GELENEK: Sayın Fulya Gürses, sizi 1979 yılında yayınlanan Dünya’da ve Türkiye’de Gençlik isimli toplumbilimsel araştırma-inceleme kitabınızdan tanıyoruz. Eşinizle birlikte hazırladığınız bu çalışmanız, Cumhuriyet gazetesi’nin “Yunus Nadi Armağanı” yarışmasında birincilikle ödüllendirilmişti. Yine aynı yıl, Köy-Koop’un düzenlediği “Akın Özdemir Ödülü” yarışmasında Kır Yoksullarının Günümüzdeki Durumu ve Geleceği başlıklı araştırma-incelemenize birincilik ödülü verildi.
Geçtiğimiz ay, yeni bir kitabınız yayınlandı. Ekmek isimli bu öykü kitabınız, Seyhan Belediyesi’nin geçen yıl “Orhan Kemal Haftası” kapsamında düzenlediği yarışmada, “Orhan Kemal Öykü Ödülü”yle değerlendirilen beş dosyadan biri. Bu öykü kitabınız, sizin ilk edebiyat çalışmanız oluyor.
Kitabınızdaki kısa özyaşam öykünüzden, 1960 sonrasının demokratik kitle örgütlerinde ve politik örgütlerinde (Sosyalist Gençlik Örgütü, TÖB-DER, TÜM-DER, TİP) yer aldığınızı öğreniyoruz. 1960-1980 döneminin toplumsal hareketliliğini yaşamış, eylemlerin ve örgütlenmelerin içinde bulunmuş, inceleme ve araştırmalarıyla bu konuda kafa yormuş bir toplumbilimci ve sosyalist aydın olarak, 1980 sonrası kültür sanat ortamımız üzerine bir sohbet konuşması yapmak, bu konudaki görüşlerinizi öğrenmek istiyoruz. Özellikle 12 Eylül’ün aydınlar üzerindeki etkileri ile sanat siyaset ve ideoloji ilişkileri üzerine görüşlerinizi almak istiyoruz.
12 Eylül 1980, Türkiye için bir dönemin sonu ve yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Türkiye toplumunun ekonomisi, siyaseti, dış ilişkileri, devleti ve bunun yanında kültür-sanat ortamı sarsıcı ve kalıcı değişiklikler, etkilenmeler yaşadı. Size göre, 12 Eylül sanat-kültür ortamına ve aydınlara ne gibi etkilerde bulundu ve bunun sonuçlan ne oldu?
F. Gürses: 1980 sonrasında Türkiye aydınları, iki büyük ideolojik şok dalgası yaşadı. Birinci dalga, 12 Eylül faşizminin şiddet ve terörüyle başladı. İkinci şok dalgası ise sosyalist kampın çözülüşünün, tüm dünyada yarattığı anti-komünist histeri kriziydi. Peş peşe gelen ve birbirini besleyen bu iki ideolojik şok dalgası, Türkiye aydınlarını çok güçlü ve kalıcı biçimde etkiledi. Neredeyse bütün aydınlarda gözlediğimiz değişim ve dönüşümlere tanık olduk: Pişmanlık, döneklik, uzlaşmacılık, teslimiyet, tövbekârlık ve elvedacılık edebiyatı aldı yürüdü.
12 Eylül’cüler, 12 Mart’taki hatayı tekrarlamadılar. Aydınlara sopa gösterdiler ama vurmadılar, bunun yanında havuç ikramında bulundular. Devrimci gençlere, sosyalistlere ise aşırı derecede şiddet ve terör uygulandı. Sokakta kaçarken vurmalar, işkencede öldürmeler, idamlar çok yoğun biçimde uygulandı. Benzer işkenceler, halka da aynen uygulandı. Bazı yerlerde tüm bir köy halkı, semt halkı yerlerde süründürüldü, dipçiklendi… Doğu’da yaşananlar ise sanırım ABD’nin Vietnam’da yaptıklarını kat be kat geçti. Ve bütün bu şiddetin, işkencenin topluma duyurulması özellikle planlandı. Tüm toplumu sindirmek, korkutmak ve terörize etmek için. Devlete ve burjuvaziye başkaldırmanın, devrim yapmaya kalkışmanın eninde sonunda can pazarı olduğu, böylelerini işkencenin, ölümün ve idamın beklediği mesajı ustalıkla verildi. Ve bu devlet terörü, en büyük etkisini aydınlar üzerinde gösterdi. Eylül öncesi kendisini ihtilalci, marksist-leninist olarak lanse edenler, Sosyalist devrimin silahlı mücadele teorilerini yazanlar, TİP’i vb.’ni legalist, oportünist, pasifist diye karalayanlar, SSCB’yi pembe yarım komünist görüp eleştiren ve kendilerini devrimci lafazanlıklarla, kızıl ihtilalci komünistler olarak tanıtan bu aydınlar, tam bir teslimiyete ve boyun eğmeye çark ettiler. Bu aydınlar, kendilerine devletin ve tekelci şirketlerin verdikleri olanakları da kullanarak, teslimiyetin, boyun eğmenin, yozlaşmanın ideolojisini tüm topluma yaymaya başladılar. Bu ideoloji kanser mikrobu gibi yayılmaya ve toplumun en canlı ve dinamik unsurlarını kuşatıp çürütmeye başladı. Özellikle genç kuşaklar hedeflenmişti, başarılı oldular. Bu aydınların işleri güçleri sosyalistleri eleştirmek, karalamak, kötülemek ve pişmanlık edebiyatı yapmak oldu. Ve bu yaptıklarını maskelemek için konumlarını teorileştirdiler. Sivil toplumculuk, ulusal mutabakat, demokrasi, birey olmak, kendini gelecek için kurban etmeyip, gününü yaşamak vb. vb.
