Türkiye sol hareketinin 1960 öncesi, eskilerin deyişiyle oldukça “netameli” bir alandır.
Buna ben de kızıyorum; ama daha çok etik gerekçelerle. Ön plandaki kişilere ve olgulara ilişkin acımasız yargılarda bulunmak kolaydır. Üstelik, acımasız niteliklerine karşın bu yargılarda mutlaka belirli doğruluk payları da bulunacaktır. “Anlayışlı” bir yaklaşımla bu tür yargıların acımasızlık dozajını azaltmak, en başta gençler için güç oluyor. Militan sol, kendi geçmişine daha çok idealize edilmiş ilkeler, katı ölçütler ışığında yaklaşıyor. Kendi verili formasyonu çerçevesinde elementer düzeyde bulduğu pek çok ölçütü bu tarihte göremeyince, içtenlikli ama toy bir inkar duygusuna kapılabiliyor.
Zaman zaman, yukarıdakinin tersi de görülebiliyor. Sanırım Türkiye’de solun, öyle köksüz bir akım olmadığını, “biz de vardık”ı vurgulayabilme endişesiyle bu kez kof kurgulara, abartmalara gidilebiliyor. Bu tür eğilimlerde, olgu abartıcılığı doğal olarak riskli geldiğinden, kişi abartıcılığına daha sık başvuruluyor. Yapaylık yoksa bile, insanların en başta duygusal nedenlerle pek itiraz edemeyecekleri güzellemeler çıkıyor ortaya.
Türkiye sol hareketinin 60 öncesi kimi özelliklerini, bu eğilimlerden mümkün olduğunca kaçınarak ele almaya çalışacağım. Acımasız ilkesellikleri anlayışla yumuşatan, gerekli olan saygıyı gerçekçilikle desteleyen bir tutumun, en doğrusu olduğuna inanıyorum.
Gerçek Dinamik Nerede?
Türkiye solunun 1960 öncesi, hem ön modeli bulunmayan hem de kimi parçaları eksik bir yapboza benziyor.
Klasik anlamda “parti tarihi” çalışması yapmaya ya da okumaya koşullanmış olanlar için, bunun daha da geçerli olduğunu sanıyorum. En başta, Türkiye solunun 1960 öncesinin, böylesine klasik bir “parti tarihi” anlayışı içerisinde ele alınabileceğine hiç inanmıyorum. Klasik parti tarihi türü bir kronoloji ve didaktizm, sonuçta mutlaka, eksik ve bir türlü bulunamayan önemli parçaların varlığına işaret edecektir.
Klasik parti tarihlerinde, çubuk bükmelere karşın yapaylığıyla okuru yerinden sıçratmayan, kendi rasyonalitesine sahip bir süreklilik gözlenir. Türkiye’ye dönelim. Bizde, şu tarihte “sapma” olan bir çizginin ondan sonra nasıl yerleşiklik kazanabildiğini, partinin “yanlış içinde olduğu” ya da likidasyon yaşadığı uzunca tarih kesitlerinde her nasılsa hep “doğru çizgide kalan” önderlerin bu işi nasıl becerebildiklerini vb. çözmeye çalışırken, Türkiye sol hareketinin dünyaya yeni bir Rubik kübü hediye ettiği izlenimine kapılmak mümkündür.
Yukarıdaki türden soruları sonsuza dek uzatabiliriz. Klasik parti tarihi anlayışıyla sınırlı kalındığı sürece, doyurucu yanıtlara ulaşamayız.
Peki, klasik anlayışın yerine neyi koymalı?
Türkiye sosyalist hareketinin 1960 öncesini anlamak (“yazmak” ve “öğrenmek” fiillerinden farklılığını özellikle vurguluyorum) isteyenler, en başta örgütsel bazdaki tarihsel süreklilik varsayımından vazgeçmek zorundalar. Bu, atılması gereken ilk adım oluyor. Bu ilk adımın atılmasıyla, mutlaka doldurulması gereken bir boşluğun yaratıldığı da unutulmamalıdır. Örgütsel bazdaki tarihsel süreklilik varsayımı terkedildiğinde doğacak boşluk nasıl doldurulmalı?
Bu soru da, atılması gereken ikinci adıma götürüyor bizi. Öyle sanıyorum, Türkiye solu tarihinin anlamlı biçimde ele alınabilmesinde, seçilmiş kimi önderler ve örgütçülerin düşünsel, belki de “içsel” dinamiklerini özellikle yakın planda incelemek gerekiyor. Doğrusu, solun tarihindeki en anlamlı sürekliliklerin ancak bu planda yakalanabileceğine inanıyorum.
Bunun, hoşnutluk duygularıyla yapılan bir tercih olmadığını da özellikle belirtmek isterim. Ortada, bir zorunluluk var. Olmasa, solun tarihini öğrenme hevesiyle insanları Kemal Tahir ve Atilla İlhan okumaya başka hangi güç yöneltebilir ki? Zihni Turgay Anadol’un bir anısını aktarmakta yarar görüyorum. Anadol 40’larda hapisteyken, solun önde gelen isimlerinden Reşat Fuat’a (Baraner) soruyor: “Geçmişimizi tarihimizi bilmiyoruz yazılamaz mı?”. Reşat Fuat’ın yanıtı hem pratik hem de kategoriktir: “Örgütsel bağları hep reddettik, şimdi kabul mü edelim?”1
Solun saygın isimlerinden Reşat Fuat’ın Türkiye soluna ilişkin olarak, somut “örgütsel bağlar” dışında kalan ya da onlarla ilişkisi dolaylı olan dinamikleri hiç düşünmemesi bana oldukça acı ama anlamlı geliyor. Sanıyorum Reşat Fuat’tan da sonra, hareketin tarihine birinci elden yaklaşabilecek insanlar hep bir kırmızı ışık gördüler. Nedenlerini, Türkiye sol hareketinin genel entelektüel kısırlığında aramak gerekir.
Kimi özel koşullarda örgütlü sosyalist hareket kendi “nesnelliği”ni bu anlamda da tarihçi için malzeme oluş niteliğini, özellikle kendi çabalarıyla yaratma zorunluluğunu daha çok duyabiliyor. Örneğin şöyle düşünülebilir: Eğer 1917 kalkışması başarı kazanıp iktidar getirmesiydi, leninizmi marksizmin gelişimi sürecinde önemli bir adım sayıp bolşevik taktikleri belirli bir tarihsel nesnelliğe oturtma dürtüsünü kim duyardı? Bir 1917 olmasaydı, olup da ayakta kalamasaydı, Plehanov’u ve Troçki’yi eksen alıp özel tutkulara ve bunların ürünü olan mücadele dinamiklerine baş yeri tanıyan bir tarihçilik herhalde kendi başına yeterli olurdu. Üşenmeyip yazanın olması durumunda “bolşevik parti tarihi” de, bu ana süreçleri destekleyici bir art tema olarak işlev görürdü en çoğu…
Türkiye sol hareketinin 1960 öncesine ilişkin anlamlı ve derinlikli sonuçlara ulaşılabilmesinde örgüt, onun yapısı ve gelişme dinamiği oldukça geri planda kalan bir unsurdur. Birinci planda önem taşıyansa, önce ülkenin genel düşünsel ortamı, sonra da aynı ortamda sivrilebilmiş sosyalist bireylerin düşünsel formasyonları, tutkuları, özlemleri, dirençleri ve nihayet bunların hep birlikte oluşturduğu dinamiklerdir. Ortada Şefik Hüsnü’yü, Nazım’ı, Doktor Hikmet’i (Kıvılcımlı), Şevket Süreyya’yı (Aydemir) kendi nesnel varlığıyla belirleyip yönlendirebilen bir örgüt ve onun hareketi yoktur. Ortada olan, bu isimlerin kendi entelektüel konum ve dinamiklerine göre biçim alıp hareket eden, her an bu bireylerden birine ya da ötekine indirgenmesi mümkün bir “çevre”dir.
