Türkiye solunun kendi geçmişine bakışı, ağırlıklı olarak, içinde bulunulan dönemin biriktirdiği kendine özgü tepkiselliklerin gölgesini taşımıştır. Türkiye solunun örgütlenme ve mücadele içinde yer alan kesiminin kendi tarihine “akademisyence” yönelmesi, kuşkusuz ne mümkün ne de kendi başına istenir bir durumdur. Yine de, aşağıda özetlemeye çalışacağımız nedenlerle, Türkiye solunun özellikle 1920-60 dönemine belki bir parça “üstten”, daha doğrusu veri alınmış bir örgütçülük ve politika modelinin katı ölçütlerinden çok, genel düşünsel süreçlerin analizine ilişkin araçlarla yaklaşılmasının yararı olacaktır.
Başka pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de örgütlü sosyalist hareket, 1917 Ekim Devrimi’nin ve hemen sonra Komintern’ce uygulanan bir “şekillendirme”nin ağırlığını taşır. Ancak batıda, özellikle Avrupa’da, 1917 ve Komintern yerleşik bir marksist geleneği, bu geleneğin temsil ettiği ciddi bir entelektüel mirası devralmıştır. Hiç kuşkusuz 1917 ile Komintern modeli, bu mirasla sorunsuz ve tam bir uyumu hemen sağlamamış, oldukça zahmetli süreçler yaşanmıştır. Ne var ki, mirasın köklülüğüyle birlikte gelişkin bir işçi sınıfının ve hareketliliğin varlığı, çeşitli sorunlara karşın bu sentezi en azından apaçık bir eklektizmden ya da yapaylıktan kurtarmıştır. Başka deyişle Avrupa, 1917’nin temsil ettiği “bolşevik maya”yı ve jakobenizmi kendine bir ölçüde yabancı saysa bile, bu açığını işçi sınıfı tabanıyla ve sosyalizmi kurma yolunda olduğuna inanılan bir ülkenin varlığının verdiği güvenle kapatabilmiştir.
Asya’nın başka ülkeleriyle birlikte Türkiye’deki durumun önemli bir farklılık gösterdiğini kabul etmek gerekir. Kapitalizmin ve işçi sınıfının gelişkinliği gibi nesnel, marksist düşünce mirasının yerleşikliği gibi nesnel-öznel ölçütler açısından bakıldığında ortaya çıkan köklü farklılıklar üzerinde burada ayrıca durmaya gerek görmüyoruz. Soyut olarak ve salt bu ölçütler açısından bakılırsa, hem marksizmin, hem de 1917’nin ve Komintern kurumunun Türkiye dahil dönemin tüm Asya ülkeleri için büsbütün “ilgisiz” olduğunu düşünmek bile mümkündür. Ancak hiç unutulmaması gerekir ki, emperyalist evresini yaşayan dünya kapitalizmi, uyguladığı sömürgecilikle, açtığı savaşlarla, boyunduruk altında tuttuğu halklarla, dünyayı, marksizm ve sosyalizmin her köşe için anlam taşıyacağı biçimde bütünleştirmiştir. Başka deyişle Türkiye dahil doğu, marksizm açısından taşıdığı büyük açığı, bu kez “mazlum ulus”, “kapitalist-emperyalist sömürünün nesnesi” olma konumuyla kapatabilecek duruma gelmiştir.
Her şeye rağmen bir noktaya yine de dikkat edilmelidir. Kapitalizmin ve işçi sınıfının azgelişmişliği, pek çok ülke için ise marksizm bir yana herhangi bir radikal düşünce geleneğinden bile yoksunluk, yukarıda sözü edilen “açık kapama” avantajını genellikle konjonktürel kılmış ve marksizmi ulusalcı güçlerin reel politika aranışlarında daha çok bir “yan faktör” düzlemine düşürmüştür. Daha açık söylenecek olursa, Türkiye dahil doğulu pek çok ulusun aydınlarını belirleyen temel ideolojik kategoriler olarak ulusçuluk ve popülizm, marksizm ve bolşeviklikle ancak konjonktürel uğraklarla çakışabilmiş, çakıştığı durumlarda da oldukça “eklektik” bir yapı ortaya çıkmıştır.
