Türkiye ilginç bir ülkedir. Türkiye toplumu geçmişinden uzaklaştığı ölçüde, yakın tarihini kimi alanlarda daha yoğun yaşamaya başlar. Çünkü Türkiye’de siyasetin açılımcı zenginliği, ideolojinin döngüsel kısırlığını oluşturur. Aynı nedenle ülkedeki sınıfsal ve siyasal mücadele süreçleri içerisinde, ideolojik formasyonlar, çoğu kez kendi doğal gelişimlerini yaşayamazlar. Bu anlamda pek “bitmezler” de. Siyasetin oynaklığı, aralarından kimilerini, birer parmak tadıldıktan sonrakilere bırakılan reçel kavanozlarına çevirir. Gene de tükenmeye yüz tutanlar görülür. Bunun nedeni, farklı sınıf politikaları adına farklı nedenlerle ama sıkça “parmaklanmaları”dır.
Siyaset adeta her an “yenilik” üretirken, bu yeniliklerin hep benzer ideolojik temalar çevresinde dolanması, Türkiye’de tarihçiyi de özel bir konuma yerleştirir. Nedenlerini ayrıca belirtmek gerekmiyor; ama Türkiye’de tarihçi de, herkes gibi önemli oranda politizedir. Eğer yakın tarih ile uğraşıyorsa, nesnesine güncel aranışlar ya da kendi “çizgisinin” politik ajandası açısından bakacaktır. Bilerek ve isteyerek, ya da pek farkında olmaksızın…
Böyle bir durumun büsbütün olumsuz sayılması gerekmiyor. Bir kere tarih eğer bir “bilim”se, görevi, geçmişte olup bitenlerin cansız bilgisini sağlamaktan ibaret sayılamaz. Eğer tarih bilimse, daha önce üzerine gidilmeyen, ürkütücü araştırmaları davet eden yeni sorular atmalıdır ortaya. Kuşkusuz “kuyuya atılan taşlar” olmamaları için, bu tür soruların bir ilk süzgeçten geçirilmeleri koşuluyla.
Politizasyonu olumsuz saymamak gerekiyor. Şu an sola ilişkin olarak konuşuyorum: Bugüne dek genel (Türkiye) ya da özel (solun kendi içi) politik konjonktürlerin dayattığı yakın geçmişe bakış biçimleri, ortaya zaman zaman garip tezler çıkarmış olsa bile kayda değer sonuçlar vermiştir. Evet, biri bacağı, öteki dişi işaret etmiş ve zaman kaybedilmiştir. Ama gene de bugün ortada, başka bir yaratığa benzetilmesi olanaksız netlikte, fil durmaktadır.
Yazının ilk bölümünde, yakın tarihimizin 1908-60 kesitine ilişkin yaklaşımlarda göze çarpan genelleştirilebilecek nitelikte eksiklik ve boşluklar üzerinde kısaca durmak istiyorum.
I- Sağlıklı Yaklaşım Önünde Temel Engeller
Önce, bu eksiklik ve boşlukların ne tür bir genel model ışığında saptanabildiğini özetlemek gerekiyor. Gelenek‘in önceki kitabında yer alan yazımdan da çıkarsanabilecek bu modelin temel taşları şöyle:
-Genel ile özeli birlikte kucaklayan, dinamik tarihsel bütün kavramı.Bu kavram ile, “iç-dış” dinamik dikotomisinin aynı bütün içinde aşılması.Global dinamiklerin özel dinamikler üzerinde belirleyici1 etkisi.
-Belirli bir toplumun özgül konumlanışı da kendi adına bir “bütün” oluşturur. Kendi birikim süreçleri, sınıf dinamikleri ve üstyapı kurumlan ile… Ne var ki, global bütün ile bu “bütün” arasındaki ilişki, kesinlikle, yalnızca ölçeklerin değişebildiği bir simetri ya da izdüşüm ilişkisi değildir. Söz konusu olan eşitsiz eklemlenmedir. Eşitsiz eklemlenmede kimi öğeler bütünle daha uyumlu ve kısa mesafede yer alırken, ötekiler uzak bir konum sergileyebilirler.
-Özellikle 20. yüzyıl ile birlikte, dünya kapitalist sistemi içinde yer alan ülkelerde, sermaye birikimi süreçleri açısından bakıldığında genel-özel mesafesi yakınlaşmaktadır. Başka deyişle, kapitalist birikimin global karakteri, özel süreçler üzerinde daha belirgin bir etkide bulunmaktadır. Buna karşılık, uluslararası etkilenimlere gene açık olmakla birlikte ideolojik, siyasal, kültürel vb. oluşumlarda özgül “iç” belirlenimler hep ön plandadır.
Bu özetin hemen ardından, aşikar olmakla birlikte, ekliyorum: Kuşkusuz kimse böyle bir modeli önceden benimsemiş olmakI zorunda değildir. Başka deyişle, bu modelden kalkarak çeşitli yaklaşımlara yönelteceğim eleştiriler, elbette gene aynı modelin geçerliliği oranında anlam taşıyabilecektir.
Ana yaklaşım biçimi çerçevesinde, iki tür uç yorum olasılığı hemen göze çarpıyor: Ağırlığı aşırı biçimde genele, ya da tersine aynı biçimde özele tanıyan iki yorum. Kuşkusuz tarihsel gelişimin kendi somut zenginliğinde, ağırlığın birine ya da ötekine kaydığı uğraklardan geçilmiştir. Ya da, aynı anda, farklı toplumlar için farklı “mesafeler” gündemde olabilmiştir. Asıl sözünü etmek istediğim, yaklaşımın, temeldeki mantığın zorlanması ve giderek yok edilmesi ölçüsünde bir ya da öteki uçta yorumlanmasıdır.
Özetle ilki, genelin belirleyiciliğinin mutlaklaştırılmasıdır. İkincisi, genelin belirleyici etkileri sorulduğunda belki bunu yadsımayan, ancak tüm somut çözümlemelerde ülkeyi yalıtık bir ada gibi gören anlayıştır.
Şimdi daha somut konuşmak mümkün: Türkiye toplumunun tarihsel gelişimine ilişkin çalışmalarda genelin belirleyiciliğine, özel ve yerel dinamikleri dıştalayan bir mutlaklık tanınması, farklı biçimler ve pratik uzanımlar taşıyan teorileştirmelere yol açmıştır. Sözgelimi, gerek merkez-çevre teorisinin birçok versiyonu, gerekse “kadrocu” yorumlar, özünde doğrudan-doğruya aynı ağırlık kaydırmasından kaynaklanırlar.
Bu ağırlık kaydırmasında, kapitalist sistemin merkezi dinamiklerine kategorik ve mutlak bir belirleyicilik tanınır. Merkez-çevre teorisinin çeşitli versiyonlarında merkez, çevreyi (periphery), ticaret ve para sermaye aracılığıyla nihai olarak belirleyen etmendir.2 Ortodoks yorumlarda şu vardır: Periferide, ticari sermaye odaklı birikim sürecinin, merkezin onayı ve işbölümü olmaksızın sanayileşmeyi zorlaması olanaksızdır.
Adına ister “merkez” densin ister başka bir şey, dünya kapitalist sistemine özgü temel dinamiklerin, sisteme dahil azgelişmiş ülkeleri, harekete geçirdiği ekonomik süreçlerle etkilediği elbette doğrudur. Ancak, denildiği gibi bu tür teorilerde yerel birikimlere ve sınıf dinamiklerine hemen hemen hiçbir yer ve özgürlük tanınmadığını da unutmamak gerekir. Gerçekten hiç mi tanınmıyor? Büyük çoğunlukla öyle. Ama bunun da istisnaları olabiliyor. Örneğin çarlık rusyası “semi-periferi” iken durumu kötüleşiyor ve periferileşme derekesine düşüyor. 1917 devrimi ile “izin” alıyor; sanayileşmesini geliştirdikten sonra, bu kez “merkez” olarak ABD’nin, İngiltere’nin vb. yanına katılıyor! Şaka etmiyorum; bu da merkez-çevre teorisinin açıkça savunulan uzantılarından biridir. Kanımca, aynı teorinin nereye kadar ciddiye alınabileceğinin de iyi bir göstergesidir.3
Bu tür uç uzantılar bir yana bırakılsa da, merkez-çevre teorisi inandırıcı olamıyor. Bu teoride, asıl dinamiği oluşturan merkez, bir mürekkep lekesi gibi çevreye yayılırken kimi ülkeler boş ve kişiliksiz biçimde yayılmanın kendilerine ulaşmasını bekliyorlar. Ulaşınca da, farkedilebilecekleri, bütünden ayırdedilebilecekleri alanları ve sınırları zaten kalmıyor. Sonuç olarak aynı teoride, genel ve özel dinamiklerin karşılıklı etkileşim çerçevesinde bir eklemlenmeye gitmeleri de, söz konusu değildir.
Merkez-çevre teorisinin “süpürücü” mantığı sonucu, kapitalist sisteme dahil tüm ülkeler, tanım gereği kapitalisttirler. Ancak bu ülkelerin kapitalistlikleri, kendi karakteristikleri ile değil, doğrudan doğruya “sistemin içinde olma”larıyla belirlenir. Dolayısıyla teorinin bu versiyonunda somut çözümlemelere, toplumsal-siyasal kurtuluş projelerine açılabilen hiçbir ciddi kapı da bulunmaz.
Genel dinamiklerin kadrocu yorumu ise, bu dinamiklere gene aynı biçimde mutlak belirleyicilik tanımakla birlikte, bu kez tam ters uçta sonuçlar çıkarır. Kadrocu yorum şöyle özetlenebilir:
-Dünya kapitalizmi azgelişmiş ülkeleri yarı sömürge konumlarda hapseder.
-Yarı sömürge konumları ile bu ülkelerde ne kapitalizm ve dolayısıyla ne de emek-sermaye çelişkisi gelişebilir. Başka deyişle merkez- çevre teorisindeki “tanım gereği” kapitalistlik, burada tanım gereği prekapitalizm olur…
-Bu yüzden azgelişmiş ülkelerde kapitalizm-sosyalizm çelişkisinin nüveleri de bulunmaz.
-Sonuçta azgelişmiş ülkelerde ne kapitalizmin ne de sosyalizmin gölgelerini taşımayan, büsbütün bağımsız, apayrı bir ideolojik yapılanma gerçekleştirilebilir.4
Türkiye’ye ilişkin tarih çözümlemelerinde merkez-çevre teorisinin yeri nispeten az ve yenidir. Temsilcileri de, birkaç istisna dışında, Marx’a ve Marksist çözümleme yöntemlerine oldukça yabancıdırlar. Ayrıca, bu teorinin ciddi bir siyasal uzantısı da olamaz. Oysa, genel-özel eklemlenmesinde genelin belirleyiciliğine verilen önemin kadrocu teorileştirmeleri, türkiye’de hep önem taşımıştır. Kapı açtığı ideolojik sistemler ve daha önemlisi politik programlarla kadrocu yorum, uzun süre Marksist yönelimleri de etkisi altında tutabilmiştir.
Şimdilik yalnızca Türkiye’nin yakın tarihine yönelik yaklaşımları özetlemekle yetineceğim. Tabii küçük eleştirilerle birlikte. Yukarıda sözü edilen iki yorum, ana modelin hangi noktalardan ve nasıl ihlal edilebileceğinin örneklerini oluşturuyordu.
