Daha önce sosyalist ideoloji üzerine Gelenek’te yer alan yazılarımda bir çok defa Rus ve Sovyet deneyimine gönderme yapmıştım. Bunun iki temel nedeni olduğunu söylemek mümkün. Rus devrimci hareketinin uluslararası ölçekte marksist teori üzerindeki siyasal otoritesinin tartışılır bir yanı bulunmuyor. Marksist teorinin bütün kulvarlarında bu hareketin öznesi olduğu deneyimin sağlıklı ya da sağlıksız etkisini görebiliyoruz. İkinci olarak, Sovyet sosyalizminin karşı-devrimci bir “son”a ulaşmasına zemin oluşturan deformasyonun en fazla “ideolojik” olduğunu düşünenlerdenim. Bu düşünceye karşı “başarısızlığı basitleştirmek” iddiasını ileri sürenlerin ideolojik mücadeleyi küçümsemelerini ve çözülüşü sihirli tek bir formülle (bu sihirli formül çoğu kez Leninist öncülük anlayışının iflasıdır) açıklamaya kalkmalarını tamamen siyasal bir kapris olarak değerlendirme yanlısıyım (Sosyalist Türkiye Partisi’nin konuğu olarak Türkiye’ye gelen ve partinin çeşitli etkinliklerine katılan Küba Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi Jorge Castro Benitez STP Genel Merkezi’nde yaptığı sohbette Sovyet sosyalizminin yenilgiye ideolojik araçlarla sürüklendiği saptamasını yaptı. STP’nin diğer konuklarının da ideolojik deformasyona özel bir önem verdiklerini görmek, dünyanın birçok yerinde leninistlerin önlerine çıkan teorik tuzağa düşmediklerinin bir göstergesi sayılmalı).
Sovyet deneyimi, sosyalist ideolojinin devrim öncesinden başlayarak, olanaklı olan en geniş spektruma ulaştığı bir deneyim sunuyor bize. Bu geniş spektrum sosyalist ideolojinin teorik ve siyasal uzanımlarını kavramak için mükemmel bir laboratuar yaratıyor. Genişliğin aynı anda güç ve zaafın kaynağı olacağını (bu neredeyse her durumda böyledir) bildiğimiz için bu laboratuarın kullanımını ihmal edemeyiz.
Bu yazıda bu laboratuara bir ilk giriş yapmak, sunduğu olanakların keşfedilmesini sağlamak amacındayım. Hemen hatırlatmak istiyorum, bu yazının hiçbir biçimde Sovyet deneyine yeni “özür”ler yaratmak kaygısı yok. Merkezde “anlayabilmek” yatıyor, bu saatten sonra kimseye gereğinin ötesinde “anlayış” göstermek gibi bir derdimizin olamayacağı açık.
Merkezci Gelenek Nereden Geliyor?
Sovyet deneyimi veya daha öncesinde Rusya’da bolşevik hareket olabildiğince “merkezci” bir kimlik edindi. Batı marksizminin bu olguyu toplumsal “azgelişmişlik” ile, yani burjuva-demokrat geleneğin yokluğu veya sivil toplum arayışlarının sönüklüğüne dair siyasal vurgularla açıklaması beli bir değere sahip olsa bile son derece yüzeysel bir yaklaşımdır. Bolşevizmin özü olan leninist öncülük anlayışının altının çizildiği ve bu anlayışın zorunlu olarak siyasal ve toplumsal örgütlenmelerde merkezden yana vurgu yaptığı yorumlar ise elbette yüzeysellikten uzak bir anlam taşımaktadır. Ne var ki, bu yorumlar bolşevizmin “öznel” tercihlerine kilitlenmiştir ve kanımca artık daha farklı bir çerçeveyi hazırlamak gerekir.
Bu farklı çerçevenin hammaddesi aslında hiç de yeni değil. Gündeme getirmek istediğim yeni veriler, özellikle marksizm dışı araştırmalarda ve Slav kökenli liberter aydınlarca hallaç pamuğu gibi atılmış, her boyutuyla bolşevizmi marksizmden koparmaya yeminli bir ideolojik saldırıya altyapı oluşturmuştur.
Marksizmin içinden bu malzemeye uzananlar ise bir başka yeminli topluluktur ve tek dertleri Stalin’dir. Bir dostumun belirttiği gibi bunların içerisinde kimi konjonktürlerde karşı devrimci pozisyon alma alışkanlığını hiç terk etmeyen “öncü kol”lar vardır. Avrupa’nın kapitalist restorasyonlu değişimini sırıtarak izleyen ve “şimdi Castro’nun işini bitirmeli” diyen bu aptal adamların Türkiye’de veya dünyada marksizmin teorik haznesine kattığı hiç bir şey yoktur. Kısaca gündem dışıdırlar…
Sovyet deneyindeki merkezi kimliğin köklerini Rusya’daki devlet yapısının oluşumu, egemen sınıfların bu oluşumla ilişkisi ve daha da önemlisi, bu ilişkinin ürettiği ideolojik yapılarda aramak gerekir. Devlet ve yönetici sınıf arasındaki ilişki, özellikle siyasal otoritenin oluşum süreçlerinde son derece karmaşık gelişiyor. Hatta öyle ki, “kendine özgülük” denilen durumun neredeyse bütün toplumların belli dönemeçlerde kaçınılmaz olduğunu düşünmek mümkün.
Burada marksist devlet kuramına girmek durumunda değilim ve bu konudaki temel Ortodoks yaklaşımın terk edilmesinin sözü bile edilemeyeceğini hatırlatmak istiyorum.
Rusya’da prensliklerden merkezi devlete geçiş sürecinde iktisadi olarak egemen sınıfın aynı zamanda siyasal olarak egemen sınıf olduğundan hiç kuşku duymamak gerekiyor. Ancak, çarlık kurumunun belli bir döneme kadar toprak sahibi boyarlarla girdiği çekişmenin de hiç küçümsenmemesi gerekiyor. Bu çekişmenin iktisadi ve siyasal boyutları var. Ancak benim burada üzerinde duracağım, çekişmenin geleceğe de devrolunan ideolojik salgısıdır.