Bütün bu söylenenleri toparlayacak olursak, vurgulanması gereken şudur: Önce marksizm, sonra da onun bolşevik yorumu, içeriği, kapsamı ve söylemi ne denli mükemmel olursa olsun, ulaştığı ülkelerde bembeyaz boş kağıda yazılabilecek bir manifesto değildir. Kapitalizmin ve işçi sınıfının gelişkinlik düzeyini şimdilik bir yana bırakırsak, verili ülkenin radikal aydın kesimi, bu mesajı, kendi gelişim sürecinin belirli bir evresinde, belirli ideolojik koşullanmalar ve yönelimler içinde alır. Bu ülkede marksizmin en azından hemen sonraki gelişim çizgisini belirleyecek olan da, verili durumla alınan mesajın nasıl uyuşturulacağı, kaynaştırılacağıdır. Marksizm, özellikle doğu ülkelerinin toprağına, hiçbir zaman kendi özgül ağırlığının tümüyle ve saf biçimde inemez. Bu, ancak daha sonra yaşanacak süreçlerin ürünü olabilir.
Dolayısıyla 1919’lardan başlayarak, Türkiye sosyalist hareketini ve onun temsilcilerini, bizim bugün 60-70 yıllık bir geçmişe bakma rahatlığımız içinde öne çıkan ölçütler ve ilkeler açısından yargılayabilme hakkımız, kendi doğal sınırlarına sahiptir. Böyle bir sınırlama kuşkusuz Türkiye sol hareketinin geçmişinde hiç hata bulamama, bulunan hataları da geçiştirme anlamına gelmez. Tersine, hataları öne çıkartmak, bastıra bastıra sergilemek gerekir. Ancak bu yapılırken göz önüne alınması gereken faktör, hiçbir zaman, “marksizmi ve bolşevizmi en katıksız, en doğru biçimde anlaması gereken insanlar” varsayımı, böylesine tarihsellik dışı bir beklenti olmamalıdır.
Şimdi, Türkiye sol hareketinin 1919-60 arasındaki dönemine birbirini izleyen tarih kesitleri ışığında eğilebiliriz. Burada, özellikle vurgulamak istiyoruz: Amacımız, klasik anlamda ve kapsamlı bir tarih çalışması ya da dökümü yapmak değil, Türkiye solunun tarihine ilgi duyanlara dönük bir “araştırma şeması” sunabilmektir.
Birinci “Yükseliş” Dönemi (1919-1923)
Burada önce “yükseliş” kavramıyla neyi anlatmak istediğimizin açık olması gerekir. Türkiye’de, işçi sınıfının bağımsız hareketinin giderek politik düzlemleri zorlaması, politik öncünün sınıfla az çok uyumlu hareketiyle ciddi bir örgütlenme ve kitleselleşme sürecinin yaşanması anlamında bir “yükseliş”ten elbette söz etmiyoruz. Böyle bir “yükseliş”, ele aldığımız dönemin hiçbir kesitinde görülmez. Buna karşın, 1919-1923 dönemini her şeye rağmen sol adına bir “yükseliş” dönemi saymak mümkündür. Bunun nedenleri şöyle özetlenebilir:
1) Kadrolaşma dinamiği
Türkiye’de özellikle savaşın yitimi, işgal ve paylaşım, aydın kesimde kurtuluş ve kurtarıcı aranışına yönelik önemli bir dinamik yaratmıştır. Bu dinamiğin getirdiği aranıştan, 1917 Ekim Devrimi ile Bolşevik Rusya’nın iç ve dış politikaları da, önemli bir ilgi odağı olarak nasibini almıştır. Kapitalist gelişimindeki “ilk birikim” süreciyle analojik olarak, sosyalist düşünce ve hareketin belirli bir ülkede doğup gelişmesi sürecinde de bir “ilk birikim” den söz etmek mümkündür. Kanımızca, böyle bir ilk birikim döneminin en belirgin özelliği, belirli bir ideolojik formasyonun özellikle genç, diri ve aranışçı aydın kesimlerinde, devlet adamlarına özgü reel politiker düşünceler ötesinde, az çok içten bir benimsenmeyle karşılanmasıdır. İlk birikim dönemindeki dinamiğin özelliği, sosyalizmin, toplumda varolan ideolojik-siyasal kurumlaşmalardan özellikle biri aracılığıyla benimsenip yine aynı kanaldan geliştirilmesi değil, varolan kurumlaşmaların hemen hemen hepsini yatay olarak kesen bir etki alanı yaratmasıdır.