Türkiye’de toplumsal yapının evrilmesine ideoloji ve siyaset alanlarında tanıklık etmeyi amaçlayan (az önceki örneklerin tersine, bu kez global dinamiklerin etkisini göremeyenler de dahil) başka yaklaşımlar da söz konusudur. Bunlardan çoğunun, bölümün başında ana hatlarını özetlediğim türde bir kapsayıcı model gözetme kaygıları da yoktur.
Bu türden yaklaşımlara yönelik genel bir sınıflama yapılabilir mi?
İlk olarak, akademik çıkışın ağırlıkta olduğu liberal yaklaşımlardan sözedilebilir. Sözünü ettiğim, hiç kuşkusuz katıksız liberal bir yazım değildir. Türkiye’de liberal tarih yazımına şu ya da bu ölçüde ama mutlaka “sızmış” marksist esinler vardır.
“Liberal yaklaşım” derken, şunu kastediyorum: Özgürlük, demokrasi, sivilleşme, refah vb. tür soyut ve göreli kavramların kendi başlarına ölçüt alınmaları, sonra bu kavramlara yaklaşmanın ya da onlardan uzaklaşmanın, seçilmiş bir görüntü üzerinde izlenmesi… Liberal yaklaşım bu açıdan özcü değil görünümcü ya da biçimcidir. Eğer Marx’ın kendi deyimlerini kullanacak olursak, liberal yaklaşım, algılamanın önüne çıkan ilk karşıtlıkları temel alıp bunlarla uğraşır. Böylelikle öze ilişkin çelişkiler, araştırma odağının uzağında kalırlar. Bunun sonucu olarak, belirli bir tarihsel uğrakta gerçekten de görünümü oluşturan eklemlenme adına, bu eklemlenmenin bizzat kendisini kökünden değiştirecek dinamikler görmezlikten gelinir. Görülseler ya da sezilseler de, görünümü açıklamak üzere ayrıntılandırılmış bir sistemde, ancak iğreti bir yer bulabilirler.
İdris Küçükömer’in 20 yıl öncesine ait “düzenin yabancılaşması” teorisi ile Şerif Mardin’in “merkez-çevre” yaklaşımı bu açıdan ele alınabilir. Her ikisinde de çarpıcı bir görünüm, çeşitli dinamiklerin özgül kesişiminden türeyen bir biçim, öne çıkarılır; ve tüm açıklama burada aranır.Küçükömer’de “islamcı-doğucu halk cephesi” ile “batıcı-laik bürokrat” karşıtlığı, gerçek sınıf dinamiğini, yığınlar bir yana, Küçükömer’in kendisi için de gölgelemeye başlar. “Halk cephesi” içindeki temel ayrışmalardan yıl 1968 iken hala dem vurulmaması büyük eksikliktir. Küçükömer, daha da ileri gider. Artık söz konusu olan, gerçeğin özel bir durumda ve “kırılarak” biçimlenmesi anlamında bir “ideoloji”den çok, bürokrasinin “iktidar olarak artı üründen önemli bir pay aldığı”5 somut sınıf karşıtlıklarıdır Küçükömer için…
“Fazla olan” budur.
Küçükömer’in yaklaşımı programatik uzantılar da içerdiğinden oldukça tehlikeli sayılabilirdi. Mardin’in yaklaşımı ise çok daha akademik bir renk taşıyor. Ancak şu soru bir Mardin eleştirisi için de geçerlidir sanıyorum: Temel sınıf dinamiklerinin, her birini ayrıştırıp parçalayarak hem merkezî hem de çevreyi ortadan kaldırması, bunların dağılmış öğelerini harmanla-yarak yeni ve gerçeği daha doğrudan yansıtan yapılanmalarda toplaması, bir süreç olarak, neden hep ihmal edilmektedir? 70’ler Türkiyesi’ne gelindiğinde bunlar hala “cılız” “netleşmemiş” süreçler midir?6
Özetle, akademik-liberal yaklaşımların temel eksiği, özel tarihsel kesitlere özgü belirlenimlerden temele, yani asıl değişim dinamiklerine inmeksizin kalıcı modeller türetmeye çalışmasıdır.
İkinci olarak, marksist esinli olmakla birlikte marksizmin temel önermelerinin eksik kavranması ile belirlenen yaklaşımlardan sözedilebilir. Türkiye toplumunun geçtiğimiz yüzyıl sonlarından günümüze evrilmesi sözkonusu olduğunda sıkça rastlanan bir yanılgı, Türkiye’de burjuvaziyi devlet eliyle ve adeta “zorla” yaratılmış bir varlık olarak görmektir. Burjuvazisi ve devletiyle Türkiye’nin “benzersiz” süreçlere tanıklık etmiş bir ülke olduğu inancı da gene bu yanılgıyla ilişkilidir.
Önce şu vurgulanmalı: Doğuşunda ve gelişiminde, devlet ve bürokrasinin desteğin, kollamasına, yol göstericiliğine, himayeciliğine vb hiç gerek duymamış bir burjuvazi, aslında kökence marksist bir soyutlamanın somuttan takviye almadığı için abese itilmiş halinde olabilir. Böyle bir burjuvazi, bir masal burjuvazisidir: Tarihte görülmemiştir. İkincisi ve daha önemlisi ise şu: Gelişmiş kapitalizmin varlığı, prekapitalist toplumlar için kapitalistleşmeyi doğal olarak bir dürtü, bir politika haline getirecektir. Verili toplumun en duyarlı kesimlerini böyle etkileyecek, belirleyecektir. Varolan objektivitenin, yani eşitsizliğin algılanması bile, eksiksiz anlamdaki “kendiliğindenliği” daha en başında dışlar. Birikmiş tarihselliklerin ve verili eşitsizliklerin bilgisi, giderek, adına “nesnellik” dediğimiz kategorinin bir parçası olmaya başlar. Bunda “yapay”lık yoktur. İçinde insanların yeraldığı süreçler, hiçbir zaman başka süreçler gibi “arı” olamazlar. İnsan etkinliğini “sabit” varsayan hiçbir toplumsal çözümleme somut olamaz. Sonuçta, bir bilim adamımızın da değindiği gibi “Türkiye’de devlet eliyle ‘yapay’ bir burjuvazi yaratıldığı düşüncesinin bizzat kendisini yapay bulmak” en doğrusudur.7
Batıda olduğu gibi Türkiye’de de, özellikle akademik çevrelerde yaygın bir başka anlayıştan daha söz etmek istiyorum. Öyle ilginçtir ki, teorik düzeyde militan Marksizmi “ekonomist” ya da “indirgemeci” bulan bu anlayış, kendi toplumsal araştırmalarında indirgemeciliğin en uç beklentilerine inanılmaz bir umursamazlıkla kapılıverir. Türkiye’de, akademik marksizm anlayışının temel özelliği, marksizme ilişkin bilginin doğrudan özgün Marx metinlerine değil, batılı akademisyenlerin Marx’ın görüşlerine ilişkin didaktik betimlemelerine dayanmasıdır. Batıda akademik çevrelerde Marx’ı “özetlemek” demek, Marx’ın “ekonomi her şeyi belirler” dediğini söylemektir. Bu konuda yalancı tanıklıktan yatma riski hiç yoktur.
Genel hatlarını özetlemeye çalıştığım yaklaşımın sıkça rastlanan örneği, sermaye birikimi sürecinin gereksinmeleri ile ideolojik egemenlik-siyasal iktidar biçimleri arasında doğrudan nedensellik bağlarının kurulmasıdır. Oysa sözgelimi azgelişmiş ülkelerde “oligarşik”, “popülist” ya da “otoriter” rejimlerin kendilerine temel oluşturan ayrı ayrı iktisat politikalarına tekabül ettikleri, en azından Türkiye için kanıtlanamaz. Türkiye’de “ithal ikameci” politikalar, hem tek partili otoriter, hem de çok partili parlamenter rejimler altında izlenebilmiştir. Ayrıca ithal ikameci dönemlerin Türkiye’de, ancak kendine özgü bir populizmle birlikte yürüyebildiğini söylemek de mümkün değildir. Sanırım bu türde mekanik bir eşlemeciliğin tehlikelerini de gözeterek, konu üzerinde duran bir akademisyen şu uyarıyı yapmaktadır: “Birikim sürecinin gerekleri sadece siyasal mücadelenin yer alacağı çerçeveyi belirler ve somut siyasal yapı bu mücadele sonucunda oluşur.”8
Tarih çalışmalarında üçüncü bir yaklaşım türü olarak, güncel politik oluşumların dürtüklediği “misyonlu” çalışmalardan, peşinen böyle bir misyon adına yola çıkılması bile elde edilen bulgularını bu doğrultuda zorlama eğilimlerinden sözedilebilir.
“Misyon” sözcüğünden kalkarak, bu tür çalışmaların yararsız ilan edilmesi savunulamaz. Tersine “misyonluluk”, ulaşılması başka türlü olmayan tarihsel olguları gün ışığına çıkarabilir de. Gene de dikkatli olunması gereken, ulaşılan sonuçların ve oluşan bütünün iç tutarlılığıdır.
Yerinde bir örnek verebileceğimi sanıyorum. Aynı konumda daha ne kadar kalır bilinmez ama TİKP-SP çevresinin ciddi tarihçilerinden Berktay’ın bir yaklaşımı oldukça ilginçti.
Berktay’ı, osmanlı toplumunu ve oradan da cumhuriyet türkiyesi’ni “sınıfsız” sayan Ömer Lütfi Barkan’ı eleştirirken desteklememek mümkün değil. Dahası, bir Marksist tarihçi olarak Berktay gerçekten de yapılması gerekeni yapıyor ve Barkan’ın “sınıfsız toplum” teorilerinin belirleyici boyutlara ulaştığı dönemi irdeliyor: 30’ların ikinci yarısını…
Sonuçta Berktay “sınıfsızlık” teorilerini, haklı olarak belirli bir ideolojik-politik konjonktürle açıklamaya çalışıyor. Ancak tam bu noktada devreye Berktay’ın politik çizgisinin güncel misyonları giriyor: Kemalizme “oynamak”, bu arada da Kemalizmin belirli bir versiyonunu sahiplenmek… Böylece Mustafa Kemal’i ve politikada aktif olduğu dönemi, sınıfsız toplum düşlerinin belirli bir zihniyetle yayıldığı kaynaktan tenzih etmek gerekli oluyor. Berktay da buna koyuluyor: Berktay’a göre Atatürk Türkiye’si “Jakoben dalganın serpintilerinin” etkili olduğu, sınıfların varlığının kabul edildiği, dahası tarihçilikte ve sosyolojide marksizmle “flört edilebilen” bir türkiye’dir. Ama sonra “ideolojik karşı devrim” (Yazar aynen böyle diyor) başlıyor ve “Kemalizmin eski, devrimci paradigması yıkılıyor”.9 Artık tablo nettir: Barkan’ın zorlamaları, “ideolojik karşı devrimin” Berktayca keşfedilen uzantılarıdır…
Berktay’a, TİKP ve SP’li olarak uysa bile, ciddi bir tarihçi olarak yakışmıyor. Barkan’ın “sınıfsızlık” diretmelerinin ve daha başka zorlamaların 30’lu yılların sonlarına doğru yeni bir ivme kazanması gözlemine denecek bir şey yok. Ancak, 30’lu yılların M.Kemal’in aktif olduğu ilk yarısını, sınıfsızlık retoriğini de gene yoğun biçimde kullanan ideolojik zorlamalardan aklanmış kılmak ne derece doğrudur?