Sonuçta devlet eliyle uygulanan karşı devrimci şiddet, ideolojiye dönüştü ve aydınlar aracılığı ile topluma aktarıldı. Bir mikrop gibi yayılmaya devam ediyor. İşte, 12 Eylül’ün asıl zaferi, bence budur. Yani, 12 Eylül’ün ideolojik tahribatı sandığımızdan daha fazla ve kalıcıdır. Aydınlara boyun eğdirilmiş ve tekellerin ve devletin hizmetine gönüllü olarak güdümlenmişlerdir. Zira, tam 12 Eylül’ün karşı-devrimci dalgasının etkileri azalır ve yumuşarken ve sosyalistler yeniden toplanırken, ansızın dünya çapında karşı-devrimin muazzam dalgası gelip aydınların imdadına yetişmiştir. Bunun üzerine, daha cüretkâr, daha utanmazca bir anti-komünizm edebiyatı başlamıştır. Ve öyle bir hava yaratmışlardır ki, Türkiye’de ve dünyada gelip geçmiş bütün kötülüklerin, haksızlıkların, çirkinliklerin, asli sebebi komünistlerdir. Bu histerik ve karşı devrimci saldırı, halen bütün hızıyla sürmektedir.
G: Yani sizce, 12 Eylül’ün ve arkasından gelen dünya çapındaki karşı-devrimci dalganın, kültür sanat ortamımıza ve aydınlara etkisi ideolojik planda mıdır?
F.G.: Elbette… Aydınların toplumdaki asıl fonksiyonu, ideoloji üretimidir. Aydınların bütün uğraş alanları, ideoloji yüklüdür. Kültür, sanat, basın, toplumbilimsel araştırmalar, incelemeler ve politika… Bunların hepsinde, merkezdeki olgu ideolojiktir. Bunun en yoğun ve belirleyici olduğu alan ise politikadır. Zira politika, örgütlenmiş, yoğunlaşmış, eyleme geçmiş ideolojidir. Politika âdeta, ideolojinin, düşüncenin ete kemiğe büründüğü, fikirlerin maddi güce dönüştüğü biricik belirleyici alandır.
Dikkat ederseniz, bütün dönek, pişman ve kariyerist aydınlar, çok açık ve yoğun olarak politika yapmaktalar. Dönek aydın, gidip evinde oturmuyor. Tam tersine, yoğun olarak politikanın içine dalıyor; ama bu kez tekelci burjuvazinin saflarında yapıyorlar politikayı. Ve burjuva ideolojisini gizlemek için, maskeler takıyorlar. İnsan hakları, birey, katılımcılık, demokrasi, sivil toplum, AGİK vb. Ama zaten burjuvazi de ideolojisini topluma çıplak olarak dayatmıyor. İnsan hakları olmayacak demiyor, işsizlik olacak demiyor, işçilerin, memurların ücretlerini ben belirleyeceğim, demokrasisiz yöneteceğim demiyor. Tam tersine, ideolojisini topluma genel ideoloji olarak sunuyor. Burjuva ideolojisinin çırılçıplak hâli, 12 Eylül faşizmidir. Kendi anayasa ve hukukunu dahi tanımayan düşünce özgürlüğü ve insan hakkı tanımayan, zorun ve şiddetin ideolojisidir bu.
Ve aydınlar, bu ideolojinin sınıfsal özünü görmezden geliyorlar. Bugün birçoğu TÜSIAD’la, basın tekelleriyle kol kola yaşıyor. Festivaller, seminerler, turistik geziler… Türkiye’de işkencenin, infaz ve katliamların sorumlusu ve nedeni polis Ahmet efendi veya bilmem hangi şube timi değildir. Sorumlu, tekelci sermayedir: Eczacıbaşı’dır, Sabancı’dır, Koç’tur, Boyner’dir… İşkenceyi insanlık dışı bulan bir aydın Eczacıbaşı ile kol kola ise, bunun samimiyetine nasıl inanalım?
Sonuç olarak, aydınlar üzerindeki ideolojik tahribatın son derece ciddi ve utanmazlık, ihanet sınırlarında seyrettiğini söyleyebilirim. Öyle ki, ön saflarda yer almış, bütün bir ömrünü devrimci mücadele içinde geçirmiş, deneyimli, birikimli ve kendine sosyalist demiş aydınlar bile, ideolojik bozgun edebiyatına sorumsuzca katılmışlardır. Ve belki de en üzücü olanı budur.
G: Kendini “sosyalist” olarak tanımlamış aydınların dahi bu ideolojik tahribatın etkisinde kaldığını söylüyorsunuz. Bunu somutlayacak örnekler verebilir misiniz?
F.G.: Tabii, birçok örnek var ve sanırım bu konuda ciddi incelemeler yapmak artık ertelenemez bir görev olarak önümüzde duruyor. Beni son günlerde ciddi biçimde üzmüş ve düşündürmüş ve hâlâ kafamda dönüp dolaşan, hazmedemediğim, içime sindiremediğim bir örnek bu.
