Ronald Reagan’ın 1981 yılında Beyaz Saray’a yerleşmesiyle birlikte Washington DC’nin moda düşkünleri, üzerine 18. yüzyıl İskoç düşünürü Adam Smith’in resmi işlenmiş kravatlar takmaya başladılar. (Ne yazık ki aynı resmi bugün Varşova ya da Prag’da T-shirtler üzerinde görmek mümkün oluyor).
Adam Smith yaklaşık olarak 200 yıl önce ölmüştü. Şimdilerde onun taptığı ve betimlemeye çalıştığı sistem sıkıntı ve kabuslarla dolu bir 70 küsur yıllık süreçten sonra büyük bir başarı kazanmış ve ne derece etkin olduğunu bir avuç ayrık otu hariç hemen herkese kabul ettirmiş görünüyor. Betimleme kelimesinin altını çizdim çünkü ünlü iktisatçı Joseph Schumpeter’in de söylediği gibi aslında “Ulusların Zenginliği” yeni olan hiçbir analitik yaklaşıma, prensip veya metoda sahip değildir. Adam Smith’in bütün yaptığı, o güne kadar ortaya çıkmış olan ansiklopedik bilgileri, olay ve olguları birleştirmektir. Smith bu bir araya getirme işini bile, Ricardo’nun haklı olarak vurguladığı gibi, pek de düzenli bir biçimde yapmamıştır. Yine de Smith’in “baş yapıtı”nın bütün düzensizliğine ve teorik zayıflığına rağmen iktisat biliminde en büyük etkiyi yaratan kitap olma özelliğini koruduğu ortadadır.
Elbette ki pek çok “klâsik”in başına gelen, Smith’in “büyük kitabının”da başına geldi. “Ulusların Zenginliği” zamanla direkt olarak okunur olmaktan çıktı ve mesleğin uluları tarafından saptanmış, belli alıntıların yapıldığı ve sadece bu alıntılardan okunan bir kitap haline dönüştü. Smith vülgerleştirildi ve tuğla kalınlığındaki kitabı, burjuva iktisatçılarının didaktik ders kitaplarında bir kaç sayfa içerisinde “özetlenir” oldu.
Ne yazık ki basitlikle bayağılık arasındaki çizgi hiçbir zaman çok kalın olmuyor ve bu nedenle vülgerleştirme hep beraberinde saptırmayı da getiriyor. Ders kitaplarından Smith’i “öğrenen” iktisat öğrencileri eğer daha sonra onun kitabını direkt olarak okurlarsa (ve eğer özgür düşünme ve algılama yetenekleri bütünüyle ellerinden alınmamışsa) bu saptırmanın boyutlarını büyük bir şaşkınlıkla farkedeceklerdir.
Yanlış anlaşılmasın, Adam Smith’in ders kitabı versiyonu ile” orjinali” arasında 180 derecelik bir açı olduğunu öne sürmüyorum. Hatta rahatlıkla Adam Smith bugün yaşasaydı muhtemelen, son haliyle bile, İngiliz İşçi Partisi’ni desteklemezdi ve kuşkusuz ki reel sosyalizmin tıkanışını büyük bir sevinçle karşılardı diyebilirim. Yani temel noktalarda Adam Smith şüphesiz ki bugünkü uzantılarıyla paralel hareket ederdi.
Ancak temel noktalardaki bu paralelliğin ayrıntılarda da sağlanabileceğini söylemek aynı derecede kolay ve doğru değil. Örneğin bugün Adam Smith ders kitaplarının didaktik özetlerinin de ektisiyle, kişisel çıkarın entellektüel alandaki şampiyonu olarak tanınıyor. Oysa ki bu yargının doğruluğu oldukça tartışmalı. Belki çok şaşırtıcı bulunacak ama bu genel kabul gören yargının aksine Adam Smith’in bencillikte, ahlaki açıdan, hiçbir fayda bulmadığını vurgulamak gerekli. Kuşkusuz Adam Smith sermayenin emek üzerindeki egemenliğinin savunucusuydu, ama aynı zamanda “Ulusların Zenginliği”nde kapitalistlerin boş vakitlerinde bir araya geldiklerinde hemen “ne yapar da ürünlerimizi daha fazla fiyatla satabiliriz” diye sohbet etmeye başladıklarını vurgulamaktan geri kalmamıştı.
