilen üç romanını ele alırken aynı zamanda doğruları-yanlışlarıyla, gelişimleri-değişimleriyle, gerici-ilerici yanlarıyla bir kuşağı anlamaya çalışıyorum. Onları, günahları-sevaplarıyla ortaya koymaya çabalıyorum. Romandan kalkarak bu kuşak, kuşaktan kalkarak roman üzerinde yargılar oluştururken kimi olgu, eğilim ve görüntüler arasında bazı paralellikler de kuruyorum.
İlki, intihar ve teslimiyet ilişkisi üzerine. Görünüşlerindeki farka karşın her iki eğilim de sonuçta, özünde gelişip aşamamak, durmak, tükenmek, çürümek ve ölüm anlamında aynı kapıya çıkıyor. Bu nedenle teker teker teslim olan bir kuşağın romanının intihar temi üzerine kurulması, gerçeğe ve onun özüne uygun düşüyor. İkincisi, bunalım-değişim ilişkisi üzerine. “Ölmeye Yatmak”, bir bunalım ilişkisi üzerinde kuruluyor. Doç. Aysel’in intihar tasarlayarak kapandığı otel odasında yaşadığı bunalım, gerilim ve çatışmayla örülüyor. Çatışmayı doğuran birikimin geçmiş ve gelişimi açığa çıkartılarak değişim ortaya konuluyor: Aysel restorasyon doğumlu, “Atatürk kızı ve medeni olmak” yolunda küçük bir kasabada dünyaya gözlerini açmış. Doğuşuyla kendini içinde bulduğu, kendisine çizilen bir yaşam var. Bu yaşamı ülküleri yeşertiyor. Gençliği, cumhuriyet gençliği. Tüm derinliğini genç cumhuriyet derinliğinden, tüm benliğini ve ruhunu ilkokul öğretmeni Dündar öğretmenin benliğinden, cumhuriyet ruhundan alıyor.
‘Ey bu yüce davaya ant içen yeni nesil
Yanan avuçlarında gözünün yaşlarını sil’
Tüm yaşıtları gibi, kuşağının yazgısını paylaşan bir insan olarak Aysel, kendini hep ülkülerine, cumhuriyete vererek büyüyor. Ne var ki arayışına uzanan yollar dikensiz ve duyarsız değil. Kaldırdığı başını çarpa çarpa başkent Ankara’da dram ve komedisini oynuyor. Çocukluğunu, gençliğini yaşayamıyor. Kendini hep ülkülerine verdiğinden kendine pek az şey kaldığının ayırdına varamıyor. Başarılı bir öğrencinin ödüllendirilmesi karşılığında gittiği Fransa’da ilk kez kendi kendinin sahibi olabileceğinin farkına varıyor. Kendi olmak, kendi kendinin sahibi, kendi kafasında kurduğu imparatorluğun hükümranı olmak, kendini yaşamak istiyor. Bunu, özgürlüğünü kanıtlamak için, bir öğrencisini koynuna alıyor. Sonra da “öğrencilerine düşkün doçent”in ölmeye yattığı otel odasında tüm bilinci, duyguları depreşiyor. Geriye çeken dalgalara kapılmış sallanıyor. Ardında bıraktığı işaret kazıklarıyla örülü yollarına bakıyor. Yaşamını çizen, iz bırakan gelişimine benliğine damgasına vuran olayları yeniden yaşıyor. Öğrencisi Engin’in deyimiyle “..hem onurlu, hem çok acıklı gülünçlü serüveni” güzel bir roman olarak ortaya çıkıyor.
Aysel’in serüveni üzerinde düşünürken kimi şeyler çağrışıyor, ifade ediyorum:
İnsana özgü olan topluma özgü, topluma özgü olan insana özgü oluyor. Bir insan kendi kendisiyle, toplumuyla çatışmasının en üst, en derin noktasında, değişime en açık, en gebe olduğu yerde, en çok da geçmişin hayaletiyle karşılaşıyor. Toplumlar da öyle, kendi iç çatışmasının en derin noktasında en çok geçmişin hayaletiyle çatışıyor: Ya değişip dönüşebiliyorlar ya da geri çekiliyorlar. Gericilik ve ilericilik yüzünü en açık bir biçimde, en yoğun bir bunalımın doruğunda gösteriyor. Değişebilmek, parçalayıp dağıtıp aşabilmek, hep bir bunalımı zorunlu kılıyor. Aydın kalabilmek, değişip aşabilmeyi gerektiriyor. Bu yüzden olsa gerek, bunalımsız eylem, eylemsiz aydın ve aydınsız eylem olmuyor. Aydının derinliği, bunalım ve eylemin derinliğine paralel gidiyor. Aydının çapı, derinliği, eylemiyle ortaya çıkıyor. Eylemsiz durarak aydın kalınmıyor. Kendini yenileyemeyen tutucu, geçmişi aşamayan da gerici kalıyor. Gericilik, kendi çapı olmadığı için hep ölü kuşakların ruhu ile yaşıyor. Ölü kuşakların ruhuna ve geçmişin hayaletine sığınanlar gericileşiyor.