Rusya’da çarlık, anılan dönemde (Godunov’a kadar), toprak sahibi bodarların anlık ufkunun çok ötesine geçen bir sınıfsal benliğe sahip olmuştur. Daha sonra Rusya’yı güçlü bir imparatorluk hâline getiren ve aristokrat sınıfın ihya oluşunu sağlayan bu üst benliktir. Yanlış anlaşılmasın, çocuk yaşta tahta çıkan bacaksızlara özel bir bilinç atfetmiyorum. Bu üst-benlik tamamen nesnel bir durumdur ve merkezi otoritenin kendisine dair kaygılarla belirlenmiştir. Bu kaygılar ile boyarların dar ve kısır sınıfsal bakışları arasındaki gerilim merkezi otoriteye, yani çarlık kurumuna inanılmaz bir toplumsal meşruiyet kazandırmıştır.
Toplumsal meşruiyet “ideolojik” yapıların “ustalık belgesi”dir. Rusya’da merkezi otoriteye dair kalıcı onayın babası Rus çarlığıdır. Ezilen sınıfların öfkesini boyarlara yönelten, kendisini tanrının dünyevi ifadesi olarak sunan çarlık, uçsuz bucaksız Rus steplerinde her daim üreyen “dokunulmaz” ve “ulaşılmaz” bir konuma oturmuştur.
Aradan yüzyıllar geçti ve bu konum aristokrasiye doğrudan bağlanmanın yarattığı imaj kaybına rağmen varlığını korudu. Rus devrimci hareketi, ilk dönemlerinde, Dekabristler’den başlayarak, bu ilginç ideolojik yapıyı pek fazla önemsemedi. İşin rengini değiştiren bolşevik hareket oldu. Siyasi mücadelede “iktidar” olgusu ve “burjuva sınıfı ile hesaplaşmak” gündemde daha fazla yer işgal ettikçe, marksistler yalın bir “çar karşıtlığı”ndan çıkmaya başladılar ve bir anda vurgu, çarlığın da bir dönem yarattığı “eşitlikçi” ve “mülk sahibi sınıflara yönelik düşmanlık” ideolojisine kaymaya başladı.
Marksistler hiçbir yerellikte yerleşik ve sosyalist ideolojiye doğru çekilebilen ideolojik yapılara “biz bu işi beğenmedik” tavrıyla yaklaşamazlar. Bolşevikler, birçok durumda farkında olmadan, Rus toplumunda aranan “kurtarıcı” role oturuverdiler. İşte bu rolün daha önceki aktörü Rus popülizmi değil, çarlık kurumudur.
Bu durum, hafife alınamaz ve yalnızca Stalin döneminin “öznel” tercihlerle kimi Rus ulusal değerlerini kullanma politikalarına bağlanamaz. Zaten sözünü ettiğim olgunun doğumu ve farkına varılması daha 1900’lerin başına tekabül etmektedir. Ayrıca, Sovyet sosyalizminde (yalnızca “resmi” konumlanışta değil toplumsal olarak da) çarlık imajı olarak Korkunç İvan’ın Petro’ya tercih edilmesinde, Dekabristler’den devrimci hareketin ilk örgütlü çıkışı olmalarına rağmen hiç haz duyulmamasında “öznel”liklerle birlikte bir toplumdaki ideolojik genleri de hesaba katılmalı.
Ulusal Değerler, Milliyetçilik Ve Sosyalizm
İvan döneminden sonra kısa süren Teodor çarlığını takip eden Boris Godunov ile birlikte çarlık kurumunun “mistik” ayrıcalığına ciddi bir darbe geliyor. Boyarların bu kurumu doğrudan sahiplenmelerinin sonucu “köylü ayaklanmaları”dır. İvan Bolotnikov, Stenka Rasin, Pugaçov isyanları çarlık imajının zedelendiği döneme denk düşmüştür. Ancak “imaj”, toplumsal belleği hiç terk etmemiştir.
Rusya’da sosyalist ideolojiye devrolunan ögelerden birisi (daha sonra yeniden dönülmek üzere) budur. Rus tarihinden gelen bir başka olgu ise, Rus köy komünü’dür (mir). Marksist literatürde Rus köy komününün daha çok “sosyo-ekonomik” rolü üzerinde durulmuştur, ancak bu rolün ideolojik cephesi pek fazla ciddiye alınmamıştır. Rus ve diğer Slav uluslarında özel mülkiyete yönelik direncin kırlarda yoğunlaşması (tek başına buna bağlanamasa bile) tarihsel köklere sahiptir ve ideolojik yapılar burada son derece kalıcı özellikler kazanmıştır. Başlangıç olarak çok detaya girmeden “mir” için kısa bir sosyo-ekonomik değerlendirme aktarmak istiyorum: “Köylülerin çoğu kişisel olarak mülk sahibi olamadı. Ülkenin büyük bir bölümünde, toprağın mülkiyeti, köy komünü (obşçina ya da mir denen kurum) adınaydı ve köy komünü Rusya’da çok eski bir geleneği (geçmişi) olan, 1861 reformu koşulları ile daha da güçlendirilmiş bulunan bir kurumdu. Mir’in Rus kır toplumu üzerindeki (toplumsal) rolü ne olursa olsun ekonomik yaşam üzerindeki etkisi kötü olmuştu. Özel sahipliğin yokluğu ve köy topraklarının komün üyeleri arasında periyodik olarak yeniden bölüştürülmelere uğraması, köylülerin topraklarında, uzun zamana yayılacak geliştirmelere gitmek ve güçleri yetse de, mülklerine kapital yatırmak şevkini azalttı.”1
Mir’in bu özelliklerinin ürettiği ideolojinin “dinginlik ve huzur” üzerine kurulu olduğunu ve bunun çelişkileri yoğunlaştırıcı etkisi nedeniyle “özel mülkiyet”e dair bir çekinceyi beraberinde getirdiğini vurgulamalıyız. Dinginlik ve huzur özleminin örneğin Anadolu kırlarındaki kahredici hareketsizlikten farkı, örgütlülüğe ve hatta kolektif bilince çanak tutmasıdır. Birçok araştırıcı “mir”in aynı zamanda evren dünya ve barış anlamına gelmesinin rastlantı olmadığına işaret etmiştir.2
Son derece ilginç ve buradan algılamamız güç olan bir konudur bu. Uzun yıllar Kızılordu Korosu veya diğer toplulukların devrimci şarkılarla dolu plaklarının kapaklarında kayın ağaçlarına veya uçsuz bucaksız steplere yer verilmesini algılamakta güçlük çekmiştim. Hatta bu durumla ilk karşılaştığımda zihnim konspiratif çağrışımlar yapmıştı. Oysa, Sovyet sosyalizmi Rus köylüsüne çağdaşlaşmanın yanısıra geleneksel kimi değerleri yeniden canlandırma fırsatı da vermişti. Bu değerler kendisini kültürel, sanatsal ve daha kapsayıcı bir biçimde ideolojik olarak ifade etmişti.
