Şimdi teoriden söz etmenin sırası mı?
Kim ne derse desin tam sırası. Hatta denilebilir ki, teoriden söz etmek hiç bu kadar önem kazanmamıştı. Teorinin sosyalist hareketteki yerine zaman zaman değinilse bile, bundan, yani teoriden tam olarak neyin kastedildiği konusuna pek açıklık getirilmez. Sözgelimi, kastedilen Marx’ın, Engels’in ve Lenin’in geride bıraktığı düşünce mirası mıdır? Yoksa buna da dayanan, ama tek başına bundan ibaret olmayan bir başka yapı mı? Teori, yalnızca sağlamlığı kanıtlanmış bilgilerden oluşan yerleşik bir sistem midir, yoksa henüz sınanmamış varsayımlar ve kurgular da teorik yapı içinde meşru bir yer işgal eder mi?
İşte, içinde bulunduğumuz dönemde teorinin kazandığı önem bu sorulara verilecek yanıtlarla, başka deyişle kastedilenin ne tür bir teori olduğunun ortaya konulmasıyla anlaşılabilecektir.
Dar pratikçilikten bol pratikçiliğe
Türkiye’deki teori-pratik tartışmaları hep aynı şablonla sürdürülmüştür. Bu şablonun bir yanında gerçek yaşamdaki renk canlılığı ile bir türlü başedemeyen “gri” teori vardır, öte yanda da “dar pratikçilik” yer alır. Sonuçta, iki “yanlış uç”a yüklenildikten sonra, tutturulan ortalama ile iş tatlıya bağlanır. Bu türden değinme ve eleştirilere Türkiye solunda bugün bile rastlanabilir.
Oysa teori ile pratik arasındaki ilişkileri artık bu şablonun dışına çıkarıp öyle tartışmak gerekiyor. Çünkü bugün bırakın “gri” olanını, herhangi bir teoriden söz etmek bile pek mümkün değildir. Bu o kadar böyledir ki, aslında belli bir teorik temeli varsayan yaygın dar pratikçilik bile büyük ölçüde erimiş, yerini “bol pratikçilik” denebilecek bir başka tutuma bırakmıştır…
Geleneksel dar pratikçilik teorik temelin yokluğuna değil, tersine aşırı köşeli biçimde varlığına dayanır. Dar pratikçilik, teorik temelleri olan bir tür aşırı determinizmin ürünüdür. Bu determinizm, örneğin “işçi sınıfının doğası gereği sosyalizme yatkınlığı” ya da belirli bir devrim stratejisinin bir ülke için “biçilmiş kaftan olduğu” türü inançlarda ifade bulur. Sosyalist militan, bu determinizmden aldığı şevkle kendini “kitle”nin içine atar. Başka birçok militan da aynı işi yapacağından, “kitle”nin tamamına ulaşılması ve bu arada eldeki teorinin bu kitleye benimsettirilmesi garanti gibidir.
Burada itiraz edilen, kitle çalışması değil kuşkusuz. İtiraz edilen, kitle çalışmasının tek yönlü ve tek boyutlu bir “bilinç taşıma” işine indirgenmesidir. Bilincin “dışarıdan” taşınacağı konusunda hiçbir tereddütüm yok; ancak bilinç demek, teori demek değildir. Sosyalist militanın eylem dünyasının insanlara “teoriyi anlatma” işiyle sınırlanması, kendisini güdükleştirecek, bu işe maruz kalan “kitle” için ise bir cehennem azabı olacaktır.
Ne dersek diyelim, bu türden bir dar pratikçilik için gerekli zeminin günümüz Türkiyesi’nde giderek daraldığım görüyoruz. Gene görüldüğü kadarıyla, ortodoks dar pratikçiliğin yerini bugün hetorodoks bol pratikçilik denebilecek bir başka tutum almaktadır.
Bol pratikçilik, bazı özel koşulların ve dinamiklerin ürünü olarak ortaya çıkıyor. Burada belirleyici olan nokta, dar pratikçiliktekinin tersine, teorik determinizmin büsbütün yokluğudur. Bol pratikçilikte esas olan, kaynağı, sınıf temeli, yönelimi ve sürekliliği ne olursa olsun her türden hareketliliğin içine dalmak, yola çıkarken elde olmayanın (teori) bu hareketliliklerle ikame edilebileceğine inanmaktır.
