Eğitim çalışanlarının örgütlenme çabalarının yakın geçmişinde TÖS’ün (Türkiye Öğretmenler Sendikası) önemli bir yere sahip olduğu açık. 1965’den sonra öğretmen hareketi öğretmen kitleleri içinde yeterince yer bulamamış, şekilsiz bir dernekçilikten, TÖS ile öğretmen kitlesini büyük ölçüde harekete geçirebilme gücü olan bir örgütlülüğe dönüştü. 1965’lerden sonraki bu gelişmede Türkiye’de sosyalizmin politik gündeme girmesinin, yaratılan sosyalist söylemli popülist dalganın ve çok sayıda aydının bu hareketliliğin içerisinde fiilen / resmen yer almasının payı büyüktür. Fakir Baykurt ve Köy Enstitücü aydınların bu örgütlülüğün yaygınlaşmasında önemli bir işlevi olmuştur. Bu dönemde TÖS adı Fakir Baykurt’la özdeşleşmişti.
Diğer taraftan bu dönemde, öğretmen hareketinde, köy öğretmenlerinin göreli bir etkinliği vardı. Köyde çalışan öğretmenlerin daha radikal olmalarında şaşılacak bir durum yoktu. Ne var ki köy öğretmenliği olumsuz nitelikleri de içinde barındırıyordu. Klasik köy yapısının henüz tam olarak bozulmadığı bu dönemde “köylü bilinci” diğer bir deyişle grupsallığın bireyselliğin önüne çıkarılması – komünerlik bireyselliği bastırıyordu. Bu durumda örgüt anlayışında katı bir merkeziyetçiliği tepecil örgütselliği şartlıyor giderek Baykurt’un şahsında, bir nevi lider otoritesine “tapınmaya” yol açıyordu.
Bu dönemde, TÖS’de Fakir Baykurt ve çevresinin geliştirdiği sınıfsallıktan uzak köylücü-kadrocu düşünce büyük ölçüde egemendi. Bunda, dönemin köylülüğü esas alan siyasal söyleminin de payı olduğunu hatırlatmak gerekir. Ama bütün bu olumsuzluklarına karşın Fakir Baykurt popülaritesinin öğretmen örgütlenmesine katkısı büyüktür.
Gerçekten de bu dönemde “köylülük”, dar bakış açısıyla, pragmatizmiyle, çıplak ve yüzeysel gerçekçiliğiyle öğretmen hareketine damgasını vurmuştu. Bu yönleriyle hareket pratik ve kısır siyasal taleplerin ötesinde kalıcı ve etkili bir eğitim-öğretim kuramı oluşturup topluma kabul ettiremedi seviyeli bir kuramsal tartışma oluşturamadı. Bunun sonucunda “eli nasırlı halkımızı” ünleyen bir popülist eğitim anlayışı kaba bir “Enstitücülük” yorumu boy attı. Köy Enstitülerinin üreticilik yanı tek başına abartıldı, pragmatik bir Yaşam Okulu Üretici Okul Anlayışı yeşertildi. Bu durum Harun Karadeniz’in o dönemler el kitabı haline gelen “Eğitim Üretim İçindir” isimli kitabıyla doruk noktasına vardı. Sonuçta her yönlü gelişimi amaçlayan hümanist eğitim anlayışı geri plana itilmiş olundu.
Diğer taraftan aynı eğitim anlayışı, popülizmin doğal sonucu olarak, “Enstitüleri köy ağalığının karşısına dikerek” onun işlevini esasta siyasal bir işlev olarak tanımladı. Bu durum eğitimin siyasal işlevi ile saf siyasal çalışma arasındaki ayırımın silikleşmesine yol açtı. Eğitim hareketindeki bu “saf siyasi çalışmanın örgüt asli çalışmasına önceliği anlayışı” hareketin daralmasına gereksiz tepkilere uğramasına neden oldu. Bu durum, çağdaş bir eğitim anlayış ve uygulamasının kendiliğinden içinde taşıdığı sınıfsal siyasal özü farke-dememek sonucu oluşan bir olumsuzluktu.
“Enstitücülüğün” yanlış yorumu eğitim felsefesi açısından pragmatizmin, kısır faydacılığın, dar köylü bakış açısının sonucuydu. Dolayısıyla da sermaye çevrelerinin İş Okulu Çırak Okulu Anlayışına dayanan ve tek yönlü olarak el becerisi gelişmiş kalifiye işçi yetiştirme amacıyla bir noktada çakışıyor dahası giderek sermayenin bilinçli “aydını” Nihat Erim’e kadar bütün düzen güçleri tarafından kabul görmeye başlıyordu.
Enstitücülüğün yanlış yorumu, ikinci olarak da, “saf siyasal çalışmanın örgüt asli çalışmasına önceliği anlayışı” sonucunda ülke halkının yarısından fazlasını temsil eden siyasal tabandan kopuşu getiriyordu. Halbuki söz konusu taban halkın en yoksul kesimini kapsıyordu ve bu durum hareketin çelişkisini oluşturuyordu. Bu çelişkiyi aşmak için “bilinçsiz halkı bilinçlendirmekten” söz ediliyor, ancak bu zaman alıcı bir çalışmayı gerektirdiğinden köylü pragmatizmi ağır basarak cuntacılık tercihinin boy atmasına neden oluyordu. Baykurt o dönemde sol aydın kesimde ortaya çıkmış olan Sosyalist Devrim – Milli Demokratik Devrim çatışmasında Milli Demokratik Devrimciliğe daha yakın bir konumda yer tutuyordu. Bu da aynı zamanda bir kesim sol aydının dışlanması anlamına geliyordu.
Bu yaklaşıma tepki olarak bir grup öğretmen, başta Kenan Keleş ve Feyzullah Ertuğrul olduğu halde İlk-Sen’i kurdular. Bu kesim Türkiye İşçi Partisi (TİP) içindeki “Emekçiler” denilen ve Emek Dergisi etrafında toplanmış bulunan bir fraksiyonun etkisini öğretmen hareketine taşımak çabasındaydı.
Bu girişim hiç bir kitlesel destek bulamadan söndü gitti. Ancak öğretmen hareketini organik bir şekilde siyasal odaklara bağlama çabalarının tatsız ve bölücü nitelikte bir girişimi olarak anılarda yer etti.