Sovyet toplumunda kolektif çiftlikleri, buradaki yaşantıyı tasvir ederken kullanılan tişina, şirokaya, spakoynaya, malçaniye gibi sözcükler hep sessizlik, dinginlik ve huzur anlamına geldi. Sosyalizm bütün bu özellikleri koruyan ve pekiştiren bir düzendi köylüler için. Öyle ki, Sovyet kırlarında, İkinci Dünya Savaşı, her şey bir yana, bu “istikrar”ı bozan bir kesinti olduğu için de lanetlenmiş, Sovyet köylüsü bu istikrar için faşist ordulara karşı partizan birliklerine katılmıştı.
Toplam nüfus ve iktisadi alanda büyük bir ağırlığa sahip olan kırlardaki bu dinginlik ideolojisinin sosyalist ideolojinin iç hiyerarşisine ve hatta SBKP’nin işleyiş kalıplarına etkide bulunmaması düşünülemez. Zaten, II. Savaş’tan sonra canlılık ve değişim motiflerinin hep sosyalizm dışı kanalları zorlamasının altında yatan nedenlerden birisi sosyalist ideolojinin ve parti önderliğinin toplumun “huzuru”na endekslenmesidir.
Bu iki tarihsel ögeden sonra 19. yüzyıl Rus devrimci hareketinin kimi köşe taşlarına değinmek gerekiyor. Daha önce Dekabristler’in kimi durumlarda hakları teslim edilmekle birlikte, bolşevik gelenekte pek fazla “tutulmadığı”ndan söz etmiştim. Bir bölümü eski boyar ailelerinden gelen bu prerevolüsyoner kesimin ademi-merkeziyetçi eğilimleri, “iktidar” olgusunu merkeze koyan bir geleneğe zaten sıcak gelemezdi. Dekabristler içerisindeki bir kolun açıkça “otokrasiyi aristokrasi eliyle yumuşatma” perspektifine sahip olduğu biliniyor. Ayrıca Dekabristler’in gündeme getirdiği tartışmaların klasik “boyar-çar” çekişmesinin bir devamı olarak değerlendirildiği de bir sır değil. 3
Rus tarihinde “meclis”, “temsilciler birliği” vs. olguların tamamen boyarlar tarafından realize edilen kurumlar olması ve Dekabristler’in buralardan “demokratik gelenek” üretmeye kalkmalarının biri genel iki sonucu vardır. Doğrudan sömürücü sınıfa bağlanan “demokratik” kurumların (!) bolşevik hatta hiç yakın gelmemesi ve Dekabristler’in devrimci geleneğin bir parçası olarak değerlendirilmemesi…
Bugün meydanları dolduran anti-kapitalist güçlerin pankartlarında ‘Kahrolsun Demokratlar’ türünden sloganlara yer vermeleri, liberal Rus aydınlarının Dekabristler’i durup dururken yüceltmeye başlamaları bu tarihsel perspektif içerisinde oldukça anlamlıdır.
Oysa Dekabristler’i bolşeviklere bağlayacak çok önemli bir unsur vardır: Batıcılık… Dekabristler, batıcı eğilimleri belirgin olarak işleyen ve geliştiren ilk siyasal organizmadır. Bir bakış açısıyla, tarihi “Batı’yla yakınlaşmak için verilen uzun girişimler”4 den oluşan Rusya’da Rus aydınlarının değişik yaklaşımlarla bu girişimlere dair strateji üreterek siyasallaştıkları açıktır. Öylesine dramatik bir strateji arayışıdır ki bu, zapadnik eğilimlere karşı Slavcılığı çıkaran birçok akım, bir biçimde “Batı”yı referans noktası olarak almış, “onlar gibi olmak için onların dışında” süreçleri aramaya koyulmuşlardır. İşte Dekabristler kendilerinden sonra Rus aydınını resmen belirleyen bir “konu”da batıcı kimliğin ilk örgütlü dışavurumu olarak da önem kazanmışlardır.
Üstelik, marksizmin Rus toprağına girişinin “Rus batıcılığının ölçüsüz dışavurumu” 5 olarak değerlendirilmesi de tamamen gerçek-dışı bir değerlendirme olarak görülemez. Yani, Dekabristler ile Bolşevikler arasındaki “batıcı” ortaklık arasında çok organik bir geçiş olan “ön Rus marksizmi” de yer alır. Ama sevmeme hâli yine de bakidir. Neden çok açıktır. Dekabristler, sınıfsal bağlanmışlıklarıyla, Rusya’daki “merkezi otorite” sorununa getirdikleri “geri” çözümlerle ve nihayetinde “Rusya’nın kurtuluşu” sorusuna hiç cevap vermeyişleriyle Bolşeviklere miras olan engin deneyde anlamlı bir yere bir türlü sahip olamadılar.
Bu soruya daha sonra tekrar geleceğim. Ama şimdiden şunu söylemek mümkün:
Bolşevikler marksizm içi dinamiklere ve işçi sınıfı vurgusuna ek olarak “Rusya’nın kurtuluşu” için kanal arayan Rus toplumuna (bunlara mujikler de dahil) son derece somut ve Rus gelenekleriyle barışık bir yanıt verebildikleri için başarılı oldular. Gene tekrar ediyorum, bugün “biz bunu beğenmedik” demekle marksizmi “kurtarmak” pek mümkün değil!