Bol pratikçilikte herhangi bir teorik temel olmadığından, asgari anlamda bir sınıf determinizminden de söz edilemez. Aslolan, herhangi bir kesime ve dinamiğe indirgenemeyecek olan (çünkü indirgerseniz “indirgemeci” olursunuz) yaşam’ı bütün yönleriyle kucaklayabilmektir. Hedef, en genel anlamıyla özgürlük’tür. Böyle olunca, kendi özel alanlarında kendi tanımladıkları özgürlükleri arayan bütün kesimler (uluslar, kadınlar, eşcinseller, dinciler, gençler vb.) bol pratikçiler için sınıf hareketi ölçüsünde anlam taşır. Bol pratikçiler arasında daha sosyalizan olanlar, yaptıklarıyla teorinin reddedilmiş olmadığına, aslında hareketin teoriyi öncelemesi gerektiğine içtenlikle inanabilirler. Buna karşılık Marksizme daha uzak bol pratikçilere göre, hareketin içinde olmak herhangi bir araç ya da yöntem değil, doğrudan doğruya devrimci kimliklerin gerçekleşmesidir. “Haydi”, “yaşamın her alanında özgürlük”, “hemen, şimdi, burada” türü sloganlar, bol pratikçiliğin özenti kokan sosunu oluşturur.
Bunlara bakıp, bol pratikçiliğin bugün yalnızca yeni sol’a ya da Marksizm dışı özgürlükçü akımlara özgü bir tutum olduğu sanılmamalı. Yaşanan çaresizlikler, Marksist solun önemli bir kesimini de bol pratikçiliğe yöneltmiştir. Bugünün Türkiyesi’nde bol pratikçilik, özel bir eylem tarzı, bazı kısır döngüleri zorlayıp kıracak yeni bir kanal ya da kimilerinin inanılmaz bir cehaletle adlandırdıkları gibi “praksis” falan değil, bir sendromdur. Başlıca neden ise, teoride açık ya da örtülü nihilizmdir. Bu nihilizmin en çarpıcı göstergelerinden biri, Lenin’in ünlü sözü “devrimci teori olmadan devrimci hareket olmaz” ın Türkiye solunda fiilen en itibarsız dönemini yaşamakta olmasıdır. Evet, kimse açık açık söylemiyor belki, ama bugün kafalarda dolaşan bir başka modeldir: Artık teori bitti, bir yenisinin gerekip gerekmediği tartışılabilir; ama eğer gerekiyorsa bile, bu, doğrudan doğruya hareketin ürünü olmalıdır…
İyi de teori gerçekten bu kadar önemli, bu kadar gerekli mi?
Bunu tartışırken, herhangi bir siyasal etkinlik ve siyasal iktidar hedefi taşımayanları ayırmak gerekir. Böyleleri için teorinin gerçekten herhangi bir önemi olamaz. Buna karşılık, siyasal eylem ve iktidar hedefi taşıdıklarını, hele hele Marksist ve Leninist olduklarını söyleyenlerin teoriye ilişkin fiili umursamazlıklarını mutlaka gözden geçirmeleri gerekir. Çünkü, hareketin zaman içindeki kesintisizliği, siyasal etkinliğin olmazsa olmaz koşuludur. Oysa elde teori yoksa, herhangi bir siyasal hareketin zaman içinde süreklilik taşıyabilmesi, dış olgular ötesinde kendi adına bir eylemlilik hali tanımlayabilmesi mümkün değildir. Siyasal öznenin, kendi dışında gelişenlerden önce sürekli ve bağımsız bir mesai’ye sahip olabilmesi ancak teoriyle mümkündür. Bol pratikçilerin zaman zaman “yar bana bir eğlence medet” diyen Hacivat konumuna düşmelerinin nedeni de teorisizliktir.
Bu türden gerekçeleri ayrıntılandırmak mümkündür. Oysa bence sorunu kaynağından başlayarak ele almak gerekir. Bana kalırsa, sorunun kaynağında bir başka şey yatıyor ve o da şu: Teoriden vazgeçmeye bu kadar teşne olan ortalama solcu, aslında teori dendiğinde bundan neyin anlaşılması gerektiğini tam bilmemektedir. Bu nedenle, teori boşlanırken kullanılabilecek olan, örneğin “kitabi laflara paydos” türü gerekçeler son derece aldatıcı bir etki yaratacaktır.