Bildiğiniz gibi, dünya komünist hareketinin tarihinde, sık sık dönek aydınlar olayı yaşanmıştır. Bunların isimlerini sıralamak, burada gereksiz. Ancak olayın özü şu: Birtakım küçük burjuva aydınları, aydın olmanın bilinci ve vicdanı ya da duygusal ve rastlantısal nedenlerle ülkelerindeki toplumsal muhalefete ve komünist partilerine katılırlar. İktidara karşı yürütülen bu muhalefet saflarında ün yapar, meşhur olurlar. Kitaplar yazarlar, plaklar, kasetler yaparlar, mitinglerde, toplantılarda konuşurlar ve mallarını satarlar. Ve sonuçta, muhalefet saflarında bir “değer” olur ve entellektüel sermaye biriktirirler. En sonunda da bir bahane bulup komünist saflardan ayrılırlar. Hepsinin yaptığı tek şey vardır bu aşamada: İktidara-sermayeye kendilerini satmak, pazarlamak. Ve bundan sonra yaptıkları tek şey, komünizme küfür edebiyatı yazmak ve satmak olur. Daha önce (sosyalist saflarda yer almadan önce) burjuvazi için hiçbir anlamı ve değeri olmayan bu aydınlar, artık burjuvazi için bir “değer” olmuştur. İdeolojik bir değerdir bu. Ve ihanetin bedeli, bunlara ödenir.
Bunlardan bizim tarihimizde de var. 1928 hainlerinin yüksek kariyerlerle ödüllendirildiklerini biliyoruz. Devlet kurumlarında müdürlük, genel müdürlük vb. kariyerlerle bedelleri ödendi. Bu baylar, bundan sonra eski partilerine, yoldaşlarına ve inançlarına küfür görevi üstlendiler. Tabii bu arada buna ideolojik bir kılıf bulmaktan geri kalmadılar. Tıpkı bugünküler gibi. Bu nedenle, eski Kadro’cularla bugünkü Sivil Toplum’cular arasında hiçbir fark yoktur. O zaman egemen sınıfın “Resmi ideolojisi” Kemalizmdi, onun yanında saf tutuldu ve övgüler dizildi. Şimdi burjuvazinin “gayrı resmi ideolojisi” liberalizm, anti-devletçilik ve kozmopolitizm. Dönek aydınlar, sivil toplumculuğu savunuyorlar. Dün, “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz” nakaratı, bugün “ulusal mutabakat” edebiyatı. Bir işçi ile aydın arasında çok önemli bir fark var. İşçi kol emeği harcarken, aydın kafa emeği harcıyor, yani ideoloji üretiyor. Komünist Parti’ye katılmış bir işçi şu ya da bu nedenle partisinden ayrılsa da, yine işine devam eder. Üretimdeki konumu itibariyle, bilincindeki değişimin etkileri sınırlı ve salt kendine yöneliktir. Yeni konumu nedeniyle “döneklik” ya da “ihanet” olarak tanımlanamaz. Ama aydın için bu söz konusu edilebiliyor. Aydın kişinin toplumdaki konumu, işlevi, niteliği etkilerinin yaygın olmasını getiriyor. Yukarıda belirttiğim gibi, tarihte örnekleri çok aydın dönekliğinin… Gelelim günümüze ve Türkiye’ye: 1980 sonrasında, dünyada ve Türkiye’de aydınlar arasında bir “elvedacılık” olayı yaşandı ve bu halen devam ediyor. Her zamanki gibi, önce Avrupa’da başladı ve bize bulaştı. Sanırım, önce A.Gorz’un “Elveda Proletarya”sıyla başladı, daha sonra kıtalar arası hızlı devrimci “Devrimde Devrim”in yazarı Regis Debray’la devam etti. Yine 68 kuşağının hızlı devrimcisi, “başkaldırının haşarı çocuğu”, komünist partileri yavaş-uyuşuk bulan Daniel Cohn-Bendit, “Biz devrimi çok sevmiştik” ve “Hepinizi Öpüyorum” ile kervana katıldı. Fransız devleti, ödüllendirmede bulundu. Kimisini danışman yaptı, kimisini televizyon şovmeni. Daha sonra 68 öğrenci kuşağı devrimcilerinin girişimcilikte hırslı ve becerikli oldukları görüldü ve dünya çapında “yuppi”lik olayı ve jargonu gelişti.
Bizdeki aydınlar mesajı almakta gecikmediler: Elvedacılık, burjuvaziye transfer dilekçesi işlevi gördü. Bir yanda Avrupa patentli elvedacılık edebiyatı çevrilirken, bir yandan da yerli elvedacılar taklitlerini telif etmeye başladı. “Elveda Başkaldırı” diyeni, boyalı holding basınına genel yayın yönetmeni yaptılar.
Bu, tamamen ideolojik bir olaydır. Burjuvazi, son derece akıllı davranıyor. Yeterli mesleki deneyimi ve birikimi olmayan, genç yaşta birini holdingler, boyalı Babıali basınının en büyük gazetesine genel yayın yönetmeni yapıyorlar. Bu, ideolojik bir olaydır. Artık siz Babıali’de namuslu, dürüst ve gerçekten yetenekli gazeteci bulamazsınız ve yetiştiremezsiniz.
Para, sermaye ve iş burjuvazide. Aydınlar için bu büyük ve çekici, dayanılmaz bir ideolojik güç yaratıyor.
İşçi sınıfı, kimseyi yayın yönetmeni yapamaz. Hiçbir ressamın tablosunu milyonlar ödeyip alamaz…
Ve bugün bir aydının emekçi sınıfının yanında (gerek sanat, gerekse siyaset anlamında) yer alması için, gerçekten özgür bir kafası ve yüreği olması gerekir.