Çıkışı devletçe desteklenen ve sınıfsızlık teorilerinin özel olarak geliştirilmiş bir türüne Soyunan Kadro, yayınına 1932 yılında başlamamış mıdır? “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz” dizesi Onuncu Yıl marşıyla birlikte 1933 yılında söylenmemiş midir? Devam ediyorum: “Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan meydana gelmiş değil ve fakat kişisel ve sosyal hayat için işbölümü bakımından türlü iş kollarına ayrılmış bir toplum saymak temel ilkelerimizdendir(…) Partimizin bu ilke ile güttüğü amaç, sınıf mücadelesi yerine, sosyal düzen ve beraberliği sağlamak…” sözleri Mustafa Kemal’e ve 1931 yılına ait değil midir?10
Sonra, ünlü Darülfünun operasyonu bu operasyonun çeşitli gerekçeleri var Dönemin ileri gelenlerinden Kazım Nami Duru, gerekçelerden birini şöyle açıklıyor: “Devletçilik, ilmi sahaya da şamildir (…) Devletçi bir hükümet, Darülfünunu kendi başına bırakamaz; ilmi spekülasyon yapıyoruz diye hükümetin prensiplerini yıkıcı fikirler de neşredilebilir”.11 Bilim adamlarını, marksizmle Berktay’ın sözünü ettiği “flört”lerini bu koşullarda yürütmeleri, üzerlerinde mutlaka olumsuz “ruhsal” sonuçlar doğurmuş olmalıdır.
Berktay, Barkan’ın tarih tezlerine ideolojik misyon tanımakta kuşkusuz haklıdır. Ayrıca, değindiğim gibi, otoriter ideolojinin 30’ların ikinci yarısında, Nazi yönetiminin oturup pekişmesi, İspanya’da cumhuriyetin yenilgisi ve batı demokrasilerinin aczi gibi koşullarda daha da güçlenmiş olması mümkündür. Ancak, yalnızca Berktay da değil, politikaya soyunan solcuların pek çoğunun, salt Kemalizmi tenzih için “dramatik” bir kopuş tarihi aramaları, bunun için de gerçekleri zorlamaları anlaşılır iş değildir.
Bu bölümü artık kapatmak istiyorum. Yapmaya çalıştığım,” marksizmle şu ya da bu oranda ilgili yaklaşımların yakın tarihe yönelişlerindeki boşlukların altını genel hatalarıyla çizmekti. Kuşkusuz, en temel eksiklikler ve boşluklarla sınırlı bir eleştiriydi yapmaya çalıştığım…
Bu noktada şöyle bir soru ortaya atılabilir: Özetin özeti olarak, marksist çıkışlı ya da esinli yaklaşımların daha sonra ideoloji ve siyaset süreçlerine yaklaşımlarını da etkileyecek biçimde, Türkiye’ye ilişkin temel gözbağları nedir? Aynı soru şu biçimde formüle edilebilir: Türkiye’de tarihçi, ideolojinin tarihini araştırırken, en çok ne tür bir tarih ideolojisi tarafından engellenmektedir?
Özetle, buraya kadar anlatılanlardan, hem marksizmle belirli bir bağ sergileyip hem de en aldatıcı olan hangisidir? Eğer bir “kötünün kötüsü” seçilecekse, kendi adıma Türkiye’de burjuvazinin “yapaylığı”na ve yaşanan süreçlerin “burjuva devrimi” süreçlerinden bütünüyle farklılığı varsayımına dayalı teorileri seçme yanlısıyım. En tehlikelisi ve en yaygını budur. Çünkü, Marksistlerin en çapsızları ile Marksist olmayanların en çaplılarının buluştukları nokta birlikte yaydıkları görüş budur. Geçmişte, Kadro’nun ünlü bir edebiyatçısı (kanımca Marksist olmayanların en çaplısından biri) türkiye’de burjuvaziyi bir “Galat-ı Hilkat” (Yaradılış Yanlışı) olarak nitelendirirken, belki burjuvazinin güdümünde olmadan, belirli bir sistematiği ifade ediyordu. Bu tam anlamda bir ideoloji idi kısacası.12
Oysa, aynı ideoloji bugün artık burjuvazinin özel koruma refleksi haline gelmiştir. Çok yararlıdır: Türkiye burjuvazisini genel sınıf ölçülerinin dışında saymak, sınıf mücadelesini reddetmenin de en iyi yolu değil midir?
II- Osmanlı’dan Cumhuriyet’e: Süreklilik Boyutu
Maddi gelişme hiç yoktan, yaygın deyişle “sıfırdan başlayarak” kendi katıksız düşünce biçimini yaratmaz. Toplumun sınıflara ayrılmasından kaynaklanan ve öteden beri üretilmekte olan yargılar ve yanılsamalar, ideolojik öğeler olarak maddi gelişimin evrelerine göre farklı biçimler alıp eklemlenmelerden geçerler.
Kapitalist ilişkilerin gelişmesi de, ortaya, tüm bileşenleriyle “yeni” olan ideolojik sistemler çıkarmaz. Ancak aynı maddi gelişme, insana, onun dünyada varlığına, yaşam araçlarının üretimine ilişkin düşüncelere yeni bir içerik kazandırır. Bu düşünceleri özel eklemlenmelerle yeni bir ideolojik sistem haline sokar.
Bu söylenenler, ideolojinin kendi gelişimine, süreklilik ve sıçrama kavramları yardımıyla bakılmasını gerekli kılar. Türkiye toplumunun son dönemki evrilmesi söz konusu olduğunda da, Osmanlı ile Cumhuriyet arasında belirgin bir süreklilik görülür. Bu süreklilik içinde, maddi gelişime göre belirlenen, hatta belirli kesitlerde içeriğin olağanüstü zenginleşmesine tanıklık eden sıçrama anları da seçilebilir.
Türkiye’de Osmanlı’dan ideolojik olarak ne zaman “kopulduğunu” tartışan tarihçilerimiz, bilim adamlarımız ve 20’ler, 30’lar ve 50’ler en gözde tarihler olarak öne çıkıyor. Ancak kopuş kavramının da kendine özgü bir görelilik taşıdığı unutulmamalıdır. Topyekün bir pratik olarak alındığında, “tam” örneğini bulmak çok güçtür. “Kopuş” kavramının, daha çok, belirli ayrışmaları göze sokmak için kullanıldığını sanıyorum. Türkiye’de tek tek üstyapı öğeleri ve bunlara ilişkin özel pratikler alındığında, Cumhuriyet’in Osmanlı’dan kimi yerlerde oldukça radikal biçimde ayrıldığını söylemek mümkündür. Peki, kavramı ve süreci bütün olarak düşündüğümüzde, bu denli sarsıcı kopuşlardan söz etmek ne derece gerçekçidir?
İdeolojik süreçlerde “bütünsel kopuş”un, en başta teorik düzeyde sakıncalı bir kavram olduğunu sanıyorum. En radikal toplumsal devrimlerde bile, temel kopuşların ardında anlamlı süreklilikler bulmak mümkündür. Siyasal ve ekonomik değişimler, yerleşik ideolojik öğelerin değişiminden çok daha kesin ve köklü olabilirler. Bu nedenle de “kopuş” kavramına uygun düşebilirler. Ama ideolojideki ayrılmalar, çok daha uzun bir zaman dilimine yayılırlar. Belki “kopuş” sözcüğünü aşırı kılacak kadar…
Türkiye’nin burjuva devriminde ise, kopuşun daha da farklı yaşandığını sanıyorum. Daha doğrusu, ölçüt olarak belirli bir bütünü, bir “topyekün”u alırsak, bu ölçütte “kopuş” kavramının pek yer almaması gerektiğini düşünüyorum. Cumhuriyet belirli alanlarda Osmanlı’dan kuşkusuz radikal biçimde ayrılmıştır. Esasen bu tür özel ve radikal ayrılmalardır ki, Cumhuriyet’in her alanda bir kopuş içerdiği imajını doğurmuştur.
Açıkçası Cumhuriyet’in Osmanlı’dan eşitsiz biçimde ayrıştığını söylemek yanlısıyım. Başka deyişle, giderek belirginleşen sınıf dinamikleri ile, yönetici kesime ilişkin uluslararası üst belirlenme, Osmanlı’dan ayrılışın da eşitsiz (göreli) oluşunu gerektirmiştir.
Böyle söylendiğinde 80’ler Türkiyesi’nin yüzyılın başlarındaki Osmanlı toplumuna göre oluşturduğu farklılık küçümsenmiş mi oluyor? Hiç de değil. Söylemek istediğim yalnızca şu: Kimi alanlardaki göz alıcı dönüşümlere rağmen, Cumhuriyet Türkiye’si ideoloji (tesanütçülük, milliyetçilik, devletçilik, popülizm vb.) ve siyaset (devletin, siyasal partilerin ve ordunun kullanımı) alanlarında, Osmanlı’dan devralınan mirasın elbette sıçramalı, ama kopuşsuz bir gelişimini temsil etmektedir.13
Yazının başlarında gerekçeyi açıklamaya çalışmıştım: Bu ülkede sınıf ilişkilerinin doğrudan uzanımı olarak siyaset, kendi somut zenginlikleri ve pratik çeşitlemeleri ile, sürekli olarak ideolojik formasyonları zorlayıp biçimlendiriyor. Böylece bu ideolojik formasyonların gerçek özlerini doğal gelişim içerisinde açığa vurmaları da önlenmiş oluyor. Böyle bir pratiğin Türkiye’ye özgü değil genel olduğu söylenebilir; doğrudur. Türkiye’ye özgü olan, yalnızca, aşırılıktır. Örneğin milliyetçilik ile devletçiliğin 30 yıl ara ile sol adına iki kez “eklemlenebilmesinin” (Kadro-Yön) üstelik ikinci eklemlenmenin daha da etkili olabilmesinin başka hiçbir açıklaması yoktur.
Ama önemli sıçramaların yaşandığını da söylemek gerek. İdeoloji ve siyaset alanlarına bakıldığında, bu alanlardaki sıçramalara ilişkin olarak, tarihçilerin aşağı yukarı aynı dönemlere işaret ettikleri görülüyor. Sermaye birikim sürecinde özel bir evreye girilmesi, bu doğrultuda yeni ekonomik politikaların gündeme gelmesi, egemen sınıfların iç ilişkilerindeki yeni bir konumlanış, bu tür sıçrama dönemlerinin özel yapısını belirlemektedir. Ayrıca hiç unutmamak gerekir: Uluslararası ekonomik-siyasal konjonktür de, bu yapıyı doğrudan doğruya ve çoğu kez ilginç özellikler katarak belirlemiştir.
Amacım bu tabloyu, süreklilik ve sıçrama kavramlarını gene odakta tutarak somutlamak. Bunun için en başta Osmanlı’da belirginleşen ve Cumhuriyet’e buradan “tevarüs eden” öğeler üzerinde duracağım. Bu, bir bakıma Osmanlı’nın kapanış bilançosu anlamına geliyor.