Ne var ki İlk-Sen’çilerin Köy Enstitülerine ve dolaysız olarak Fakir Baykurt’a yönelttiği eleştiriler bu konuların tabu niteliğinin ortadan kaldırılmasında özellikle de TÖS’cülerce açıkça ifade edilen Köy Enstitülerinin tekrar kurulması yönündeki dileklerin anlamsızlığını ortaya koymakla olumlu rol oynadı.
Herşeye karşın belirtelim ki, özellikle küçük kent ve kasabalarda partili ya da partisiz devrimci aydınlar, ilericiler TÖS lokallerini bir iletişim etkileşim mekanı olarak kullandılar. TÖS lokallerinde canlı bir hayat oluşmuştu. Tabii bu durumun siyasal temelleri de vardı. İlerici, devrimci asker bürokratların iktidarı almaya yakın olduğu düşünülüyordu.
Ne var ki bu dönemde TÖS lokalleri, daha sonra olumsuz bir anlam kazanan “lokalcilik” kavramının doğmasına da neden olmuştur. “Lokalcilik” terimi lokallerin kahvehane işlevini aşamamalarının bir işareti olarak kullanılmıştır. Gerçekten de lokaller öğretmenin oyun kumar içki mekanı olarak genel kabul görmüştür. Bu durum yoz unsurların öğretmen hareketini etkilemesine uygun bir zemin yaratmıştır. Yine bu durum öğretmen örgütlülüğünü sulandıran koflaştıran bir kötü uygulama örneği oluşturmuştur.
“Lokalciler” sık ve yakın temasın sağladığı olanaklar sonucunda bir iletişim ağı üstünlüğüne sahip olmuşlar ve örgütü büyük ölçüde etkilemişlerdir. Lokalcilik örgüt disipliniyle de bağdaşmayan gevezeliklere, dedikoculuğa yol açmıştır.
Ancak, bütün bu olumsuzluklara karşın, TÖS döneminin öğretmen örgütlenmesinin şekillenmesi ve yaygınlaşması açısından olumluluklarım da unutmamak gerekir. TÖS 1948’de kurulan TÖDMFyi (Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu) aşan bir yaygınlaşma ve mücadele anlayışını geliştirmiştir. 1969’da TÖDMF ile birleşerek daha da güçlenmiştir. Yine TÖS dönemindeki eylemliliklere baktığımızda o güne kadar devletle kendisini bir gören öğretmen kitlesinin bu düşünceyi aştığını ve devleti bir işveren kendi emeğinin karşısındaki örgütlü bir güç olarak değerlendirmeye başladığını görürüz. Aralık 1969’da büyük bir kitlesellikle gerçekleştirilen dört günlük öğretmen boykotu ve Ankara’daki büyük öğretmen mitingi gibi eylemler bu bakımdan anlamlıdır.
TÖS dönemine ilişkin bir başka olumluluk da 1968’de Ankara’da toplanan DEVRİMCİ EĞİTİMİ ŞURASI’dır. Burada iki şeyin altını çizmek gerekir.
Birincisi öğretmen hareketine, daha sonra bir türlü yakalayamadığı aydın desteği sağlamıştır. Şura toplantısına bilim adamları, yazarlar katılmış ve katkı vermişlerdir. İkincisi de öğretmen örgütlenmesinin doğası gereği önemli ilgi alanlarından biri olması gereken eği-tim-öğretim politikaları ve felsefesi tartışılmış kararlar alınmıştır. Ancak bu tür olumluluklar daha sonraki dönemlerde geliştirilememiştir.
12 Mart Hareketi ile iktidarı ele geçiren askeri yönetim TÖS’ü kapattı, yöneticilerini yargıladı, öğretmenlere baskı uyguladı.
12 Mart’tan sonra kapatılan TÖS’ün yerine TÖB-DER kuruldu. Ancak TÖS döneminin sağlıklı bir değerlendirmesi yapılıp bir bilanço çıkarılmadığından TÖS’deki bütün olumsuzluklar TÖB-DER’e de taşındı.
Bu dönemde de “saf siyasal çalışmanın örgüt asli çalışmasına önceliği anlayışı” olumsuzluğa yol açtı. Yine kitlelerden kopuk bir örgüt anlayışı halkın çoğunluğundan destek görmeyen, onlardan yalıtılmış bir örgüt oluşumunu getirdi.
Ne var ki bu dönemde 1960-70 döneminden farklı olarak örgütün tepesinde de bölük pörçük bir yapı hakim oldu. TİP, TSİP, TKP, Kurtuluş, Dev-Yol, CHP, TKİP vb. çizgiler Devrimci Öğretmen Halkçı Eğitimciler Demokrasi İçin Birlik, Birlik Dayanışma, Yurtsever Devrimci Öğretmen vb. isimler altında sert ve zaman zaman şiddete de başvurulan bir çatışma içine girdiler.
Örgüt içi tartışmalar öğretmen örgütlenmesinin işleyiş ve çalışmalarıyla ilgili sorunlar ekseninde değil siyasi çizgiler bazında yapılıyordu. Seçimlerdeki ittifaklar da siyasi çizgiler arası ittifaklara dayalı olarak yapılıyordu. Kongreler genelde soyut ve hamasi siyasal ajitasyonlarla geçiştiriliyordu.
Öte yandan bu dönemde şehirlerdeki lise öğretmenlerinin ekonomik durumları göreli olarak iyiydi. Demirel iktidarı döneminde çıkarılan personel yasasıyla sağlanan ekonomik katkılar da göz önünde tutulduğunda öğretmenlerin durumlarının bugünkünden çok daha elverişli olduğunu söylemek mümkündür. Gerçekten de hep söylendiği gibi birinci derecede bir memur Ankara’nın Bahçeli, Emek gibi merkezi semtlerinde kiracı olarak oturabilir, emekli olduğunda buralardan bir daire sahibi olabilirdi. Öğretmenlerin toplumsal statüleri, saygınlıkları da bugünkünden daha iyi durumdaydı.