Aradan yıllar geçtikten sonra, en azından bunu kabul etmek gerekiyor.
İki İnsan, İki Çizgi
Ya budan sonrası?
Bundan sonra sıra, daha “gevşek” nitelikli tercihlere geliyor. Sözgelimi, Şefik Hüsnü’nün yaşamı ve mücadelesiyle ilgili ayrıntılı bir çalışmanın, solun 1960 öncesine önemli açıklıklar getireceği söylenebilir. Bir benzerini, Dr. Hikmet Kıvılcımlı için söylemek mümkündür.
Benim bu yazıda tercihimse, bir başka yönde olacak. Amacım, Türkiye soluna damga vurduğu söylenebilecek olan ana ayrışmanın iki ucunu, mümkünse iki insanda somutlayabilmek. En azından 1924’ten sonraki sol tarihin önemli bir bölümünü, iki insanı eksen alarak anlamaya çalışmanın verimli olacağına inanıyorum. Biri sanatçı yanıyla tanınır; ötekininse “dönek olduğu” söylenir. Biri Nazım Hikmet’tir; öteki Şevket Süreyya…
Böyle bir tercihin nedenini de hemen açıklamak isterim. Nazım için 1938’le birlikte uzun yıllar sürecek hapishane dönemi başlar. Şevket Süreyya sosyalizmi daha 20’lerde bırakmış, Kadro’nun 1935 yılı başındaki kapanışından sonra aktif ideoloji üreticiliğinden çekilmiş bir insan olarak bilinir. O halde ne Nazım ne de Şevket Süreyya, özellikle 1960’a dek uzanan son 20-25 yıla önder, örgütçü ya da militan olarak damga vurmuş kişilerdir.
Peki neden onlar?
Nazım ve Şevket Süreyya, hem birliktelikleri hem de karşıtlıklarıyla, Türkiye sol hareketinin ilk dönemlerindeki ideolojik ortamı (milieu) en iyi yansıtan, bu ortamın özgün çelişkilerini kendi içlerinde en yoğun biriktiren kişilerdir.2 Dolayısıyla ortada, ikisinin somut örgütsel bağlarını ve etkinliklerini çok aşan bir “tipiklik” ya da “temsilcilik” işlevi vardır.
Az önce kısaca değinildi. Sosyalist hareket bir yerde, özel belirlenimlerin, kendi nesnelliklerini kendi çabalarıyla yaratmaları sürecidir. Sözgelimi bolşevizm, böyle bir nesnelliği yaratabilmede başarı sağlamıştır. Devrim öncesinde Lenin yıllar yılı ülke dışındadır. Ama ülkesinde, atılması gereken adımlar konusunda ikna etmek, bilgi almak ve bilgi aktarmak için büyük sorumluluk duygularıyla zahmetlere girilen ve giren bir örgüt de vardır. Daha önemlisi, bu öznelliğin ülkenin düşünsel yaşamına sokabildiği bir hareketlilik söz konusudur. Bolşevizm, işte bu anlamda kendini nesnelleştirebilmiştir. 1917 ve iktidar, bu nesnelliği bir üst düzeye götürmüş, en uzakta kalanları dahil, tüm tarihçilerin gözlerine sokmuştur.
Nazım da Şevket Süreyya da kendi özel belirlenimleri sonucu ortaya çıkan tutku ve hedefleri ülkenin genel düşünsel ortamına sokmada çaba göstermiş, başkalarıyla kıyaslandığında bu alanda göreli olarak başarı sağlamış kişilerdir. Bu yargının ayrıntılarına geçmeden önce “doğum” olgusunun özellikleri üzerinde kısaca durmak istiyorum.
İkisi de uzun yollarına safkan birer milliyetçi olarak başladılar. “Çare arayan” tipik Osmanlı aydın geleneğinin sürdürücüleri olarak, bir önceki yüzyılınkinden çok daha hareketli ve karmaşık bir dünyaya doğdular. Burada, 1917’nin başta Türkiye olmak üzere doğulu aydınlar ve halklar üzerindeki çekici etkilerini uzun uzadıya anlatmak istemiyorum. Şu kadarını bilmek yeterli: İkisi, dönemin koşullarında kurtuluş yolu arayan pek çok aydın gibi gözlerini Rusya’ya çevirmekle kalmadılar; oraya gittiler, eğitimlerini orada gördüler.
V. Nureddin’in aktardıkları, ikisinin kişisel özellikleri ve bunların zaman zaman öne çıkan zıtlığına ilişkin oldukça anlamlı gözlemler içeriyor. Nazım, bir coşkunun, belirli bir inanç doğrultusundaki kopuşların, sonuna dek köktenci dönüşümlerin insanıdır. V. Nureddin’in yakın tanıklığı ve dostluğuyla ortaya çıkan gözlemleri, Can Yücel kendi yaklaşımında çok güzel özetliyor: “Yalnız, Nazım’la yola çıkarken gözden kaçırılmaması gereken bir nokta var: O da Nazım’ın çıkış noktası, tarihsel atlama tahtası, trampleni… Nazım, Türkiye’li olarak Kurtuluş Savaşı’ndan, dünya yurttaşı olarak da Ekim Devrimi’nden harekete geçmiştir. Bu iki büyük olay dizisi, bu iki büyük sosyal deprem, olanca köktenciliğiyle, silbaştanlığıyla Nazım’ın havsalasını yoğurmuş, biçimlendirmiştir. Bu iki dik tarih açısından bakıldığında, İnsanlığın Manzarası, kuşbakışından da öte bir sadelik, bir yalınlık, hatta bir düzlük kazanmaktaydı. Hele KUTV odağından… İnsanın tarih üzerindeki ‘iradi değiştiriciliği’, şaşmaz bir bilimsellikle donanmış haliyle, bütün öbür ölçüleri ufalamış, ortada bir ‘zafer şarkısı’ gibi dolaşır olmuştu.”3 Can Yücel’in değerlendirmesinde yer alan “çıkış noktası”, “tarihsel atlama tahtası”, “silbaştanlık”, “tarih üzerindeki iradi değiştiricilik” kavramlarının özellikle altını çiziyorum. Nazım’ın ancak bunlarla kavranabileceğini sanıyorum.