Doç. Aysel, girdiği bunalımda kendini yenileyip aşabiliyor. Ölmeye yattığı otel odasından çantasını alarak çıkıyor. Türkiye’nin restorasyon yetiştirmesi kuşağı da kendini yenileyebildi. 27 Mayıs, kendini yenileyip aşabilen bir kuşağın kendini bütünleştirdiği, rengini verdiği, olgunlaştırıp sahiplendiği tek eylemi oldu ve bu kuşak kimliğini 27 Mayıs ile somutladı. 27 Mayıs, oturan düzenin kendi içinde ilerici tek atılımı olarak kalırken, bu kuşak çapını ve derinliğini buradan alıyor. Ne var ki hareket doğa, toplum ve insanın ezeli ve ebedi bir yasası: Bir noktada durulamıyor, hareketsiz kalınamıyor.
Kuşkusuz, bu kuşak aydınlarından 27 Mayıs’ı aşmaya çalışanlar oldu. Aysel, 27 Mayıs’ı aşan bir ufka, bilinç ve derinliğe sahip olduğu için romanı yazılabiliyor, etrafında bir roman kurulabiliyor. Ne yazık ki, 27 Mayıs’ı aşanların pek büyük bir çoğunluğu 12 Mart’a gelindiğinde aşmaya çalıştıkları hayalete esir oldular. 12 Mart sonrasında az da olsa ayakta kalabilenleri ise 12 Eylül’le birlikte son parti olarak teslim alındı. Büyük çoğunluktan, kimileri “ilerici” basında köşe yazarı, kimileri planlamacı, vekil, kürsü sahibi vs. olarak düzenin sakıncasız, zararsız muhalifi olmayı tercih ederek düzenle bütünleştiler. “Demokrasi” hayaleti, düzenle bütünleşmenin ne ülkülü, ne insani, ne de ince bir köprüsü…
Bunalım, eylemsiz aşılamıyor. Türkiye’nin girdiği son iki bunalım döneminde eylemi olmayanların gelişmesi durdu. Kendilerini aşamadılar. Aşmak yerine çocukluk ve gençlik yıllarında yüreklerini titreten tabu, titretip kendine döndürdü.
Ağaoğlu, Prof. Aysel Dereli’yi…” denetlemeden ve akla mal olmamış bir öfkeyle, anlık bir tepkiyle…”(s.59) kaleme aldığı, teksir ettirip dağıtmayı düşündüğü, ancak sonradan vazgeçtiği bir metin yüzünden 12 Eylül ile karşı karşıya getiriyor. Aydın bir yüz çizebilmek için bir hayal ürününe ihtiyaç duyuyor. Bir yerde de Aysel’i konuşturarak: “Hiçbir zaman gerçek bir başkaldırı(sının) olmadı(ğını). Hep özgürlüğün kıyılarında dolanıp durdu(ğunu)” (s.294) söyletiyor. Dürüst ve gerçekçi bir vurgulama. Yeri gelmişken belirtiyorum: Eyleme dönüşmeyen bir bilinç, kendinin kılınmış bir bilinç değildir. Ancak ve ancak eyleme yansıyarak insanı yöneten bir güç, duyuş, gerçeklik halini alabiliyor. Tersinde, eylemi olmayan bir insanda, bilinçli bir derinlik yakalamak mümkün değil. Eylemi olmayanın ruhu gelişmiyor. Ruhsuz ve hareketsiz olarak insan, hele aydın hiç kalınamıyor. Bilincin reddettikleri karşısında eylemsiz durmak, iki yüzlülük anlamına geliyor. İkiyüzlülük, bilincin eylemi yöneten bir güç olarak içten duyumsamadığı; duyguların bilinç, bilincin duygular ile örülüp, arıtılıp damıtıldığı duyguların bilinci eyleme dönüştüremediği yerde ortaya çıkıyor. İkiyüzlülük, kendi olamayan, kendi kalamayan insanın bir konumu, içgüdüselleşmiş bir savunusu ve eylemi anlamına geliyor.