Yine bu dönemde, eğitim kuram ve felsefesi üzerine yol gösterici tartışmalar entellektüel çaba ve uygulanabilirliği olan bir eğitim felsefesi, eğitim projesi oluşturulamamıştır. Yine “Köy Enstitüleri tekrar açılmalıdır” şeklindeki tez ile “Köy Enstitüleri tekrarlanamaz” şeklindeki tez arasındaki kısır polemik, yine kısır siyasal tartışmalardan geriye kalan zaman işgal etmiştir.
TÖB-DER, üyelerinin mesleki formasyonlarını yükseltici, mesleki çalışmalarını disipline edici güce ve isteğe sahip değildi. Bu tür çalışmalar sorun olarak kabul edilmiyordu. Mesleki ve genel formasyonları açısından olumsuzluk taşıyan bazı öğretmenler “TÖB-DER’den çok TÖB-DER’ci” oldukları için çıkarcı tavırlarını rahatlıkla sürdürebiliyorlardı. Çıkarcı TÖB-DER’li okul yönetici ve müdürleri de TÖB-DER mistifikasyonu yaratarak örgütlü olmayan öğretmenlerine hatta örgüt üyesi öğretmenlerine baskılar uygulayabiliyorlardı. TÖB-DER’li olmak onların yönetim otoritelerini yönetim totaliterliğine dönüştürmelerine yarıyordu.
Bu arada belirtelim ki, konumları dolayısıyla okul müdürlerini esasta “işveren pozisyonunda”, hiç değilse onların vekili pozisyonunda kabul etmek gerekmektedir. Türkiye’nin otoriter merkezcil devlet ve eğitim yapısı gözönünde tutulduğunda okul yöneticilerinin de bu otoriter anlayışın uygulayıcıları oldukları hiç bir zaman unutmamalıdır.
Esas olan eğitim yapısını demokratikleştirmek, katılımcılığı sağlamak olduğuna göre örgüt üyeliği mistifikasyonuna sığınan bu tür yöneticilerin çoğu zaman demokratik eğitim mücadelesi önünde engel teşkil ettiğinin bilincinde olmalıyız.
Bu dönemde TÖB-DER üyelerine eğitimin işleviyle ilgili sağlıklı bir bilinç verilmemiştir. Kimi üyelerce varolan eğitim “hakim sınıfların eğitimi” olarak nitelendirilerek hiçlikçi tavırlar oluşturulmuştur.
Varolan eğitim ne kadar kötü olursa olsun kaostan, eğitimsizlikten daha iyi sayılmalıdır. Söz konusu yanlış anlayışdaki meslektaşlarımızın hiçlikçi bir anlayışla ve “hakim sınıf eğitimi” suçlamalarıyla eğitimi provoke etmeleri hiçbir zaman hoş karşılanmamalıdır. Varolan eğitimi toptan inkar etmek onun sınıfsal özünü mahkum etmekten ayrı birşeydir. Biz eğitimciler eğitimin az da olsa çok da olsa yine de aydınlatıcı bir yanı olduğunu ve esas olanın bu yanı ortaya çıkarmak olduğunu biliriz. Yine biz eğitimciler, aslında hakim sınıfın kendi çıkarlarını ve varlığını sürdürecek bir eğitimden yana olduğunu da biliriz. Öyle ki karanlık yönetimlerin üstümüze ağlarını gerdiği dönemlerde öğretmenler arasında pek de fazla ayırım yapılmadığı görülmektedir. Yaptıkları gerçekte öğretmen olmayanları öğretmen kılmak, eğitimsizliği de eğitim olarak lanse etmek oluyor.
Öyleyse bilinçli hiç bir meslektaşımızın “ne kadar para o kadar öğretmenlik” demeye hakkı yoktur. Öğretmenlik mesleği diğerlerinden farklıdır. Konumuz insanı üretmektir. Dolayısıyla bizim mesleğimiz doğasında hümanist bir anlayış taşır. Evet işimizi önce insani bir görev “tanrı görevi” olduğu için en iyi bir şekilde yaparız. Ve yine biz hakkımız olduğu için emeğimizin karşılığını isteriz-alırız. Geçmiş dönemlerde örgütlerimizin bu anlayış yönünde özenli bir bilinçlendirme çabası gösterdiklerini söylemek mümkün değildir. Söz konusu yanlış anlayışın etkisi ne kadar az olursa olsun bizler bu anlayışın kırıntısına bile hoşgörülü olmamak zorundayız.
Bu dönemde bir yandan da, kentleşme ve sanayileşmenin hızlı gelişmesi sonucunda öğretmen hareketindeki köylü dar bakış açısı eski gücünü kaybediyordu. Hatta bu dönemin sonlarına doğru bir kesim öğretmenin Köy Enstitülerinin pragmatik ve çarpık yorumlarının karşısına ilk kez insanın her yönlü gelişimini temel alan hümanistik eğitim anlayışını koyduklarını ve bu yolla Enstitülerin doğru bir yorumunu getirebildiklerini görüyoruz. Bunlar Köy Enstitüleri’ndeki üretici el çalışmasının yanına entellektüel eğitimi koyuyor eğitimde çok yönlülüğü kafa-el becerisi bütünlüğünü vurguluyorlardı. Bunlar Enstitüleri’n toplumsal sorumluluk kazandıran niteliğinin yanı sıra demokratik katılımcı eleştirel yüzünü ön plana çıkartarak Köy Enstitülerinin bireyselliği geliştiren kişilik farklılıklarına önem veren özelliğini ön plana koyuyorlardı. Yine bunlar Enstitüler’deki sanat-duygu eğitimine daha dikkatli eğiliyorlardı. Bu kişiler sonuçta Enstitülerin entellektüel yanını diğer bir deyişle kafası gelişmiş kişisini (aydını) el ve beden becerileri gelişmiş kişisiyle (emekçi) bütünleştiriyor aydın yani bilinçli-bilgili emekçinin her yönlü gelişmiş insanın toplumsal-siyasal rolünü tartışıyorlardı. Bu bakımdan Köy Enstitüleri’nin yanlış yorumlarına araç kılınan “köylü Tonguç”un kentsoylu hümanistik yanları vurgulanıyor bu vurgu Hasan Ali Yücel’in devreye güçlü bir şekilde sokulmasıyla pekiştiriliyordu. Bu bakış kısmen “Okul Defteri” dergisinde yer edinebilmiştir. Öğretmenlerin kuramsal çalışmaları “Baykurt Jenerasyonundan” Okul Defteri’ne gelmişti. Ama bu da yeterli değildi. Bu dergi bir yenilikti ama kesin bir yenileşme oluşturamıyor, dolayısıyla da kararlı bir kopuşla eskiyi aşamıyordu.