Osmanlı’nın kapanış bilançosunda ilk kalem olarak şu görülüyor: Bir yanda, modern toplumsal sınıfların organik uzantısı olmaktan çok uzak, ama uluslararası boyuttan bakıldığında ideolojik-siyasal ve bu nedenle de sınıfsal olarak üst belirlenmiş yönetici bürokrat kesim var. Öteki yanda ise, birikim dinamikleri en başta dünya ekonomisince belirlenen kozmopolit sermaye ile Anadolu’da özellikle savaş yıllarında palazlandırılan ticaret-tarım kesimleri görülüyor.
Yönetici bürokrat kesimin “üst belirlenmesi”nden, bu kesimin, varolan sermaye odaklarının güncel kâr dürtüleri dışına taşan, ancak gene de tam tamına burjuva çerçevede kalan gelecek projelerini ve bu doğrultuda kendisine biçtiği özel misyonları kastediyorum. Türkiye’de yönetici bürokrasiyi belirleyen, devlet ve toplumla ilişkileridir. Aynı kesimi “üst belirleyen” ise Avrupa’daki sanayinin, “medeniyet”in, askerlik tekniğinin, sınıfların ve elbette sınıf mücadelelerinin kendisine dönük yansımalarıdır. Yönetici bürokrat kesimin bu konumu, ona ideoloji ve siyaset almaşıkları karşısında, bir alıcı olarak ilginç özellikler kazandırmıştır.
Himayecilik, tesanütçülük, milliyetçilik, popülizm 20. yüzyılın ilk 10-15 yılına sıkışarak, elbette sosyalizmle birlikte osmanlıya “yağıyor”. Bu dönem genç yaşlı osmanlı bürokratı ve aydını için tam bir okul oluyor. İdeolojiler, ekoller, düşünceler 1905 Devrimi’nin (Rusya) ve pek abartılan Reval şokunun da getirdiği “tren kaçıyor” ortamında özel biçimde mayalanıyor. Sözünü ettiğim kesim, “belirlenmiş” son konumunu böyle alıyor.
Nasıl olduğunu daha iyi anlamak için Osmanlı-Jön Türk aydınını ve bürokratını bir parça daha iyi tanımak gerekiyor. Önce osmanlı aydınında, sonra da Jön Türk’te öyle bir eğilim var ki, siyasetin ideoloji ve genel anlamda düşünce üzerindeki egemenliği bunun aracılığıyla yüzyılın başlarında tam anlamıyla pekişiyor.
Eğilimi anlatmak için, kendileri hiç hoşlanmayacaklar ama, bu konuda tıpatıp aynı şeyleri söyleyen Şerif Mardin ile Yalçın Küçük’ü buluşturup bir tür yazı çöpçatanlığı yapmak gerekiyor. Mardin’i biraz uzunca dinliyoruz:
“… hep böyle pratik insanlar görüyorum, Osmanlı’da da Cumhuriyet aydınlarında da. Pratik insanların çok güçlü bir tarafları var. Bazı şeyleri görürler, üstüne gidip onun için bir reçete ararlar. Mesela Osmanlı devlet adamları eşraf ve ayanın ne güçte olduğunu çok iyi anlamaya çalışıyorlar. Kabilelerin, muhtelif din gruplarının ne zaman harekete geçecekleri konusunda dosya falan tutuyorlar… Eskiden beri bu işleri çok iyi biliyorlar ve bilgi var ellerinde ve işte bunu ona çatıştırma onu buna köprü yapmak bir maaş vermek, bir ayrıcalık, öbürüne bir arpalık vermek yoluyla bu işlerin hemen üstüne gidiyorlar. Çok iyi pratik bir siyaset bilgileri var (…) Yalnız bunun yanında bir merak azlığı var. Bütün bu çok akıllı pratik insanlarda ‘bu işin esası nedir, bunun dibindeki temel öğeler nasıl çalışır’ gibi sorulara inmek yok. Osmanlı devlet adamlarında bir işin üzerine çok akıllıca gidip pratiğini çok iyi bilme, beraberinde çok derin bir siyasi felsefe anlayışı getirmiyor”14
Daha eylemci de olsa, Jön Türk’ün bu Osmanlı’dan pek farkı yoktur. Zaten Mardin, bir başka yerde Jön Türk’ü tanımlıyor: (Jön Türk) devleti hasta kendini de doktor olarak görür hastalığın tarihi bir boyutu da yoktur onun için…15
“Doktor”dan, doğrudan doğruya “çare” kavramına atlamak ve burada da Yalçın Küçük ile buluşmak mümkün. Küçük’e göre “düşünce” Jön Türk için, tarihsel içgüdülerle sergilenen eylemlerin güzellik örtüsüdür. Tarihsel içgüdülerle sahnelenen eylemler neyi hedeflerler? Kısaca, “çare” ararlar..16 Sorunun bu şekilde ele alınışı ve hasta-doktor-çare zincirinin kaçınılmaz kısalığı bugün de Türkiye’de siyasetin belkemiğini oluşturur.
Cumhuriyet tarihinde “sıkışırsak sosyalizm de yaparız”ı içtenlikle söyleyen, inanılmayacak kadar çok burjuva politikacısı vardır. Kuşkusuz, sıradanları değil, elit kesimden olanlarıdır bunlar. Bunu söylerken açıkça sahtekarlık yaptıklarını deği, kendi çaplarında doktorculuk oynadıklarını düşünmek mümkün.17
Mardin ile Küçük’ün birleştikleri saptama, aynı zamanda bu yazının temel tezlerinden birini de desteklemektedir: Türkiye’de siyaset ideolojiyi hep kullanmakta, ama kullandığından çok daha az oranda tüketebilmektedir. Siyasetin “açılımcı potansiyeli” ile “ideolojinin döngüsel kısırlığı” arasındaki boşluktan sözederken anlatmaya çalıştığım da buydu.
Bu, Osmanlı’dan devralınan bir mekanizmanın “mantığı” idi. Ancak hiçbir mekanizma ortalıkta çıplak “mantık” olarak dolaşmıyor. Elbette “örtü”lerin rengi, cinsi de önem taşıyor. Bu nedenle de II. Meşrutiyet döneminde belirginleşip cumhuriyet dönemine uzanan ideolojik yapılara daha somut olarak yaklaşmakta yarar var. Ama en başta kısaca başlıkları anımsayalım: Sınıfların zayıflığında misyonların belirlediği yönetici bürokrat kesim. Sonra bunların “hasta”ya yönelik eylemleri. Nihayet bu kurtarma eylemlerini takviye eden ideolojik motifler…
Kanımca en başta milliyetçilik ile popülizm var. Osmanlı’da popülizm, Narodniklerin de etkisiyle daha çok milliyetçiliğin bir türevi olarak ortaya çıkıyor. İlginçtir: Milliyetçili, kendi başına belirleyici bir ideolojik sistem olamıyor; başka söylemleri besliyor, ama en çok da somut siyasal eylemlere, daha doğrusu “çare”lere kaynaklık ediyor. Milliyetçiliğin, Partürkizm, Panturanizm biçimindeki “inceltilmiş” versiyonları ise hep marjinal kalıyor.
Milliyetçilik ve popülizme ilişkin söylenecek birkaç nokta daha var. ikisi, zamanla, ideolojik örtü olmanın ötesinde, İttihatçıların çeşitli pratikleri ile gerçekten de kaynaşıyor. Örneğin önceleri azınlıklara tepkinin davet ettiği milliyetçi yönelimlerin duygusal bir türevi olan popülizm, bu konuda oldukça soyut bir söylemden ibaret. Ancak kısa sürede, daha net sınıfsal temellere oturuyor. İttihat ve Terakki’nin son dönemlerinde merkezi bürokrasi ile “avam” arasındaki kesim giderek güçleniyor: Bir tür “orta” sınıf. Popülist söylem pratikte giderek bu kesimin malı olmaya başlıyor. Bu ideolojik “edinme” cumhuriyet dönemine de uzanıyor: Uzunca süre orta büyüklükteki taşra çıkar gruplarının halkla olan çelişkilerinin gizlenmesine, bu kesimin soyut bir “halk” kavramı içinde kaybolmasına varıyor.
Yeniden geçmişe dönelim.
Popülizmin, milliyetçiliğin ve giderek iktisat politikalarındaki devletçi anlayışın özel eklemlenme biçimlerinden hiç sözedilmezse, tablo eksik kalacaktır. Bir yabancı araştırmacı 1908-18 döneminin egemen, seçkinci anlayışı olarak sosyal darwinizm‘den söz ediyor.18 Kavramı ve döneme ilişkin uzantılarını hem önemli hem de açıklayıcı buluyorum.
Sosyal darwinizm, ne Osmanlı’da ne de daha sonra Cumhuriyet’te sözcüğün gerçek anlamında bir ideolojik sistem olarak gelişmemiş, biçimlendirilmemiş ve işlenmemiştir. Ancak buna rağmen, hem Osmanlı’nın son döneminde hem de Cumhuriyet tarihinde, tüm ideolojik politik pratikleri etkileyen kalıcı bir motif olmuştur. Türkiye’de egemen söylem her zaman şudur: Bu acımasız ve karışık dünyada kendi adına güçlenmek, yaşabilmek için diğer güçlülerin safında yer almak… Böyle bir süreçte, en “güçsüz” olanların tarihten silinmeleri, yalnızca doğaldır. Yineliyorum: Hedef, yaşamı sürdürmenin tek aracı olarak gücün yüceltilmesidir.
Darwinizmin etkilerini önemsiyorum. Çünkü Türkiye’de ne 1908-14 arasında, ne Kurtuluş Savaşı yıllarında ne de 30’larda gerçek anlamda anti-emperyalist yönelimlerin belirginleşmemesinin, örneğin bir Çin’deki, Hindistan’daki boyutlara hiç ulaşamamasının nedeni, milliyetçi ve popülist mayanın, sosyal darwinist bir anlayışla yoğrulmasıdır. Pek çok yan açıklamaya da başvurulabilir: Avrupa ile Asya arasında “köprü” olmanın özel bilinci, yüzyılların imparatorluğu adına sahiplenilen güç ideolojis, popülizmin tüm yaşam anlayışı “yok olmamak için güçlenmek” olan orta sınıflara dayanması vb. vb.
Güncelliği az önce de vurguladım. Darwinist etki Türkiye’nin ideolojisinde ve politikasında hep hissedilmiştir. “Bizi yutmak ve bizi mahvetmek isteyenler” bile, düşmandan çok, erişilecek güç kriterleri olarak görülmüştür.”İç ve dış düşmanları” Türkiye kadar çok olan başka ülke herhalde yoktur. Dünyadaki güç odaklarının bir kesimini, amaçları “Türkiye’yi yıkmak” olan düşmanlara indirgeyen paranoik tutumlarda da aynı darwinist etkinin payı vardır. Ve nihayet bu ülkede baskıyı ve zor‘u ideolojik yapılardan silmek, devlet anlayışının temellerini “sivil” ilkelere oturtmak, bu özgül ideolojik mayalanış nedeniyle de olanaksızdır.