Çünkü teori hiçbir zaman “kitabi laf” demek değildir.
Hangi teori?
Yaşanılan başarısızlıkları, uluslararası planda maruz kalınan ağır darbeleri şimdilik bir yana bırakalım. Türkiye solunun teori alanındaki aşırı teslimiyetçi tutumunun ardında iki temel neden olduğunu sanıyorum. Bunlardan birincisi “teori”den yalnızca, çok sınırlı bir alanın anlaşılması, ikincisi ise teori ile pratik arasındaki ilişkilerin son derece mekanik biçimde algılanmasıdır.
İlkiyle başlayalım.
Teori denildiğinde ortalama solcunun aklına “klasikler” adı verilen birtakım kalın kitaplar gelecektir. Bu büsbütün yanlış değildir elbette. Çünkü, klasiklerde gerçekten teori vardır. İyi de klasiklerde dile getirilen bu teorilerin, yeniden işlenmeden hep birlikte ve kendi kendilerine oluşturdukları tek bir TEORİ var mıdır? Benim yanıtım şu: Yoktur.
Bunu açabilirim. Örneğin klasiklerde (Marx ve Engels’i kastediyorum) bir sınıf mücadelesi teorisi vardır, değer teorisi vardır, kapitalist bunalım teorisi vardır, devlet teorisi vardır ve başka teoriler vardır. Vardır da, bunların hepsini birbiriyle daha soyut düzeyde bağlayıp kucaklayan ve bu haliyle de pratik tarafından “sınanmayı” bekleyen bir tür üst teori yoktur. Sayılanların hepsinin diyalektik ve tarihsel maddeciliğin kapsamına girdiği, gene hepsinin Marx’ın maddeci dünya görüşünün ürünü olduğu söylenebilir ve doğrudur. Ama gene de bunların hepsi birlikte, kurulmuş bir teori oluşturmazlar. Marx’ın dünya görüşü içinde yer alan çeşitli teoriler arasında bazı boşlukların, hatta birbirini çelen bazı noktaların bulunması, söz konusu toplama sözcüğün tam karşılığıyla teori denemeyeceğini gösterir.
Bundan hareketle gelmek istediğim nokta şu: Eğer tekil teoriler kendi başlarına bir üst teori oluşturmuyorlarsa, Marx’ın bıraktığı mirasın, içerdiği teorilerle birlikte özel bir teorik yapı çerçevesinde düzenlenip yeniden üretilmesi gerekir. İşte asıl önemli sonuç da burada ortaya çıkıyor: Sözü edilen düzenleme işlemi, en anlamlı ve verimli ürününü, özgül bir bağlamda (burada bağlam sözcüğünü “context” karşılığı kullanıyorum) oluşturulmuş bir devrim perspektifinin katalizörlüğünde verebilecektir.
Mümkün ve gerekli olanın yalnızca bu olduğunu söylemiyorum. Siyasal açıdan en verimli yolun bu olduğunu söylüyorum. Yoksa, Marksist aydınların özgül herhangi bir bağlam ve siyasal perspektif gözetmeksizin birtakım teorik çabalara girişmeleri mümkündür. Üstelik, bunların yararlı olacakları da söylenebilir. Ne ki, “pratik”le doğrudan ilişkiye geçmesi murad edilen teoriler bunlar olamaz. Öte yandan, Marx’ın çeşitli alanlardaki teorik açılımlarının kendi sınırları içinde güncelleştirilmesi ve geliştirilmesi de önemli bir uğraştır. Ancak, kendi başlarına bunlar da ana teorik gereksinimin karşılığı olamazlar.
O halde, şu sonucu yazmakta sakınca olmasa gerek: Devrimci hareketi önceleyen devrimci teori, ne şu ne bu, özgül bağlamda üretilmiş bir devrim teorisidir… Eğer buraya kadar söylenenler “zorlama” bulunursa şunu açıkça söyleyebilirim: Marx’ın ve Engels’in ardından Lenin’in Rusya’daki teorik etkinliğini (faaliyetini) bu yaklaşım dışında başka herhangi bir yoldan anlamlandırmak ve açıklamak mümkün değildir.