Şevket Süreyya ise, karakter yapısına ek olarak, özellikle KUTV’daki (Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi) eğitimiyle, hem katı bir reelliği, hem de verili reelliklerden her biri içinde maksimalist olmayı öğrenmişe benziyor. Bu iki yakanın bir araya getirilebilmesi, sosyalist hareketin, Türkiye’yi, Nazım’la Şevket Süreyya’yı vb. aşan evrensel sorunudur. Böylece özellikle 20’lerin başında egemen olan ortamın KUTV’unda, sosyalist kimlik, hiçbiri için “işte aslolan budur” diyemeyeceğimiz bir polarizasyona gidiyor. Bu tür bir polarizasyonun karşıtlık değil de zenginlik kaynağı olabilmesi, en başta geleneksel teorik birikimin, sonra da güçlü örgütün işidir.
Şevket Süreyya’yla devam edelim. V.Nureddin KUTV’daki grupları içinde Şevket Süreyya’nın Nazım dahil herkes üzerinde tartışılmaz bir otoritesi olduğunu söylüyor.4 Dahası gene V. Nureddin, hepsinin, Ş.Süreyya’yı Türkiye’nin kaderinde rol oynayacak potansiyel bir önder olarak gördüklerini ekliyor.5
Peki biri ötekine ilişkin ne düşünüyor?
Şevket Süreyya’nın Nazım’a ilişkin düşüncelerinden en ilginç olanı şöyle: “(Nazım’ın) sosyalizmin kuruluş meseleleriyle ilgisi yok… Onun için ‘ihtilal denen şey denizler gibi dalgalanmalı, rüzgarlar gibi coşmalıydı.’ “6 Nihayet Şevket Süreyya, sanırım pek çok kişi açısından su götürür nitelikteki yargısını veriyor: Nazım’ın, 1950’ye dek hiç komünist olamadığını söylüyor.7
Sıra, Nazım’ın düşüncelerine geliyor. Bunlar arasında gene en sivri olanını, “donanma tevkifatı” olayında Nazım’la yargılanıp hapis yatan A.Kadir aktarıyor. Nazım, Şevket Süreyya için şöyle diyor: “Bukalemun gibidir… her kalıba girer. Her yerde kullanılmaya uygun bir kişiliği vardır. İnanmış göründüğü zaman hiç inanmadığı zamandır asıl. Tam bir bezirgandır o.”8
Şimdi, Aydemir’in söyledikleri doğrudan kendi kaleminden çıkıyor. Ayrıca, örneğin KUTV dönemi Nazım’ına ilişkin olarak söylediklerinin aksini düşünmenin gereği de yok. Nazım’ın bu dönemi gerçekten de böyledir; ya da böylesi, gerçek Nazım’dır. Nazım’ın yaşamı boyunca sermayeyi hiç mi hiç tüketmemesinde bu gençlik dönemi uçarılığının payı olmadığını kim söyleyebilir? Bütün bunlara karşılık Nazım’ın “1950’de komünist olabildiği” tezi bana “ilginç”, fakat temelsiz ve doğrusu ancak Şevket Süreyya’nın öznel konumu ile açıklanabilecek bir “hınç dökümü” gibi geliyor.
Nazım’ın söylediklerine gelince. A.Kadir’in aktardıklarından, en azından üslup olarak belirli iskontolar yapılabilir. Tam tamına böyle mi demiştir? Bilinmez. Ama kanımca tek başına şu cümle hedefini tam onikiden vuran bir içerik taşır: “İnanmış göründüğü zaman hiç inanmadığı zamandır asıl”. Böyle bir tanımın, Türkiye sol hareketinin tarihinde Şevket Süreyya’dan daha çok yakışacağı bir başkası olduğunu sanmıyorum.
Aktarılan ve söylenenlerden hareketle genel bir çizime gitmek mümkün. Önce iki kategori ayırmak gerekiyor. Bir yanda inananlar ve inançlarını besleyebilenler; öte yanda inanç uğraklarını düş güçleriyle besleyip sürekli kılamayanlar… En genel hatlarıyla Nazım ilk kategoriye giriyor; Şevket Süreyya da ikincisine.
Kuşkusuz, “inanç” kavramının bizzat kendisi belirli açıklıkları gerektiriyor. Nazım’ı inançları konusunda bu denli soluklu ve dirençli kılan neydi? Dünyanın ve insanlığın geleceğine ilişkin ütopyasına sımsıkı sarılması, bu alanda iyimserlik, inancını kendi ülkesindeki realiteyi aşan bir evrensellikte besleyebilmesi, kanımca verilebilecek en iyi yanıtın öğelerini oluşturur. Ancak Nazım burada da kalmaz. Asıl değeri, bunun da ötesine geçebilmesinden kaynaklanır. Buna, az sonra döneceğim.
Ya Şevket Süreyya çizimi neleri getiriyor?
Örneğin “Suyu Arayan Adam”‘da Şevket Süreyya’nın, yaşamının hangi döneminde kuşku ve rezervasyon olmaksızın neye inandığını anlamak mümkün değildir. Muhtemelen yaşamı boyunca pek çok şey düşünmüş, ara uğraklarda pek çok şeye inanır gibi olmuştur. En doğrusu, aynı anda pek çok şeye birden inanabildiğini söylemek olur. En oturmuş yazılarında bile, farklı düşünce ve eğilimlerin biraradalığı sezilebilir. Ona da yeniden döneceğim.
Gelinen noktada, Türkiye sol hareketinin en azından ilk yedi sekiz yılı için geçerli tipolojiler yaratmak mümkün oluyor. Türkiye’ye Komünist Partisi’nde, 1922-23 yıllarından başlayarak egemen olan, Nazım’ın değil Şevket Süreyya’nın tipolojisidir. Bir başka deyişle TKP’de Şevket Süreyya tipik, Nazım’sa ayrıktır. Ortada bireylere ve onların özel belirlenimlerine yön verecek, onları yoğurup yeniden biçimlendirecek “kişilere aşkın” bir kolektivite de yoktur. Bu durumda, olabildiği kadarıyla kolektivitenin kendisine yön veren, belirli kişiliklerdir. Ve bunlardan ağır basanı da, kendisi içte de dışta da olsa, Şevket Süreyya’nınkidir.
Şevket Süreyya, sanırım süreğenleşen inanç metaforları nedeniyle çıkış olarak hep reeli arayan, onu gözleyendir. Gereğinde reelin aykırılıklarını kendisi için törpüleyecek kararlılığa ve iyimserliğe de sahip değildir. TKP hareketine başından itibaren damga vuran Şefik Hüsnü’yse, kanımca ikili bir yapı gösteriyor. İnancının sağlamlığı nedeniyle Nazım tipolojisini çağrıştırabilirken, belki de marksist ortodoksluğun verimsiz bir yorumundan kaynaklanan aşırı nesnelciliğiyle, ibresini daha çok Şevket Süreyya tipolojisinden yana kaydırıyor. Partinin “harika” çocuklarından çoğu, Şefik Hüsnü’nün dar alanda reel politika eskizleriyle muğlaklaşan bir zeminde, başka yerlere kayıyorlar.9
Gene de Şefik Hüsnü’ye haksızlık etmemek için bir noktanın altı çizilmelidir. Verimsiz de olsa, reele ilişkin “uzaktan” politika üretip yorum yapmaya çalışan bir etkinlikle aynı işi ve bu kez reelin içme girerek yapmayı deneyen mantık arasında, en azından o dönemde, küçümsenmeyecek bir fark bulunuyor. Şefik Hüsnü ilkini yapmaya çalışmış, bunda içten olduğu için de, “getirdiği” ya da “kolundan tuttuğu” insanlar hep kaybolmasına karşın, kendisi ayakta kalabilmiştir.