Konuya değinmişken Kagarlitskiy‘den bir pasaja yer vermek istiyorum. Liberter Kagarlitskiy’in son dönemlerde yeni arayışlara girdiği konusundaki duyum ve belirtileri dikkate almazsak, kendisinin Düşünen Sazlık‘taki konumuyla Rus geleneklerinin aydınca olumsuzlanışının çarpıcı bir örneği olduğunu söyleyebiliriz:
“Önceden söylediğim gibi, Bolşevikler marksizmi belirli bir anlamda, modernleşme ve Avrupalılaşma ideolojisi olarak yorumladılar. Güçlü yanları da zayıflıkları da buradadır; çünkü marksizmin bu basitleştirilmiş ideolojik temelde ele alınışı, sosyalizmi Rusya’daki birçok insana daha anlaşılır kılarken, aynı zamanda onun keşiflerinden çıkan kimi önemli sonuçlara gözlerini kapatmak zorunda bıraktı. Ne var ki asıl sorun bu değildi. Berdyayev, I. Petro’nun ‘tahta oturmuş bir Bolşevik’ olduğunu yazıyordu. Bu kıyaslamanın tersi de yapılabilir. Politik açıdan Lenin’in partisi, Karl Marx’ın partisinden ziyade I. Petro’nun partisiydi. Çünkü öncelikle Rusya’nın Batı’daki örgütlenmenin çağdaş biçimlerini taklit etmesini sağlamakla uğraşıyordu…(…) Bolşevikler, disiplinleri, birlikleri ve inançları nedeniyle devrim ve düzen partisiydi. Rusya’da Avrupa uygarlığının bıraktığı izleri savunmaya, ülkeyi modernleştirmeye ve Rusya’yı bağımsız, birleşmiş bir güç olarak korumaya yetenekli biricik parti onlardı.”6
Kagarlitskiy’in Bolşevikleri marksizmden koparma girişimleriyle uğraşmak görevimiz şu anda yok. Ben dikkati son cümledeki “koruma” misyonuna çekmek istiyorum. Birazdan bu konuya da gelmiş olacağız. Ancak önce “din” var.
Bolşevik mirasın taşıyıcılarının şu anda boy attığı topraklarda dinci eğilimlerden ayrışamaması, daha da ötesi bu eğilimlerin bir bölümü ile birlikte yürümesi çoğumuz için siyasal açıdan “umut kırıcı”, teorik açıdan ise çok belirgin bir “deformasyon”dur. Marksizmin programatik ve teorik çerçevede milliyetçi ve dinci eğilimlerden kalıcı bir kopuş gerçekleştirmeden belli bir yerellikte sosyalist ideolojinin önünü açamayacağını düşünen birisi olarak, Manej’de Ekim Alanı’nda Kızıl Meydan’da anti-kapitalist gösterilerin kara cüppeli bir papazın konuşması veya bir albay bozuntusunun “büyük Rus ülküsü”nü gıdıklayıcı söylevine vesile olmasını kişisel olarak hiç sindiremediğimi söylemem gerekiyor.
Ancak sindirim sistemi zorlanan yalnızca biz değiliz. Bugün de, 1900’lerin başında veya 1920’lerde de eşitlikten yana, özel mülkiyete karşı tutum alan ve bu tutumun Bolşeviklerde cisimleştiğini ileri süren milliyetçiler veya ortodokslar da ilginç bir durumda. Ne var ki, bu iç içe geçişleri, geçişlerin Rus özneleri bizler kadar yadırgamıyorlar. Çünkü ortadaki garip görüntü ciddi tarihsel köklere sahip ve hiçbir biçimde öznel tercihlerin ürünü olarak değerlendirilemezler.
Tarihsel köklerin bir kısmına yukarıdaki bölümlerde değinmeye çalıştım. Sosyalist ideolojinin dini yapılardan eşitlikçi ve özel mülkiyet düşmanı bir söylemi kendisine doğru çekişi bu köklerin dolayımsız ürünü. Ancak özel olarak bu süreci mümkün kılan dinamikleri, yalnızca dini yapıların “çarlık” kurumu ile birlikte ürettiği ideolojide aramamak, Rus devrimci hareketinin 19. yüzyıldan itibaren topluma dini ikame edici çağrışımlar ile “gittiği”ni hesaba katmak gerekir. Etik kalıplar yaratmada, kurtarıcılık misyonunda ve toprağı sevmede ölçü tanımayan bir hareketin neredeyse yeni bir din olarak algılanması şaşırtıcı değil. Bu nedenle 22 Ocak’ta Kanlı Pazar’da 150 bin kişinin “hak arayışı” için Papaz Gapon’un ardından yürüyüşünün tarihsel nedenleri olduğu unutulmamalıdır. Bu yürüyüş eşitlikçilikçi eğilimlerin toplumda din ve hatta “çar” imajına takıldıkları son trajik kalkışmadır. Sonun başlangıç olması ise “Bolşevikler” sayesinde olmuştur. Bolşevikler Lenin önderliğinde siyasal iktidarı, işçi sınıfı iktidarını somut bir hedef olarak gündeme yerleştirirken Rus toprağının kimi geleneksel ihtiyaçlarını da karşıladılar. Sosyalist ideoloji Rusya’da böyle kan buldu.
En can alıcı nokta, nüfusun büyük bir bölümü demek olan köylülüğün sosyalist ideolojiyle bu cepheden temas kurmasıdır. Hiç kuşku olmasın bu teması pekiştiren elbette siyasal açılımlardır ve 1917 Ekimi’nin hemen öncesi ve sonrasında bolşevizm köylülüğe son derece somut projeler etrafında “yeni düzeni” dayatmıştır. Ancak, Rus köylüsünün ideolojik ihtiyaçları ve Bolşeviklerin teorik ve siyasal hatlarından taviz vermeksizin ama ideolojik cephede kimi kalıcı zaaflara neden olan tedarikleri de mutlaka hesaba katılmalıdır: “… köylülerin politik felsefesi, tanrı gibi uzak ve kuramsal bir varlık olan Çar’ın, birgün acılarını dindireceği ve zalimleri cezalandıracağı şeklinde, anlaşılmaz dinsel bir ümitle sınırlıydı. ” 7
Bolşeviklerin çarın elindeki bu misyonu ele geçirdikleri tartışılmaz. Bu ele geçirişin bolşevizme dini bir imaj “armağan ettiği” de çok açık. Yine beğenelim, ya da beğenmeyelim… Burada asıl önemli olan, bolşevizmin devrimci hareket açısından gündemden düşmüş bir imajı yeniden üretmesidir. Çünkü Rus aydınlarının örneğin 1874 yılındaki halka gidiş patlaması tam anlamıyla böyle bir imaja dayanmıştı. Hatta bu popülist çıkış bir siyasal ajitasyondan çok mistik ve dinci bir atmosferin yaratılmasına dayanıyordu. Sonra Rus nesnelliği üzerine bilimsel tartışmalar geldi. Bu tartışmalarda daha çok pozitivist bir kimlikle varolan marksizm 1800’lerdeki “devrimci psikoloji”yi bir çok açıdan terketti. Bolşevizmin kendi kılıcını atışı ise tam da bu psikolojiye dönüş anlamınageldi.Bu dönüşte bir bilinç veya ustalıklı bir siyasal manevra aramak saflıktır. Bolşevizmin marksizmi yeniden üretirken yerel dinamikleri sürece katışı, siyasal mücadeleye bakışındaki merkezci vurgu ve öncülük misyonuna biçtiği değer “boşluk”ta kalan ihtiyaçlara yepyeni bir yanıt ortaya çıkardı: “Aslına bakılırsa devrim, bir noktaya dek özgürlüğün fethine giden bir araçtan, kendi başına amaca dönüşmüştü. Merejkovski ile Berdyayev’in sözünü ettikleri devrim karşısındaki bu dinsel tutum, bizzat Rus enteli-jensiyasınca devrim öncesi dönemde geliştirilmişti. Lenin’in düşünce tarzı da aydınların anlayışının bir yönünü kuşku götürmez derecede somutlaştırıyordu.” 8
Bolşeviklerin sosyalist ideolojinin şekillenme sürecine farkına varmadan yaptıkları etkilerden birisi bu ideolojideki burjuva demokrat ve liberter eğilimlere kalıcı bir darbe vurmaları ve bunun yerine bir kez daha geleneksel değerleri öne doğru itmeleridir.