Sıkça dile getirilen bir değerlendirme, yani “Lenin’in, Marx’ın teorisini alıp Rusya koşullarına uyguladığı” değerlendirmesi, buradaki yaklaşım açısından bana doğru gelmiyor. Bence Lenin’in yaptığı, Rusya için geliştirilen bir devrim teorisi katalizörlüğünde Marx’ın teorik mirasını yeniden üretmektir.
Burada bir soru akla takılabilir: Böyle bir teorinin inşası da teorik bir ön donanımı gerektirmez mi? Eğer bu ön donanım bizzat Marx’ın düşüncesinin kendisi ise burada savunulan yaklaşımın farkı nerededir? Aynı soru, biraz farklı biçimde şöyle de sorulabilir: Marksist formasyonu olmayan bir siyasal öznenin, sözü edilen anlamda gelişkin bir teori inşa etmesi mümkün müdür?
Kesinlikle değildir. Ne var ki bu, özel bağlamdaki devrim teorisini Marx’ın mirasına göre ikincil saymanın ya da onu “Marx’ın teorisinin belirli koşullara uygulanması”na indirgemenin gerekçesi olamaz. Çünkü, devrim teorisinin basit bir “iktidar fethi” programının ötesine geçip gerçekten bir devrim teorisi olması ancak Marksizmin yardımıyla mümkünse, Marx donanımının gerçek anlamda bir eylem kılavuzu olabilmesi de ancak özgül bağlamdaki devrim teorisiyle mümkündür. Özet şöyle oluyor: Blankist olmak için hiç de gerekli olmayan Marx, Leninist olmanın zorunlu koşuludur; buna karşılık Marksist olmak için gerekli olmayan Leninizm, Marksizmden hareketle bir devrim teorisi üretmek için gereklidir.
Marx ve Lenin’e yaklaşım
Teori dendiğinde neyin anlaşılması gerektiği, bu söylenenlerle az çok açıklanmış olsa gerek. Peki, neden bu kadar önemlidir bu teori? Marx’ın bıraktığı teorik yapıların ötesinde 1 , özgül bağlamda üretilecek devrim teorisinin taşıdığı üstünlük nerededir?
Nisbeten daha soyut teorik alanları özgül bağlamda yeniden üretip kaynaştıran yapı, yani burada öne çıkarılan devrim teorisi, en başta siyasal öznenin tanımını ve görevlerini netleştirdiği, bu siyasal özneye başka türlü ulaşılamayacak gözlemlere, ilişkilere, çözümlemelere ve esnekliklere ulaşma olanağı tanıdığı için önemli ve “üstün”dür. Daha açık söylemek gerekirse: Elinde bu anlamda bir teori bulunan özne, örneğin devlet, sınıf mücadeleleri, vb. teorilere aralarında belirli bir bütünlük kurmadan ancak tek tek nüfuz edebilmiş bir aydına göre çok daha derin gözlemlerde bulunacak, mücadelenin değişken evreleri konusunda çok daha işlevsel çözümlemeler yapabilecektir.
Bu çerçevenin, Marksist mirasın bütününe yönelik seçmeci bir yaklaşımı öngördüğü açıktır. Gerçekten de, Marx’ın bıraktığı mirasın bütün alanlarını eşit ölçüde içselleştirip bu anlamda “tüketecek” kapsamda bir devrim teorisinin oluşturulabileceğini, oluşturulsa bile böyle bir teorinin somut siyasete olanak tanıyan bir yapı taşıyabileceğini hiç düşünmüyorum. Devrim teorisi seçici olmak, teorik girdilere değişik ağırlıklar vermesini bilmek zorundadır. Ancak bu, mirasın belirli yönlerinin baştan sona hep geride ve gölgede kalması anlamına gelmez. Çünkü, sözünü ettiğim özel bağlamdaki devrim teorisinin kendisi de değişime açık bir nitelik taşır. Zamana yayılmış, olağan sayılabilecek küçük çaptaki değişikliklerin yanı sıra, süreç içerisinde karşılaşılacak bazı özel uğraklar, bu teorinin daha köklü dönüşümler geçirmesini de gerektirebilecektir. Bir dönem için nisbeten boşlanan öğelerin bir başka dönemde ön plana çıkması, bu yüzden olağan sayılmalıdır.