Konuyu dağıtmak istemiyorum. Eksiklik ve boşluklardan bir bölümüne, sonraki bölümde dönmeyi umuyorum. Bu noktada, Osmanlı’dan devralan ve etkilerini Cumhuriyet dönemi boyunca sürdüren “ideoloji başlıkları”nı kısaca özetliyorum:
1) Cumhuriyet dönemi alındığında, 1930’larda sınıfların varlığını inkar, başka zamanlarda ise “barış ve işbirliği” propagandasının tarihsel kökeninde Osmanlı tesanütçülüğü vardır. Türkiye’de “sınıfsız toplum” ideolojilerini ve bu arada Kadro düşüncesini “özgün” sayarken çok dikkatli olunmalıdır. Gözler bir ölçüde Osmanlı’ya, Parvus’un öğütlerine bir ölçüde de aynı yüzyıl başlarının Latin Amerikası’na çevrilmelidir.
2) Sosyal darwinist etki Osmanlı’dan sonra, Cumhuriyet döneminde de burjuvazinin tüm ideolojik söylemleri üzerinde varlığını duyurmuştur. Çok daha ilginci, sosyal darwinizmin zaman zaman Türkiye sol hareketlerindeki gruplar arasındaki ilişkileri de etkileyebilmesidir.
3) “Atatürkçü” olanından ırkçısına dek, milliyetçi ideolojinin Cumhuriyet Türkiyesi’nde aldığı tonların tümü, Osmanlı’da, özellikle de 20. yüzyıl başlarının birikiminde seçilebilir. Ne Kemalizmin milliyetçiliği ne de özellikle 40’ların başında Nazi etkisiyle palazlanan ırkçı-faşist görüşler, Osmanlı dönemi milliyetçi birikiminden nitelikçe farklı bir kaynağa sahip değildir. Farklı kaynak arama girişimi, yani tarih ve güneş-dil teorileri, kısa ömürlü fanteziler sayılmak gerekir. Bu aşırılıkları dışında Atatürk milliyetçiliği Gökalp-Akçura vb. milliyetçiliklerinin geliştirilmesi değil, güncel politik amaçlarla kırpılarak biçimlendirilmesidir.
4) Osmanlı’ya önce soyut bir “halk” kavramıyla girip sonra ağırlıklı olarak Anadolu eşrafına dayanan popülizm, yanıltıcı özünü Cumhuriyet döneminde de uzun süre korumuştur. Bugün de gündemdedir. Başta 30’ların özel köylücü söylemi olmak üzere popülizm Osmanlı’da da, Cumhuriyet’te de birikim süreçlerinin getirdiği farklılaşmaları perdelemeye yaramıştır.
5) Cumhuriyet dönemi devletçi politikaları, oldukça farklı biçimlerine ve hedeflerine rağmen, iz sürüldüğünde temel mantığını Osmanlı’nın “milli iktisat”ında bulur. Osmanlı’nın “milli iktisat”ı, sanayisi gecikmiş Almanya’nın devletçi öğretilerinin etkisini taşır. Hem Osmanlı hem de Cumhuriyet devletçiliklerinde, nihai amacın özel sektörün geliştirilip güçlendirilmesi olduğu en açık biçimiyle ifade edilir.
Hepsinin özeti: Cumhuriyet’te, kökeni ve nüveleri Osmanlı’ya, özellikle de II. Meşrutiyet dönemine dayanmayan ciddi ideolojik formasyonlara rastlamak mümkün değildir.
III. Cumhuriyet: İdeolojide Sıçrama Dönemleri
II. Meşrutiyet’i, bir de yaşadığımız son 8-10 yıllık süreci bu yazıda bir yana bırakıyorum. Cumhuriyet Türkiyesi’nden 1923-73 arası 50 yıllık bir kesit alındığında, ideolojide, iki önemli sıçrama devresi görülüyor. Her biri, önce geçmişin ideolojik akımlarını kendi bünyesine çekiyor; sonra bunları belirli biçimlerde sonrasına devrediyor: 30’lar ve 60’lar…
Bu dönemlerde gerçekleşenleri tek tek saymak istemiyorum. Bunun yerine, kimi soruların yanıtları aranabilir. Sözgelimi düşünmek gerek: Türkiye’nin ve çağın koşullarında bu iki dönem nereye oturuyor, özel olarak neyi hedefliyordu? Sonuçta yerleştikleri düzlem ne oldu, sonraki dönemlere neleri devrettiler?
Şimdi söyleyeceklerim, en genel anlamda bir özet oluşturuyor. Bir kere, her iki dönemde de “sanayi” ve “sanayileşme” kavramları ön planda görülüyorlar. Gene de, bunun ardında önemli bir farklılığın yattığını görmek gerekiyor. İlk dönemde, sanayileşme açısından vazgeçilmez olan, ancak ülkede bulunmayan kapasitelerin yaratılması sözkonusudur. İkincisinde ise, gündemde olan, varolan ve belirli bir fazlayı da işaret eden kapasitelerden sonuna dek yararlanmaktır.
Kimilerine “indirgemecilik” çağrıştırabilir; ancak ben öyle olmadığını sanıyorum. Marx’ın Brumaire’de değindiği bir işlev ayrışmasının da, yukarıdaki farklılıkla örtüştüğünü düşünüyorum. Marx, bürokrasinin iki dönemini tanımlıyor.19 İlki, burjuvazinin sınıf egemenliği koşullarının hazırlandığı dönem oluyor. İkinci dönemde ise, bürokrasi, daha çok bir “enstrüman” görünümü veriyor. Merkezi bürokrasinin hizmet çizgisinin tarih içinde bu biçimde evrilmesi, kanımca Türkiye açısından da geçerlidir.
Nihayet, özellikle dikkat edilmesi gereken bir nokta: Her iki dönemde, dünya, oldukça farklı koşulları yaşamaktadır.
Bu durumda, Türkiye’ye bakıldığında, 30’lan ve 60’ları, birer “ideolojik sıçrama” dönemleri olarak ortak kılan nedir? Tek başına sanayileşme dürtüsü ve bu bağlamdaki “ithal ikameci” aranışlar mı? Bunların mutlaka dikkate alınması gereken faktörler olduğu su götürmüyor. Gene de bunun dışında, dönemin iktidarlarını, egemen güçlerini mevcut ideolojik-politik yapılanmalara toptan çekidüzen vermeye iten başka ortak dürtüler de olmalıdır.
Burada, maddi dürtülerin bir ölçüde dışında, Osmanlı’nın ve Cumhuriyet’in pek çok döneminde itici gücü oluşturmuş bir inanış biçiminden, bir sezgiler bütününden sözedilebileceği kanısındayım. Arka planda sosyal darwinizmin sesi gene duyuluyor. Özetle, şöyle bir inanç ya da sezgi: Türkiy, her iki dönemde de, dünyada bir defterin artık tümden kapatıldığı, kalıcı olacak bir yenisinin açılmakta olduğu inancındadır. Öyle ki, insanlık artık kolay kolay değişmeyecek köklü yönelimlerin eşiğindedir. Ve Türkiye geç kalmamalı, trene yetişmelidir…
30’ların ve 60’ların ortaklığı burada bulunabilir sanıyorum: Her ikisinde de, yoğunlaştırılmış inanç, endişe ve dürtü enjeksiyonu. Bu enjeksiyonla her iki dönem benzer bir hedefe yöneldi: İdeoloji planında mevcut öğelere ve oluşumlara çekidüzen vermek, giderek çağın yeni yönelimlerine uyumlu yeni bir standardizasyona ulaşmak. Her standardizasyonda, hemen öncesinde, geçici bir zenginlik yaşanması gerekiyor. “Sıçrama” da buradan doğuyor.
Ortaklık ve benzerlik önemli de olsalar, bir noktadan sonra yerlerine farklılaşmaları koymak gerek. 30’lar Türkiye’si, kendi döneminde gerekli gördüğü standardizasyonu, dönemin en etkili araçlarıyla, doğrudan doğruya devletin ve devlet kurumlarının ideoloji üretimine öncülüğüyle sağlamaya koyuldu. Eğer Althusser’in ünlü DIA kavramının (Devlet İdeoloji Aygıtları) gerçekten de açılmaya ihtiyacı varsa; örneğin “ideoloji aygıtı” ile “devletin ideoloji aygıtı” arasında Poulantzas’ın istediği türden bir ayırım gözetmek gerekirse, bu dönemin Türkiye’si için şu rahatlıkla söylenebilir: 30’lar Türkiye’sinde ortada yalnızca DIA vardır…
60’lar ise siyasal plandaki çeşit bolluğunun ardında, varlığı her an hissedilmeyen, ama çeşitliliğin tüm öğelerine tek tek nüfuz etmiş bir ortak payda ideolojisi üretmeye çalıştı. Burada standardizasyon yine vardır; ancak düzeyi düşük tutulmuştur. İkincisi, ideoloji üretim süreçlerinde, 30’lardan farklı olarak göreli özerkliğe sahip kurumların ağırlığı daha da artmıştır. Özetle, bu dönemde IA’lardan sözetmek mümkündür. Ve önemli bir fark daha: 30’ların tek partisinin yerin,i bu dönemde, ideoloji üretimini belirli ölçülerde yönlendirip gene belirli ölçülerde sahiplenen siyasal partilerin varlığı almıştır.
Yeniden 30’lara dönüyorum.
Cumhuriyet ve bürokrasi 30’lara bir panikle başladı. Tam tamına Jön Türk’e özgü bir panikti bu. Daha önce, İngiltere kralı ile Rus çarının Reval görüşmesi (eskiler “mülakat” derler) İstanbul’da korkunç alarm çanları olarak yankılanmıştı. Denebilir ki, insanlarımız öyle yorumlamaya hazır olduklarından öyle yorumlamışlardı. 30’ların başında, gene benzer bir panik yaşanıyor. Darwinist anlayış, dönemin kaosunda ve ekonomik bunalımında bir yanda “mesafe kapatabileceği” umudunu beslerken, bir yandan da bunun adımlarının atılmayışından paniğe kapılıyor. Kısacası “tam da sırası” iken, bazı işler yapılamıyor.
Böylece bir kez daha yoğun biçimde “çare” aranışları gündeme gelmiş oluyor. Koşullar elverişliydi, ama ülke Cumhuriyet’in ilk 7 yılını neredeyse boşa harcamış, gerilik çemberi kırılamamıştı. Daha kötüsü Serbest Fırka’ya gösterilen ilgi, Menemen olayı, doğu’da ardı arkası kesilmeyen ayaklanmalar düzenin temellerinin pek de sağlam olmadığını ortaya koymuştu. “Yeni açılım”ların ideolog adaylarından A.Hamdi Başar, durumu dramatik sözlerle şöyle özetliyor: “müthiş bir aldanış, bir hayal yıkılışı karşısında idik”.20
İşte 30’ların özeti buydu. Panik, aranış ortamında, üstelik batıyı “zayıf anında yakalamışken, yeni girişimlerle bir düzen ve güç ideolojisini yerleşik kılmak. Bunun için de,elde ne varsa sımsıkı sarılmak, bunları belirli yönlerde işleyip geliştirmek… Böyle bir dönemde, bu amaçlar açısından bakıldığında “liberalizm” ve “demokrasi” elbette en başından dışlanacaktı. Geride kalan milliyetçilik, tesanütçülük kır popülizmi, devletçilik vb. siyasal denetim mekanizmalarının yakın gözetiminde, tezgahlarda işlenmeye başlandı.
