Ionesco, Beckett, Genet ve Adamov. Bu ünlü oyun yazarları 2. Dünya Savaşı sonrasında Saçma Tiyatrosu ekolünü oluşturdular, ona öncülük ettiler. Kendilerine sorulduğunda ortada Saçma Tiyatrosu adlı bir ekol olmadığını, en azından kendilerini böyle bir ekole ait hissetmediklerini söylüyorlardı. Bu yazarlar oyunlarıyla bir ekol oluşturmayı değil, sadece kendi dünya görüşlerini ifade etmeye çalıştıklarını vurguluyorlardı.
Gerçekten de ortada kendini belli bir isim altında ifade eden organize bir hareket sanatsal bir ekol yoktu. Ancak sözkonusu isimlerin (ve kimi başka oyun yazarlarının) oyunlarındaki ortak yanlar onların Saçma Tiyatrosu etiketiyle bir araya toplanabilmesine olanak sağlıyordu.
Bu noktada durup Saçma Tiyatrosu’nun ne ifade ettiği sorusuna cevap aramamız gerekiyor. Anlamlı bir cevap bulabilmek için işe böyle bir adlandırmanın ne derece uygun \\ yerinde olduğunu tartışarak başlamakta fayda var. Öncelikle Ionesco’nun, Beckett’in, Genet’in ve Adamov’un oyunlarının sahnelerde ilk kez görüldüklerinde seyircileri olduğu kadar eleştirmenleri de şaşırttığını ve kızdırdığını söylemek gerekli. Bu oyunlar tiyatronun yüzyıllardır kullandığı kıstasları alaya alıyor, hiçe sayıyordu. İyi hazırlanmış, iyi düzenlenmiş bir oyun izlemeyi bekleyen seyirci için ortada kelimenin tam anlamıyla bir provokasyon vardı. Bu oyunlarda hem karakterler, hem de onların davranışları, iyi gözlemlenmiş mantıklı bir biçimde motive edilmiş, normal oyunlardaki karakterlerden çok farklıydı. Sahnede hem kendisi, hem davranışları anlaşılmaz karakterler uçuşuyordu. Hatta bu oyunların bir kısmında diyaloglar tamamen anlamsız konuşmalar halindeydi. Giriş, gelişme ve titizce planlanmış bir sona sahip olan normal oyunlardan farklı olarak, bu oyunlar rastlantısal bir noktadan başlıyorlar ve aynı rastlantısallık içinde bitiyorlardı. Yerleşiklik kazanmış kıstaslara göre bu oyunlara kötü bile denemezdi, çünkü bunların sözkonusu kıstaslara göre tiyatro oyunu olarak görülmeleri bile imkansızdı.
İşin ilginç ve aynı zamanda önemli yanı ise bu oyunların tutmuş olmasıdır. Küçümsenemeyecek bir ilgi gördüler ve küçümsenemeyecek derecede etkili oldular. Burada kolaycılık yapmak ve sadece skandalın başarısından sözetmekle yetinmek doğru olmaz. Elbette Beckett’in “Godot’yu Bcklerken”ini veya Ionesco’nun “Kel Şarkıcı”sını görmek için salonlara akın akın doluşan insanların partilerde söz edecek bir konuya sahip olmak gibi temel bir hedefleri olduğu büyük ölçüde doğrudur. Ancak önemli olan partilerde her zaman konuşacak konular arayan insanların bir dönem Saçma Tiyatrosu oyunlarına neden bu derece yoğun ilgi gösterdiklerini belirlemektir. Bu oyunların belli bir nesnelliğe oturdukları ortadadır.
Tiyatronun geleneksel formlarından, karmaşık, bulanık, imajlara neden kayıldığını, beklenen düzgün çözümlerin yerine belirsizliklerle dolu, rastlantısal finallerin neden konduğunu bu nesnelliği gözardı ederek anlamak mümkün değildi. Çok açık olsa gerek, bu oyun yazarları net ve düzgün sonuçlara ulaşma olasılığına yönelik inançlarını yitirmişlerdi. Onların temel problemi içinde yaşadıkları kuşku, anlayışsızlık, hayal kırıklığı, yalnızlık ve anlamsızlık çağını yansıtmaktı. Net, yerleşmiş inançlar, istikrarlı bir değerler tablosu ve kusursuz çalışan bir etik sistemin olmadığını, daha doğrusu bütün bunların tüm bir aldatmaca olduğunu düşünüyorlardı. Bu durumda (böyle bir değerler siteminin yokluğunda) geleneksel kıstaslara bağlı kalan oyunlar ya dini ya da politiktiler (böylece Saçma Tiyatrosu’nun neden apolitik olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz); yani ya insanoğlunun önsel olarak iyiliğe ve mükkemele yönelen bir varlık olduğunu düşünmektedirler.(Shaw veya Ibsen gibi) ya da şu veya bu ahlaki ve apolitik status quo‘nun korunmasından yanadırlar. Her iki durumda da dünyanın bir anlam ifade ettiğine, gerçekliğin elle tutulur ve güvenilir olduğuna, bütün sınırların net, bütün sonların belirgin olduğuna dair bir inanç vardır. Saçma Tiyatrosu ekolüne ait olduğu söylenen oyunlar ise bir yokluk duygusunun yarattığı şok içinde, bu türden net ve iyi tanımlanmış inançlar veya değerler sisteminin anlamsız, işe yaramaz olduğunu anlatmaya çalışır.