Burada Rus halkının Rus proletaryasında cisimleşmesi “Rus mesayanizminin proleter mesayanizmle özdeşlemesi” 9 gerçekleşmiştir. Rus aydının özellikle Belinskiy ile ortaya koyduğu misyonerlik ruhunun, bir sınıfa devrolunarak yaşatılmasıdır söz konusu olan.
“1870 narodnikler kuşağı taze duyguları, atılımı, şevki, cesareti ve devrime sonsuz bağlılıkları ile ün kazanmışken, 1890 narodnik hareketi içi boşalmış bütün eski izleri taşıyordu.” 10
Bu ruh boşlukta kalmayacaktı. Marksizmin bütün bilimsel ve devrimci kazanımlarını sırtlayan Bolşevikler, yollarını açarken Rus geleneklerini de peşlerinden sürüklediler. Bu gelenekler üzerinde durulmalıdır.
Bolşeviklerin kendi öncülleriyle olan ilişkilerinde seçmeci bilinçle davrandıkları yolundaki akıldışı inanç ise terk edilmelidir. Bolşeviklerin marksist kimliklerine narodniklerin yiğitlik ve fedakarlıklarını ekledikleri iddiaları, zararsız ama oldukça boş bir yaklaşımdır. Rus devrimci hareketinin bütün iç kopuşlara karşın bir sürekliliği vardır ve Bolşevikler bu sürece enternasyonalist bir dünya devrim sürecinin yerel halkası olarak ve “dışarı”dan katılmamışlardır. Ortada hiç değilse toplumsal bir görünüm olarak bir Rus devrimi vardır ve Bolşeviklerin çıkışı bu nedenle marksizm içinde bir ulusal-evrensel çelişkisi yaratmıştır. Çünkü, hep tekrarlayacağım, Bolşevikler Rus devrimindeki sağlam yerlerini “Rusya’nın önündeki yol ve Rusya’nın geleceği” sorusuna verdikleri cevap ile almışlardır. Bu sorunun en azından o dönemki uluslararası marksizmin gündemi ile örtüşmediğini anlatmak bile gerekmiyor.
Gelecek Perspektifi…
Sonuçta Rusya’da bolşevik marksizm, “Rusya’nın geleceği” sorusuna verdiği yanıt etrafında örgütlendi. Bu soru, marksizmden eski bir soruydu. Bu sayede nesnelliğe oturuldu; bu nesnellikte canlı bir zemin bulundu.
“Rusya’nın geleceği” sorusu dendiğinde marksistle-rin aklına narodniklerle yapılan “kapitalizm” başlıklı tartışma geliyor kaçınılmaz olarak. Oysa 20. yüzyılla birlikte Rusya’nın gündeminde “gelecek” açısından öne çıkan soru veya sorun, “Rusya’nın birliği”dir. Hiç tereddüt etmeden burada şunu vurgulamak istiyorum:
Bolşevikler Rusya’nın birliği sorununa kayıtsız kalmamaları, bu soruna enternasyonalist ama sorumlu çözümler aramaları ve “uluslar hapishanesi” bir dev ülkede onlarca ulusal dinamiğe yatırım yapmayıp birliğin sigortası olarak sanayi merkezlerindeki proletaryanın çekim gücünü görmeleri sayesinde Rus toplumuna güven verdiler. Burada açılan kapıdan kimi şoven ögelerin de “yeni düzen”e sızdığını kabul etmekle birlikte, ihtilalcilerin emekçi kitlelere kaos, başıbozukluk ve küçülme vaadedemeyeceklerini de hatırlatmam gerekiyor: “Kapitalistler ile dostlarının hiddetli ve şiddetli basını bize iftira ederek anarşist dese de, biz her zaman şunu yineleyeceğiz: Biz anarşist değiliz, biz yığınların mümkün olan en iyi örgütünün ve en sağlam “devlet” iktidarının ateşli savunucusuyuz; ne var ki, bizim istediğimiz İşçi Köylü ve Asker Vekilleri Sovyetleri Cumhuriyetidir.” 11
Bolşeviklerin bu anlamda “Rusya’nın geleceği” sorununa yaklaşımları ile barışa dair ısrarcı tutumları arasında mutlak bir tutarlılık vardır. Askerler, köylüler bu tutarlılık aracılığıyla sola çekilmiştir.
Şimdi bu çerçevede Ekim Devrimi ve sonrasında gündeme gelen siyasal ve ideolojik etkileşimlere daha yakından bakmak gerekiyor. Önce bu etkileşimi Rusya’yı ve sonrasında Sovyetler’i Batı’dan kopardığı gerekçesiyle lanetleyen birisinden bir değerlendirmeyi buraya almak istiyorum: “Smena Veh grubunun fikirleri biraz heterojendi; tek ortak yanları, Rusya’nın iyiliği uğruna Sovyet iktidarıyla işbirliğine girme ilkesiydi.”12
Kagarlitskiy, marksizm dışı ve genel hatlarıyla Rusçu olan bu grubun bir bölümünün Bolşevikleri tek kurtarıcı gördüğünü, diğerlerinin ise bolşevik iktidarı bir milliyetçi iktidara dönüştürmek istediğini yazmakta. Bu çerçevede söz konusu olanın boyutları da ilginçtir.