Kanımca en önemli özellik siyasal denetimin bu yakınlığında, bir başka deyişle “mesafe”nin kısalığında ortaya çıkıyor. 30’ların ideolojik birikim ve sıçramasının temel çelişkisi de burada yatıyor. Ortada bir yanda ciddi bir kurumlaşma var.21 İdeolojik bağlılık, çağın değişimini kavramanın önkoşulu olarak görülüyor. Bir yerde üretimi teşvik de ediliyor. Ama öte yanda siyasal denetimin yakınlığı ve bu siyasallığın çoğu kez aşırı güncel ölçütlerle belirlenmesi, ideolojiyi zenginleştirecek kanalları önemli ölçüde kurutuyor. Özetle, geliştirilmesi düşünülen ideolojinin tamboy gelişimi önleniyor. Ortaya çıkan şu oluyor: Birikmiş ve biriktirilmiş, ancak genellikle nihai biçimlerine götürülmemiş ideolojik öğelerin ve söylemlerin hep birlikte oluşturdukları, tüm düzen ve otorite atmosferine rağmen amorf bir birliktelik…
Net olarak biçimlendirilmiş, bu anlamda “kemik” ideolojik formasyonu teşvik eden genel ve özel tüm koşullara, hatta bu doğrultudaki kimi somut adımlara karşın, Kemalizmin bütün olarak oturmuş bir ideolojileştirilmesinden neden kaçınıldı, hala tartışmalıdır. Bir açıklamaya daha önce Gelenek‘te değinmeye çalışmıştım: İdeolojinin oturmuşu ve bu anlamda gelişkini, kendinden kopuşları da toptancı kılar. Bundan çekinilmiş, amorfluğun belirli bir dozunda yarar görülmüş olabilir.
Başka açıklamalar da mümkün. Sözgelimi bu dönemde altyapıdaki egemen kesimlerin somut ekonomik çıkarlar ile ideolojik formasyonlar arasında kalıcı ilişkiler kurabilecek ölçüde ayrışmamış oldukları açıktır. Ortada, güncel kar dürtüleri içinde, tutkudan yoksun, uzun dönemli misyonları merkezi bürokrasiye terk etmiş sermaye kesimleri vardır. Böyleleri için “huzurlu çalışma ortamı”, ucuz işgücü vb. tür koşulları yerine getiren daha afaki söylemler yeterli olmalıdır.
60’lar ise aynı konuda temelde bir farklılık gösterir. Egemen kesimler, kendi içlerinde, somut ekonomik çıkarlar bazında ayrışmaya uğramıştır: Sanayi, ticaret, tarım burjuvazileri, zengin köylüler; bürokrasinin dönem sonlarına doğru kendi içinde ayrışmaya başlaması; Anadolu’daki sermaye birikiminin sanayide yeni kanalları zorlamaya yönelmesi vb. vb.
60’larda düzen, bu farklılaşmaları sınırlı bir düzeyin ötesinde törpüleyecek konumda değildir artık. Ayrışmalarla, bu artık olanaksız hale gelmiştir. Bu koşullarda geçerli olan, “asgari” bir konsensus anlayışına dayanan bir ideolojinin egemen kılınmasıdır. Böyle bir ortamın özelliğidir: Somut çıkar grupları, başta din olmak üzere, çeşitli ideolojik öğeleri egemen olmasına çalışılan düzeyden çekip alacak, “işleyecek” ve kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirecektir. AP’nin “büyük Türkiye”si, CHP’nin “solculuğu”, CKMP’nin “milliyetçiliği”, MNP’nin dinciliği, Demokratik Parti’nin tutuculuğu, daha önceki YTP’nin kırcılığı vb. hep daha ayrışmış çıkarlara tekabül etmektedir.
30’lara bir kez daha dönüyorum.
30’ların çarpıcı bir özelliği de yönetimlerin ve yöneticilerin “değişmezliği” anlayışının giderek egemenlik kazanmasıdır. M. Kemal “ebedi şeftir. CHF’nın 1938’de Mustafa Kemal’in ölümünden hemen sonraki kurultayında yapılan tüzük değişikliği ile fırka genel başkanlığı “değişmez” bir statü olarak belirlenmiştir. “Altı ok” bir siyasal oluşumun değil, doğrudan doğruya devletin, düzenin ilkeleridir. Bu tür katılıklar, güvence olarak, yakın başka alanlardaki esneklikleri ve belirsizlikleri gerekli kılar. İdeolojik yapılanmanın hiç olmazsa belirli alanlarda esnek ve gevşek bırakılması, düzenin değişmezliklerinin cepheden yıpratılmasını önleyebilecektir. Bu “ilke”, daha sonra, çıkış dönemlerinde kişilere indirilerek denli somut uygulanmıştır. 46-50 arasında, İnönü, Bayar, Koraltan gibileri doğrudan doğruya düzenin kendisidir. Bu düzenin “esneklik” noktalarını ise CHF’den Peker, DP’den Öner gibileri oluştururlar. Bunlar, düzenin gerektiğinde “harcanabilen” sivriliklerini temsil ederler. Mantık çok açık biçimde ortaya çıkıyor: 30’larda aşırı biçimlerde standardize edilmiş ve biçimlendirilmiş bir ideolojinin kısa süre sonra, 40’larda İnönü’sü, CHF’si ile birlikte, düzenin temel kurumları hiç yıpranmadan “demokrasiye geçiş”e olanak tanıması düşünülemezdi.
30’larda, başta Kadro‘nun girişimleri olmak üzere “çağı ve ülkeyi kucaklama” iddiasındaki ideoloji üretimlerine, baştan bunlar teşvik görmüş de olsalar daha sonra hep mesafeli davranılması da bu gerekçelerle açıklanabilir.
“Bürokratik ve tepeden” burjuva devrimlerde burjuvazinin kendi bağımsız ideolojisini geliştiremeyeceği yolundaki Poulantzasçı önermeye bir yönüyle katılmak mümkün.22 Burjuvazi, bunu gerçekten yapamıyor. Ancak burjuva devrimleri “tabandan” ya da “otantik” gerçekleştiğinde, burjuvazinin bu süreçte kendi ideolojisini bağımsız biçimde geliştirebildiği düşüncesine de ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Yerine şu söylenebilir: Yüzyılımız için bir hayal olan 18-19. yüzyıl klasik burjuva devrimlerinde de, burjuvazinin sınıf ideolojisi, eski ideolojik yapılarla, çoğu kez de merkezi devlet ve bürokrasinin katalizörlüğünde, ayrışıp eklemlenerek gelişir. 20. yüzyılın gecikmiş ve “tepeden” burjuva devrimlerinde ise ideoloji üretimi, en azından ilk aşamalarda, sermaye kesimlerine büyük ölçüde dışsallaşır.
İhaleler hep devletten sermayeye gider. Sermayeden devlete giden tek ihale, ideolojidir.
Burada yeri gelmişken, önemli bir noktaya daha değinmek istiyorum. Belirli çözümlemeler çerçevesinde herkes yapıyor; gözetilen amaca göre büyük bir sakıncası da yok: 61-71 dönemi, kendi iç evrimleşmesine sanki hiç tanık olmamış, homojen bir süreç olarak alınıyor. Ancak, araştırma nesnesine göre, bu toptancı yaklaşım önemli bir perde işlevi de görebiliyor. 60’lara ilişkin olarak unutulmaması gereken nokta şudur: Bu dönemin başlarında, çok ciddi olarak, 30’lara dönüş düşüncesi üzerinde durulmuştur. Başka türlü söylenecek olursa, çok partililik, sosyalist bir partinin seçimlere ve meclise girebilmesi, yoğun ve zengin bir tartışma ortamı vb. 60’ların doğuştan özellikleri değildir; yaşanan bir dönemecin ürünleridir.
Türkiye 60’lı yıllara başlarken, 30’lann nihai çözüme bağlanmış ideolojik sorunları ve önce savaş, sonra soğuk savaş ve nihayet DP iktidarı ile ikincil plana itilmiş evrensel gelişmeler üzerinde ciddi olarak durulmuştur. İlk birkaç yıl, tam bir karışıklık ortamıdır. 14’ler olayı, Talat Âydemir’in ardarda gelen darbe girişimleri arızi olaylar değildir. DP’nin son döneminin “özgürlükçü” üniversitesinin, 27 Mayıs’tan hemen sonra 30’lara öykünen bir otoriter düzen aranışı içinde olması ve bunu resmen talep etmesi de ilginçtir.23 Bu durumda Türkiye’nin bu kez 30’lardan gerçek anlamda “kopuş denemesi” 46’ya ve DP’nin çıkışına değil, 60’ların başına rastlamaktadır. Dikkat edilirse “deneme” diyorum. Türkiye’nin 30’lardan gerçek ve tam anlamda kopmuş olduğuna, bugün de inanmıyorum.
60’ların başında, 30’lara geri dönüşü boşa çıkaran nesnellikler arasında, uluslararası planda, Türkiye’nin hep özendiği batının 30’ların tersine “müreffeh” ve parlamenter rejimlerle yönetiliyor oluşu da önemlidir. Ancak kuşkusuz en önemlisi, 30 yıl içerisinde sınıf ayırımlarının da iyice belirginleşmesidir. Nihayet, 30’lara başlarken belirleyici olabilen inancı bu kez tersyüz etmek gerekiyor: 60’larda bu kez parlamenter rejimlerin, yaygın deyişle “hür demokrasiler”in dönemin geri çevrilmez defteri olduğu inancı giderek yaygınlık kazanmıştır. Bu durumda, 30’lar nostaljisi de atlatıldıktan sonra, düzenin sağlıklı ve basınçsız işlemesi açısından, tek merkez çıkışlı seçkin kadrolar arasında oynanan demokrasi yerine siyaset yapabilen kadroların tabana yayılmasına ve ideolojinin avamlaştınlmasına olanak tanınmıştır.24
60’lar üzerinde durulduğunda, ideolojik öğelerin değişik eklemlenme biçimleri ve böylece ortaya çıkan sistemlerle sınıflar arasındaki ilişkiler odak noktaya yerleşiyor. Bunlar da, bir sonraki ara başlığın konusunu oluşturuyor.
Bölümü kapatırken, yalnızca “sıçrama” kavramına ilişkin bir özetle yetiniyorum:
1) Türkiye’de 30’lu yılların, özel ideolojik yönelimleri ve bu yönelimlerin kimi noktalarda ulaştıkları belirsizliklerle, bir sıçrama ya da birikim dönemi oluşturduğu söylenebilir.
2) Tüm amorfluğuna karşın 30’lar ideolojik birikiminin, çok partililiği ve DP’nin tabanından gelen tepkisel ideolojik söylemleri massedecek esneklikleri peşinen dışlaması, önemli sonuçlar vermiştir: Siyasal dalaşmaların, ideolojik çerçevenin çok dışına taşması ve bunun denetimi için ideolojik yapının bu yanında çok gerekli esnekliklerin sağlanması…
3) 60’lar, sonuç olarak bu gereksinim doğrultusunda biçimlenmiştir. En başlardaki “30’lara dönüş” eğilimleri dışında egemen sınıflar, kendi iç farklılaşmaları ile giderek belirginleşen emek-sermaye çelişkisini, 30’ların dayatıcı yapılan ile dizginleyemeyeceklerini kısa sürede anlamışlardır.