Aydemir ise, ikinci çizgiyi izledi. Yolunu reelin içinde yitirdikten sonra, aktif politik yaşamını Kayaş’taki bir bağ evi inzivasında noktalamayı denedi.
TKP ‘nin Dönemeçleri
Bu bölümde, ele alınan sorunun önemli bir boyutuna ilişkin “geçiştirilme” duygusunu silme amacıyla, küçük bir not düşülebilir.
Açık söylemek gerekirse Türkiye sol hareketinin ilk yıllarına ilişkin olarak, “şöyle yapsalardı” deme hakkının bugünün sosyalistleri için sınırsız olmadığını düşünüyorum. Türkiye sosyalist hareketinin ilk yıllarını eleştirmek isteyenlerin, birkaç kez düşünmeleri ve oklarını nerede sivriltebileceklerini iyi saptamaları gerekiyor.
Buraya dek hiç değinilmeyen Komintern politikalarını da eldeki malzemeye eklemek gerekir. Komintern politikaları, Türkiye sol hareketi açısından, özellikle 1922-30 yılları arasında doğrudan doğruya önemli rol oynamıştır. Bu konudaki düşüncemi de en açık biçimde dile getirmek istiyorum: Başka ülkelerin deneyleri bir yana, Komintern’in tutarlı ve sürekli politikalar üretip, bunları Türkiye’deki harekete aktarmasının, Türkiye sosyalist hareketine herhangi bir yarar sağladığına inanmıyorum. Tersine, Komintern politikalarının Türkiye üzerindeki etkisi, insanları kişiliksizleştirip “sarsak bırakma” yönünde olmuştur. Türkiye’deki komünistlerin, Komintern direktifleriyle izledikleri politikaları, Komintern’in yokluğu durumunda hiç düşünemeyeceklerini düşünmek için bir neden bulamıyorum.
Muhtemel bir yanlış anlama karşısında özellikle belirtmek isterim. Pek çoğunun sandığının tersine, özellikle savaşa dek uzanan dönemde Komintern’e oldukça zengin ve verimli bir tartışma havasının egemen olduğunu, bu alanda tam bir serbesti bulunduğunu bilmek gerekir. Sorun, buradan kaynaklanmıyor. Sorun, bu tartışmaların üzerine gelen merkezi politik yönlendirmeyle ortaya çıkıyor. Bu politikaların kaçınılmaz genelliği, ulusal birimlere hantallık biçiminde iniyor ve indiği yeri kurutabiliyor.10
Bu nottan sonra, yeniden ana konuya dönmek gerekiyor. Bir genellemeye gitmek istiyorum: Sağlıklı bir sosyalist harekette, yoluna devam eden ana gövde açısından bakıldığında, Nazım tipolojisinin dış hatlarda öncü, Şevket Süreyya tipolojisinin de önce legal marksist türü geçici arkadaş, sonra da dışta bırakılan bir safra olması gerekiyor. Türkiye’deyse, işte bu olmuyor. Çünkü, önde giden Nazım ile dışa düşen Şevket Süreyya ve benzerlerini bırakırsak, ortada bir ana gövde bulmak ve bunun hareketini izlemek pek mümkün olmuyor. Şefik Hüsnü kendi marksist ortodoksluğuyla, işçi kökenli çok dar bir çevreyse olup biteni anlamaya çalışan meraklı bakışlarla, aralara bir yere sıkışıp kalıyorlar. Ne kendileri ne de ikide bir likide olup yeniden oluşan “örgüt”, özgün ve güçlü bir kimlik kazanabiliyor. Şefik Hüsnü’nün kendisi kayıp gitmediğine göre, önünde tek almaşık kalıyor: Ayakta kalırken, dar bir çevrede, formasyonları tartışmalı kişilerle bir tür mahfilcilik yapmak. Bu, Şefik Hüsnü’yle birlikte Türkiye sol hareketinin en büyük talihsizliklerindendir. Yıllar sonra, yeni bir açılım döneminin eşiğinde sosyalist hareketin “en eski”lerinden Hüsamettin Özdoğu’nun isim vermeksizin Şefik Hüsnü’yü dar grupçulukla suçlamasının temelinde yatan ve çoğu kez hakkı verilemeyen gerçek de budur.11
İkinci olarak, TKP’nin yaşamındaki ilginç dönemeçleri anlamada önemli bulduğum bir değerlendirmeyi aktarmak istiyorum: “Hiç şüphesiz 1927’lerde TKP kemli içindeki burjuva kuyrukçularından kopuşmakla ileriye bir adım atmış oluyordu. Fakat bu kopuşma, mücadelenin seviyesine, Türkiye’nin ilkelliğine denk düşen bir tarzda gerçekleşiyordu. Ortada gerçekten beyinleri aydınlatan bir mücadele tiryakiliği onun inkar edilmez ürünleri olmadan, tam da şark usulleriyle gerçekleşen bu kopuşmalar, ileriye bir adım olsa da ,gelecek için yeni tehlike ışıklan yakıyordu.12
Bu değerlendirmeye katılıyorum. Buradan hareketle, birkaç adım daha atılabilir sanıyorum. Türkiye solunda bu dönemdeki her kopma kanserli hücrelerini atıp sağlığına kavuşan bir organın hareketinden çok, o organın içinde ne varsa büyük çoğunu alıp götüren bir boşalmayı andırır. Her ayrışmada, her kopuşta, “sapma”lara kaynaklık eden görüşlerin enine boyuna eleştirisi yerine, bu görüşlerin uç noktada temsilcilerinin tasfiyesine gidiliyor. Daha da ilginci, “uç noktadaki” bu temsilciler, “uç” kavramını tartıştıracak biçimde, mevcut çizginin büyük bölümünü oluşturuyorlar. Her arınmanın bir tür fiziksel likidasyonla sonuçlanması durumu da ortaya bu nedenle çıkıyor.
Türkiye sol hareketinin bu döneminde bir organizma olarak “parti”, duruma göre önde gidenin ya da dışta kalanın oradan oraya sürükleyebildiği, ideolojik sınırları son derece gevşek, bu anlamda amibyen bir nitelik taşımıştır.
İdeolojik İçerik Sorunu
Bu kimliğiyle TKP’nin, örneğin aydın kesimdeki dinamikleri.harekete geçirip kendi nesnelliğini bu alanda yaratabilmesi elbette mümkün değildi. Şunu düşünmek ilginç olacaktır: Eğer bir Nazım olmasaydı; eğer “burjuva kuyrukçuluğu” nedeniyle partinin dışına düşüp daha sonra Kadro’yu çıkaranlar olmasaydı, TKP’nin ideolojik formasyonu ve düşünsel derinlikleri hakkında konuşmak nasıl mümkün olabilirdi?