Türkiye’nin bu kuşağı da kendini, 1970’li yıllarda ikiyüzlü olarak gösteriyor. Bilinçlerinin emrettiği pratiği reddediyorlar. Bildiklerini unutuyorlar, onları düşünmekten, dile getirmekten kaçınmaya başlıyorlar. İkiyüzlü konum sahiplerince, kendinden kaçmanın yolları da kolay bulunuyor. Açıktan düzene yamanmayı kişiliklerine yediremeyenler, bu işin ince yollarını keşfetmekte güçlük çekmiyorlar. Aslolan, eylemi reddeden bir mihraba, felsefeye sahip olmak, buna kendini inandırmak. Zaten aydın denilen yalnız yaşayan bir yaratık değil mi?.. O halde gerisi kolay. Üstelik bir de kaçış, türlü türlü felsefi söylemlerle “kuram”laştırılmış tutamaklar olarak hazır duruyorsa kıvırmak rahat bir iş. Yıldızlar arasında bir yıldız kalmayabilir mihrap edilen felsefi usa vurmalarla birbirinden kopuk, birbirinden ayrı, birbirine kapalı türlü türlü dünyalar yaratılabilir, bu dünyalara sığınılabilir.
Ağaoğlu’nun son romanı bir kaçışı, aynı anlama gelmek üzere teslimiyeti yine aynı anlama gelmek üzere intiharı konu ediniyor. Gerçek yaşamdan aldığı renkler, tonlar, çizdiği desenler, yarattığı imajlar nesnelliğe denk düşüyor. Romanını tasarlayıp yazarken Ağaoğlu ile tümüyle aynı olgu ve eğilimleri gözlemleyerek aynı sonuçlara varmış olmayabiliriz. Bu roman, bir kuşağın kaçışını, teslimiyetini, yoğun bir imaj, güçlü bir sezgi gücüyle ortaya koyuyor. Bu da bir kuşak üzerindeki yargılarımı kanıtlamaya yardımcı oluyor.
“Hayır”ın bir teslimiyetin, kaçışın romanı olduğunu ileri sürdüm. Kaçış ve teslimiyet için önce felsefi sığınakların, dünyaların yaratılması gerekiyor. Prof. Dereli Madrid’deki kardeşi Ressam Tezel’e yazıyor: “Bence sanat, içinde yaşanabilecek tek dünya, insanın gerçekten özgür olduğu tek yer.” (s.24).
Ağaoğlu, romana intihara öykünen cümlelerle başlıyor. Prof. Dereli’nin “Aydın intiharları ve geleceğin başkaldırısı” üzerine araştırmasıyla giriyor. Dereli, cumhuriyetle yetişen az sayıdaki bilim adamlarından biri olarak “…yarını şimdiden yaşayanların, şimdiyi yarının ışığında görenlerin sayısı arttıkça, yani varoluşun sorgulama alanları genişledikçe, gelecek zaman aydınının daha çok sayıda kendini öldürebileceği varsayımının neredeyse kesinlik kazandığına” (s.22) inanarak araştırmasını sürdürüyor. Amacı “hangi koşullar, hangi düşünce gelişimleri, hangi iticiler altında, gerçek anlamda sonsuz özgürlükler neden seçilmiş, gelecekte böyle bir seçimin koşulları ve anlamı(nın) ne olacağı(nı)” (s.11) ortaya koymak. Aynı zamanda “…bu tehlikeli gelişmeyi önleme çabalarına karınca kararınca katkıda bulunmak…” (s.12) “..Bana öyle görünüyor ki, insanlarda bilinçlilik durumu geliştikçe, varoluşçu sorgulama, kimliklere karşı başkaldırı ve sonsuz özgürlüğü seçme oranı da yükselecektir. Velev ki…” “…velev ki dünya, herkesin kendi adına karar verebildiği bir dünya olsun.” (s.11).