Sermayenin cazibesine ve şiddetine hayır diyemeyen aydın, özgür bir insan değildir. Özgür bir birey, hiç değildir. İşte bu nedenle, bugün hâlâ emekten yana siyasette ve sanatta saf tutan aydınlara, yürekten saygı duyuyorum. Ve sanıyorum ki sosyalistler olarak, tarihimizin en zorlu dönemini yaşıyoruz. Ve inanıyorum ki bu dönemi mutlaka aşacağız. Zira, inanıyorum ki emeğin kurtuluşu davası, insanoğlunun tarihi boyunca kafası ve yüreğinde yarattığı ve uğrunda eylemde bulunduğu en soylu davadır.
İşte, 1980 sonrası yaşamakta olduğumuz bu süreç içinde son bir olay, beni gerçekten ciddi ciddi düşündürdü, kaygılandırdı ve üzdü. Sevdiğim ve saydığım, genel anlamda yıllar boyu, özel anlamda bazı yıllar “yoldaş” olduğum, yazılarını ve eylemlerini ilgiyle izlediğim ve 1968’lerde sosyoloji öğrenciliğim sırasında birkaç yıl “hocam” olmuş Oya Baydar’ın son yayınladığı kitabı Elveda Alyoşa‘dır kastettiğim olay. Neredeyse 30 yıla yaklaşan bir sosyalist mücadelenin ve 12 yıldır Avrupa’da geçen mülteci yaşamının son kitabı Elveda Alyoşa.
Kitabı okuduğumda, bende hazin ve tarifsiz bir hüzün yarattı. Olayı anlamak ve değerlendirmek için düşündüğüm günlerde, sanırım geçen yılın ekim ayıydı, Star 1 Televizyonu’nda “Kırmızı Koltuk”tan konuşmasını izledim. Anlaşılan kitap okunmuş, mest olunmuş, mesaj alınmış ki, çağırmışlar. “Gel, halka karşı yanıldığınızı itiraf et…” “Bizim kuşak artık kenara çekilmeli, gençleri yönlendirmemeli, akıl hocalığı yapmamalı… Biz yanıldık, hayallerimiz yıkıldı, artık politika ile uğraşmayacağım…” vb. vb. İmar Bankası’nın, 12 Eylül simgesi cumhurbaşkanının oğlunun televizyonundan, Oya Baydar bir dönem ve dönemin insanları, inançları üzerine ahkâm kesiyor, karşı ideoloji kusuyor… Pişmanlık, teslimiyet ve bozgun ideolojisi kusuyor. Tekellerin televizyonundan milyonlarca emekçiye karşı, sosyalistlere, gençlere, devrimcilere karşı…
Bu derece onursuzluk ve sorumsuzluk olamaz. Hiç kimsenin buna hakkı olamaz, olmamalı. Demek ki itiraf olayı yalnız polis karakolunda, askeri savcıların önünde yapılmıyor.
Televizyondan halka karşı yapılıyor, daha etkili oluyor… Zaten televizyon dokuz kanaldan, aylardır ideoloji kampanyası yürütüyordu. Haberler, açık oturumlar, özel programlar… Sosyalizm öldü, marksizm bitti, sosyalistler şöyle kötü, böyle perişan vb.
Oya Baydar’ın yüreği ve bilinci nasıl izin verdi böyle bir koroya eklenmeye? Nasıl, neden? İnanıyorum ki o konuşma yalnız beni değil, binlerce devrimciyi, sosyalisti ve bilinçli işçiyi üzdü. Ama burjuvaziyi, burjuvazinin hizmetine koşar adım girmiş aydınları ve dönekleri çok sevindirdi.
Ve programı izleyen milyonlarca emekçi insan, işçi, memur, genç, kadın şaşkınlıkla izledi: “Bir eski sosyalist daha itiraf ediyor, yanıldık, yanlış yaptık, diyor”… Bu, ideolojik bir olaydır!
Televizyon haberlerinde her gün, yakalanmış devrimci gençler teşhir ediliyor; saç sakal uzamış, hâlleri perişan, tezgâhtan geçirilmiş, önlerindeki masada kitaplar, dergiler, daktilolar… Bu gençler konuşmuyor, onları bize spiker tanıtıyor, o tanımlıyor. Öte yandan, neredeyse bütün bir ömrünü sosyalist mücadelede geçirmiş, kitaplar yazmış, dergiler çıkarmış, partiler kurmuş, deneyimli ve birikimli biri çıkıyor ortaya, burjuva televizyonuna ve biz yanıldık, artık susmalıyız diyor…
Nereden, nereye…
Anlatmadan geçemeyeceğim; yıl 1968. Oya Baydar (Sencer), İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Asistanı ve TİP üyesi… “Türkiye İşçi Sınıfı: Doğuşu ve Yapısı” konulu doktora tezini hazırlıyor. Tezi, üniversite tez kurulu kabul etmiyor. Sosyalist basın, olayın üzerine gidiyor. Sosyoloji bölümünün ve diğer bölümlerin öğrencileri, tez kurulunun tavrını protesto için, eylemler düzenliyorlar. Boykotlar, sloganlar, sıkılan yumruklar… Sosyoloji bölümü öğrencisi olarak benim de içlerinde bulunduğum gençlerin protesto eylemleri… Ve daha sonra kitap olarak yayınladığı yapıtının başına, şöyle bir sunu yazıyor Baydar: “Mutlu yarınlar için birlikte savaşacağımız tüm öğrenci arkadaşlarıma…”
Yine aynı yıl (1969), “Türk Toplumunun Tarihsel Evrimi” ni yayınladı, I. ve II. Devrimci Eğitim Şurası’na bildiriler sundu. 4.Kongre sonrasında, TİP’e muhalefet olarak çıkarılan Sosyalist Parti için Teori-Pratik Birliği dergisinde yer aldı 12 Mart 1972’de Yeni Ortam gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Bu dönemde, doktorcu görüşleri savundu. Daha sonra, 1974’te sahibi ve yazı işleri müdürü olduğu İlke dergisini yayınladı. 1974 haziranında, TSİP’in kurucusu oldu. Aynı yıllarda yayınlanan haftalık TSİP’in Kitle gazetesinde yer aldı, yazılar yazdı. 1976 yılında TSİP’den ayrıldı ve TKP saflarına katıldı, Savaş Yolu gazetesini yönetti. Günlük Politika gazetesine yazılar yazdı. 12 Eylül’den birkaç gün önce yurtdışına çıktı, Almanya’ya iltica etti. 1985 yılına kadar Türkiye Postası’nın yayınına katıldı. Aynı yıl, Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi’nin geliştirilmiş yeni baskısını 2 cilt olarak Almanya’da yayınladı. Önsözünde, Türkiye komünist hareketinin ilk şehitleri Mustafa Suphi ve yoldaşlarına övgüler düzdü…
Nereden nereye?