Anlatılmaya çalışılan eksiklik ve yetersizliklerin temelinde yatan önemli bir etmen de, Türkiye solunun, dünyanın ve ülkenin temel sınıfsal dinamiklerini ve bunların yönünü yakalayabilmede çoğu kez yetersiz kalmasıdır.
Sorun bu açıdan ele alındığında Türkiye solunun 1920-60 arası 40 yıl içinde, iki genel dinamikten çok büyük ölçüde etkilendiği görülüyor. Bunlardan ilki, 1920-24 arası uluslararası konjonktürde kemalist iktidarın izleyeceği yola ilişkin beklentilerdi. İkincisindeyse, II.Dünya Savaşı sonunda, Türkiye’nin, gene uluslararası yönelimler doğrultusunda batılı anlamda “demokratik” bir yola girmesi umudu egemen oldu.
Bu ikisi aynı zamanda Türkiye solunun 1920-60 arası göreli olarak en canlı, taze kan almada en avantajlı dönemlerini oluşturur. Her iki beklenti de gerçek olamamış, her iki umut yükselişi sonunda da Türkiye solu oldukça ağır darbelere maruz kalmıştır. İlkinde Takrir-i Sükun, ikincisindeyse 1946 ve özellikle de 1951 tevkifatları, Türkiye burjuvazisi açısından “işi bitirmiş”tir.
Ayrıntılara inmeyip en genel hatlarıyla söylenecek olursa sol hareket ilk dönemde kemalist iktidarın sınıf temelini ve uluslararası politik tercihlerini, ikinci dönemde de egemen sınıfların soğuk savaşa angaje olma istekliliklerini tam olarak değerlendirememiş, kestirememiştir.13
TKP’nin, doğuşundan (1920) partideki aydın erozyonunun son noktasını simgeleyen 1927 tevkifatına dek gelişiminde izlediği dönüşleri sıralamak, başlıbaşına ayrı bir çalışmanın konusu olabilir. Gene de, en azından bu dönem boyunca TKP’nin yorumlarına birisi “doğucu” ötekiyse “batıcı” iki eğilimin sırayla egemen olduklarını söylemek mümkündür.
Kurtuluş Savaşı yılları içinde tartışılmaz egemenliğini sürdüren, doğucu söylemdir. Başka deyişle vurgulanan, batının acımasız saldırılarına hedef olmuş mazlum ve yoksul bir ülke, giderek tümüyle “proleter” bir ulus olarak Türkiye’nin kurtuluşu, batının dışında, onun karşısındadır. Doğucu yorum, en başta “sınıf kavgası” gibi batılı ve ürkütücü motifleri tanım gereği dışladığından, ilk dönemde oldukça yaygın bir etki yaratabilmiştir. Gene aynı dönemde, batılı bir kurum olarak demokrasi, en başta Türk marksistlerince topa tutulur. Yayınına 1919 yılında başlayan Kurtuluş’ta demokrasi, “proletaryayı daha bir müddet iğfal için uydurulmuş bir yalan, koca bir yalan, kuyruklu ve hain bir yalan” olarak tanımlanıyor.14 Anlaşılan o dönemde marksistler henüz “demokrasi istemeyi” pek düşünmüyorlar.
Kurtuluş Savaşı’nın sonuçlanmasıyla birlikte marksist çevrelerde ilginç bir dönüşüm yaşanıyor. Örneğin 1921-22 yıllarında Türkiye’nin sıkışık durumu ve uluslararası konjonktür nedeniyle, ülke için “sol” bir gelecek gören Şefik Hüsnü 1924 baharında bu görüşlerin doğrulanmadığını açıklıyor.15 1923-24 yıllarının egemen teması, geçmişte batının izlediği türden ulusal (ama devlet öncülüğünde) sermaye birikimi yoluyla kapitalizmin ve sınıfların gelişmesi, böylelikle de sınıf kavgaları için uygun zeminin oluşmasıdır.
TKP’yle Aydınlık’ın özel sermaye birikimini desteklemede biraz fazlaca uca gitmeleri, 1924 yılında TKP’de ön planda olan Şevket Süreyya, gene Komintern’in tepkilerine neden olan bir kitabı, Aydınlık yayınlarından çıkmak üzere Sadrettin Celal’le birlikte kaleme aldıklarını söylüyor. Bu kitapta ülkenin Cumhuriyet Halk Fırkası eliyle zengin, ileri ve sermayedar konuma getirilmesi savunuluyor: “… bizde ne sosyal demokrasi ne de diğer kitle hareketleri için lazım olan içtimai zemin henüz teşekkül etmemiştir. Memleketimizin zengin, sermayedar, ileri bir hale gelmesi, şimdi günün tarihi bir vazifesidir. Bu vazife ise, disiplinli ve teşkilatlı bir Cumhuriyet Partisi’ne düşer. Cumhuriyetin devam ve muhafazası için yapılacak her hareket, hatta ne kadar şiddetli bile olsa doğrudur. Terakkiperverane (ilerici) bir harekettir.”16 Anlaşılan kemalist iktidar “ne yaparsak ilerici sayıyorlar” rahatlığında, Takrir-i Sükunla komünist harekete de vurmakta bir beis görmüyor. 1924 yılı söz konusu olduğunda, Komintern toplantısından önce, Şefik Hüsnü’nün Aydemir’in konumunu eleştirebildiğine ilişkin elde herhangi bir bilgi bulunmuyor.17
Burada durup önemli noktaların bir kez daha altını çizmek gerekiyor. Genel hatlarıyla bakıldığında Türkiye sol hareketi 1920’den başlayıp 1924’e dek uzanan bir ideolojik kabuk değiştirme süreci yaşıyor. Bu değişim, solculuğun doğucu yorumundan batıcı ve daha “ortodoks”, ancak uçlara gidildikçe legal marksist yorumuna doğrudur. Her ikisinde de, sınıf kavgasından kaçınma dürtüsü, bilinçli ya da bilinçsiz olarak içerilmiştir. Doğucu yorumda sınıf kavgaları, “sınıflar olmadığı” ve olamayacağı için dışlanır. Batıcı yorumdaysa, sınıflar ancak kapitalizmin gelişimiyle ortaya çıkabileceğinden, bu kavga ileriye ertelenir.
Türkiye solunun geçmişini ve kimi özverili insanlarını günah keçisi yapmak elbette yanlıştır. Türkiye’de sosyalist hareketin, örneğin güçlü bir sınıf hareketine dayanarak bağımsız almaşığını Türkiye’nin siyasal gündemine dayatma şansına pekala sahip olup da bunu beceremediğini iddia etmiyorum. Aklı başında hiç kimse böyle bir iddiada bulunamaz.
Ancak Türkiye solu, doğrudan etkileme gücü sınırlı kimi nesnellikleri aşarak, göreli olarak çok daha etkin olabileceği bir alanda, özellikle ülkenin düşünsel yaşamında ve bu yaşamın nabzının attığı noktalarda topyekun bir güç seferberliğine girişip kendi dinamiklerini yaratabilirdi. Bir bütün olarak burjuvaziye karşı mücadelesinde “asgari direnç çizgisi”ni izlemesi yanlış olan hareketin, özellikle doğum ve açılım aşamalarında, ülkenin üstyapı oluşumlarında bu tür “dirençsiz” boşluklar bulabilmesi mümkündü. Kuşkusuz bunu tam bir nesnellikle kanıtlamak güçtür. Ama üzerinde durmaya değer.