Türkiye’ye bu açıdan bakılacak olursa savaş yitimi, Mondros bırakışması ve işgal gibi olgulara duyulan tepkiler, getirdiği çare aranışlarıyla birlikte, belirli bir “bolşevizm yorumu”nu mevcut kurumların hemen hemen her birinde bir süre için etkili kılmıştır. Hürriyet ve itilaf kalıntılarından İttihat ve Terakki kadrolarına, oradan kimi yerel dinsel kurumlara vb. kadar…
Dolayısıyla, Türkiye solunun bu ilk birikim döneminin en belirgin özelliklerinden biri, genç, dinamik ve aranışçı kadro adaylarının, toplumun çeşitli kesimlerinde ortaya çıkmasıdır.
2-Düşünce ve eylemde evrensel boyut
İlk birikim döneminin bir başka özelliği de Türkiye aydınının kendi ülkesine ve toplumuna ilişkin projelerini, bu kez daha global ölçekte ve dünyayı sarsan oluşumlar açısından üretmeye çalışmasıdır. İlk ağızda sosyalizme yönelenler de dahil Türkiye aydınının yakaladığı evrensel boyut, elbette bilinen, özgün hedefleriyle sosyalizm olmamıştır. Daha çok, ham eşitlikçi tonlar taşıyan bir doğuculuk ve ulusal kurtuluşçuluk, kendine uyabilen sosyalist mesajları da soğurarak, Türkiye aydınının bir kesiminin bu dönemki evrensel boyutunu oluşturmuştur. Daha sonra sosyalizm açısından getireceği ağır maliyete rağmen, bu evrenselcilik, Türkiye sol hareketinin ilk birikim döneminde, aydın kesimden gelen ve yine aynı kesime yönelen söylemde özel bir ağırlık taşımıştır.
Hemen belirtelim ki içerdiği bulaşık öğelere rağmen, böyle bir birikim ve yayılma, çok dar kanallarda da olsa varolan bir marksist geleneğin üzerine gelebilseydi, bu çakışmadan sağlıklı, üstelik belirli teorik derinliklere de sahip bir kol türeyebilirdi. Ancak, bir önceki dönemdeki Osmanlı solculuğunun büyük gerilikleri düşünüldüğünde, böyle bir “sentez”in büsbütün olanaksız olduğu görülür. Özetle Türkiye sol hareketi ilk birikimini, bir nitel sıçrama olarak değil, neredeyse bir doğum, bir yoktan varoluşla yaşamak zorunda kalmıştır. Bu birikimsizliğin getirdiği amorfluk, sosyalist hareketin daha sonraki yıllarında da olanca ağırlığıyla belirleyici olacaktır.
Yukarıda özetlemeye çalıştığımız koşullarda, Türkiye sosyalist hareketi aynı dönemde kendine üç kaynak buluyor. Bu kaynaklar, Anadolu, Rusya ve Almanya’dır. Sözü edilen kaynaklardan çıkan kolları da İştirakiyun, Mustafa Suphi ve Kurtuluş-Aydınlık kolları olarak adlandırmak mümkündür.