Bu arada “Öğretmen Dünyası” dergisi de kaba siyasallığın önüne eğitim kuramı çalışmalarını çıkarıyordu. Ancak bu hareket de kesin ve kararlı bir eğitim stratejisi ve uygulaması önermekten ve bu anlamda geçmişi aşabilmekten uzaktı.
Şüphesiz örgütsel çalışmalar içinde göreli de olsa doğruları yakalamaya çalışan gruplar vardı. Bunlardan biri olan Demokrasi İçin Birlik Grubu ise etkinlik sağlayacak, çözümler dayatacak güçte değildi.
1970-80 dönemiyle ilgili bir özetleme yapmak gerekirse şu hususlara dikkati çekebiliriz:
1. Harekette kaba siyasetçiliğin eğitim kuram ve pratiğine saf siyasal çalışmanın örgüt asli çalışmasına önceliği anlayışı en zararlı etkiyi oluşturmuştur.
Halbuki eğitim çalışanlarının meslek örgütlerinde eğitim – demokratikleşme – siyasal sorunların bir birlikteliği vardır. Eğitimle ilgili örgütlenme çalışmaları eğitim kuramı alanında ilerici perspektifler oluşturduğu ve uygulattığı oranda ilerici politik bir işleve de sahiptir. Ve bir eğitim çalışanları örgütünde politik görevler esas olarak bu şekildeki çalışmalara bağlı olarak oluşturulmak durumundadır. TÖB-DER döneminde yapılanlar ise bu söylediklerimizin tam tersidir. Eğitim kuramı ve uygulamasıyla ilgili görevler saf ve kaba bir politikleşmenin arkasına itilmiştir.
2. Diğer taraftan örgüt kademelerindeki aşın bölünme bölük-pörçüklük tabanın yönetime güvensizliğini getirmiştir.
3. Üstelik tavandaki fraksiyonlar arası mücadelede sert demokratik olmayan; zaman zaman şiddeti esas alan yöntemler kullanılmıştır. Demokratik kitle örgütlerinde bu tür uygulamaların hiç bir zaman yeri olmamalıydı.
4.Aynı zamanda örgütte tepecil-merkeziyetçi-otoriter bir yönetim anlayışı yer etmiştir. Örgüt yönetiminin otoritesini güçlü kılacak olan politikaların oluşturulmasına katılımın yerine, yönetimdekilerin siyasal anlayışını ifade eden sekter ve dayatmacı düşünce hakim olmuştur.
Sonuçta bütün bu olumsuzlar tabanın örgütten kopmasına, halkın büyük bir çoğunluğunun da örgüte destek vermemesine neden olmuştur.
TÖB-DER dönemindeki olumsuzlukların özellikle de örgüt içi mücadelede uygulanan sert yöntemlerin, o günkü şartların doğal sonucu olduğunu düşünmek doğru olmayacaktır. O zamanki şartlarda dahi söz konusu uygulamalar yanlıştı. Suçu o günkü şartlara yükleyip sorumluluktan kaçmak kolaycılıktır. Önemli olan günün şartlarına rağmen yapılabilecek olanların yapılmamış olmasıdır. Öğretmen hareketinin 12 Eylül sonrasında en küçük bir dirsek temasından bile yoksun kalmasında bütün bu olumsuzluk ve hataların büyük payı aranmalıdır.
Ancak bütün olumsuzluklarına rağmen TÖB-DER varoluşuyla, öğretmenin örgütlülük bilincine bayrak olmuştur. Bu durum TÖB-DER’in bütün olumsuzluklarına ağır basan olumluluğunu teşkil eder.
12 Eylül sonrasında öğretmenler üzerinde uygulanan baskılar geçmişteki hatalarla bütünleşince tam bir dağınıklığa neden oldu. Gerçi bu dönemde “Öğretmen Dünyası” yayınını sürdürmeye devam ettiyse de bir derginin toparlanmada belirleyici güç olamayacağı da açıktı.
Dergi zaman zaman yalpalamasına rağmen genelde moral açıdan olumlu rol oynadı.
Bu arada Demokrasi İçin Birlik Grubu ile Birlik Dayanışma Grubu’na mensup bir grup öğretmen ABC dergisini yayınlamaya giriştiler. Aslında ekonomik şartlar ve öğretmenler üzerindeki ölü toprağının olumsuz etkisiyle öğretmenlerin iki dergiyi birden yaşatmaları zordu. Bu iki kesimin birlikte hareket edememeleri olumsuzluklar içeriyordu. Bu konuda dergilerin hiç birinden tatmin edici bir açıklama gelmedi. O zamanki ekonomik zorluklar da göz önünde tutulduğunda iki derginin varlığını çeşitlilik ihtiyacıyla da haklı çıkarmak mümkün değildi.
Esasen dergicilik yoluyla örgütlenme anlayışı “dergiciliğin” işlevini haddinden fazla abartan bir anlayıştır ve beraberinde kariyerizmi taşır. Şüphesiz bu dergiler bilinçsiz öğretmen kesimi üzerinde etkili bir otorite oldular. Giderek bu kesim, dergiden işlevinin ötesinde örgütleyici görevler bekler oldu. Halbuki bu tür dergiler örgütlenmeye en az elverişli yayın araçlarıdır. O zamanki şartlarda daha yalın çok daha ucuz gerektiğinde ücretsiz olarak dağıtılabilen “bülten” benzeri, ancak gerektiğinde popüler şekilde eğitim kuramına yönelen esasta dirsek temasını sağlayıcı bir iletişim organına ihtiyaç vardı. Ancak bu tür yayınlar öğretmen odalarına öğretmenlerin eline ısrarla götürülebilir, parasız dağıtılabilirdi. Örgütlenme bu yolu gerektirirdi ama maalesef bu yapılamadı.