“Bolşeviklerle ulusal -yani parti dışı- bir temelde işbirliğine girme çağrısı”… 13
Burada duralım. Sovyetler’de az önce adını hiç de hayırla anmadığım cüppeliler, ya da apoletliler durup dururken ortaya çıkmadılar. Dün de vardılar bugün de… Başka biçimlerde de olsa yarın varolmaya devam edecekler. Bu başlık altında değerlendirilebilecek milliyetçi veya dinci ekollerin son derece ilginç örneklerini biliyorum. Bugün Rusya’da RKİP yöneticisi kilise mensupları var. Biz bunu kaldıramayız, buna anlayışla yaklaşamayız. Ancak bu garip bileşimin gerçekten de bir tarihi var. Bugün Rusya’da, tıpkı dün olduğu gibi “Rusya’nın en güzel geleneklerini geleceğe taşıyabilecek tek siyasi hareket olduğu” gerekçesiyle bolşevizme sahip çıkan, komünistlerin sözünü dinleyen “değişik” ve “garip” milliyetçiler var. Bunu da hazmetmek çok zor.
Ancak şu unutulmamalı ve belki sonda söylenecek olan şimdi de vurgulanmalı:
Sosyalist ideoloji kendi iç hiyerarşisini titizlikle korusa ve bu hiyerarşi ile marksist teori arasındaki ilişki bozulmasa, bu hiyerarşideki anti-kapitalist öz daha çağdaş dinamiklerle belirlense, komünist toplum hedefi “reel” söylemlerle iğdiş edilmeden gündemde tutulsa, bütün bu gariplikler, sosyalist ideolojinin egemen toplumsal ideoloji olarak yeniden üretiminde olağanüstü ciddi birer meşruiyet kaynağı olarak selamlanabilirdi. Bir kez ideolojik-siyasal önderlik deforme oldu mu, başa her şey gelebilir. Hep sözünü ettiğimiz hiyerarşi siyasal ve örgütsel açılımların da etkisiyle kendine geldiğinde Rusya’da sosyalist ideoloji yeniden ciddi bir silkiniş yaşayacaktır. Bu silkinişte “Rus gelenekleri”ni hesaba katmamak, Bolşeviklerin marksizme dışsal eğilimlerdeki muazzam prestijini küçümsemek budalalık olacaktır.
Rus toprağında sosyalist ideolojiyi öne çıkaran, toplumsal meşruiyet veren tarihsel süreç ne olursa olsun, evrensel ve ulusal değerlerin çelişik birlikteliklerine dayanır. Ve bu süreçte Rus geleneğini sürdürmede bolşevik marksistler, menşeviklere göre çok daha net oldular.
Biraz önce söylediğim gibi, bu geleneğin bir parçası, ama küçümsenmeyecek bir parçası, burjuva demokrat kurum ve ideolojiye karşı dirençtir. Ekim Devrimi sırasında ve sonrasındaki İç Savaş döneminde, Rus devrimine bu kurum ve ideolojiyi lâyık gören kimi aydınlar tam anlamıyla yıkıldılar. Bolşeviklerde İvan’ın, Tatar boylarının suratını görmeye başladılar. Yeni kurulmakta olan düzenden koptular. Birileri de artık Rusya’nın toprağına işlemiş kimi değerlerin kendi başlarına veya eski biçimlerde varolamayacağını farkederek bolşevizmin “kızıl” çağrısı ile bu değerler arasında zaten varolan kimi bağların kuvvetlenmesine yardımcı oldular. Sosyalizm perspektifi ve partinin önderliği kendisini her gün yeniden ürettiği sürece ortada ciddi bir sorun yoktu. Ancak sosyalist ideoloji giderek dikeyine değil, yatayına bir içerik kazanmaya başladı. Yani eşit ağırlıklı ögelerin sosyalist ideolojinin hiyerarşik düzenini likide etmeyi başlaması…
Bu konu üzerinde gerektiği kadar durulmalıdır. Bu nedenle bir kez daha Kagarlitskiy’e dönüyorum:
“Rus milliyetçiliğinin dirilişi, Yanov’un sandığı gibi, Leontyev ve Pobedonotsev’in geleneğinin zamanımıza dek yaşamasıyla değil, resmi ideolojinin krizi ve parçalanmasıyla bağlantılıdır. A. Lim’e göre stalinist “marksizm-leninizm”; milliyetçilik, otokrasi, sosyalizm ve Rus dindarlığı gibi çeşitli ideolojik ögelerden oluşan, ‘karmaşık bir yığın’dı. Bu yığın, ondokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda kaydedilmiş bütün liberalizm eğilimlerinin temsilcilerine yönelik bir nefretle karılarak, beton haline getirilmişti.”14 Tamamen farklı bir perspektiften ve belli ölçülerde Kagarlitskiy’e katıldığımı söyleyebilirim. Aslında Sovyetler’deki karşı-devrimin çarpıcı darbeler vurmasından önce kaleme alınmış çalışmasında Kagarlitskiy, sorunun Stalin olmadığını bir güzel kendisi anlatıyor. Rus devrimci hareketinin kökeninde olan ve bolşevizme devralan birçok ögeyi oldukça detaylı ama iç bağlantıları kurmakta zorlanarak ele almış durumda. Daha önceki yazılarımda sosyalist ideoloji için uygun bulmadığımı vurguladığım “eklemlenme” kavramı işte burada ortaya çıkıyor. Sosyalist kuruluş süreci ile harmonik çalışan bir ideolojik yapılanmada eklemlenme yoktur, ögelerin kökene yabancılaşarak dönüşmesi ve merkez ögelerin belirleyiciliğinde oluşan bir bütünden söz edilebilir. Deformasyon ve dikeyine değil yatayına kurumsallaşma tam da eklemlenmenin kendisidir. Kagarlitskiy’e katılıp-katılmamak problem değil. Ancak çözülüş momentinde durup bakarsak kendisi haklıdır. Ne var ki, “bolşevizmin üzerine bastığı tarihsel miras kaçınılmaz olarak bu duruma geldi” saptamasına bizim arka çıkmamız düşünülemez bile.