Yeniden Nazım
Burada da Nazım’la Şevket Süreyya’ya yeniden dönmek zorundayım.
Şevket Süreyya, kendine özgü realizmine karşın ve onunla birlikte, formasyonunu abartıp karşı tarafın sınıf sezgilerini küçümseyince, bu tarafta “büyük” oynamaya karar veriyor. Ya da böyle yaptığına inanıyor. Şevket Süreyya’nın 1924’den başlayarak 1935’e uzanan dönemdeki tüm siyasal felsefesi, reelin içinde kalıp reelin maksimizasyonuyla gelişme modelinde özetlenebilir. 1924’de henüz sosyalist saflarda sayılırken milli sermayeyi ve kapitalizmi geliştirme “realitesine” bir maksimizasyoncu olarak katılır ve bu nedenle siyasal güvenlik sınırlarını aşıp Komintern’in şimşeklerine hedef olur. Aynı Şevket Süreyya bir süre sonra bu kez yeni bir “realite”nin, devletçi ekonomik-siyasal politikanın içine girip bu kez onun maksimizasyonu için çaba gösterecektir.
Ve politik yaşamı da burada bitecektir. Kadro’nun Türkiye’nin siyasal düşünce gelişiminde önemli bir yeri olduğunu inkar etmiyorum. Ancak bu, Şevket Süreyya’nın murat ettiğinden farklı bir sonuç olmuştur. Şevket Süreyya, Kadro’yla, ülkeye yön veren süreçlerin tam tamına göbeğinde, etkin bir faktör olduğuna inanmıştı. İşte bu açıdan bakıldığında, kendisinde gene Kadro’cu yol arkadaşlarından Yakup Kadri’nin sezgisini bulmak mümkün değildir. Yakup Kadri, belki sanatçı sezgisinin de yardımıyla Kadro olayının kendi tarihselliğindeki politik anlamını çok iyi kavrar: “Lakin ben politikanın satranç tahtası üstünde sadece bir ‘piyade’ idim. Ne mat edilmeye değerdim, ne de başlıca bir rolüm olabilirdi. Onun içindir ki; hünerli satranç ustası, beni bir ileri sürdü, bir geri çekti ve sonunda karşımdaki ‘fil’e esir vermekte hiçbir zarar görmedi.”18 Bu durumda Şevket Süreyya’nın Komintern kuklalığına isyan edip kadro piyadeliğine geçmekle pek bir şey kazanamadığını söylemek mümkün. Hatta, kayıplarından bile söz edilebilir: Çünkü, Komintern’de en azından “mat edilmeye” değer bulunuyordu. Buradaysa yalnızca bir başka alet olan ‘fil’e kurban veriliyor.19
1927’de doruğa çıkan aydın likidasyonundan sonra, Nazım nasıl bir çizgi izledi?
Akla hemen “putları kıralım” kampanyası gelecektir. Burada, çok net biçimde dile getirmek istiyorum: “Putları kıralım” kampanyası Türkiye sol hareketinin (artık Nazım açısından “TKP” demek mümkün değil) 1920-60 arasında giriştiği en etkili ve en çarpıcı politik eylem olarak değerlendirilmelidir. “Politik”” sözcüğünü özellikle vurguluyorum. “Putları kıralım”la birlikte Nazım’ın 1938’e dek uzanan etkinliğini, estetik anlayış ve tartışmaların ötesinde, ancak politika boyutuyla birlikte tam olarak kavrayabiliriz. “Putları kıralım” ve Nazım damgalı öteki etkinlikleri, kemalizme teslim olmuş Türk aydınına yönelen belki gecikmiş ama soylu ve etkili bir dürtü, gene kemalist yerleşme dönemine konulmuş bir bomba olarak değerlendirmek gerekir. Bugün kavramak güç olabilir: Türkiye aydınının batı karşısında kendine en çok güvendiği, kemalizm kültünün doruk noktalarda dolaştığı bir dönemde, kemalizmin tapıcıları başta olmak üzere tüm düşünsel yaşama cepheden saldırıya geçip ses getirebilmek, her babayiğidin harcı olamazdı. Nazım, kimileri tarafından küçümsenen, kimilerininse “apolitik” bulduğu düşgücü ve coşkusunu Türkiye topraklarına pekala indirebileceğini bu dönemde kanıtladı. Daha sonra içişleri bakanıyken Şükrü Kaya’nın söylediğinden daha geçerli bir kanıt olabilir mi(?): “Asi şair damgasını vurup Nazım’ı serbest bırakamazdık. Kalabalıklar üzerinde müessir oluyordu.”20
Sürekli kılınabileceğini, bir ozanın tüm etkin yaşamına eşit biçimde yayılabileceğini sanmıyorum. Ancak Nazım en azından bu noktada ya da uğrakta, bir sanatçı olarak beslediği yaratıcılığın ve dinamizmin ötesine geçiyor, politika alanındaki suları da dalgalandırmaya başlıyor. Bunun bir sonuç, asıl amaç o olmasa da ortaya çıkan bir yan etki olduğunu ileri sürenler bulunabilir. Doğrusu öyle olduğuna hiç inanmıyorum. Nazım’ın etkinlikleri, likide olmuş bir örgütsel yapıdan sonra, harekete yeni bir soluk ve ivme kazandırma amacına yöneliktir. Belki bu kez “başkaları” adına ve onların onayıyla değil, siyasal bir önder olarak kendi adınadır; bu mümkün.21
Nazım’ın bu hiperaktivite döneminin, aynı zamanda partisiyle en büyük sorunları yaşadığı dönem oluşu ilginçtir. “Putları kırıyoruz” kampanyası, ortalığı en çok 1930 yılında sarsıyor. Yaklaşık 1930-32 yılları arasındaysa Nazım’ın “troçkist” damgasıyla partiden (Komintern kanalıyla) uzaklaştırıldığı üzerinde de tüm kaynaklar birleşiyor. Bütün bunlar, Nazım’ın etkinliğine daha dolgun bir politik içerik kazandırıyor.
Yazının başından bu yana işlediğimiz hesaplaşma, burada noktalanabilir. Kimileri, gerçekçilik adına, küçük reel tuğlaları küçümseyebilen Nazım’ı küçümsediler. Böyleleri, kendi doğrultularında, küçük reel tuğlalarla büyük ve özgün binaların inşa edilebileceğini sandılar. Belki de Nazım’ın ayakları gerçekten de çoğu durumda somut politikanın inceliklerine basmıyordu. Belki gerçekten de, ülkesinden ve insanından olmasa bile Sovyetler’deki kuruluş döneminin kimi sorunlarından, onların dış politikaya ince yansımalarından uzaktı. Ama bütün bunların Nazım’ı süreğen bir apolitikliğe yerleştiremediği görülüyor. Anlaşılan Nazım gibileri, somut politikanın toprağına bir indiklerinde “pir” iniyorlar.
Özetle, karşısındaki “realist” kesimle karşıtlığında, tarihin Nazım’ı haklı çıkardığını söylemek, bu bölümün sonu oluyor. .