Biz 12 Eylül öncesinde göreli düşünce, söz özgürlüğüne rağmen eğitim kuramını boşlamıştık. 12 Eylül sonrasında ise “kuramsal” çalışma ağırlıklı dergilere yöneliyorduk. Halbuki bu dönemde asıl ihtiyacı duyulan etkinlik öğretmenlerin dirsek temasını özgüvenini sağlayacak bir yayın organı çıkartmak ve organizasyonu sağlamaktı.
Açıkça söylemek gerekirse bu dönemde çıkarılan söz konusu dergiler örgütlülük açısından anlamlı bir etkinlik oluşturamadılar. Üstelik bu dergiler “top benim istediğimi oynatırım” çocuksuluğunu dar bakış açılarıyla birleştirdikleri zaman kuramsal açıdan da verimsiz yüzeysel oldular.
Herşeye karşın bu dergilerin yayınlanmaları olumluluklar da taşıyordu. Bu dergilerde çok belirginleşmese de çağdaş eğitimin temel ilkeleri ve kuramı yer edinebiliyordu. Bu dergiler İmece’den Okul Defteri’ne Okul Defteri’nden Öğretmen Dünyası’na, oradan da ABC’ye dönüşen bir tecrübe ve arayışın göreli olarak son duraklarıydı.
ABC dergisi daha geniş bir kadro ile kurulan Eğit-Der’in “organı” oldu. Bu girişim olumluydu. Ancak Eğit-Der çalışan öğretmenlerin örgütü olamadı. Yeterli gelişme gösterip etkili olamadı. Eğit-Der kendini geçmişteki öğretmen örgütlenmelerinin doğal mirasçısı olarak kabul ediyor ama geçmişin bir değerlendirmesini yapıp bir bilançosunu çıkaramıyordu. Yani geçmişteki hatalar tespit edilip dersler çıkarılmıyordu. Bu durumda öğretmen kitlesinin geçmişe körü körüne bağlı ve eski örgütlerin olumsuzluklarına açık bir örgüte güven duyması beklenmemeliydi.
12 Eylül gibi çok ciddi bir gericilik hareketinden sonra öğretmen örgütçülüğünün hiç bir şey değişmemiş gibi davranması mümkün olmamalıydı. Daha önceki dönemde yapılan yanlışlıklarla ilgili ne kadar özeleştiri yapıldığı söylenirse söylensin; kitle, önderlerin doğru görüşlere geldiklerini en başta onların pratiklerinde görmek ister. Ve bu pratik uzun ve zahmetli bir yol oluşturur. Eğitimciler ise bu yolun aşıldığına dair belirtileri boşuna bekleyip durmuşlardır. Bu durumda 12 Eylül’den sonra yapılması gereken doğru örgüt politikaları ve ilkeler ekseninde örgütçülüğü bilen ancak geçmişin olumsuzluklarını örgüte taşımayan yeni kadrolarla yola çıkmaktır. Bugün yapılması gereken budur.
12 Eylül’den sonra öğretmenler üzerinde büyük bir baskı uygulanmıştır. 12 Eylül mantığı en büyük suçlu olarak öğretmenleri göstermiştir. Onlar öğrencileri sapkınlaştırmış yıkıcı işçilere kılavuzluk etmemişler miydi Öyleyse yılanın başını ezmeli, öğretmenlerin kulakları bükülmeliydi. Öğretmenler de işçiler, üniversiteliler, aydınlar, emekçiler gibi 12 Eylül’ün gerici saldırganlığından nasiplerini fazlasıyla almışlardır. Bugün de öğretmenlerin üzerinde 12 Eylül rejimi baskısını sürdürmektedir.
12 Eylül zincirinin başlangıcı hep bilindiği gibi 12 Eylül’ün öncesine iner ve emperyalizmin, tekelci sermayenin gizli komploları ile bütünleşir. Bu zincir alt kademelerde yurt bilinci, demokrasi ve insanlık değerleri aydınlanmacı nitelikleri olmayan beceriksiz kişiliksiz kadrolar eliyle örülmüştür payandalanmıştır. Bu karanlık ağ yurdumuzun insanlarımızın sevgilerimizin sevinçlerimizin üzerine bir karabasan gibi çökmüştür. 12 Eylül baskı rejimi bizzat devlet ya da yine devletin politikalarına bağımlı olarak oluşturulan gizli-açık odaklar aracılığıyla eğitim hayatında kişiliksiz sürücül bir kitle ruhunu “güçlü devlet” çığırtkanlığını emir komuta kuklalığını otorite ve kaba güç tapınıcılığını yaymaya çalışmış ve başarılı da olmuştur. Böylece 12 Eylül zincirinin resmi ve resmi olmayan kolları içiçe geçirilmiş M.E.B. ile M.E. Müdürlükleri zincirin kesişme halkalarını oluşturmuştur. Bütün bunların doğal sonucunda eğitimde partizanlık çifte standart dejenerasyon çıkarcılık koltukçuluk hakim kılınmıştır. Suç işleyen öğretmene göz yumulmuş görev yapan suçlanmış sürülmüş atamalarda liyakat ilkesi uygulanmamıştır.
12 Eylül alt kadroları, yöneticileri okullardaki meslekdaşlarına birlikte oturup kalktıkları konuştukları selamlaştıkları somut, canlı, elle tutulur birer varlık birey olan insanlara zulüm uygulanmasına araç olmuşlardır. Bunlar öğretmenlerin bireyselliklerini, özgülüklerini, yaratıcılıklarını örselemeye onları öğrenci – veli – bürokratizm üçlüsünü kullanarak pasifize etmeye çalışmışlardır.
Bu dönemde öğretmenler “ergen bunalımının” zorbalığına açık kılınmış okul içinde ve dışında şiddete maruz kalmış öldürülmüştür. Çünkü bu dönemde bütün toplumda şiddet, kaba güç, zorbalık yeşertilmiş “gücü gücüne yeten mantığı” felsefesizliğin kafasızlığın düşüncesizliğin “felsefesi” haline getirilmiştir. Bugün de devrimci, ilerici öğretmenleri provoke etme iftira atma anlayışı sürmektedir.