Önem taşıyan bir başka nokta daha var ve o da şu: Marx’ın mirasına özgül bağlamdaki devrim teorisi ile yapılacak yaklaşım, Lenin’in bıraktığı miras için de geçerli olmalıdır. Örnek vermek gerekirse, en başta Lenin’in örgüt ve öncülük konusundaki teorik çerçevesi, Çarlık Rusyası bağlamındaki kendi özgül gerekçelerinin ötesinde, bir de güncel bağlam içerisinde temellendirilmelidir. İnşa edilecek devrim teorisi Marx’ın mirasına yaklaşımda nasıl seçici olabiliyorsa (Lenin örneğinde fiilen olmuşsa), Lenin’in mirasına yaklaşımda da aynı işi becerebilmelidir.
Bir şey daha eklemek istiyorum: Bu genel yaklaşımın ancak ve ancak devrimci olanlar tarafından izlenebileceğini iddia etmiyorum. Tersine, belirli bir olgunluk düzeyine ulaşmışlarsa, reformistler ve revizyonistlerin de aynı yolu izlemeleri gerekir. Örneğin bir zamanların Avrupa Komünizmi öncelikle Avrupa’ya özgü bir değişim (devrim değil) teorisi inşa etmiş, Marx ve Lenin’e bu teorinin seçiciliğinde yaklaşmıştır. Ancak, hiç şaşmayan bir kural vardır: Reform amacıyla yola çıkan bir yapı, sonunda, Lenin bir yana Marx’tan da uzaklaşmak zorunda kalacaktır. Devrim perspektifiyle yola çıkan yapı ise, Marx’a en çoğu önemli bazı rötuşlar getirse bile, bu mirasın özünden uzaklaşmayacaktır. Yola daha dar bir radikalizmden başlayanlar bile, bir noktadan sonra ayakta kalabilmek için mutlaka Marx’a daha çok dönme zorunluluğunu duyacaklardır.
Bu kural, kimilerinin iddialarının tersine, Marx’ın bıraktığı mirasın içsel anlamda oturmuş bir devrimci öz barındırdığını gösterir. Biri Bernstein’dan Avrupa Komünizmine ve yeni politik düşünceye, öteki ise Lenin’den Castro’ya uzanan iki çizgi aynı zamanda Marx’a yönelik olarak yöntemde benzer ama hedefte farklı iki yaklaşımın özetini verir. Daha yakın bir örnek de verilebilir. Türkiye’deki reformist kesim, bugüne dek ülke bağlamında tek bir özgün görüş üretmemiş, tek bir teorik temellendirme gerçekleştirememiştir. Yılların Aybar’ı, “Türkiye’ye özgü sosyalizm” demiş, ama yirmi küsur yıldır Leninist örgüt anlayışıyla uğraşmanın dışında başka hiçbir şey üretmemiştir. Leninist olmayan yeni sol’un bu ülke bağlamında yapabildiği, dilek ve temenninin ötesine geçebilen hiçbir şey yoktur. Nihayet TBKP ve SBP’ nin geveze yenilikçileri de aynı anlamda en küçük bir iş yapamamışlardır. Çünkü, atılan bütün yenilenme nutuklarına rağmen kullanılan yöntemin özü değişmemiştir. “Ülke somutuna indirileceği” iddiasıyla dün Marksizm-Leninizmin çevresinde dönülürken, bugün aynı dolap beygirliği Sovyetler’deki yeni ideologların tezleri çevresinde yapılmaktadır.
Şimdi bir özet yapılabilir.
Bir: Devrimci hareketi önceleyecek teori gereksinimini, Marx ve Lenin’in bıraktıkları miras kendi başına karşılayamaz. İki: Devrimci hareketi önceleyecek devrimci teori, biryerden getirtilecek hazır bir yapı değil, ülke bağlamında gerçekleştirilecek bir üretimin konusudur. Üç: Teori, yaşamın kendisine göre “gri” olabilir; ama üretilecek özgül teori, kitaplarda yazılanlara göre her zaman çok daha canlı renkler taşıyacaktır. Dört: Marx ile Lenin’in kendi teorik yapılarının ve ilkelerinin içinde işlev kazanabilecekleri asıl çerçeve, böyle bir teoridir. Beş: Çok kullanılan deyimle “pratik sınanması” gereken, bu yapıdır. Nihayet altı: Bu anlamdaki bir teori, nerede olursa olsun, herhangi bir devrimci etkinlik için olmazsa olmaz bir koşuldur.