4) 60’lardaki sıçramanın en önemli özelliği, 30’larda devlet ideoloji aygıtları tekelinde yapılan ideoloji üretiminin, bu kez eldeki malzemenin siyasal partilerin ve diğer odakların kendi “özerk” konumlarına göre “işlenerek” gerçekleştirilmesidir.
Özetin özeti de şudur: Sonuçta 30’ların sıçraması teklik içinde çeşitliliğe; 60’larınki ise, çeşitlilik içinde aranan bir tekliğe dayandırılmak istenmiştir.
IV. Sonuç: Etkileşim ve Eklemlenme
Buraya dek söylenenler şu sonuca sanırım net biçimde işaret etmektedir: Siyasal etkinlik, genel olarak, ideolojik formasyona ilişkin nihai belirleyicidir. Türkiye’de ise, siyasetin ideoloji üzerinde belirleyiciliği çok daha doğrudandır. Giderek, Türkiye’de siyasal etkinliğin ideolojiyi oldukça kolay biçimde yoğurduğunu söylemek de mümkündür. İdeolojinin, siyaset karşısındaki direnç katsayısı düşüktür.
En uçtaki din dahil, tüm ideolojiler son tahlilde esasen siyasal işleve sahip olduklarına göre, bu söylenenler bir totoloji oluşturmuyor mu?
Tüm ideolojilerin eninde sonunda siyasallığa oturdukları elbette gerçektir. Ancak burada asıl önem taşıyan, bir mesafe sorunudur. Vurgulamak istediğim, Türkiye’de siyasallık ile ideoloji arasındaki mesafenin son derece kısa oluşudur. Bu görüş şöyle de ifade edilebilir: Türkiye’de temel sınıf dinamikleri, mevcut ideolojik formasyonların adaptasyonunu büyük zorluklarla karşılaşmadan gerçekleştirmiştir. En basit örneği, Kemalizmin, her türden politika adına rahatlıkla kullanılabilmesidir.
Yanlış anlaşılmasın; Türkiye’ye özgü olan, hep vurguladığım gibi mesafenin kısalığıdır. Yoksa, sınıf ilişkilerinin ve mücadelelerinin ifadesi olarak siyasetin ideolojik formasyonlar üzerindeki belirleyici etkisi genel anlamda da geçerlidir. Gramsci’nin de, geçmişte, bu niteliğe haklı olarak işaret ettiğini hatırlatıp geçiyorum.
Türkiye’nin siyaset-ideoloji ilişkilerinde siyasallığa dönük ağırlık, önemli düşünürlerin de dikkatini çekmiştir. Örnek olarak, H.Ziya Ülken’in çalışmalarında görülen ilginç kimi saptamalardan sözetmek istiyorum.
Kanımca ülken’in en önemli gözlemlerinden biri, ülkenin coğrafi ve politik konumunun, aydını, sentezci değil terkipçi yapmasına ilişkin olanıdır. Ülken, terkipçiliği Tanzimat’tan başlatıyor. Ülkenin “köprübaşı” konumlanışından hareketle anlatıyor. Bu ortamda ayrı yapılar ve onlara ilişkin düşünceler, aydının kafasında belirli bir sentez sürecine girmeden, yan yana ya da bitişik olarak yaşıyor. Terkipçilik budur.25
Ülken’in bir bilim adamı olarak kendi problematiği çerçevesinde dile getirdiğini “politize” ederek, belki de bir ölçüde “popülerleştirerek” deşmekte sakınca görmüyorum. Önce şu sonuca işaret etmek mümkün: Türkiye’nin “topun ağzında” oluşu, “çok ama çok önemli” bir coğrafi konumda yeralışı, komünizme karşı, en uç sınırları tutması, İslam aleminin en güçlü ülkesi görünmesi, Asya ile Avrupa’yı bağlaması, Basra Körfezi’ne ve öteden beri “sıcak” oldukları söylenen denizlere “kuzeyden” inişi engellemesi vb. vb. sosyal darwinizmle aynı paralelde, ideolojik söylem üretiminin en önemli arka planını oluşturur. “Arada” ya da “ortada” olma duygusunun özel semptomları, ideolojileştirme süreçlerinde gübre işlevi görüyor.
Evet “arada” ya da “ortada” olmanın özel bir duyarlılığı, politikası, ihtiyatlılığı ve hatta “yaratıcılığı” oluyor. Küçük burjuva, emek ile sermaye arasındadır; maddi konumu emeğe daha yakın olsa bile özlemleri sermayecidir. Küçük burjuva bürokrat halk ile devlet arasındadır. Ekonomik konumu halktan pek farklılık göstermez; ama kendini “devlet” olarak görür. Türkiye’nin, egemen sınıflarının ve siyasal temsilcilerinin konumları da bunun gibidir. Ek olarak Türkiye’de devlet ve bürokrasi öteden beri örgütlenmiş ideoloji üreticisidir. Böylece ideoloji en çok, “ortada” yeralanların, Ülken’in de değindiği “terkipçi” düşünceleri ve darwinist arka planları ile belirlenmiş oluyor.
1917 Ekim devrimi dünyada belki de en yakından Türkiye’deki egemen kesimin siyasal eğitimi için zemin oluşturmuştur. Daha Cumhuriyet ana rahminde iken “biz tamponuz” inancı doğmuştur. H.Edip Adıvar sonu belirsiz bir serüven için Kurtuluş Savaşı başlarında Dersaadet’ten ayrılırken, ortalama aydının anlam veremediği şudur: Biz tamponuz, batı bizi niçin anlamıyor?26
“Tampon” ideolojisi, batı ile ilişkilerin göreli olarak zayıflama dönemine girdiği, Türkiye’nin kendini güçsüz hissettiği dönemlerde, terkipçiliği daha da teşvik ediyor. 30’lar ve 60’lar üzerinde, bu yönleriyle de durulması mümkündür.
Türkiye’de, ideolojiye ilişkin bu terkipçi teşvikler, kanımca Poulantzasçı denebilecek bir problematiği peşinen belirliyor. Problematik şudur: Çeşitli ideolojik formasyonlar arasından, belirgin bir egemen ideolojinin ortaya çıkması… Bu modelde, egemen ideoloji, bir bakıma tek tek hiçbiri olmadan mevcut formasyonların tümünü kucaklar. Böyle “egemen” olur.
Ne var ki bu gelişimin gerçekleşebilmesi için bir sentez mutlaka gereklidir. Daha açığı: İdeoloji, siyasallığın dizginlerinden bir ölçüde bağımsız siyasal gereksinmelerin yazbozundan, eğip bükmesinden belirli bir mesafe ötede, sentezci bir gelişim süreci yaşayabilmelidir. Kuşkusuz böyle bir sürecin ilk ivmesi doğrudan siyasallık da olabilir. Ancak bundan sonra doğal yanlar, hatta belki akademik, bilimsel, felsefi vb. yönler taşıyan süreçler de devreye girmelidir. Kalıcı sentezler ya da eklemlenmeler ancak böyle gerçekleşebilir; bir egemen ideolojik yapılanma da ancak böyle oluşabilir.
İşte, Türkiye’de bu olmadı, olmuyor. Türkiye’de çeşitli ideolojik öbekleri belirli bir düzeyde asimile edebilen egemen bir ortak payda belirginleşemiyor. Kemalizm deneniyor, olmuyor. Otoriter, devletçi ve otarşik yönleri sivri geliyor. Burjuva demokrasisi zorlanıyor, olmuyor. Ekonomik artığın sınırlılığı, pazar sorununun yerleşik bir çözüme kavuşturulamaması bu zorlamaları geri püskürtüyor. “Demokrasi güçleri” yıllardır mevcut yapıyı açmaya çalışıyor. Bu da olmuyor. Sınıf çelişkilerini hafifletemeyen düzene çok ağır geliyor.
Sonuçta ortaya çıkan görünüm şu oluyor: Zaman zaman birbirine değen, teğet geçen, ama bir türlü kaynaşamayan ideoloji kümelerinin, çeşitli siyasal etkinliklerce tek tek ya da eklektik birlikler içinde kullanımı. Darwinizm ve terkip ortacılığı ise, yapıları gereği kapsamlı ideolojiler olma konumunda değiller. Bunların önemi, ideoloji üretim süreçlerinin gübreleri olmalarında yatıyor.
Bir soru daha: Bu tablo veri alındığında, ortadaki ideoloji öbekleri arasında, çeşitli siyasal perspektifler açısından başat durumda olan hangisidir? Çeşitli siyasal etkinlik biçimlerinin bugün için de vazgeçemeyecekleri söylem biçimi nedir?
Bu soruya, kavramı en geniş anlamında almak koşuluyla, tereddütsüz “popülizm” yanıtı verilebilir sanıyorum.
Devletçilik, bir ideoloji için çok dardır; en başta, bir iktisadi politika olarak sınırlanmıştır. Kitleselliğe oynayan bir burjuva siyaseti için, çekici yanı yoktur.
Dinsellik, son 10 yılda gösterdiği atılıma rağmen, en başta bireysel düzlemde ve siyasallık dışında realize edilebilen yapısıyla sınırlıdır. Bugünkü belirleniminde, Cumhuriyet döneminin kimi durumlarda önemli ölçüde radikal ve geri dönülmez önlemleri büyük pay sahibidir. Bütünselliğin ve tarihselliğin önemi burada en net biçimde göze çarpıyor: Burjuva düzeni, öteki temel dayanaklarını riske atmadan, dinsellikle belirli sınırlar ötesinde oynayabilme lüksüne sahip değildir. Bugün ortada, tarihsel olarak belirlenmiş bir bütün vardır her şeye rağmen ve bu bütünün bir öğesini, bir lastik gibi çekip uzatmak mümkün değildir.
Milliyetçilik, önemini korumaktadır. Ancak dayatılan dışa açılmalar ve giderek belirginleşen bir kozmopolitizm milliyetçi söyleme önemli darbeler indirmiştir. Türkiye’de egemen kesimlerde milliyetçiliğin darwinist anlamda, belirli bir şovenizmle sivriltilen işlevi gene geçerlidir. Bunun ötesi, daha marjinal ve rezerv güçlerin elinde işlenen, ama çağrılmadığı sürece “orada” kalan bir milliyetçilik olacaktır.
Geriye popülizm kalıyor.
İdeolojik formasyonların, Türkiye’de, belki de en amorfu, en az sistematize edilmişi; geleneksel sınıf tabanı en iğreti olanı; ama tam da bu nedenlerle en etkili potansiyeli taşıyanı, kullanılmaya en hazır olanı…
Popülizmin tüm sınıflı toplumlar için en belirgin işlevi belirli bir niceliğin içindeki sınıf çelişkilerini gizleyip o kitleyi aynı safta göstermektir. Osmanlı’nın son ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında Anadolu’da yoksul halk yerel eşraf ayrışmasını gizlemeye yaramış, bu amaçla kullanılmıştır. Serbest Fırka’nın çok kısa, DP ve AP’nin uzun süreli popülizmleri de aynı temele dayanır, aynı hedefi gözetir.