Bütün bu söz konusu ettiğimiz olumsuz şartların yarattığı ölü toprağına rağmen, öğretmenlerin bu arada “yasaları da zorlayarak” örgüte kitlesel katılım göstermelerini beklemek gerçekçi olamazdı. Bu dönemde kitleselleşebilmek için örgütlenmenin çok daha esnek yaratıcı yollarının bulunması ve uygulanması gerekirdi.
Sonuçta Eğit-Der, örgütlülüğü kitleselleştiremedi.
Halbuki kitleselleşme için, herşeyden önce öğretmen örgütçülüğüne soyunanların taban örgütçülüğünü kabul etmesi gereği vardır. Taban örgütçülüğü taban birimleri üzerine oturur. Taban birimleri, nüveleri oluşturulmazsa örgütlülük de sağlanamaz. Ve açıktır ki birçok olumsuzluklarla yüklü dönemlerde bile her okulda eğitimcilik ve kişilik formasyonu gelişmiş önder öğretmenler vardır. Önemli olan bu canlı, mücadele içindeki birimlerin çalışmalarını okullar arası dayanışma yoluyla bütünleştirmektir. Olaya böyle bakıldığında gerekli olan yalnızca güçlü, otoriter, merkeziyetçi bir örgüt değil merkezi gücünü ve otoritesini temel nüvelerin iletişim ve dayanışmasından devşiren demokratik merkeziyetçi bir organizasyondur. Bu da dayatmacı olmayan yollarla sağlanabilirdi. Bir “bülten” tarzı yayın organını öğretmene götüren, iletişim sağlayıcı bir organizasyon – dayanışma “odağı”, “bürosu” oluşturulabilinirdi. Bu yapılamadı. Daha mütevazi, ama daha gerçekçi hedefler öngörülmeliydi. Cakayı bir tarafa bırakıp, “çarıklı erkanı” oynamaktan kurtulunmalıydı. “Her öğretmen bir önderdir” özdeyişinin megalomanik bir yorumunu hakim kılmak, afralı-tafralı lider otoriteleri yaratmaya çalışmak yerine öğretmen kitlesini kucaklayabilecek bir örgütlenme anlayışı hayata geçirilmeliydi.
Okul taban nüvelerinin çalışmaları örgütün temel çalışmaları olmalıdır. Bu nokta öğretmen örgütlenmesinin en önemli sorunudur. Öğretmen örgütlenmesindeki salt merkezcil örgüt anlayışı okul nüve çalışmasını temel almaz. Bu anlayış için taban nüveleri örgütün “kullarıdır”. Bu “aktif liderlik-pasif taban anlayışı”na göre taban üyelerinin görevi aidat ödemek çeşitli şekillerde yönlendirilmiş “seçimlere” katılmaktır.
Söz konusu salt merkezcil örgütlerde taban oyu yönetim kademesi tarafından yönlendirilir. Bunun için de önce tabanın militan bir taban olması önlenir. Bu da tabanın günlük çalışmalara katılımının engellenmesi yoluyla sağlanır. Örgütün tabandaki üyesi “fiş üyesi” yani üye kimlik kartına sahip ama çalışmalardan kopuk üye derecesine itilir. Bu tür “fış üyelerinin” tabandan aday çıkaramayacağı sadece tavan listeleri arasında tercihte bulunabileceği açıktır. Bu durum seçme değil, onaylamadır.
Taban oyunun yönlendirilmesinde okul müdürleri de etkili olurlar. Bunu da amirlik yetkilerini kötüye kullanarak yaparlar. Tabii bu tür okul müdürlerini de örgüt merkezi kollar ve koltukları sağlama bağlanır.
Bu durumlarda bir nevi öğretmen örgütü ile “işveren” örgütü içiçe geçmektedir. Çıkarcı okul müdürleri örgüt mistifıkasyonunu en iyi bir şekilde kullanarak seçimlere öğretmenlerin en önünde katılırlar. Ama bunların hiç biri yetkilerini kullanıp da, öğretmen kurullarını demokratikleştirmeye çeşitli metot ve kurullar yoluyla okul yönetimine ve eğitim çalışmalarına öğretmenin katılımını sağlamayı düşünüp, demokratik eğitim yolunda adımlar atmazlar. Bu tür müdürlerden hiç birinin “biz sicil ve teftiş amiriyiz, dolayısıyla müdürlerin öğretmen kuruluna başkanlık etmesi, kurul gündemlerini tespit etmesi, demokratik kararların oluşmasını engeller” diyerek seçilmiş bir sekretaryanın gündemleri tespit etmesinin ve kurulları yönetmesinin yolunu açtıkları görülmemiştir.
Ayrıca okullardaki bazı “merkezcil üyelerin”, müdürlere “bağlı” çıkarcı, yoz üyelerin, yönetsel kayırmalar karşılığında söz konusu değirmene su taşıdıkları da görülebilmektedir. Bu tür kişilerin tabii özerkleştirilmiş okulları, demokratik kurulları, öğretmen tarafından seçilmiş gerçek yöneticilerin varlığını kabul etmeyecekleri açıktır.
Evet, bu tür örgüt yönetimleri bilinçli üye de istemezler. Onlar öğretmeni geliştirici bilinçlendirici çalışmalar değil, kitleye dalkavukluğu, pohpohlayıcı – oy toplayıcı hamasiyatı severler.
Sağlıklı bir örgüt anlayışında Bakanlık Merkez Örgütü’nün karşısında öğretmen örgütünün merkezi, izdüşüm ve muhatap olmalıdır; ama okul yönetimleri bazında da okul örgüt birimleri-nüveleri izdüşüm ve muhatap birim olmalıdır ve en önemlisi okul bazındaki örgüt taban çalışmaları temel ve belirleyici çalışmalar olarak kabul edilmelidir. Bakanlık Merkez Örgütü’nü belirleyici muhatap ve bu merkeze karşı yapılan çalışmaları belirleyici çalışma olarak kabul eden merkezcil anlayış taban çalışmalarını belirleyici kabul etmediği oranda öğretmen ve eğitim çalışanları hareketini zayıflatacaktır. Örgüt yöneticileri “Bakanlık Katında” salınmak yerine okullar alanında hatta öğretmen odalarında mücadeleyi sürdürmelidirler. Herşeyi üst düzeyde halletmeye çalışan bir anlayış iki yüzlülüğe ve uzlaşmaya açık kalmaya mahkumdur.