Milliyetçilik gibi bir sorun sınıfsal temellerinden arındırılarak değerlendirilemez. Rus toplumunun komünizme doğru ilerleyişinin Korkunç İvan döneminde başlayan bir süreç olduğunu iddia edenlerin kendilerini komünistlerin yanında görmelerinde önsel bir problem yoktur. Komünizmin Rus değerlerinin doğal bir uzantısı olduğunu düşünenlerin bu blokta yer almalarının doğal sonucu deformasyon değildir. Aynı biçimde devrim sonrasında şekillenen egemen sosyalist ideolojinin bu ögelerle beslenmesi, bu ideolojiyi zayıflatmamış, tam tersine güçlendirmiştir. Ancak yine de problem vardır. Onun bütün nesnelliğine karşın sosyalist ideolojiyi öznel darbelerle şekillendirecek tek güç olan öncü leninist parti kendisini teorik ve hatta ideolojik olarak belirlenir halde bulursa, yapısında son tahlilde sakat ve bilimsel olmayan bu eğilimlere ciddi yerler verirse, problem çarpıcı olur. Öncü örgütlenmenin arı bir ideolojik yapı olduğunu söylemek istemiyorum. Özellikle devrimden sonra bu örgüt, daha zengin bir iç yapıya elbette sahip olmalıdır. Ancak marksizmin sınıflar mücadelesine yaklaşımındaki sınırlar bellidir ve burada örnek olsun İvan’ın kutsanması en az İvan kadar korkunçtur. Sosyalist ideolojinin başına gelen tam da budur.
Bolşevik Tarz
Biraz da Bolşeviklerin siyasi mücadele tarzlarının ve örgütlenmeye bakışlarının hangi ideolojik ögelerin (de) sonucu olduğu ve hangi ideolojik ögeleri beslediği üzerinde durmak gerekiyor. Her şeyden önce Bolşeviklerin bugünkü genel kanının tersine, Rusya’daki “ortalama devrimci ilkeler”e yaklaşımda tamamen egosantrik davrandıklarını bilmeliyiz. Lenin etrafında kümelenen bolşevik çekirdek, siyasi mücadelede kendinde menkul ilkelere sahip olmuşlardır. Biraz cesaretle vurgulayacağım, kendi gündemlerini belirlemede devrimci hareketin bütününün “bolşevik tasviri”ni hiç dikkate almamışlardır. Bolşeviklerin başarısının ve kritik dönemeçte devreye girişinin birçok Rus siyasetçisi tarafından şaşkınlıkla karşılanmasının bir nedeni de budur.
Örneğin, pek bilinmez ama, narodnikler Rus marksistlerini şiddete gereken önemi vermemekle suçlarken bunun muhatabı en az Struve cinsi liberaller kadar Lenin ve arkadaşları gibi kendi gündemlerini istedikleri gibi belirlemek isteyenlerdir de. Şiddet, bolşevik örgütlenmeye, siyasi programları toplumsal zemin buldukça ve buna kendileri karar verdiklerinde yerleşmeye başlamıştır. Daha önce belli yöntemlere pek sıcak bakmayanlar, bu yöntemleri kullanmada hiç bir sınır tanımamışlardır.
Bu geçişte Lenin ve arkadaşlarının siyasi mücadeleye bakışlarındaki öznel bilince elbette bir iç değişim süreci de eşlik etmiştir. Bu iç değişimin önemli bir parçası Rus marksistlerinin atası Plehanov’un etkisinin azalması veya daha açığı kırılmasıdır. Marksizm’de örgüt teorisi üzerinde hazırlamakta olduğum bir kitap çalışmasında ayrıntılı bir biçimde değineceğim bir farklılık vardır Plehanov ve Lenin arasında. Her ikisi de Rus marksizminin daha baştan “bilincin dışarıdan taşınması” misyonuna sahip çıkmasında, yani öncülüğe çok özel bir vurgu yapmasında büyük bir emek vermiştir. Ancak bu taşıma işlevine yüklenen öz açısından Plehanov ile Lenin taban tabana zıttır. Özet olarak Plehanov bilincin kendiliğindenliği tasfiye edeceğine inanır, Lenin ise bilincin kendiliğindenlik üzerindeki tahakkümünü hedefler. Plehanov’da bu nedenle öncülük kaçınılmaz olarak geçicidir; leninizm ise konusu değişmekle birlikte süreklileşmiş bir öncülük üzerine kuruludur.
Plehanov ekolü ağırlığını sürdürdüğü dönemlerde marksistler konspirasi, jakobenizm ve irade beyanı gibi olgulara küçümseyerek bakmışlardır. 15 Tekrar olacak, Bolşevikler kendi çalışma tarzlarını büyük ölçüde kendileri belirlemişler, bu anlamda hep görece “küçük” olmanın avantajlarını kullanmışlar, ama bir yandan da kendilerini ihtilalci bir güç olmaya taşıyacak iç ayrışmalarda olabildiğince uç ve ortalamacılıktan uzak tercihler yapmışlardır.
Konunun sosyalist ideolojinin Rusya’daki oluşum süreciyle olan bağını kurabilmek için önce bir kez daha şu vurgulanmalı:
Rusya’da nesnelliğin bilgisini önceleyen bir devrimci ideoloji vardı ve bu ideoloji sosyalist ideolojinin kendine has oluşumunda ciddi olarak merkeze oturdu.
“Yani, nesnelliğin bilgisi süreci kendisini önceleyen bir “devrimci ideoloji”ye sahipti, bu ideolojiden teorik olarak (legal marksizmin de yardımı ile) kopuldu. Bu kopuş zamanla Rusya’da yeni bir ideolojinin, sosyalist ideolojinin oluşumuna zemin hazırladı.” 16
Bolşeviklerin bilimci marksizmden kopuşlarını sağlayan temel devrimci güç, bilimde yeni bir yorumlanış değil, bilimsel kavrayışta Rus devrimci geleneklerinden kopamamaktır. Rus bolşevizmi, Lenin de dahil, bilimci marksizmden bilimci bir kopuşu gerçekleştirecek donanıma sahip değillerdi. Ne Yapmalı’nın bu büyük teorik eserin hazırlayıcısı aynı zamanda Rus devrimci gelenekleridir. Bu Lenin’in katkısının değerini zerre kadar küçültmüyor! Önemli olan Rus devrimci geleneklerini marksizme yapay olmayan, canlı bir biçimde bağlamaktı.