Yıllarca yüreğiyle ve bilinciyle sosyalist mücadele yolunda yürüyen sevdiğiniz ve saydığınız bir “yoldaş”ın geldiği bu nokta, hazin ve hüzünlü değil midir?
Bir kişinin üzerinde niçin bu kadar uzun durduk? Bu olayı niçin bu kadar önemsedik? Çünkü, böylesi bir sonucu içimize sindiremedik. İdeolojik teslimiyetin nasıl bir kaygan zemin olduğunu vurgulamak istedik. Toplumsal işlev üstlenmiş kişilerin, yazar ve aydınların objektif olarak bireysellikten de öte, toplumsal sorumlulukları olduğunu belirtmek istedik.
1960’lardan 1980’lere kadar binlerce işçi, genç, emekçi, devrimci mücadelede can verdi. Oya Baydar’ın yazdığı kitapları, yayınladığı gazete ve dergileri binlerce işçi ve genç okudu. Önerileri doğrultusunda bilinçlendi, çağrılara ses verdi, eylemlerde bulundu. Yöneticisi olduğu yapılarda, militanca görev yaptılar ve bu uğurda can verdiler. 12 Eylül faşizmi, yüzlerce insanı işkence tezgâhlarında, sokaklarda, dağ başlarında öldürdü. Gencecik insanları idam sehpalarına çıkardı, binlerce insan yıllar boyu hapisanelerde tutuldu, aileler parçalandı, insanlar sakat kaldı ve akıl almaz acılar yaşandı.
Oya Baydar, 12 yıldır Avrupa’da yaşadı. Hapiste yatmadı, işkence görmedi, aç kalmadı… Peki, Türkiye’de yaşananları duymadı mı? Yaşamadı mı, izlemedi mi, hissetmedi mi? Niçin Türkiye insanına bunca yıl sonra, sadece sosyalistleri karalayan, hırpalayan, teslimiyetçi bir kitap sunuyor? Sosyalistleri karalama, kötüleme kampanyasına katılıyor? Bu ne duyarsızlık! Bu ne sorumsuzluk!
1960’lardan 1990’lara kadar Türkiye insanının yaşadığı olaylarda, Baydar’ın sorumluluğu yok mu?
Elbette kastettiğim, adli anlamda sorumluluk değil. Onurlu bir sosyalist aydının duyabileceği, tarihi-toplumsal ve siyasal bir sorumluluk. İnsani bir sorumluluk. Belki de ideolojik teslimiyet, insanın sorumluluk duygusunu ve bilincini de köreltiyor. 12 Eylül faşizminin oluşturduğu askerî vesayetli, MGK’lı devlet yapısı aynen duruyor. Demokratik hakların kullanımı ile ilgili yasalar, toplu iğne deliği bile bırakmayan katılıkta ortada duruyor. Basın yasası, dernekler yasası, Toplantı ve Gösteri yürüyüşleri yasası, Terör yasası…
Memurlar, sendikalarının kapatılmasını protesto için toplanıyor, polis üzerlerine ateş ediyor. Üniversiteli gençler bir protesto dilekçesini Ankara’ya götürmek istiyor, polis kafalarını kırıyor, gözlerini patlatıyor. YÖK’ün yıldönümünü protesto edenleri, polis yerlerde sürüklüyor, kollarını kırıyor.
Babıali’nin boyalı basınından ve 9 kanallı televizyondan halkın üzerine her gün 24 saat yoz emperyalist kültür püskürtülüyor. İstanbul şehri, bir kumar ve fuhuş merkezi hâline geldi. Beyrut’u, Bankgok’u geçti. Fame City, Galleria, Taxim Park, The Marmara, The President Hotel, casuslar mafyacılar, kumarbazlar cirit atıyor. Devlet yağmacılığı, ayyuka çıkıyor. Milyonlarca insan işsiz; asgari ücret, yol parası ve kuru ekmek almaya bile yetmiyor. 20 yıllık lise öğretmeninin maaşı, orta hâlli bir yerdeki daire kirasına bile yetmiyor. İnsanlar yozlaşıyor, çürüyor, aileler çözülüyor, intiharlar artıyor. İntihar edecek yer bulamayan bazı insanlar da karakollarda intihar ettiriliyor(!)… Bunların sorumlusu sosyalistler mi? Türkiye’yi 200 yıldır ve özellikle 70 yıldır kimler yönetiyor? Almanya’da sefil olan insanlarımızın yaşadıkları trajedilerin sorumlusu sosyalistler mi? Oya Baydar, bunları bilmiyor! Görmüyor! Ve 12 yıllık mültecilik sonunda, o da karşı-devrimci koroya katılıyor. Sosyalistlere vuruyor ve günah çıkarıyor. Yanlış yaptık, yıkıldık, bittik! Bunu, kitabında sık sık, neredeyse her sayfasında kendinden geçerek anlattığı rakı muhabbetlerinde yapsa, “kişisel bir durumdur yorgunluk” der, geçerdik. Ama öyle yapmıyor. Anti-komünist kampanyaya katılıyor Oya Baydar. Bir kurşun da o sıkıyor, sosyalist kalmakta direnenlere. Ve elveda diyor bize. Aslında, bütünüyle kendi geçmişine elveda diyor. Bildiğimiz gibi, elveda nitelemesi, bir daha hiç görüşmemek, kavuşmamak üzere yapılan kesin ve ebedi aşırılıklarda kullanılır. Fransızcadaki “Adieu”nün karşılığı oluyor elveda. Kısa ve yeniden görüşülecek ayrılıklarda Fransızlar, “A bientot” diyorlar.