Son bir nokta daha: Devrim teorisinin inşasını önceleyen bir pratik vardır mutlaka. Ne ki bu, belirli bir öznenin kendi özel eylemi ya da pratiği olmak zorunda değildir. Devrimci teorinin inşası için ilk planda gerekli olan, bağlam’ın kendi somut tarihsel pratiği, daha açığı sınıf ilişki ve mücadelelerinin birikmiş deneyimleridir.
Teori-pratik ilişkileri üstüne
Diyelim ki bu koşul yerine geldi. Diyelim “devrimci teori” dendiğinde artık özgül bağlamda geliştirilmiş, somut durumun somut çözümlemesini içeren yapı anlaşılıyor. Gene de, iş burada bitmiş olmayacaktır. Çünkü, teori ile pratik arasındaki ilişkilerin hakkı verilmediği sürece, teori tanımımda yapılan seçim isabetli de olsa ortaya büyük yanlışlar çıkabilecektir.
Türkiye solunda teori ile pratik arasındaki ilişkilere yaklaşımda her zaman tekdüze bir anlayış egemen olmuştur. Daha ileri giderek şunu da söyleyebilirim: Türkiye’de ortalama solcunun teori ile pratik arasındaki ilişkilere yaklaşımı, söz konusu kişi Maocu olsun olmasın, büyük ölçüde Teori ve Pratik adlı derlemenin damgasını taşımıştır.
Mao’ya yönelik itirazımın yanlış anlaşılmasını istemem. Mao, devrimci teoriden neyin anlaşılması gerektiğini büyük ölçüde görebilmiş, Marx ve Lenin’in mirasından Çin pratiğine dolaysız iniş yapma gibi bir yanlışa pek düşmemiştir. Buna karşılık Mao’nun teori-pratik ilişkilerine yaklaşımı, aşırı şematizmden kaynaklanan bazı zaaflarla maluldür.
Bir kere Mao, teori ile pratik arasındaki ilişkilerin diyalektik boyutuna, zamana yayılan ve süreçteki özne-nesne etkileşimini de hesaba katan bir tarzda bakamamıştır. Mao’nun çözümlemelerinde teori, belirli bir uğrakta inşa edilen ve “biten” bir kurgudur. Ardından bu kurgu pratikte sınanır ve sonuç olarak doğrulanır ya da yanlışlanır.
Bu, aşırı şematik bir yaklaşımdır. Gerçekte ise, teori ile pratik arasındaki ilişkilerin böylesine birebir ve dolaysız olduğunu söylemek mümkün değildir. Ayrıca, kurulan teorinin sınanmasıyla ilgili bir ölçüte peşinen sahip olunabileceğini söylemek de güçtür. Teori, en başta belirli bir eylemlilik durumuna imkan tanıdığı için ve bu ölçüde teoridir. Gelgelelim, bu eylemliliğin, teori için nihai ve gerçekten nesnel bir yargıya olanak tanıyacak netlikte sonuçlar vermesi kolay değildir. Başka deyişle, bir fizik ya da kimya teorisinin laboratuarda sınanması ile siyaseti kucaklayan bir teorinin insan etkinliği içinde sınanması arasında önemli bir fark vardır. Eğer “teori” dediğimizde bundan anlaşılan çeşitli bilgiler ve varsayımlardan oluşan bir sistem ise (yani tek ve yalın bir varsayım değilse) bunun pratikte doğrulanması ya da yanlışlanması da eşitsiz ve karmaşık biçimde gerçekleşecektir. Örneğin siyasal uğraş söz konusu olduğunda, belirli bir teorik yapının henüz pratikte hiç sınanmadan terki gerekebileceği gibi, pratikteki bazı açmazların mutlaka teorinin reddini ve terkini gerektirmesi gibi bir kural da sözkonusu değildir.