Türkiye solunun geçmişine ilişkin önemli ve yararlı bir araştırma, sözü edilen üç kolun kendine özgü yönleri ve birbirlerine göre farklılıklarının sergilenmesi olabilir. Elbette burada, bu anlamda bir çözümlemeye gitme olanağımız yok. Ancak, Anadolu kökeninde naif de olsa bir inanç ve beklentinin, Rusya ve Mustafa Suphi kökeninde koşullardan azami yarar sağlamaya dayalı bir reel politiker anlayışın, Almanya kökeninde ise daha batılı ve doktriner bir yorumun göreli olarak ağırlık taşıdıkları düşünülürse, böyle bir karşılaştırmanın, yalnızca Türkiye sol hareketinin bir dönemini anlamada değil, bugün için önemli dersler çıkarmada da yararlı olacağı söylenebilir.
Türkiye sosyalist hareketi, ilk birikim döneminin sonlarında, bu üç kökenden gelen çizgileri tek bir örgütsel çatı altında birleştirebilmiştir. Ne var ki, örgüt bünyesinde, farklı kökenlerin gerçek anlamda “yeni”yi ve “tek”i yaratıcı bir kaynaşımı sağlanamamış, her çizginin kendi kökeninden gelen özellikler, zaman zaman çatışma yaratıcı biçimde varlıklarını korumuşlardır. Türkiye sosyalizminin üç kaynağının incelenmesi, bu çatışmaların, kişilikleri aşan yönlerinin ortaya çıkarılması açısından da önem taşımaktadır.
Son olarak, yine daha sonraki dönemlere taşıyacakları sorunlar açısından, ilk birikim döneminin çok genel bir özellik dökümünü yapmak anlamlı olabilir. Ancak buna geçmeden önce şunu vurgulayalım: Türkiye’de ilk birikim döneminin Ekim devrimi ve 11. Enternasyonalden ayrışılan bir kesitte çakışmış olmasının getirdiği avantajlar vardır. Bu avantajlar, olaylara, olgulara sınıf merceğinden yaklaşımın ve sınıfa karşı sınıf tutumunun biçimlenmesinde etkili olmuştur. İlk bir birikim döneminde böylesine bir ideolojik-politik yönelimin ortaya çıkabilmiş olması küçümsenmemelidir. Öte yandan ilk birikim döneminin aynı zamanda, bir “ulusal mücadele” döneminde biçimlenmiş olmasını bir talihsizlik olarak kabul etmek gerekir. Ülke genelinde gündemi oluşturan canalıcı sorun ve çatışmaların “ulusal ölçekte ortaya çıkmış olması, içte sınıfsal mücadele temelini geri ve tali plana çeken bir ağırlık olmuştur. Bunun yanında, ilk birikim dönemi mücadelesi ile Komüntern’in izlemiş olduğu kaçınılmaz ve reel politik yanı ağır basan “Doğu” politikasıyla paralel gelişmek zorunda kalma da aynı etkiyi yaratmıştır. Henüz oturamamış, kararlı bir yapısal teorik-politik öz kazanamamış bir yapılanmanın reel politiker bir politik tutumla karşı karşıya kalmış olması da bir başka talihsizliktir. İdeolojide sulanmaya, politikada aşırı bir esnek tutum içinde sallanmaya neden olmuştur. Bu faktörler başlı başına ulusçu, popülist eğilimlerin güçlenmesine zemin oluşturmuştur.