Elveda Alyoşa, bana göre öncelikle politik-ideolojik bir olay. 30 yıla yakın bir süre sosyalist mücadeleye ön saflarda katılmış bir aydnın, kendi “sosyalist” niteliğine elvedasının kitabı.
Sanırım sağcılar, çok yakında hoşgeldin diyerek, Oya Baydar’ı bağırlarına basacaklar. Zira elvedacıların ve sosyalizme küfür edebiyatının bir müşterisi de onlar. Ayrım gözetmeden, hemen bağırlarına basıyorlar. Bunun en yeni örneği, Tahsin Yücel’in Peygamberin Son Beş Günü. Dergâh dergisi, hemen bir röportaj yapıyor. Türk Edebiyatı Vakfı, Tahsin Yücel’in kitabı için özel bir yazarıyla sohbet günü düzenliyor. Sağcıların edebiyat baş “muharriri” Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı dergisinin Mayıs 1992 sayısında, kitapla ilgili beş sayfalık bir tanıtım yazısı hazırlıyor. Bu arada Tahsin Yücel’in laikliğine, öztürkçeciliğine ve peygamber gibi kutsal bir sıfatı acuze bir marksist kahramana ve kitabına isim yapmasına karşı hoşgörü gösteriyorlar. Yeter ki sosyalistlere küfretsin. Tahsin Yücel, hiçbir zaman sosyalist ve marksist olmadığını özellikle açıklıyor. Bu da sağcıların sevincini eksik bırakan bir unsur oluyor. Sanırım, Tahsin Yücel eski bir sosyalist olsaydı da elveda deseydi, biz yanlış yaptık, yıkıldık, bittik deseydi, daha fazla sevineceklerdi kuşkusuz…
Ancak sağcıların Oya Baydar’a hoşgeldin demelerinin önünde engeller var. Zira Oya Baydar, 50 yaşında hidayete eriyor ve İsa’nın yıldızını keşfediyor. 1990 yıldır gökyüzünde parlayan ve hiç yere düşmeyen, ayaklar altında ezilmeyen İsa’nın yıldızını, bir umut olarak simgeleştiriyor. Kitabının son bölümü, İncil’den alıntılarla ve Hristiyan motifler kullanılarak, mistik bir anlatımla, gökyüzü kilisesinde 1990 yıldır parlayan İsa’nın yıldızını anlatıyor. İnsan yapısı sosyalizmi simgeleyen “Kremlin Kilisesi”nin yıldızı yere düştü, ayaklar altına alındı. İsa’nın gökyüzü kilisesinde parlayan yıldızı, ebediyen parıldayacak. Oya Baydar, kurtuluşu bulmuş!
Oya Baydar, kitabında sık sık, “Aslında ben hiçbir zaman sosyalizme inanmamıştım, hep kuşkuluydum ama söyleyemiyordum.” diyor. Doğru söylüyor Baydar; 30 yıl sonra doğruyu söyleyebiliyor. Niye? Duvar yıkılmış, kızıl yıldız ayaklar altında, kimlikler satılıyor. Oya Baydar durur mu? O da pişmanlığını, yıkılmışlığını pazara sürüyor. Eski kimliğini, bu kez yeni kimliğiyle pazara sürüyor. Sosyalizme inanmış kimliğini ve yaşamını, sosyalizmin yıkılışıyla harmanlıyor, aşağılıyor, metalaştırıyor ve satıyor.
30 yıl boyunca sosyalist kimliğini pazarlıyorsun insanlara, bu yoldan geçiniyorsun. 30 yıl sonra, elveda diyorsun. Yeni kimlik ediniyorsun ve 30 yıllık yaşamının nasıl yanılgılar ve pişmanlıklarla dolu olduğunu yazıyor ve yine “pazarlıyorsun”. Eskiden sosyalizmi övüyordun, şimdi yeriyorsun. Bunun neresi yeni kimlik? Bunun adı, daha başka bir şey olmalı. İşte bu nedenle ben, Oya Baydar’ın, İsa’nın yıldızını keşfinde de samimi olduğuna inanmıyorum. Bu konuda samimi olsa, kendi mistik yaşamına çekilir, dervişvari yaşamına başlar, çocuğunu büyütürdü. Kendini serbest piyasaya sunmaz, metalaşmazdı. Zira İsa’nın yıldızı 1990 yıldır gökyüzünde ve hiç düşmedi ayaklar altına ama bizim yaşadığımız dünya ve toplum, katı bir biçimde maddi ve gerçek. Ve bu dünyada Sabah yazarı dönek türkücünün söylediği son bestesi gibi, “Her şey satılık”!