Ağaoğlu yukarıdaki alıntılarda sinen bakışı, kurguda felsefi odak işlevini yerine getirmek üzere romana sokuyor. Kaçışın felsefesi önce “başkaldırı” kavramını çarpıtarak onu bir intihar edimiyle özdeş hale getiriyor. Aynı zamanda “özgürlük” kavramı çarpıtılıyor: Tarihsel zorunluluğun bilimsel bilgisi aracılığıyla bugünde kendini gerçekleştirebilmenin, geleceği yeniden kurabilmenin eylemine ışık tutan yol, intihara dönüştürülüyor. İntiharın “sonsuz özgürlüğe” götüren bir seçim olarak algılanmasına şaşırmamak gerekiyor. Başkaldırı ile intihar arasında ne ilişki var denilebilir; hiç olmadığını sanmamak gerekiyor. Pancy Samsa aydın tipinin sadece bize özgü olmadığını da bilmek gerekiyor. Özellikle 20. yüzyıl, dünyayı paylaşmak için savaşan politikacısının, dünyayı değiştirmeye soyunan bilim ve eylem adamının, sanatçısının yanında, kendi yarattığı dünyaya kendini hapis kılan, bunalan bunalım sanatçısı, felsefecisi tipini de yarattı. Bir ironiyle eski Mısır’da mumyalanan insanların, beyinlerini de yiyerek kokmasını önlemek için kullanılan böceklerin işlevi böcekler insanlaşınca bu kez Samsa aydın tipine dönüşüyor. Samsa aydın tipi, beyin boşaltma işlevini, eski böceklerden devralıyor. O da aydın tipi beyinleri boşaltıyor. Batıda bu aydın tipi daha erken doğuyor. Doğayı, toplumu, insanı değiştirmek yerine doğada, toplumda, insanda dışkıyı görüp insan pisliktir diyen bu “başkaldırı” felsefesi etkinliğini halen sürdürüyor. Hem de daha “derin” biçimde ve “ince”leşerek.
Ülkemizdeyse “Samsalaşan” aydın tipine özellikle 1970’ler sonrasında rastlanıyor. Samsa aydın tipi 70’ler ve 80’ler sonrası daha da yaygınlaşıyor. Duyguları, bilinci, hayal dünyaları, eylemleriyle uyumlu ve barışık yaşadıkları bir dönem sona erince bunalıyorlar. Olayların, olguların çapı, kendi çaplarını aşınca, geçmiş ve gelecek arasında sıkışıp ufalanıyorlar. Rastlantı olmasa gerek; özelde restorasyon yetiştirmesi bir kuşakla birlikte Samsalaşan aydın tipleri gençliklerinde edebiyatı, felsefeyi tanıyarak büyüyorlar. Teslim olmakla beyinleri kokmaya başlıyor. Beyinleri kokuşturan felsefeyi, edebiyatı yaymakla beyin boşaltmaya devam ediyorlar.
Ağaoğlu, “Hayır” ile kokuşmuş bu felsefeyi romanına sindiriyor. Birinin şahsında tümünü, tümünün şahsında birini temsil edebilen bir tip etrafında kuşağının adına son görevini yerine getiriyor. Son görevi yerine getiriyor: Çünkü temiz kalmaya özen göstermek için Aysel Dereli’yi intihara götürüyor. Ağaoğlu, hayal gücünü zorluyor. Beyninde ve yüreğinde kuşağı adına duyduğu sancıyı, alnında intihar gerilimi taşıyan bir yüzle çiziyor. Kuşağı teslim oluyor, Ağaoğlu intihara götürüyor. Bu işi de ustalık ve incelikle yerine getiriyor. “Herşey(in) kendi doğrusunu bul…” ması gibi kaçış felsefesini buluyor ve bunu Dereli’nin şahsında, ilişkilerinde günlük yaşama emdiriyor. Teslimiyetin felsefesini intihar ilmikleriyle dokuyor.
Romanın 52. sayfasında Sisyphos Prometheus söylencesinden söz ediliyor. İkisinin bir arada anılması bir yana, Sisyphos’un yenilgiye yazgılı olduğu biliniyor. Ağaoğlu kuşağının yenilgiye yazgılı olduğunu ileri sürüyor. Kazanmaya yazgılı Zeus unutulunca ya da hep karşıda görülünce “kendi doğrularını” bulup teslim oluyorlar. Ağaoğlu teslimiyete “tad” ya da anlam katmak istemiş olsa gerek; “Sisyphos yazgılı” olmasalar bile nesnelliği dile getiriyor. Oysa Türkiye’de yalnızca öznel konumda hazır olmayışın sonucu, kazanması bilinmediğinden kaybedilen bir kavga önümüzde duruyor. Türkiye 1980’lere bu nedenle giriyor…
1980’ler ise özelde bir kuşağın tümden tükenişine tanıklık ediyor. 1980’li yılları ele alan bu romanda zengin bir olay dokusu ve hareket de görünmüyor. Ne kadar gerçekçi! Gerekli eylem ancak hayalde yaratılıyor: “Yalan bir yasanın, yalan bir başkanı, başbakanı, meclis üyeleri! Hepiniz aşağı hepiniz aşağı…” Prof. Dereli kaleme alıp ancak dağıtmadığı bu “bildiri” nedeniyle mahkeme kapılarına sürükleniyor. Mahkemede dağıtmayışının gerekçesi olarak o günlerde basında çıkan bir haberi gösteriyor. Haberde Prof. Dereli’nin üniversitenin araştırmalarını çaldığı ileri sürülüyor. Dereli mahkemede ismi etrafında dolaştırılan bir şaibeyi eylemsizliğinin “nedeni” gösteriyor. Söz konusu olayı, mücadeleye daha bir kinle sarılması gereken yerde tam tersine eylemsizliğin gerekçesi kılıyor.