Bu nedenledir ki ilk birikim döneminde sosyalizme yönelen kesimin temel basamağı, ulusçuluk ve popülizmdir. Entelektüel birikimi zayıf toplumlar için bunda doğal olmayan hiçbir yan yoktur. Ancak, ulusal kurtuluş döneminde sosyalizmin ilk algılanışı, kendisini törpüleyecek, marksist anlayışın özgün ve katıksız yönlerinin açığa çıkmasını sağlayacak bir iç dinamik yaşamamıştır. Dolayısıyla söz konusu bulaşıklığa özgü tüm soranlar, sonraki dönemlere devrolmuştur.
İlk birikim döneminde 1917 Devrimi’ni gerçekleştiren ülkenin sosyalist geleceğine biçilen yaşam olasılığı, sanıldığı kadar güçlü değildir. Sürekli olarak batıdan korkarak, batıyı gözünde büyüterek yetişmiş aydının, böyle bir batı karşısında bolşevizme fazla bir gelecek tanımaması beklenir. Bu anlayış çerçevesinde ilk birikim, gözlerini daha fazla istikbal gördüğü doğuya çevirmiş, bu ölçüde de sınıf mücadelesi temasından kopmuş, sosyalizmin daha popülist bir yorumuna eğilmiştir.
İlk birikim döneminin en doktriner kanadı görünümündeki Almanya ya da spartakist kanat (bu kanattan sayılmakla birlikte Şefik Hüsnü’nün eğitimi Fransa’dır), sanırız bu doktrinerliği nedeniyle, kapitalizmin ve sınıfların gelişimini bekleyen, bu anlamda da ülkenin somut politikasından bir ölçüde kopan, “akademik” yanı ağır basan bir nitelik taşımıştır.
Son olarak yine aynı dönemde Ankara’nın ve Mustafa Kemal’in uyguladığı ustaca politikanın, sosyalist odakların kendi bağımsız kimliklerini ve inisiyatiflerini köreltmede, sosyalizme ve sosyalistlere, kendilerine dışsal bir “beklenti odağı” yaratmada başarılı olduğunu da vurgulamak gerekir.
Düşüş Daralma ve Tasfiye (1923-1939)
Türkiye sol hareketinin bu dönemine ilişkin temel sorun, şöyle dile getirilebilir: Genel olarak sol harekette, kesintisiz biçimde yükselen ve gelişen bir çizgi izlendiği hemen hemen hiç görülmez; hareket, her yerde, kendi inişlerini, hatta yenilgilerini yaşar. Ancak, bu iniş ve yenilgilerin, kadroların da yok olduğu bir likidasyonla noktalanması, ayrık bir durumdur ve bunun özel olarak incelenmesi gerekir. İniş ve yenilgi dönemlerinde, likidasyondan farklı olarak, belirli bir çekirdek kendi varlığını, ideolojik ve politik kimliğini korur. Yeni bir yükseliş dönemine, bu kimliği ile hazırlanır. Türkiye açısından bakıldığında, yanıt bulunması gereken soru, Türkiye sol hareketinin, hukuki baskıları önceleyen, hatta zaman zaman bu tür baskılardan bağımsız bir “ideolojik tasfiyeye” nasıl uğratılabildiğidir.
Türkiye sol hareketinin bu döneminde, ilk yıllara baktığımızda bile ortada ciddi bir sorun olduğu görülür. Çünkü, Komintern’in 1924 yılındaki 4. dünya kongresinde, Türkiye Komünist Partisi (TKP), “sosyalist kılığa girmiş burjuva milliyetçileri tarafından aldatıldığı”, “kuyrukçuluk ve menşevizm yaptığı” yolunda çok sert eleştiriler almıştır. Bir başka önemli gösterge de, bu kongredeki TKP delegesinin, Türkiye’deki aydınlara sosyalizm açısından tümüyle “kayıp” gözüyle bakmasıdır.
