Sıcak bir yaz ortası çoğu kez çeşitli maddi olanaksızlıklarla izlenemeyen bir festival sürüyor İstanbul’da. Bu vesileyle pek çok yayına, çeviri baskılara, yeni yayınlanan kitaplarda konular yelpazesinin genişlemesine karşın hemen her yerde daralan ve tekleşen; bir yanda “arabesk” denilen popüler kültürün çevresinde gördüğü herşeyi yiyerek beslenmesi ile almış olduğu biçimler ve yaygınlık alanını günden güne genişletmesi olgusu, televizyonda izlediğimiz “Küçük” Emrah ve İbo ve Coşkun Sabah ve diğerleri ile öte yanda yine aynı geniş kesime hitap edebilme özelliği taşıyan Amerikan kültürüyle galiba sadece bizleri bunaltan kültür ortamımızdan sözetmek istiyorum.
İşte önemli sayılabilecek örneklerden biri: Sinemada Amerikan filmleri istilası. Türkiye’de, hele hele son yıllarda sinemanın yıldızı yeniden parlıyor. Özellikle ’70’lerin ikinci yarısında seks ve karate filmleri salgını ve daha da önemlisi televizyonun günlük yaşamımıza önlenemez girişiyle birlikte salonlardan evlere kaçan seyirci, yeniden salonları dolduruyor. Bu gelişmede örneğin bir Film Festivali’nin katkısı tartışılamaz; ancak festivalin verdiği ilk motivasyonun ve uyandırdığı merakın üzerine uluslararası dağıtım tekellerinin Türkiye’ye girişini de eklemek gerekiyor. Avrupa sinemasını on yıllardır bunaltan “Amerikan filmleri furyası” sonunda Türkiye pazarını da istila etti. Eskiden uluslararası film piyasasını uzunca bir aralıkla ve çok eksikli izleyebilirken, şimdi Oscar’lı filmleri Amerika’da vizyona girdikleri hafta izleyebiliyoruz. Ne mutlu bize!
Sanatı, hele sinema gibi televizyonun bir ölçüde ardında kalmışsa da 20. yüzyılın yaygınlık, kitlelere ulaşma anlamında pek çok olanaklar taşıyan bir sanat dalını burjuvazinin “ideolojisizleştirme” ve “kitlelere masal anlatma” amacıyla kullanmayacağını ya da kullanmıyor olduğunu düşünmek safdillik olur. Evet, burjuvazi kitlelere masal anlatıyor: çocuk, genç, hayvan ve çizgi film katkılı sığ “komedi”ler, soap opera’lar, serialler, bilim kurgular, uzay maceraları, korku filmleri ve sadece bunlar. Korku filmlerinin pek çoğunda bile bir “ahlak”ın yerleştirilmeye çalışıldığını biliyoruz.
Bol bol ve hepsi de gözümüzde meşrulukları arttırılarak FBI, Interpol, Mafya öyküleri; “sosyal yaralar”a temas edilen nadir anlarda asla sınıfsal olmayan bir bakışla, yine her koşulda özne olarak yer alan “erkek, beyaz, Amerikalı”nın çözmeye muktedir olduğu siyah-beyaz sorunu, Kızılderili kıyımı, Ku-Klux-Klan meselesi vs. ile ilgileniliyor. Ya püritan Amerikan ailesinin “dramlarından” ne haber? Doğrusu sadece konu kıtlığı ile kıvrandığını senaryolarına yansıtan yazarların değil, Amerikan entelektüellerinin bile kaçamadıkları bir sorun bu: Aile… Amerikan ailesinin ikiyüzlülüğü, artık eleştirildiği yerlerde bile mide bulandırıyor. Sıra da herhalde döngüsel olarak idealize edilmiş tarih filmlerine geliyor…
Konular, konuların ele alınışı ile yıllanmış geleneğin taşıyıcıları olarak Hollywood kalıplarından kurtulamıyorlar. Ta ’50’lerin beyaz telefonlu “salon” filmlerinden beri; ta “McCarthy ile oğlanları ortaya çıkınca sesini yükseltmeyen, kendilerini almak için yavaşlamayan arabanın peşinden koşturan”, 1 soğuk savaş anti-komünizmi ile belirlenmiş kültürleme misyonunu lâyıkıyla yerine getiren Hollywood senaryo yazarı, yönetmen, yapımcı ve starlarından beri; “Rus”ları gülerken bile göstermeyen, James Bond avantürlerinden, incelmiş ancak komiklikten kurtulamayan Hitchock anti-komünizminden ve daha nicelerini bildiğimiz ’70 ve ’80’lerin Amerikan filmlerinden beri…
Bireyselleşme ile homojenleştirme; çeşitlilik içinde “uniformity”, tek-tipleştirme; insanlara, uluslara, tarihe “stereotypic”, idealize edilmiş bakışlar… Şiddet unsuru ile otoriteye olan sahte ihtiyaç ve bağımlılığın körüklenişi; müziğin ve “kartpostal” görüntülerin izleyicileri aptal yerine koyan kullanımı… Bu ögeleri hemen her Amerikan filminde saptamak için uzman olmaya gerek yok.