Son Değerlendirmeler
Türkiye sol hareketinin ilk dönemlerini, seçilmiş iki insan, Nazım ve Şevket Süreyya eksenlerinde ele almaya çalıştım. Söylenenlerden hareketle, kimi genel sonuçlara ulaşmanın fazla güç olmayacağı kanısındayım. Nazım olayından kalkılarak, sosyalist hareket açısından her yerde, her dönem geçerli ilkesellikler bulunabilir. Son olarak bunlara kısaca değinmek istiyorum.
Önce, bir “parti” anlayışı var: Bu anlayışta, illegal çalışma ve bu çalışma sonucunda o dönemki adıyla “insan partileme”, sosyalist mücadele adına yapılacak işlerin başını ve sonunu oluşturuyor. TKP, nesnel kısıtlılıklar bir yana, leninist örgütlenmeden bunu anlamışa benziyor. Böyle bir anlayışa göre, marksist teorinin genel ilkeleri ve kategorileri çerçevesinde ülkenin sınıfsal konumuna ilişkin panoramik bir tablo çizince, eski deyimle “sınıfların mevzilenişini” anlatıp bir de “yakın hedefler”i ortaya koyunca, parti kurulmuş, öncülük görevi de yerine getirilmiş oluyordu. Bundan sonrası, parti birimlerinin çalışmalarıyla insan kazanılmasına kalıyordu.
Bu anlayışın oldukça ilkel ve güdük bir leninizm yorumuna dayandığını, bu yönüyle de saf yanlışlardan daha tehlikeli olduğunu söylemek gerek. Bu anlayış çerçevesinde, leninizmin vazgeçilmez bir öğesini, öncülük misyonunu, iddia ve böbürlenmeler ötesinde yerine getirebilmek mümkün değildir. Öncülük misyonunun gerçek anlamda yerine getirilmesinde, genel kategorilerin ötesine geçmek, toplumsal yaşamın değişik alanlarında zayıf giriş noktaları yakalamak ve bu alanlardaki suları dalgalandırmak gerekir. Parti hareketinin doğal ve sürekli görevlerini, yeri, zamanı ve güç kullanım biçimleri değişebilen bu tür dış hat manevralarıyla takviye edememek, en iyi durumda partinin cansızlaşmasını, en kötü durumda da korkunç kariyer çekişmelerine dayanan otolikidasyonları getirecektir.
TKP’nin bu tür tehlikeleri hiç mi hiç göremediğini söylemek sanırım çok güçtür. Ne var ki TKP asli görevinin zorunlu bir uzantısı, yaşamının en önemli beslenme kanallarını oluşturan bu tür harekatlara dolaylı bakmış, dönemin modası gereği aynı işlevlere hep anlamsız bir “cephe” mantığı içinde yaklaşmıştır.
Evet, ideolojik ve örgütsel güce sahip partilerde, dış hat manevralarını “cephe” anlayışı çerçevesinde değerlendirmek daha kolay ve daha gerçekçi olabilir. TKP’nin durumundaysa, iş çok farklıydı. TKP’nin durumunda, esasen zayıf olan bünye ya üstyapının seçilmiş alanlarına yönelik çıkışlarıyla güç ve taze kan toplayacak, ya da tüm gücünü ve kanını başkalarına kaptıracaktı. Gene TKP’nin durumunda, “cephe” anlayışıyla girişilen çabaların doğrudan parti hareketinin kendisini yutması, yutmasa bile büsbütün silikleştirmesi mümkündü. Sonuçta olan da budur.
Tüm söylenenlerden sonra, 1961-71 TİP’i önderlerinin, kendilerini bir “gelenek”ten ayırmada bunca çaba harcamalarının nedeni, en azından anlaşılır bir nitelik kazanıyor. Bunu gereğince başarabildiklerini söylemek hiç mümkün değil. Ancak, TİP yönetiminin karşısında yer alarak geleneğin gerçek temsilcileri olduklarını söyleyenlerin, dahası gerçekten de böyle olanların, en azından bu dönem için Türkiye sol hareketine TİP’i aşan yararlar sağlayabilecekleri tezi de hiç inandırıcı olamıyor.
İsteyen, TKP’nin geçmişinden, günümüz için de geçerli sonuçlar çıkarabilir. Uzatmadan, bu tür derslerden en somut ve en güncel olanına kısaca değinmek istiyorum: Sosyalist örgütçülük, adı her nasılsa “örgütçü”ye çıkmış insanlara bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir. Türkiye solunun geçmişte ve bugün en çirkin tipleri, düşünsel derinliği olmadan, güncel ideolojik kavgalarda öne çıkmadan, savaşın çeşitli cephelerinde sınanmadan kendini “örgüt”e, örgütü de kendine saklayanlar arasından çıkmıştır.
Marksist formasyonuna ve belki de tüm iyi niyetine karşın hep bu sınırca zorlanan Şefik Hüsnü’nün bile adı, “burjuva entrikacısı”na çıkabilmiştir. İnsanlar, isterse “örgütçülük” adına olsun, hep dar kanallara zorlanırlarsa, daha kötüsü bu darlığı kendi gıdaları haline getirirlerse, sonuçta mutlaka çirkinleşeceklerdir.
Solun tarihinden yalnızca bu öğrenilse bile, yararlıdır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Anadol, Z.Turgay; “Truva Atında İlk Akşam”, Milliyet, İst. 1988, s.19
- Unutmadan eklemek gerekir: ikisi de çok ürün verdiler. Üstelik, üzerlerine pek çok şey yazıldı. O nedenle daha kapsamlı çözümlemeler yapılabiliyor. Daha “tipik” başkaları da olabilir. Ama yazmadılarsa, üzerlerine yazılmadıysa ne söylenebilir ki?
- Aydemir, Aydın; “Nazım”, Broy, İst. 1986, s.9 (C.Yücel’in sunuşu)
- Nureddin, Vala; “Bu Dünyadan Nazım Geçti”, Cem yay., ss.278-79
- a.g.e., s.233
- Aydemir, Ş.Süreyya; “Suyu Arayan Adam”, Remzi K.evi, İst. 1974, (5. baskı), s.245
- a.g.e., s.259
- A.Kadir; “1938 Harbokulu Olayı ve Nazım Hikmet”, İst. 1977, (3. baskı), s.142
- Yukarıda değinmeye çalıştığım ayrıma, bir başka açıdan Mete Tunçay da yer veriyor: “Dr. Şefik Hüsnü’nün yazılarında gözlemlenen, marksist terimlerle orjinal düşünme çabası ve Türk toplumunun sorunlarına taktik bir canlılıkla yaklaşma eğilimlerine karşılık; Moskova’dan döneli daha bir yıl olmayan Nazım Hikmet, Aydınlık sayfalarında memleket meselelerini daha düz ve yalın çizgiler içinde yorumlamaya çalışmıştır.” (bk. Türkiye’de Sol Akımlar, 1908-25, Bilgi yay., Ank. 1978, 3. baskı, s.355) Tunçay’ın değerlendirmesinin, burada yapılana ilk bakışta göründüğü kadar aykırı düşmediğini sanıyorum. Tüm çabasına karşın Ş.Hüsnü’nün “marksist terimlerle orjinal düşünme çabası” reelin sonsuz labirentleri içinde, reelin kendisine marksist açıklama getirme denemelerini aşamamıştır. Bu nedenle örgütçü kişiliğine karşın sınıfsal çözümlemelerde Ş.Hüsnü, hep akademik kalmıştır. Tunçay, Nazım’ın “düz ve yalın” çizgileri konusunda da haklıdır. Her dönem olmasa bile özellikle belirli siyasal momentlerde “düzlük ve yalınlık” akademik nitelikli marksist yorum inceliklerinden çok daha denk düşüp bu momentin nabzını yakalayabiliyor. Esasen bu yazının tüm çabası da bunu anlatmaya yönelik.