Tekrar ediyorum: Burada sözünü ettiğim, Marksist miras ve onun parçaları olan teoriler ile belirli bir somutluk arasındaki bağlantıyı kurmaya aday olan teoridir. Bu kapsamdaki bir yapı, bazı önemli alt tonları ve özel teorik bölmeleri de içinde barındırır. Böyle bir sistemin sınanması, dar anlamda bir pratiğin işi olamaz. Örneğin Leninist örgüt ve öncülük teorisinin 1900’lerin başındaki şekillenişini alacak olursak, ne daha sonraları başlatılan “sınıfa açılma” kampanyasının ne de Sovyet örgütlenmesi pratiğinin bu teoriyi yadsıdığını söyleyebiliriz. Aynı şekilde, Leninist teorinin tek başına 1917 Ekim Devrimi ile “doğrulandığını” söylemenin de dar ve kestirmeci bir bakışı yansıttığı açıktır.
Bütün bunların ardından benim ulaştığım sonuç şu: Devrimci teoride aranacak nitelik olarak bu teorinin pratikte sınanabilirliği ve peşpeşe “doğrulanması” yerine, aynı teorinin devrimci eyleme, siyasette esnekliğe, yeni alanlardaki teorik üretimlere ne ölçüde olanak tanıdığına bakılması çok daha yerinde olacaktır. O halde devrimci teori, önce kendi iç tutarlılığıyla, sonra da yukarıda değinilen türde özellikleriyle yargılanmalıdır. Kuşkusuz, teorinin bu özellikleri taşıyıp taşımadığının görülebileceği yer gene pratiktir; ancak bu, teorinin doğruluğuna ya da yanlışlığına değil, işlevsel olup olmadığına hüküm verecek bir pratiktir artık.
Hemen ilk planda yanlışlanması mümkün şeyler de olabilir elbette. Ancak bunlar genellikle gelişkin teoriler değil, bu tür teorilerin içinde yer alan bazı parçalardır. Gelişkin bir teorik yapının bütünü söz konusu olduğunda, bu yapının pratikle ilişkisi, doğrulanma ya da yanlışlanma kavramları yerine “pekişme” ve “dönüşüme uğrama” kavramlarıyla birlikte ele alınmalıdır. Bunların ne zaman gündeme geleceğine karar verecek olan da, önce de söylendi, tarihsel pratiktir. Tarihsel pratiğin herhangi bir teori hakkında nihai yargısını vermiş olduğunun söylenebileceği durumlarda bile, yargının hedefi olan teorinin o zamana kadar geçirdiği değişim, yargının tam tamına neye yönelik olduğunu bile tartışmalı kılabilecektir. Böyle durumlarda, pratik denen ölçütün pervasızca kullanılması yüzünden kurunun yanında yaşın da yanması ya da “yanmaz” yargısıyla kurunun da bir kenara atılması gibi sonuçlarla karşılaşılabilir.
Kapsam ve zenginlik
Bu yazıda söylenenlerin gerçekten bir anlam taşıyabilmesi için, zaman zaman “devrim teorisi” zaman zaman da “devrimci teori” olarak atıfta bulunduğum özel bağlamdaki devrim teorisi ile Marksist düşünsel/teorik miras arasındaki ilişkinin en başta doğru kurulması gereklidir.
Belirli bir uğraktaki teorik/pratik gereksinimlere yanıt vermesi beklenen devrim teorisini bir “devrim programı” ya da “devrim stratejisi” ile özdeş görmek, yapılabilecek yanlışların en büyüğü olacaktır. Burada “devrim teorisi” olarak adlandırılan yapı, bir ülkede devrimin hangi güçlerle, kimlere karşı ve hangi yoldan gerçekleştirilebileceğine ilişkin programa indirgenemez. Bu tür programlar teori’nin içinden çıkarlar, bu doğru. Ancak devrimci teori, dar anlamıyla programatik belirlemeleri kuşatan çok daha derin ve ayrıntılı ekonomik, toplumsal, siyasal, ideolojik, kültürel çözümlemelere, tezlere ve varsayımlara sahip olmalıdır. Esasen, devrimci teori ile marksist miras arasındaki ilişki tam da burada belirginleşir. Çünkü, az önce sayılan başlıkları içermeyen bir yapı, bir devrim teorisi değil, olsa olsa bir iktidar programı olabilir. Ancak, sıralanan başlıkları içselleştirme amacıyla yola koyulan bir teorik çabanın da Marx, Engels ve Lenin tarafından geliştirilmiş düşünce ve teorilerle verimli bir etkileşim içine girmemesi düşünülemez.