Türkiye sol hareketinin, “ilk birikim” döneminin hemen ardından böyle bir konuma yerleşebilmesi, ilginç bir sorun ortaya koymaktadır. Kuşkusuz böyle bir sorunun çok daha derin ve ayrıntı düzeyde açıklamaları olmalıdır. Yine de, sınırlı bilgilerle bile öne çıkan bazı açıklayıcı noktalara burada kısaca yer verebiliriz:
– Uluslararası planda dünya devrimi perspektifinin ortadan kalkması, başka sol hareketler gibi, muhtemelen Türkiye sol hareketini de önemli ölçüde etkilemiştir. Eskinin yıkılışı ve buna özgü coşkulu aranışların eşlik ettiği dönemlerin hemen ardından gelen “inşa” ve yeniden kuruluş dönemleri, eski önderlerin, kadroların konumlanışlarını da belirlemektedir. Kurtuluş Savaşı’nın sona ermesiyle, kemalist iktidarın ülke çapında ortaya attığı kuruluş ve yenilenme hamlelerinin, eski sosyalist kadroların pek çoğuna gelecekteki bir sosyalizm ülküsüne göre çok daha somut, kısa dönemde çok daha yapıcı gelmiş olması mümkündür. Türkiye sol hareketinin kadroları arasında, bir kesim konum değişimiyle, bir başka kesim ise, dışarıdan politik destek yoluyla kemalist yeniden kuruluşun somut hedeflerine yönelmiştir.
– Türkiye sosyalist hareketinin ilk kadrolarına egemen olan, bir yanda doktrinerlik, öte yanda ise naif popülist eğilimlerin her ikisi de, genç kemalist rejime destek açısından kendi özel gerekçelerine sahiptiler. Doktrinerlik ya da “ortodoks marksizmi” açısından kemalist inşa, ülkeyi sınıf mücadelelerinin daha sağlıklı filizlenebileceği ortama taşıyabilirdi. Popülist eğilim ise, kemalizmde, Avrupa’nın çok çektiği sınıf mücadeleleri belasını yaşatmadan ülkeyi refaha, hatta belki de sosyalizme götürecek potansiyeli görüyordu. İkisi birleştiğinde, bu dönemin ilk bölümünde kemalizmin kendine özgü ideolojisinden çok ideolojik amorfluğuyla karşı tarafa (sosyalistlere) umut verdiği, pozitif aranış ve inşa hamleleriyle de aynı kesime çekici geldiği söylenebilir.
– Komintern politikalarının, kemalist hükümete karşı izlediği politikaların bir dönemki olumlu, giderek kayırıcı niteliği de sosyalist kadrolar üzerinde önemli etkiler yaratmıştır. Ankara hükümetinin İngiltere tehdidi ve (1926’ya dek) ittihatçı tehdidi gibi araçları ustalıkla kullanabilmesinin de bu tabloda payı bulunmaktadır.
– Türkiye sosyalist hareketi, tüm bu etmenlerin ilginç bir bileşimiyle, 1927-28 yıllarında noktalandığı söylenebilecek olan ideolojik boyutlu bir tasfiye süreci yaşamıştır. Komintern’in 1924 yılı eleştirilerinin “fiili” kanıtı, 1927 yılında tevkifat ve bu tevkifatta parti yöneticilerinden bir bölümünün aldığı konumla ortaya çıkmıştır.
– 1927-28 likidasyonunu, 1928 yılında görülen birtakım cılız “canlanma” eğilimleri izlemiştir. Ancak ilginç olan nokta, 1928 yılında başlayan bu canlanma eğilimlerinin, Komintern’ce “makbul” sayılan bir önderliğe rağmen, gerçekte çok dar bir grubu temsil etmesidir. Pek çok kaynak, 1927 tevkifatından sonra, 1928 yılında yeniden örgütlenmeye çalışan partinin son derece az bir nicelikle işe başladığında birleşmektedir. Böyle bir yetersizliğin başlıca nedenlerinden biri, 1927 tevkifatının, parti önderliğindeki belirli bir kesime yönelik güvensizliği pekiştirmiş oluşudur. Tarihin bu sayfaları açık olmamakla birlikte, 1928’den sonra tepki duyulan bu önderliğe karşı ve onun dışında örgütsel çabalara girişilmiş olduğu rahatlıkla söylenebilir. En özet biçimde, daha sonraki çabalar vb. ne olursa olsun, TKP’nin likidasyonu sürecinde en ağır darbenin 1927-28 yıllarında alındığını söylemek mümkündür. 1928’den özellikle 1933’e kadar olan dönemde, ihbar ve tasfiye süreçlerinin de hızlanmasıyla, sol hareket büsbütün dağınık bir süreç yaşamıştır.