Oya Baydar, eskiden sosyalizm satardı, şimdi pişmanlık ve teslimiyet satıyor. Eskiden umut ve inanç satardı, şimdi nihilizm ve kötümserlik satıyor.
Gerçekten çok hazin bir olay. Elveda Alyoşa, buram buram kötümserlik, mızmızlık ve nihilizm kokuyor. Ve bir de rakı kokuyor insanın yazarın alkolik bir ayyaş olduğunu düşündürecek kadar rakı kokuyor. Elveda Alyoşa’yı okurken zaman zaman Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni ya da Kundera’dan alıntılar okuduğum duygusuna kapıldım. Elveda Alyoşa’nın kahramanı da alçalmaktan zevk alıyor ve alçaldıkça özgürleştiğini sanıyor.
“İnsanın kendini alçaltmaktan, kendine azap vermekten duyduğu o anlaşılmaz zevkin doruğundaydım. Ne kadar dibe, ne kadar derine vurursam, o kadar temizlenip kurtulacaktım sanki…” (s. 137)
“..İtiraf ettikçe kendi suçluluğuma inanıyordum, aşağılandıkça kurtuluş duygusuna kapılıyordum..” (s. 138) “..Ben seni, ilk kez o gece, ateşler içinde ve çaresiz sevişirken, gerçekten sevdim…
” Ben seni ilk kez o gece, inançlarımın, umutlarımın, kimliğimin doğrulanması olduğun için değil, yanılgılarımız ortak olduğu ve yanılgılarımızı da doğrularımız kadar paylaştığımız için sevdim. Ben seni o gece, belki de ilk kez sadece sen olduğun için sevdim…”
Elveda Alyoşa‘nın otobiyografik olduğunu biliyoruz. Sartre’ın kitaplarında dahi rastlayamadığımız bir alıntı daha yapalım: “Birilerine sormalıyız. Biz yabancıyız da bu şehirde. Biz yabancıyız da her şehirde… Yoldan geçen birine sormalıyız. Ne zaman gelir otobüs? Son tren kaçta? Nereye gidiyor bu 16 numaralı tramvay? Messe de neresi? Hangi masalın, hangi faslındayız biz?” (s. 20)
Şimdilik bu kadar yeter. Zira kitabı tüm boyutlarıyla ve çeşitli açılardan inceleyip eleştirmek, ayrı bir yazı konusu olmalı. Gençleri, özellikle gençleri uyarmak ve aydınlatmak gerekir, diye düşünüyorum. Karamsarlık, umutsuzluk, inançsızlık, hiççilik, pişmanlık ve teslimiyet ideolojisi yayan bir edebiyat, gençlere ne verebilir?
Elveda Alyoşa‘nın edebi değeri, biçim ve içeriğinin estetik değerlendirmesi, dil yapısal incelenmesini vs. bu işin uzman ve yetkilileri yapsınlar. Roman mıdır? Anılar mıdır? Hümanist midir, kötümser midir, avangard mıdır, post-modern midir? Bunu uzman ve yetkilileri değerlendirsinler.
Ben olaya öncelikle ideolojik-politik perspektiften baktım. Zira benim 30 yıldır tanıdığım, sevdiğim ve saydığım Oya Baydar, ideolojik-politik kimlikli, sosyalist bir aydındı. Bir edebiyatçı değildi. Kitabı okuduktan sonra da olayın ideolojik bir olay olduğu yargısına vardım. 12 Eylül’ün ideolojik tahribatının boyutlarının ne kadar güçlü olduğunu bir kere daha anlamış oldum. 30 yıl mücadele etmiş bir sosyalist aydının bu duruma düşüşünü (kendisi bunu özgürleşme diye niteliyor) içime bir türlü sindiremedim. Oya Baydar inançlarından, geçmişinden, sorumluluğundan arınarak özgürleştiğini düşünüyor! Özgürlük! Bu ne hazin özgürlük!
Bir çift sözüm de bizzat Oya Baydar’a: “12 Eylül darbesinden birkaç gün önce, yurtdışına çıktınız. 12 yıldır dönmediniz. Faşizmin kanlı ve korkulu gecelerini yaşamadınız, solumadınız. Hapishanelerin, idamların ve işkencelerin çığlıklarını duymadınız. Yurt dışından Türkiye’de faşizmin yıkılması, sosyalizmin kurulması dileğinde bulundunuz. Ama ne oldu? Duvar yıkıldı. ‘Kremlin Kilisesi’nin kızıl yıldızı yere düştü. Ve siz birdenbire 1990 yıldızı yere düşmeden, gökyüzü kilisesinde parlayan İsa’nın yıldızının ışıltısını gördünüz. Bravo doğrusu! 30 yılınıza yazık oldu. Başınızı kaldırsaydınız, bu yıldızı 30 yıl önce de görebilirdiniz! 1990 yıldır orada o yıldız! Yoksa, o zaman da görmüş müydünüz? Peki, niye yeryüzündeki insan yapısı kızıl yıldıza kapıldınız! Niye!”
“Türkiye’de faşizm yıkıldı (mı)? Sosyalizm kurulmadı. Sizin ‘Merhaba Yeni Dünya’ dediğiniz bir düzende, her şey serbest piyasa oldu. Artık Türkiye’ye dönebilirsiniz.”
G: 1980 öncesi yıllarda aydınların bir bölümü, sosyalistleri “güdümlü sanat” istemekle, “parti edebiyatı” yapılmasını sanatçılara dayatmakla suçladılar. Bu konuda birçok yazılar yazıldı ve tartışmalar yapıldı. Bu bağlamda, siyaset-sanat-edebiyat ilişkileri konusunda ne düşünüyorsunuz?