Artık toparlamaya çalışacağım.
Yola çıkış noktası olarak en genel anlamıyla Marksist-Leninist mirasın ve bazı global süreçlerin değil de daha özel bağlamdaki bir teorik/pratik çabanın görülmesi, soldaki alışılmış yöntemlere ters düşebilir. Hatta, burada söylenenlerin “heretik” bulunması bile mümkündür.
Ancak söylenenlerin bu ölçüde sivri olduğunu doğrusu hiç düşünmüyorum. Örneğin Lenin’in yaptığının, “Marx’ın düşüncesini Rusya koşullarına uygulamak”tan çok burada anlatılanlara yakın düştüğünü herkesle tartışabilirim. Gene de, şu soru sorulabilir: Bu yöntemin uç noktalara gitmesi, kullanıcısını da buralara savurması tehlikesi hiç mi yok?
Bu soru çerçevesinde, örneğin Marksist-Leninist ilkelere çok uzak düşen bir “devrim teorisi” geliştirme ya da “özgül bağlam” aşkına dünyaya damga vuran bazı genel dinamikleri büsbütün yoksayma gibi tehlikelerden söz edilebilir. Evet, ama bunlar büyük ölçüde kağıt üzerinde kalan tehlikelerdir. Çünkü, bir kez devrim perspektifinden yola çıkıldığında, kopulmasından endişe edilen öğelerin, teorik inşa sürecine en başta yöntem anlamında içsel olduğu görülecektir. Daha açık bir deyişle, gerek Marx ve Lenin’in bıraktığı miras gerekse global dinamikler, teori inşa süreci tamamlandıktan sonra berat almak için başvurulacak makamlar değil, bu sürecin her evresinde dikkate alınacak girdilerdir. Farklılık, bu girdilerin ya da kaynakların zamansız, mekansız ve ön hedefsiz değil, belirli bir zamanda ve yerellikte, devrim perspektifiyle kullanılmasıdır.
Biraz açıp bitiriyorum.
Sözgelimi, bir teorik çabanın önde gelen başlıkları arasında Türkiye’nin uluslararası konumu, Türkiye burjuvazisinin sınıfsal savunma refleksleri, Türkiye’de devletin tarihsel ve güncel olarak üstlendiği roller ve işlevler, Türkiye’de kitlelerin şu ya da bu doğrultuda hareketlendiği özel uğrakların çözümlenmesi, Türkiye’de darbesel ve seçimsel iktidar değişimleri, vb. vb. yer alabilir. Bu tür başlıkların, özgül bağlamdaki devrim teorisi açısından taşıdıkları önem herhalde açıktır. Şimdi düşünmek gerekir: Bu tür başlıklar altında gerçekleştirilecek teorik üretim süreçlerinin, oluşturulacak modellerin, siyasal kurguların ve varsayımların örneğin Lenin’in Emperyalizm‘iyle, üstyapıya ve ideolojiye ilişkin çözümlemelerle, özel olarak devlet teorisiyle, sınıf mücadelesine ilişkin ilkelerle, Bonapartizm ve benzeri diğer kavramlarla etkileşime girmemesi, bunlara başvurmaması mümkün müdür?
Bu son söylenenler, baştan bu yana anlatmak istediklerimin daha bir yerli yerine oturmasına yaramıştır sanıyorum. Bundan ötesi ise, yeni açıklama ve “girizgah” çabalarının değil, doğrudan doğruya bu doğrultuda gerçekleştirilecek üretimin işi olmalıdır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Marx ve Engels’in bıraktığı teorik mirastan söz edilirken, bu mirasın içinde yer alan devrim teorisi’ne değinilmedi. Oysa Lenin’in Rusya bağlamında geliştirdiği teorinin öncesinde, Marx ve Engels’in Avrupa bağlamında bir devrim teorisine yöneldikleri bilinir. Bu teorik çaba, Marx ve Engels’in diğer ürünlerinin yanısıra, köylü savaşlarından Çartizme, oradan 1789-93’e ve 1848’e uzanan gözlemlere, değerlendirmelere ve beklentilere dayanır. Ancak bunlar yeterince olgunlaşmamış bir sistem, daha çok bir projeksiyon koyar ortaya.