- Örneğin kendinizi Şefik Hüsnünün yerine koyun. 1924’de Komintern’de, kemalist iktidar doğrultusunda legal marksizme yönelindiği için eleştiri alıyorsunuz. Bir yıl sonra Şeyh Sait isyanının simgelediğine inanılan “çelişkiler” ve Musul sorunu nedeniyle Ankara-İngiltere ilişkilerinin gerilmesi sonucunda, “aman kemalist iktidara arka çıkın” tavsiyesi geliyor. Bunlar hep “politika” oluyor. 1920’ler TKP’sinin gücü ve etkinliği düşünülürse, böyle bir partinin kemalizmi tam karşısına alması ya da ona tam boy destek vermesi halinde, global politika düzleminde neyin değişeceğini anlamak çok güçtür.
- Topçuoğlu, İbrahim; “Neden İki Sosyalist Partisi-I”, İst. 1976, s.44
- Korkmaz, Hüseyin; “Reddettiğimiz Miras ve Sosyalist Hareketimizin Kökleri” II Çağdaş Yol, sayı: 6, s.26
- İkinci Savaşın bitiminden sonra, Türkiye solu, tüm güçlerini anti-faşist birikimden kaynaklanan bir “demokrasi cephesi” oluşturmaya yöneltiyor. Varsayım açıktır: Dünya, faşizm canavarını çok daha iyi tanımıştır ve Türkiye’de de faşizm düşmanlığı, demokrat-liberal çevreleri böyle bir cepheye çekebilecektir. Burada, Türkiye solunun her kesimi için ders olması gereken bir tutumdan aktarma yapmak istiyorum. Ünlü yazar Hüseyin Cahit Yalçın, yakın geçmişte sürekli olarak “batı demokrasileri” safında yer almasına, Nadir Nadi ve benzerleri gibi Nazi Almanyası’na en küçük bir eğilim göstermemiş olmasına karşın, Savaş bitimindeki anti-faşist söylemi şöyle yanıtlıyor: “Demek oluyor ki,Almanlar Lehistan’a taarruz etmemiş ve elde ettikleriyle iktifa etmek (yetinmek) kararını vermiş olsalardı, Milletlerarası münasebetler sahasında bir Nazilik davası, yani bugünkü şekilde Faşistliği mahvetmek lakırdıları mevcut olmayacaktı. Bu mesele bir ideoloji meselesi olarak ortaya çıkmadı. Bu hak, adalet, kültür ve medeniyet meselesi halinde de doğmadı. Sadece bir harp taktiği, Almanya’ya karşı bir bozgunculuk silahı olarak dünyaya geldi. İngiliz devlet adamları tabiidir ki, Almanya’yı parçalayacağız, bütün Alman milletini ezeceğiz, diyemezlerdi. Alman hükümet adamları ve Nazi Partisi ile Alman milleti arasına nifak sokmak ve Almanya’nın askeri kuvvetini ve harp gayretlerini parçalamak için: “Bizim Alman milletine karşı düşmanlığımız yok, sadece taaruzi (saldırgan) harplere kaynak olarak Nazilik zihniyeti ile mücadele ediyoruz, onu mahvedinceye kadar harp edeceğiz” demeye başladılar.(…) ortada Nazilik yahut Faşistlik adı altında ifade edilebilecek taarruz, istila, tahakküm (baskı) ve emperyalizm zihniyetini imha için hakiki ve samimi hiçbir mücadele ve gayret yoktur. Naziliği imha, bir harp sloganı idi. Taraftar toplamak ve insanları boğuşmaya kandırmak için göz kamaştırıcı bir şimşek idi. Tarla kuşlarını tutmak için kullanılan ayna gibi bir şey.” (aktaran, Tekin Erer; Basında Kavgalar, İst. 1965, ss.148-149) Batılı ve Türkiyeli demokratların, faşizm karşısındaki gerçek tutumlarını bundan daha iyi ne anlatabilir? Durum buyken Türkiye solu faşizme karşı cephe yapmak için “tarla kuşları” gibi, demokrat olduklarına inandıkları güçlere koşuyor…
- Sayılgan, Ajlan; “Türkiye’de Sol Hareketler 1871-1971”, Hareket yay., İst. 1972, s.105
- Hüsnü Şefik; “Seçme Yazılar”, Aydınlık, Ank. 1971, s.218
- Aydemir, Ş.Süreyya; “Tek Adam-III”, Remzi K.Evi, İst. 1973, (4. baskı), ss.356-357
- Ajlan Sayılgan, Yön’ün 11 Ocak 1967 tarihli 198. sayısına atıfta bulunarak, Aydemir’in bu tür görüşlerine Ş.Hüsnü’nün karşı çıkmadığını ileri sürüyor. (bk. Sayılgan, a.g.e., s.424) Ancak Sayılgan Yön’deki bu yazıda ne dendiğini aktarmıyor. Yön’ün sözkonusu sayısına ulaşamadığımdan, yorum yapamıyorum. Ayrıca Yalçın Küçük de, 1927’ye dek Aydemir ve çizgisi ile Ş.Hüsnü arasında ciddi bir anlaşmazlık olmadığı kanısındadır. (bk. Aydın Üzerine Tezler 5, Tekin yay., İst. 1988, s.372)
- Karaosmanoğlu, Y. Kadri; “Zoraki Diplomat”, İletişim, İst. 1984, s.48
- Yukarıdaki alıntıda Yakup Kadri’nin bir alegori yaptığının sanıyorum. Kadro düşmanlığını neredeyse bir obsesyon haline getiren Recep Peker, sürekli olarak Kadro’cuların kellesini istiyor. Sonunda kazanıyor. Recep Peker’in herkesin dikkatini çeken fiziksel boyutları, Yakup Kadri’ye “fil” çağrışımı yaptırmış olmalı.
- Nureddin, Vala; a.g.e., s.358
- Türkiye’de, klasik anlamda örgütlü çalışmadan az ya da çok bağımsız bir eksende, nitelikli aydınların siyasal-düşünsel ortamı “karıştırıcı” bir hareketlilik yaratmaları, Nazım’la başlıyor. Esasen hareketli bir ortam sayılmakla birlikte, bir ikinci örnek olarak 1961-65 arasında Doğan Avcıoğlu etkili olabiliyor. Aynı modeli 1985-86 yıllarında Yalçın Küçük denedi. Nedense benzer bir başarı sağlayamadı.