Bu pisliğe bulaşanlardan hiçbirinin Hollywood denilen dev sanayinin doğrusal gelişimine ters düşecek bir eğilim sergilememiş olması bir ihanet sayılabilir mi? Yo hayır, hiç sanmıyorum…
Aslında sorun, işin bu kadarla kalmamasından doğuyor. “İdeolojilerin sonu”, ideolojiler-üstü postmodern, yine de ideolojik motifler ile yıkılan duvarlar, doğu-batı ayrımının ortadan kalkması ya da yok sayılması, kültürel çoğulculuk; hepsi birarada birer kazanım sayılıyor; pek çok yerde. Oysa ki farklar azalırken renk, dünya çapında hakimiyetini pekiştiren Amerikan kültürü, Amerikan yaşam tarzı oluyor; içerikler boşaltılarak…
Tekelleşmenin tartışılmaz varlığı ve etkinliği, soldan bakıldığında kimi zaman “anti-sinemizm”e bile yol açsa, Film Festivali Amerikan sinemasının kuşatması altında boğulan piyasa için dışa açılan bir pencere olma olasılığı taşıyor.
Festivallerin piyasa koşullarından etkilenmeyeceğini, kısa dönemde piyasanın iniş-çıkışlarını yansıtmayacağını düşünmemek gerek. Ayrıca sol-plebyen tepkiye yol açabilen snob festival seyirciliğinden de söz etmek mümkün. Tercihlerini, daha sonra gösterime girecek bile olsa cinsel çağrışımlı piyasa filmlerinden ya da herbiri birer başyapıt olarak sunulan, büyük çoğunluğunu “Doğu Avrupa” muhalif sinemasının oluşturduğu “Sinemaya Özgürlük” kepazeliğinden yana kullanan bir seyircinin varlığı da hepimizin malumu.
Ancak uzun vadede oluşacak birikim bütün bunlar içinden seçilip ayırdedilmelidir. Wajda, Von Trotta, Tarkovskiy ya da Godard’ı anlamaya, uyarlamaları izlemeye, tüm bunları eleştirel bir gözle yapıp eleştiri yeteneklerimizi geliştirmeye ihtiyacımız var. Bu, müze gezmeye benzer. Müzelerde dolaşmadan da, açıkhava yürüyüşleri yapmadan da bu dünyada yaşamanın, hele ilerlemenin olanağı yoktur.
Lillian Hellman, 19.yüzyıl ideallerine, köle emeğine dayansa da “aristokrat Güney”e, hatta bir yerde söylediği gibi “Hıristiyan ahlaka” bağlı; KP ya da başka bir sol örgüt üyesi olmadan, tek başına bakıldığında “solcu” bile sayılmayacak bir Amerikalı oyun yazarı. McCarthy dönemi Hollywood soruşturmaları sırasında, o da sorgulananlar arasında yer alıyor. Belki de dürüst bir tavır sergileyen nadir örneklerden biri. Şarlatanlar Dönemi adlı anı kitabında, “Liberalizme inancımı hemen hemen yitirdim sayılır. Yerine, sanırım uygun bir başka deyim bulamadığım için kişisel namus denilebilecek bir şey koydum.” 2 diyor. O, dostu, oyun yazarı Clifford Odets’in, soruşturmalar sırasında herkes gibi eski inançlarından döndüğünü bildirip özür dilemesi, eski arkadaşlarının çoğunu da komünist olmakla suçlaması karşısında şaşırıp kalıyor.
Hellman’ın gösterdiği tepki, ne olursa olsun, teknolojik gelişme lafazanlıkları karşısında yarı-ezik, yarı bıyık-altı “vay be!” şaşkınlığından farklıdır; bir aristokrat “kişisel namus” gösterisidir; kimi yerde çok değerli olabilir.
Hollywood hepimizi böylesine doğrudan olmasa da çeşitli yollarla satın almaya çalışıyor. Oysa ki burjuvazinin, etkilediği kitleler ve kimi aydınların, karşı karşıya olduğumuz kültür emperyalizmine “soylu” tepkiler göstermesi artık mümkün olmuyor. Ve bunu ummak, belki de sonuçsuz ve boşuna bir çaba olacaktır. Soylu tepkiler bir yana asıl yapılmak istenen her bakımdan geleneklerle bağlarımızın kesilmeye çalışılması. Öyleyse bizi bu dar çerçevenin dışına sanatlar aracılığıyla taşıyacak, evreni, insanı, toplumları sorgulayan tekil örnekleri birer “artizanlık” ürünü sayıp verdikleri taddan hiçbir şekilde vazgeçmememiz gerekiyor.