Eski katı inanç sistemlerinin bir daha ayağa kalkmamak üzere yıkıldığını düşünüyorlardı ve bu yanlışlık dizgelerinin dışına çıkmaya çalışıyorlardı. Anlam kaybolmuştu. 18. yüzyılda Alman aydınlarının hastalıklı yanlarının sembolü sayılabilecek Nietzsche’nin sözünü ettiği “Tanrı’nın ölümü”nü çıkış noktası olarak aldılar. Bunun üzerine 1.Dünya Savaşı ile kanlı bir şekilde kesintiye uğrayan sosyal ilerlemeyi ve dolayısıyla liberalizmin çöküşünü, Stalin’in Sovyetler Birliği’nde sırça hayallerini yıkan uygulamalarını ve son olarak da Hitler’in önderliğindeki barbarlığı, kitle katliamlarını, yani 2. Dünya Savaşı’nı eklediler. Böyle yaptılar çünkü 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD ve Batı Avrupa toplumları büyük bir “manevi” boşluk yaşıyorlardı. 20. yüzyılın ortasında kapitalist metropollerde dünyanın anlamını yitirdiğini “farkedenlerin” sayısı hızla kurumuştu, iyimserlik çökmüştü. Kendilerini saçma bir evrenin ortasında yapayalnız buldular; gördükleri çok korkutucu ve çok akıldışıydı. “Bütün eski açıklamalar aslında sadece birer illüzyonmuş, boş lafmış, karanlıktaki fısıltılarmış” dediler. Durum korku filmlerinden farksızdı; kalabalık bir salonda sohbet edip eğlenirken birden bire bütün insanların tamamıyla yabancısı olduğunuz bir dili konuşmaya başlamaları gibi bir şey. Bir ömür boyu güvenle kullandığınız ve bağlandığınız bir sistematiğin aniden işlevsizleşiverdiğini görmek… İnandıkları şeylerin boş olduğunu gördüler ve doğal olarak büyük bir korkuya kapıldılar.
Burada özetlenen ruh haline günümüz Türkiye solu, özellikle de geleneksel sol hiç yabancı değil, “Eski” ve “yanlış” inançlardan kurtulma kampanyası “Saçma Politikası”na ulaşalı çok oldu. Tıpkı Saçma Tiyatrosu gibi saçma politikası da tek bir mesaj veriyor; hepimiz kaybolduk! Önerileri de büyük bir paralellik gösteriyor. Şu şekilde özetlenebilir; İnsanlığın içinde bulunduğu durumu bütün gizemi ve saçmalığıyla benimsemek ve ona sabırla, onurla katlanmak gerekir. Çünkü varoluşun gizemini çözmeye yönelik hiçbir kolaycı açıklamanın işe yarar olmadığı artık açıkça ortaya çıkmıştır ve insanoğlu bu anlamsız dünyada tamamiyla yalnızdır. Kolaycı çözümlere olan inancın yarattığı yerleşmiş illüzyonlar atılmalıdır. Bu acı verici olabilir ancak özgürleşmenin ve rahatlamanın da tek yolu budur. Bu nedenle gerçek liberalizasyona ulaşmanın başkaca çaresi yoktur.
Ama yine de çıkmamış candan umut kesilmez. Örneğin Saçma Tiyatrosu’nun en başta gelen isimlerinden biri olan ve bir nörotik olduğu bilinen Arthur Adamov yazdığı oyunlar yoluyla kendisine bir çeşit psikolojik terapi uygulamış ve bu oto-terapi ile iyileşmişti. Ruh sağlığını yazdığı oyunlarla düzeltmeyi başaran Adamov bunun hemen ardından Brechtçi okula katılmış ve sosyalist gerçekçi ekolün periyodiklerinden Theatre Populaire’de lonesco ile sert polemiklere girişmişti.