Benzer şekilde başka pek çok çarpıcı örnek bulmak mümkün. Bu tür örnekler hem Smith’in yazdıklarından, hem de burjuva iktisadının ders kitaplarında vülgerleştirilmiş diğer klasik iktisatçıların yazdıklarında bulunabilir. Böyle bir çalışmanın burjuva iktisadının didaktik özetleriyle klasik iktisatçıların gerçek düşünceleri arasında kimi noktalarda ne kadar büyük farklılıklar olabildiğini, Yalçın Küçük’ün deyimiyle “ders kitaplarının bilimsel gelişmenin nasıl ayakbağı” haline gelebildiğini göstermesi açısından çok faydalı olacağı açıktır. Ancak bu yazı açısından söz konusu örneklerin sayısının arttırılması çok da gerekli değil. Özetle şunu söylemek yeterli, Smith kişisel çıkarı önplana almayı gerçekten de iktisadi açıdan dinamizmin temel şartı olarak görüyordu, ancak bir tek şartla; kişisel çıkar tam rekabetle bir arada bulunmalıydı. Aksi halde Adam Smith’e göre bencillik sadece yıkıcılık getirecekti. Tam rekabet koşullarının olmadığı bir ortamda üreticiler fiyatları çok yukarıya çekmeyi başarırlarsa, daha az harcayıp daha çok kazanma fırsatını ele geçirmiş olurlardı. Yani Adam Smith’e göre rekabet sadece bireyciliğin yıkıcı etkilerini ve fiyatları değil, aynı zamanda miktarları da kontrol ediyordu. İşte bütün bunları ders kitaplarında bulmanız pek mümkün değildir.
1981’de Adam Smith desenli kravatlar takanlara gelince, onlar da bu noktaları pek bilmezler ve önemsemezler. Bilmezler ve önemsemezler, çünkü alıntılardan okurlar. “Alıntılardan okuma” ülkemiz solcusunun da çok iyi bildiği ve uyguladığı gibi, işe gelmeyen noktaları göz ardında tutmanın en uygun yoludur. Oysa Adam Smith’in sözünü ettiği tam rekabet koşulları ortadan kalkalı çok oldu. Marx’ın tekelleşme (tek olma değil, sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması anlamında) üzerine söylediklerine tam bir haklılık kazandıran, bencillik ve yıkıcılık özgürlüğünün insanların iliklerine işlediği bir dünyada yaşadığımızı görmeme, hissetmemek mümkün mü?
Bu noktada biraz durup, “işi fazla basitleştirmeyelim”, “karşı tarafın düşüncelerine haksızlık etmeyelim” endişesine kapılmadan, gönül rahatlığıyla bir özet yapmak istiyorum. Adam Smith desenli kravatlar takan züppelerin iktisat teorisi şundan ibarettir: “Evet, Adam Smith’ten bu yana çok şey değişti. Örneğin modern bir otomobil dünyanın çeşitli köşelerinden sağlanan hammaddelerle, yarı-mamullerle ve pek çok parçanın üretimini sağlayan yan sanayilerin faaliyetiyle ortaya çıkıyor. Ancak tüketicinin bütün bu karmaşık ilişkileri bilmesi hiç gerekmiyor. Tıpkı üretim sürecinin çeşitli aşamalarında yer alan işçilerin ürettikleri otomobil lastiğini kimin kullanacağını bilmedikleri ve bununla ilgilenmedikleri gibi. Öyleyse hala bütün alışverişler insanların özgür iradeleriyle ve gönüllü olarak gerçekleştiriliyor. Kişisel çıkar ve rekabet ise, tıpkı Smith’in anlattığı gibi, piyasada bilgi akışını ve mamul, hizmet, sermaye ve emek akışını düzenliyor. Ha, bir de rekabeti ve kişisel çıkarı öldürüp, piyasa güçlerinin görünmez eli yerini, görünür girdi-çıktı tablolarını yerleştirmeye çalışanlar vardı. Bunlar yaptıkları çalışmalara 5 yıllık plan adını veriyorlardı, ama aslında bunlar 5 yıllık kuyrukta bekleme planlarıydı. Bir Jaguar’la bir Trabant’ı yanyana koyun Batı ile eski Demokraktik Almanya arasındaki farkı görürsünüz.”
Şimdi bu özeti okuyup “böyle teori olur mu” demeyin. Tekelci aşamanın dar kafalılık birincisi burjuva iktisatçılarına (en azından yüzde 99’una, çünkü az sayıda da olsa aralarından araştırıcı, sorgulayıcı bir yaklaşıma sahip olan rafine örnekler çıkıyor) böyle bir teori olur, hatta biraz bol bile gelir.
Peki, bu tür bayağılaştırmaların ötesinde burjuva iktisadında yeni olan ne var? Pek bir şey yok. Tavsiye ederim önce Milton Friedman’ın “Kapitalizm ve Özgürlük”ünü, hemen arkasından da Adam Smith’in “Ulusların Zenginliği”ni okuyun. Friedman ve benzerlerinin ne kadar “küçük” adamlar olduğunu çok net bir şekilede göreceksiniz ve daha da önemlisi marksizme “yenilik” aşılama adına yapılanlardan biraz daha fazla tiksineceksiniz.