Burada bir soluk alarak genel tabloyu belki bir kez özetlemekte yarar bulunuyor. Marksizmin Rusya’daki serüveninde ve bolşevizmin kendini ortaya koyuşunda, sonuçta sosyalist ideolojinin oluşumuna ciddi etkilerde bulunan kimi yanlar şöyle sıralanabilir:
1) Marksizm bütün bu entellektüel ve bilimsel donanıma rağmen, klasik Rus aydın tartışmasının içerisine “batıcı” olarak düştü.
2) İlk Rus marksistleri bu durumun dışında “bilimsel” ve “nesnelci” bir konumlanışı tercih ettiler.
3) Rus Bolşevikleri, Lenin’in kişiliğinde marksizmin bu misyonsuzluğunu, narodnik hareketin geri çekilişinin yarattığı boşluğa oturarak klasik Rus devrimciharekelinin yörüngesine oturttular.
4) Rus devrimci hareketindeki volontarizm vs. gibi olgular, Rus toplumunun geriliğine duyulan soylu bir tepkiyi de barındırıyordu. Sosyalist kuruluşa soyunma da dahil Bolşevikler bu tepki ve isyanı harekete geçirdiler.
Böylelikle Bolşevikler bilim, inanç ve eylem arasında kimsenin beceremediği bir ilişki kurmuş ve Lu-kacs’ın deyimiyle devrimin talep ettiği bütüncüllüğü yakalamışlardı.
Bütüne ulaşma sürecindeki en önemli halkalardan birisi, aynı zamanda Bolşevikleri Rus toprağına ait bir siyasi hat hâline getirmiştir. Rus devrimci hareketi 19. yüzyılda kapitalizmden öcü gibi korkmuş, bütün söylemini kapitalizmden kaçınmak üzerine oturtmuştur. Marksizm ilk dönemiyle veya bilimci aşamasında Rusya’nın kapitalizmi yaşayacağı veya yaşadığı gerçeğini haklı olarak ileri sürmüştür. Ancak, bolşevizm inanç, eylem, bilimsellik bütünlüğünü burada da göstermiş ve klasik marksizmden kapitalizmin kaçınılmazlığı gerçekliğini ihmal etmeye başlayarak ayrılmıştır. Rus toplumunda kapitalizmin kendisinden ve sonuçlarından çekinme hâli, ciddi ideolojik kalıplar yaratmıştır. Bolşeviklerin anti-kapitalist vurgusu, yalnızca bir sınıf tavrı olarak değil bu ulusal çekinceyi harekete geçiren bir ideolojik tema olarak da önem kazanmıştır.
Bütün bunlar hemen farkedileceği gibi dünyada pek az ülkede olabilecek ölçüde boşalmış bir ideolojik ortamda gerçekleşiyor. Bolşevizmin siyasal olarak devreye girmesinin yarattığı ivmenin de etkisiyle sosyalist ideoloji tam anlamıyla rakipsiz kalıyor. Burjuva ideolojisinin çekim gücündeki zayıflık, sosyalist ideolojiye hem büyük bir olanak sunuyor, hem de büyük bir zaafiyet yaratıyor. Herşey sosyalist ideolojinin üzerine geliyor.
Bunun sonuçları küçümsenemez. İdeolojik ögelerin boşlukta kalmaları çok güçtür. Daha önceki yazımda vurguladığım gibi, belli ideolojiler, ancak bir sınıf ideolojisinin kimliği ile varolabilirler. Örneğin milliyetçilik böyledir. Burjuvazinin kalıcı bir meşruiyet edinemediği bir ideolojik ortamda miliyetçilik bir ideoloji olmaktan çıkar, kendinde dönüşümlere uğrar ve bağımsız olarak varolmakta güçlük çeken bir idelojik ögeye evrilir. Sovyetler’de olan budur. Bu anlamda devrim öncesinden başlayarak, bolşevik gelenek çok önemli geleneksel değerlerin yanısıra burjuvazinin bütün ideolojik süprüntülerini de kendisine doğru çekmeseydi, çekmek durumunda kalmasaydı ideolojik cephede çok daha sağlam kalelere sahip olunabilirdi. Olmadı…
Rus ve Sovyet deneyinin yarattığı ideolojiye dair söylenecekler bunlardan ibaret değil. Ancak artık bundan sonrası “tanıma” amacını aşacak ve tek tek burada yer verilen (ya da verilmeyen) bütün unsurları oldukça kapsamlı bir biçimde ele alacak çalışmalara kalıyor. Kişisel olarak ise, “sosyalist ideoloji” söz konusu olacaksa belli bir “mola” gerekiyor. Bu molanın Türkiye’de ideolojik mücadelenin sorunlarına dair partili bir çalışma nedeniyle başlamadan biteceğini bilerek…
Dipnotlar ve Kaynak
- 1) M.E Falcus; Rusya’nın Endüstrileşmesi:1700-1914, Verso yayınları, 1986, s. 64.
- 2) Christopher Hill; Lenin ve Rus Devrimi, Evrensel Basım Yayın, 1991, s. 73.
- 3) Andrzej Walicki; Rus Düşünce Tarihi 1760-1900, Verso yayınları, 1987, (Puşkin’le ilgili bölüm) s. 53.
- 4) Lionel Kochan; The Making of Modern Russia, Pelican Publishers, 1977, s. 24.
- 5) Nicolas Berdyaev; The Origin of Russian Communism, Ann ArborPaperbacks, 1962, s.95.
- 6) Boris Kagarlitskiy; Düşünen Saziık, Metis yayınları, s. 49.
- 7) Christopher Hill; a.g.e., s. 13.
- 8) Boris Kagarlitskiy; a.g.e., s. 52.
- 9) Nicolas Berdyaev; a.g.e., s. 107.
- 10) Zinovyev; Rusya Komünist Partisi Tarihi, Akış yayıncılık, 1991, s.25.
- 11) Vladimir İlyiç Lenin; Sosyalizm ve Savaş, Sol ya¬yınları, s. 124.
- 12) Boris Kagarlitskiy; a.g.e., s. 70-71.
- 13) a.g.e., s. 71.
- 14) a.g.e., s. 257.
- 15) Nicolas Berdyaev; a.g.e., s. 103.
- 16) Cemal Hekimoğlu; ‘Sosyalist Hareket Nereden Bakıyor?’, Gelenek Kitap Dizisi 35 içinde, s. 34.