– TKP’nin, bu dönemin daha sonraki yıllarına özgü kaderinin belirlenmesinde, hiç kuşkusuz Komintern’in yavaş yavaş şekillenen faşizme karşı yeni politikalarının da payı olmuştur. Özellikle 1935’le birlikte, sosyalist kişiler ve onların etkinlikleri bir yana, parti adına yazılabilecek etkinliklerin yok denecek kadar azalması, yine bu açıdan değerlendirilebilir.
Türkiye sol hareketinin bu ikinci dönemi açısından genel olarak neler söylenebilir?
Yine ilginç bir araştırmanın konusu olabilecek dikkat çekici nokta, yaşanan tüm karşıtlık ve düşmanlıklara, “ihanet” olduğu söylenen dönüşlere rağmen, Türkiye solunun bu acılı dönemden, tepkilerin özgün ideolojik yenileşmelere, yeni konum alışlara yönelik ciddi bir dinamik üretememiş oluşudur. TKP’de sürekli olarak belirginleşen ve bu yapıyı tasfiyeye götüren sağ eğilimin karşısında, Hikmet Kıvılcımlı’nın ve Nazım Hikmet’in bireysel özelliklerinden kaynaklanan çarpıcı ama çoğu kez egzantrik çıkışları dışında, oturmuş ve yerleşmiş, kendi temellerine sahip sürekli bir sol çizgi hiçbir zaman şekillenememiştir. Dahası, faturası belki de haklı olarak aydın kesime çıkarılan sağ sapmanın eleştirmenleri konumunda oldukları söylenen işçi kökenli partililerin tepkileri de, genellikle kişileri hedef alan, zaman zaman da uvriyerizme çalan bir formasyonu pek aşamamıştır.
Durgunluk İçinde Silkinme Çabalan (1939-1960)
Gerçekte 1939-60 arasını tek bir tarihsel kesit olarak almanın bazı sakıncaları bulunduğu söylenebilir. Çünkü bu kesit, savaş yılları, kısa süreli demokratikleşme beklentisi, soğuk savaş ve nihai tasfiye gibi oldukça ayrı olayları içine almaktadır. Yine de sözü edilen 21 yıllık döneme, belirli ölçütlerle toplu halde bakılabilir.
En açık biçimde söylemek gerekirse, 1938’den 1943-44 yıllarına dek uzanan ilk dönemde, Türkiye’de soldan, sosyalizmden sözetmek güçtür. Anlaşılabildiği kadarıyla bu dönemde Türkiye’de, sayıca oldukça sınırlı kalmakla birlikte bazı sosyalist “kimlik”lerden sözetmek belki mümkündür. Ancak bu kişilerin, savaşın kaderinin aşağı yukarı belli olduğu, Alman ordularının Stalingrad yenilgisiyle ortaya çıkan dönemece kadar, tarihsel olarak anlamlı bir etkinlik içinde bulunduklarını söylemek güçtür. Savaşın sonlarına doğru sol kadrolar yavaş yavaş seslerini yükseltmeye, etkinliklerini artırmaya çalışmışlar ve kendi açısından belirli bir dengeyi koruduğuna inanan Ankara hükümetinin baskılarına göğüs germek durumunda kalmışlardır.