Bir başka açıdan bakıldığında popülizm, kavram ve içerik olarak ideolojinin en yetkin örneklerini barındırmaktadır. Oluşumundaki ya da kökenindeki nesnel yanılsamalar ile nihai kullanımı arasındaki farklılığın en net görülebildiği ideolojik başlık popülizmdir. Popülizm, köken olarak, demokrat burjuva aydınının sınıf ayrışmalarını ve ilişkilerini çarpık bir açıdan görmesi ya da hiç görmemesidir. Nesnel bir yanılsamadır; görünümü teori ve eylem kılavuzu yapmaktır. Daha gelişmiş kapitalizmin popülizmi ise, bu düzenin doğasında yeralıp serpilen tekelleşmenin ve elitçiliğin gizlenebilmesi için bilinçli olarak başvurulan “ters uçtaki” ideolojik söylemdir. Dolayısıyla popülist bir nitelik kazanır. Gene aynı ölçüde, çarpıklaşma anlamında “ideolojileşir”.
Burjuvaziye adapte edilmiş popülizmin temel özelliği, siyasal öznenin, kitleye, hiçbir zaman vurmadığı ve vurmayacağı bir kesimi sistemli bir biçimde hedef göstermesidir. Popülist siyaset, küçük sermayeye, gerçekte teşvik ettiği büyük sermayeyi hedef gösterir. Küçük burjuvaziye, gerçekte kendi politikalarının palazlandırdığı, ama soyutlayarak gizemli bir karakter tanıdığı “kapkaççılar”ı, ‘vurguncular”ı, “kara para”yı vb. şikayet eder. Türkiye siyasetinde bunlar, yerleşik oturmuş uygulamalardır.
Son 8-10 yıl içinde özel bir ağırlık kazandığını da eklemek gerekiyor.Türkiye’nin bu dönemde yaşadığı kültür erozyonunun yarattığı dev bir canavar vardır: Geleneksel bir ideolojik sistem olarak popülizmin, bilim, kültür, aydın ve düşünce düşmanlığı yapması için özel olarak beslenmiş bir versiyonudur bu. Çağdaş popülizm Türkiye toplumunun son 80 yılda yaşadığı ideolojik söylem biçimlerinin en tehlikelisidir.
12 Eylül rejimi ve ANAP iktidarı, kendi çerçevelerinde, 30’lar Türkiyesi’nin liberalizmi peşinen dışlaması gibi, devletçiliği dışlamıştır Birinci netlik bu. İzlenen ekonomik politikaların dayattığı kozmopolitizm, milliyetçiliğin belirli sınırlar ötesinde işlenmesi açısından elverişsiz bir ortam doğuruyor. Bu, ikincisi. Kemalizm, ilkokul törenleri mantığı dışında, egemen siyasal yapılanmaların hepsi için artık bir ölçüde gündem dışıdır. Üçüncü açıklık burada. Dördüncüsü, dinsellik daha başından, az önce belirtmeye çalıştığım sınırlara sahip. Kuşkusuz, Kemalizmi ve devletçiliği bir yana bırakırsak, ANAP da DYP de, hem milliyetçiliği hem de dinselliği boşlamayıp mutlaka azami yararı sağlamaya çalışacaklardır. Ancak bu, gelinen noktadan sonra, hiçbir zaman senteze ulaşmayacak, yapay bir eklenticiliği aşamayacaktır.
Böylece geriye popülizm kalıyor. Pratik işlevleri bir yana, popülizm doğurgandır da. Bağnazlık, milliyetçilik, dinsellik ve düzen için gerekli olabilecek başka versiyonlar, yıllardır beslenen türden bir popülizm canavarının içinden kolayca çıkarılabilecektir.
Peki Kemalizm, Atatürkçülük, Devletçilik ne olacak? Öyle sanıyorum ki bunlar “bir yerlerde”, ama artık oldukça küçülmüş bulunan odaklarda, iflas etmiş bir liberal-popülist söylemin ikamesi olarak elde hazır tutulmaya çalışılacaktır. Tabii bir de solun “iktidarı düşünen”, böyle olduklarını söyleyen ve hep büyük oynamak isteyen kesimleri var. Kemalizm, Atatürkçülük ve Devletçilik bir süre için bu kesimlerin “güç toplama” egzersizlerinde ana temaları oluşturabilir. Üstelik, sosyalist teorinin araçlarıyla yoğrulmadan, buna gerek duyulmadan, oldukça eklektik biçimlerde…
Yazının, geldiği bu noktada oldukça ciddi soru işaretleri biriktirdiğinin, Türkiye’nin özellikle son 8-10 yılında yaşanan gelişmeler ile geleceğe dönük olasılıkların üzerinde durulmadığının farkındayım.
Konu, bir üçüncü “bölüm “e gerek duyuracak yoğunluk ve önemde.
Ama bu ikinci bölümde son olarak şu noktayı hatırlatmakta yarar var: Türkiye’de ele aldığımız konunun öğelerine, yapısına, bileşimine vb. ilişkin nihai belirleyici, siyasal etkinliktir. O kadar ki, Türkiye’de, belirli ölçütler açısından “küçük” de görülse, ciddi bir sosyalist örgütlenme ve siyasetin devreye girmesi halinde, ülke çapındaki siyaset de önemli değişimler geçirebilir. Bu durumda, “ideolojik söylemler” de, yaşanan değişime göre yeni kılıklara girecek, yeni işlevler kazanacaktır.
Önemli olan budur: Türkiye’de ideolojik formasyonu, hep bağımlı bir değişken olarak görmek gerekir. Türkiye’de sol, bağımsız örgütlenmesi ve siyaseti ile sahneye çıkmadıkça, “halkçılık” olarak popülizmde, laiklik olarak Kemalizde, sanayileşme adına Devletçilikte, sosyalist bir politika adına yararlanılması şu ya da bu ölçüde “mümkün” görülen ne varsa, hepsi doğrudan doğruya başkalarının malı olacaktır.
Sol, kendi politikasızlığı içinde, bunların gelişimini gözlemekle yetinecektir, o kadar…
Dipnotlar ve Kaynak
- “Belirleyicilik” kavramı üzerinde dikkatle durulmasını öneriyorum. Çoğu kez varolan süreçleri “yokeden”, olmayanları ise yaratıveren, neredeyse kadiri mutlak bir güç atfediliyor bu sözcüğe. Kanımca yanlıştır. Belirleyen, varolan nesnel dinamiklerin alacağı özgül biçimleri ve yeni yönelimleri belirler. Sözgelimi Avrupa kapitalizmi Osmanlı’da ne bir birikim sürecini hepten yok etmiş, ne de önceden hiç olmayan yepyeni bir süreç yaratmıştır. Varolan süreçlerin yeni gelişim çizgilerini (course) belirlemiştir.
- Keyder,Çağlar;Dünya Ekonomisi İçinde Türkiye 1923-29, Yurt yay.Ank.1982, s:l7
- Geri kalanların devrimle izin alıp bir süre merkantilizm yaptıktan sonra yuvaya daha güçlü olarak dönmeleri “teorisi” için bk: Immanuel Wallerstein; “Kapitalist Dünya Sisteminin Yükselişi ve Geleceği”, Dünya Ekonomisi, Bunalım ve Siyasal Yapılar içinde Belge Yay. İst. 1983 s:l02.
- Aydemir, Ş.S.; inkılap ve Kadro, Bilgi yay. Ank. 1968, s:53
- Küçükömer, İ; Düzenin Yabancılaşması, Batılaşma, Ant yay. İst. 1969, s:85
- Mardin’in “merkez-çevre” yaklaşımı için bk. Mardin; “Center-Periphery Relations: A Key to Turkish Politics”, Political Participation in Turkeyiçinde, Boğaziçi Pub. İst. 1975 (Aynı makalenin Türkçesi için bk. Dün ve Bugün Felsefe kitap:1, 1985)
- Tunçay, Mete; Türkiye’de Tek Parti Yönetiminin Kurulması, Yurt yay.Ank. 1981 s:l88
- Gülalp, Haldun; Gelişme Stratejileri ve Gelişme İdeolojileri, Yurt yay.Ank. 1983, s;83
- Berktay, Halil; “Türkiye’nin Azgelişmişliği…”, Saçak no:48 Ocak 1988, s:43
- Goloğlu, Mahmut; Tek Partili Cumhuriyet (1931-38), Ank. 1974, s:l8
- Yetkin, Çetin; Türkiye’de Tek Parti Yönetimi, Altın kit. ist. 1983, s:74
- Karaosmanoğlu, Y.K.; Ankara, İletişim yay. İst. (6.baskı), s:l69
- Cumhuriyet’in Osmanlı’dan, ideolojinin tüm alanlarında tam boy bir kopuşa gittiğini söylemek, Osmanlı’daki tüm formasyonların gerçekten de sınıfsızlığa tekabül ettiğini söylemekle eş anlamlıdır. Sınıflı iki toplum arasında hiçbir ideolojik kopuş, tam olamaz.
- “Şerif Mardin ile Din ve Devlet Sosyolojisi Konusunda Söyleşi” Dün ve Bugün Felsefe a.g.s., s: 163-164
- Mardin, Şerif; Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, İletişim yay. (2.baskı)ist., s: 17
- Küçük, Yalçın; Aydın Üzerine Tezler II, Tekin yay. İst. 1984, s:98
- Çeşitli kaynaklarda benim rastlayabildiğim kadarı ile “sıkışınca sosyalizm yapmayı” şu ya da bu biçimde telaffuz eden önemli şahıslar şunlardır: M.Kemal, Celal Bayar, İsmet İnönü, Fuat Köprülü, Mahmut Esat Bozkurt, Tevfik Rüştü Aras, Nevzat Tandoğan, Fevzi Çakmak… Sanıyorum bugün de böyleleri vardır. Sosyalizm yapmaya karar verdiklerinde düşünsel “örtü” için kime gidecekler acaba? İşte size ilginç bir soru…
- Georgeon, François; Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri, çev: Alev Er Yurt yay. Ank. 1986, s:32
- Marx, K.; “18. Brumaire…” Selected Works vol:l içinde, Progress 1977 s:478
- Başar, A.Hamdi; Atatürk’le Üç Ay ve…, AİTA Ank. 1981 (2. baskı), s:22
- 1932-40 arası dönem alındığında birkaç örnek: Halkevleri, Türkçe ezan, Darülfünun’dan üniversiteye geçiş, Orta ve Yüksek Öğrenimde devrim tarihi dersleri, 6 okun anasaya maddesi yapılması, parti genel başkanlığının (CHF) değişmez kılınması, köy enstitüleri, vb.
- Poulantzas, Nikos; Faşizm ve Diktatörlük, çev: A.İnsel Birikim yay.îst. 1980, s:24
- Güneş, Turan; Araba Devrilmeden Önce, Kaynak yay. İst. 1983 s:8O ve 104
- Özellikle 1946-50 yılları arasında, DP saflarındaki kimi avam demokrat önderler ve bunların dile getirdiği spontane tepkiler, düzenin hem CHF kanadı, hem de DP’nin “deneyimli” kurmayları tarafından hoş karşılanmamıştı. 60’lar böyle bir dinamiğe kapıları açmıştır. Sanırım bundan en çok da TİP yararlanmıştır.
- Ülken, Hilmi Ziya; Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken yay.İst. 1979 (2. baskı), s:46 ve 195
- Adıvar, H.Edip; Türkün Ateşle İmtihanı, Atlas yay. İst. 1982(6.baskı), s: 16