Taban nüvelerinin çalışmaları, okul yönetimlerinin yasal olmayan baskılarına, kayırmalarına, tehditlerine, adaletsizliklerine, yolsuzluklarına, kabalıklarına, zorbalıklarına karşı güçlü bir birlik oluşturacak eğitimde demokratikleşmenin yolunu açacaktır.
Okullardaki mücadelenin başarısı oranında, öğretmen genel özlük ve ekonomik haklarına sahip olabilir. Taban nüvelerinin mücadelesi ne kadar başarılı olursa örgüt merkezinin bakanlık merkez örgütüyle mücadelesi de o kadar başarılı olacaktır.
Tabii örgüt merkezinin koordinasyonu yani taban birlikleri arasında dayanışma olmadığında da taban birimlerinin mücadeleyi kaybedecekleri açıktır. Dolayısıyla taban birimleri mücadelede temel güç olmalı, ama bunlar diğer birliklerle ve dolayısıyla da örgüt merkeziyle dayanışma içinde bulunmalıdır. Taban önerilerini devamlı olarak örgüt merkezine aktarmalı merkez de bunları göz önünde tutarak, talep ve stratejiler oluşturmalıdır. Yine merkez düzenli olarak faaliyetleriyle ilgili bilgileri tabana iletmelidir.
Diğer taraftan okul birimlerinin birbirleriyle ortak eylemler örgütlemeleri teşvik görmeli, ancak bu tür dayanışmadan merkez bilgilendirilmelidir.
Ayrıca örgütte kademeleşme yapısı değiştirilmeli, bu yolla bürokratikleşmenin önüne geçilmelidir. Örneğin il ve ilçe kademelerini atlayarak direkt olarak okul delegeleri yoluyla seçilen bölge yönetimlerinin oluşturulması düşünülmelidir. Böylece örgütlenmede yöresel bölgesel farklılıklar göz önünde tutulabileceği gibi bölge kademelerinin örgütsel etkinliğe sahip esas birimler kabul edilmesi yoluyla da, merkeziyetçilik önlenmiş, taban birimleriyle direkt, aracısız iletişim imkanı sağlanmış olunur.
Hiçbir zaman yalnızca merkezi kararlarla örgütü yöneteceğini sanan, taban örgütlenmesi anlayışına sahip olmayan bir örgütlenmeye iltifat edilmemelidir. Okul tabanındaki, mesleki bilinci yetersiz, ufku dar, taban çalışmalarında uzlaşmacı ve yetersiz üyelere merkezden destek sağlanıp payeler verilip örgütlenmede temel unsurlar haline getirilmemelidirler. Bilinmelidir ki bu tür “merkez memurlarının” kimseye faydası olmaz. Ancak bu noktada yanlış anlamaların önüne geçmek için ufak bir not düşmeyi yararlı buluyoruz. Demokratik – merkeziyetçi bir kitle örgütünde taban çalışmalarının, hiyerarşi tanımayan bir disiplinsizlik olarak algılanmaması gerekir. Bu tür bir anlayış örgütsel kaos yaratır.
Bugün varolan iki eğitim çalışanları sendikası Eğit-Sen ile Eğitim-İş de daha önce temas ettiğimiz olumsuzlukların tehdidi altındadır. İlk olarak ortaya çıktıkları şartlarda farklı sendikaların kurulmuş olması örgütlenme bilincini geliştirici olarak kabul edilebilirdi. Ama bugünkü şartlarda bunlar öğretmen hareketini eğitim çalışanları hareketini bölücü zayıflatıcı bir işlev görmekte öğretmenler sanki tabanda bölünmüş gibi olumsuz bir imaj yaratmaktadır.
Aslında bu iki sendikanın, sendikal mücadele ve örgütlenme anlayışları açısından, ayrılığı haklı kılacak anlamlı bir farklılığı yoktur. Toplu sözleşme ve grev hakkını tüzüğüne koysun koymasın, bu haklara sahip çıkmayacak bir tek öğretmen örgütünün olabileceğini düşünmek mümkün değildir. Çünkü grev hakkını kabul edilir bulmayan eğitimci yok denecek kadar azdır. Grev hakkına tüzükte yer verilmesinin bilinçlendirici bir işlev yaptığın vurgulamanın da pek bir anlamı yoktur. Öğretmen toplu sözleşme ve grev hakkı konusunda bilinçsiz değildir ki… Esasen toplu sözleşme ve grev hakkının öğretmen kitlesinin ekonomik – demokratik mücadelesini daha güçlü kılacak bir şekilde kazanılmasını talep etmeyen bir anlayışın öğretmenler arasında kabul görmesi de mümkün değildir.
Öyleyse iki farklı sendikanın doğması ne ile açıklanacaktır? Bunu koltuk düşkünlüğü ile açıklamaktan başka çare yoktur. Sendika yöneticileri sendikalarının siyasal partiler çizgiler üstü olduğunu vurguladıklarına ve aralarında mücadele örgütlenme anlayışları amaçlar açısından anlamlı bir farklılık olmadığına göre ayrılığı koltuk düşkünlüğü ile açıklamaktan başka çare yoktur.
Bu iki sendikanın ortak ve temel hatası daha önceki örgütlerden kendine miras kalan taban dışı merkezcil örgüt anlayışına sahip olmasıdır. Örgütçülük tabandan başlayan bir sabır işidir. Güç zahmetli aceleye gelmeyen bir iştir. Öyle tepeden “ben örgütü kurdum buyurun” demekle örgütlülük sağlanamaz.
Bunlar o kadar taban örgütçülüğü anlayışından uzaktırlar ki, daha önceleri Milli Eğitim Bakanı’nın öğretmenlerin “oda” şeklinde örgütlenmelerine yol açıcı beyanlarına rağmen Milli Eğitim Bakanının sözünü tutmaya zorlanması yoluna gitmemişlerdir. Oda örgütlenmesine geri bir örgütlenme olduğu savıyla tepki göstermişlerdir. Tabii bunların oda örgütlenmesine karşı çıkışlarının asıl nedeni oda örgütlenmesinin bütün öğretmenleri kendiliğinden üye kabul eden tabancıl bir örgütlenme tarzı oluşudur. Dolayısıyla tabanla ilişki kurmayı zor zanaat olarak kabul eden bu kesimin oda örgütlenmesine tepki göstermesi anlaşılır bir durumdur. Bu kesim odaya SHP’li DYP’li MÇP’li RP’li bütün öğretmenlerin doğal üye olacaklarını dolayısıyla böyle bir yapı içinde “gerici” öğretmenlerin de olacağını, bunun ise kabul edilemeyeceğini ifade etmişlerdir.