Bunun bir ikiyüzlülük olduğunu söylememek gerekiyor. Zira Ağaoğlu, kahramanını intihara götüren yola taş döşüyor. Döşemeyi sürdürüyor: Dün kuyusunu kazmış, “sosyal ağırlığını” hafife almış bir profesörün elinden ödülünü alması gerekiyor. Dışkısı kadar sevmediği birinden. Üstelik ödülü verecekler arasında düğününe katılmayı reddettiği yeğeni Ayşe’nin yeni, kendisinin eski kocası da bulunuyor. Peki ne yapmalı?.. Bu romanda Dereli etrafında örgüye giren olaylarırın hepsi bir yere intihara çıkıyor, intiharı anlamlı ve meşru kılmanın zeminini oluşturuyor. Böylesi bir tutuma yönelmesinden olsa gerek çeşit çeşit intihar halusinasyonlarına gerek duyuyor. Her yolun Roma’ya çıkması gibi bu romanda Dereli etrafındaki herşey intihara yöneliyor.
Alev, Aysel hakkında “bazen ayakta durabilmek için bir oyun oynadığından bile kuşkulanıyorum.” (s.222) diyor. Ağaoğlu oynuyor, Aysel’i haklıyor “delice bağlandığı herkes, yıllar içinde tek tek kayıp gitmişti dünyasından. Hemen hepsi büyük sürünün bir üyesi olmayı seçiyorlar …kuşkusuz sürüye katılmayanlar da var; fakat onlar da ya kırlara köylere çekiliyor ya da kendilerini geceli gündüzlü içkiye veriyorlar.” (s. 264-265). Prof. Dereli ne yapsın bu yalnızlığında? Yalnızlığına öylesine alışık ki, romanda intihar eden başka bir kahramanın, Layana’nın kapısına dayanıp yalnız yapamadığını, yaşayamadığını, kendisinin nasıl yaşamayı başarabildiği sorusuna kulak tıkıyor. Dost olmak isteyen Layana’yı her defasında kapısından geri çeviriyor. Dereli ne yapsın, Dereli yalnızlığa esir. Yazar dostuyla söyleşiyor: “ne yapacağız yine ehven-i şer deyip sosyal demokratları mı destekleyeceğiz? Elbette, başka seçim şansı yok ki şimdi. Benim var. Kendimden başka kimseyi desteklememek. Öfkeyle söylüyorsun. Ya ne yapacağım? İşçi ve işçileşmenin son bulduğu, insan emeğinin yerini makinelerin, bilgisayarların aldığı bir zamanda, işçileşmeyi mi bekleyeceğim?” (s. 287) Ne yapsın Prof. Dereli: Sınıfının aydını olamıyor, sınıfın, emekçilerin birleşik gücüne inanmıyor. Sosyal demokratları destekleyecek kadar yüzsüz ya da ikiyüzlü de olamıyor. Çevreci aydından ileri olduğunu bildiğinden, çevreci de kalamıyor. Üstelik yaşlılık belini bükmeye başlamış ve de Aşil topuğundan yaralıyken…
“Aysel yerde yatmakta. Üstünde saks mavisi sabahlık. İnce, güleç çizgilerle dolu yüzünde bir günbatımı dinginliği. Hatta kendi evreninin kandilini kendi elleriyle söndürebilmiş olmanın getirdiği bir doygunluk; bir çeşit utku belirtisi.” (s.246). Bu bir zafer mi? Tartışmıyorum. Tartışılmayan bir başka şey de Ağaoğlu’nun bu romanındaki başarısı: Kendi kuşağından aydınların başlarına basarak yükseliyor.
Ağaoğlu ile tümüyle aynı olguları gözlemleyip aynı sonuçları çıkarmış olmayabiliriz. Onun sanatçı sezgisiyle yakaladıkları bir nesnelliğe pek de denk düşüyor. Romanın değerini, eleştiriyle açığa çıkartmak gerekiyor. Kısa da olsa bunu yapmaya çalıştım.