Bu dönemde sosyalizmin en belirgin çıkışı olarak 1946 yılından söz etmek gerekir. Ancak, bundan önce, önemli bir noktanın altını çizmek gerekir. Türkiye’de özellikle 1930-40 yılları arasında ağırlığını hissettiren milliyetçi, otoriter, faşizan ideoloji, başta genç kuşaklar olmak üzere Türkiye toplumunda oldukça ciddi bir tortu yaratmıştır. Türkiye, İkinci Büyük Savaş’ın kapanışına, büyük bir ağırlıkla böyle bir kuşakla çıkmıştır. Dolayısıyla savaş ve işgalden önce ciddi bir sol birikime tanık olan, işgalin getirdiği zulümle faşizme karşı daha da bilenen batı Avrupa kamuoyundan farklı olarak, Türkiye ikinci Savaş’ın sonuna, kitlelerde biriken ham ve şekilsiz anti-otoriter tepkiler (ki bunlar bir hedef olarak yalnızca CHP iktidarı ile sınırlanmıştır) dışında, gerçek anlamda hiçbir demokratik birikim çıkaramamıştır.
Bu nedenledir ki 1940 kuşağının solcularını, kendi geçmişleri de 30-40 döneminin sağcı koşullanmaları ile yoğrulmuş, bunu aşmış olabilseler bile fanatik milliyetçi bir entelektüel ortamda yalnız ve ürkek kalan insanlar olarak değerlendirmek gerekir. Belki bu insanları “acılı kuşak” yapan da, bu yalnızlıklarıdır.
Tüm olumsuz faktörlere karşın bu kuşağın bir umudu vardı: Olup biteni görerek anlayıp, acı çekmiş bir dünyaya, bundan sonra ancak demokrasi gelebilirdi; bu doğrultuda Türkiye’ye de demokrasi gelecek ve sol 1925 Takrir-i Sükun’una dek çok kısa yaşayabildiği legaliteye nihayet sahip olabilecekti.
Türkiye solu bu koşullarda, 1945’le birlikte inanılmaz saflıkları içeren bir “cephe” hareketine girişti. Cephe hareketleri dışında, iki sosyalist parti ortaya çıktı: Şefik Hüsnü’nün damgasını taşıyan ve daha çok geleneksel çizginin temsil edildiği Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası ile Esat Adil (Müstecabi-Müstecaplıoğlu)’in kurduğu Türkiye Sosyalist Fırkası…
Burada en dikkate değer nokta, Esat Adil’in partisinde, eskilerden gelen ve 20’ler ile 30’larda Şefik Hüsnü çizgisine karşı çıkan unsurların desteğinin görülmesidir. Bu ayrılık, sözü edilen geçmişteki karşıtlıkların basit temele dayanmayıp kalıcı bir nitelik taşıdığının göstergesi olarak değerlendirilebilir. Ancak yine de, söz konusu ayrılığın gerçek temellerinin ve kişisel boyutlarının ayrıştırılmaya halen muhtaç olduğunu belirtmemiz gerekir.
Sonuç olarak Türkiye sol hareketinin umutları, kendileri ve belki de dünya kamuoyunun büyük bölümü tarafından beklenmeyen bir gelişmeyle noktalandı: Soğuk Savaş‘ın patlak verişi. Soğuk Savaş’ın 40’ların ikinci yarısındaki ağırlığı, yine onun bir uzantısı olarak 1951 tevkifatı, aynı 1927-28 yıllarında olduğu gibi, bir ikinci tasfiyenin daha yaşanması sonucunu doğurmuştur. Özellikle 1951 tevkifatının ağırlığı ve “düzleyici” niteliği, 40 ve 50’li yılların kadrolarının politik-ideolojik formasyon açısından temsil ettikleri derinliğin yeterince ortaya çıkamamasına yol açmış ve bu süreç, ekstra bir yük olarak, Türkiye solunun 1961-71 döneminde yaşayacağı yeni silkinme dönemine devrolmuştur.