Bir kez bu anlayış öğretmenleri partilerine göre bölen yanlış bir anlayıştır. Öğretmen örgütlenmesinde öğretmenleri şu partili, bu partili diye, ilerici – gerici diye ayırmak söz konusu olmamalıdır. Görevini yapan, cahilliğe karşı eğitimin aydınlığını taşıyan, eğitimcilik meslek bilincine, insanlık onuruna, özgürlük bilincine ve demokrasi idealine sahip bütün meslektaşlarımız hangi partiden olursa olsun ilericidir, yenilikçidir.
Söz konusu örgüt yapılarının oda örgütlenmesine karşı çıkışlarının asıl nedeni ise daha önce de belirttiğimiz gibi kitleden kopuk olmaları ve tabana dayanmayan merkezcil-tepecil bir örgüt anlayışına sahip olmalarıdır. Bunların ileri sürmüş oldukları gerekçeler ise ilerici yenilikçi niteliğini bildikleri eğitimciler kitlesinin bu yanını duygusal bir şekilde sömürmektir.
Bu kişiler oda şeklinde örgütlenmeye karşı çıkarken Diktatörlük Şili’sinde bu tür odalara izin verildiğinden söz etmişlerdi. Ancak odaların kısa bir süre geçtikten sonra dikta yönetimi tarafından niçin kapatıldıklarına değinmek istememişlerdi.
Evet Milli Eğitim Bakanı oda örgütlenmesi ile ilgili vaatlerini tutmaya zorlanabilirdi. Ve bu örgütlenme Türkiye’deki oda örgütlenmesi standartlarına uygun bir şekilde oluşturulabilirdi. Böylece eğitim çalışanları üzerindeki ölü toprağı bir nebze kaldırılmış öğretmen örgütlenmesinin öncü adayları ile geniş kitle arasında bir dirsek teması sağlanmış olurdu. Oda örgütü, karşısındakilerin iddia ettiklerinin tersine öğretmen örgütlülüğünün sendikalaşmanın önünde bir set oluşturmaz hatta bu bazda örgütlülüğün sağlanmasında bir ara yol oluşturabilirdi. Oda sendikaya yürüyen bir çabanın temeli kılınabilirdi. Bu yapılamadı. Temelsiz ve gerçekçi olmayan hedeflerin ünlenmesine seyirci kalındı.
Örgütlenmenin kestirme ve kesin yolu yoktur; sadece gerçekçi olan ve olmayan yolları vardır.
Ayrıca sendika mistifikasyonu ve şovenizmin de bir anlamı yoktur. Ön planda gelen amaç öğretmenin dayanışması demokratik ve hümanist eğitim, en üst düzeyde ekonomik ve özlük hakların elde edilmesidir.
Grev, toplu sözleşme yetkisi olan bir sendika şüphesiz üst düzeyde bir örgütlenme şeklidir. Ancak sendika kof-sarı ise “grev silahı”nın hiç bir anlamı olmayacaktır. Diğer taraftan güçlü, mücadeleci bir dernek tam tersine yaratıcılığı oranında oluşturacağı çeşitli araç ve “silahlarla” “Grev Silahına” gerek kalmadan ve belki de onunla bile elde edilemeyecek olanaklar elde edebilir. Böyle bir dernek grev hakkını da aşan bir uygulamayı fiilen oluşturabilir. Önemli olan hangi şartlarda neler yapılabileceğini bilmektir.
Üstelik öğretmen sendikaları esasta daha iyi ücret ve iyi çalışma şartları talep eden işçi sendikaları tipi bir sendika da olamaz. Bizim sendikalarımız bir eğitim felsefesi çağdaş bir eğitim stratejisi ve yöntemi ileri süren toplumsal – siyasal sorumluluklarını yerine getiren yani bir eğitim derneği işlevini de yerine getiren dernekçil bir sendika olmalıdır. Ya da bizim derneğimiz vakfımız, örgütümüz sadece bir çağdaş eğitim stratejisi yöntemi yerleştirmeye çalışan bir dernek değil öğretmenin ekonomik-özlük haklarını adil bir ücreti amaçlayan toplumsal-siyasal görevlerini yerine getiren ve başarı için grev hakkının elde edilmesini temel bilen sendikal işlevli bir demek vb. olmalıdır.
İsim nihayet şekildir. Önemli olan esastır; özdür.
Sorun amaçlarımızı gerçekleştirecek güçte bir örgütlülüğü sağlamaktır. Grev ve toplu sözleşme hakkının elde edilmesi ve kullanılabilmesi de ancak böyle bir örgütlenmeyle sağlanabilecektir. Tabii örgütlülüğün grev hakkının yukarıdan bir lütuf olarak bizlere sunulacağını düşünmüyorsak.
Öyleyse yapılması gereken açıktır. Taban nüvelerinin günlük pratiğiyle, çalışanların en basit, yalın ve yerine getirilmemesi için hiç bir gerekçe gösterilemeyecek olan taleplerle mücadele güçlendirilmelidir. Böylece taban katılımı ve örgütlülüğü genişletilmelidir. Yerine getirilir taleplerin bile yerine getirilmediğini gören taban giderek bilinçlenecek ve grev hakkını sahiplenmekten başka bir yol kalmadığını görecektir.
Habire grev türküsünü söylemekle, örgütlülüğün kendiliğinden sağlanacağını düşünmemeliyiz. Grev hakkını yakınlaştıracak olan örgütlülüktür. Şüphesiz grev hakkının varlığı ve kullanılması da örgütlülüğü geliştirecektir. Ama grev ile örgütlülük düzeyi arasındaki etkileşimde önde gelen örgütlülüktür.