F.G.: 1980 öncesi yıllarda bu konu gerçekten de çok tartışıldı. Ve bu tartışmayı, asıl olarak sosyalist hareketin kıyısında oynayan küçük burjuva aydınları yaptılar. Ama bugün, böyle bir tartışma yok. Çünkü sosyalist siyasetin öznesi olan güçlü bir sosyalist parti yok. Sosyalist partinin yönlendirdiği, sosyalist toplumsal muhalefet yok. Bu nedenle, küçük burjuva aydınları sosyalistleri ciddiye ve kaale almıyorlar. Ve böyle bir tartışma gündeme gelmiyor.
“Parti edebiyatı ve güdümlü edebiyat” konusunu iki ayrı temelde ele almak daha doğru olur, kanısındayım. Birincisi, sosyalizmin kuruluşu deneyimini yaşamış ülkelerde. İkincisi, sosyalist iktidar için mücadelenin sürdürüldüğü Türkiye’de. Birincisini irdelemek, uzun ve kapsamlı çalışma isteyen bir konu. Ben, Türkiye’deki durumla ilgili gözlemlerimi ve değerlendirmelerimi söyleyebilirim.
1960 sonrasında, Türkiye’de canlı ve dinamik bir toplumsal hareketlilik yaşandı. İşçi sınıfı, kent meydanlarına çıktı. Ve Türkiye’nin gündemine bir “işçi sınıfı” olgusu geldi. İşçi hakları, sınıf edebiyatı, işçi partisi, işçi devrimi, genel grev, fabrika işgali, işçi mitingi, işçi yürüyüşü, sosyalist parti, sosyalist devrim… Ve bu konular, bugüne kadar gündemden çıkmadı. Partiler kuruldu, kapatıldı. Bütün bunların temel belirleyeni, işçi sınıfının toplumsal ve tarihsel konumudur. İşçi sınıfının toplumsal niteliği ve amaçlarıdır.
1960 sonrasının Türkiyesi’nde en önemli ve kalıcı olay devrimci mücadele ve sosyalist örgütlenmedir. Toplumsal devrim hareketidir.
Benim bildiğim kadarıyla tek bir işçi, tek bir genç ve tek bir aydın, sosyalist olacaksın, sosyalist partiye katılacaksın, diye zorlanmadı.
Tam tersine, devrimci mücadeleye, sosyalist partiye insanlar kendi gönüllü istemleriyle, iradi seçimleriyle geldiler. Doğru, haklı ve güzel bir dava olduğu için, insana nitelik kazandırdığı için katıldılar. İşçi, öğrenci, genç, aydın olarak bu insanlar, özgür iradeleriyle seçimini yapmış “birey”ler olarak katıldılar sosyalist harekete.
Peki sorarım size. Sosyalist ideale gönül vermiş, sosyalist partiye devrimci mücadeleye katılmış böyle bir aydına, “sen parti amaçları doğrultusunda, sosyalist içerikli edebiyat yapacaksın” demek mümkün mü? Gerekli mi? Anlamlı mı? Olası mı?
Güdümlü Edebiyat tartışmasını yapan aydınların durumu aslında şudur: “Bizim bir kolumuz burjvazide (yani tekelci sermayede, iktidarda), bir kolumuz sosyalistlerde (yani muhalefette) olsun.” İşte bu olmaz. Sosyalistler, küçük burjuva aydınına burjuvazinin kolundan çık derlerse, onun kaypak ve ikircikli durumunu eleştirirlerse, işte o zaman aydın feryat ediyor: “Parti Edebiyatı”, “güdümlü edebiyat”…
Ancak yukarıda da belirttiğim gibi bu her zaman böyle olmuyor. Ne zaman ki sosyalist hareket toplumda güçleniyor, gittikçe gelişiyor, bir otorite ve cazibe merkezi oluyor, işte o zaman küçük burjuva aydının ikircikli doğası harekete geçiyor. Sosyalist harekete katılmak istiyor ama burjuvaziden kopamıyor. Ama sosyalist hareketin tüm toplumu etkileyen gücü ve cazibesi de onu çekiyor. Sosyalist harekelin kıyısına yanaşıyor. Gidişata göre ileri geri oynuyor.
Ve sosyalist hareket gücünden kaybettiği zaman, küçük burjuva aydın da derhal dönüş yapıyor. Aslına rücu ediyor! 12 Eylül sonrasında yaşadığımız da işte budur. 12 Eylül arifesinde “holdingler, tekeller sanata el attı” diye yazılar yazarak, sosyalist hareketin saflarından Hürriyet holdingin Gösteri dergisini eleştiren aydın, 12 Eylül’ün ertesi günü, daha yazdıklarının mürekkebi kurumadan, söz konusu dergiye tereddüt etmeden iltihak edebiliyor. Hatta jüri üyesi oluyor aynı holdinge. Aynı aydın, daha kısa bir süre önce partimizin gecelerine gelip bangır bangır şiirlerini okuyordu.
Ne oldu da aydınımız birkaç günde saf değiştirdi? Olan şuydu: Sosyalizm yasaklandı, sosyalistler tutuklandı. Sendikalar kapatıldı. Yani, sosyalist hareketin gücü kırıldı. Ve küçük burjuva aydını özgürleşti! Aynen, anne babası misafirliğe gitmiş çocuklar gibi, canının istediğini yapabileceği bir özgürlüğe kavuştu!
Şimdilerde bazı solcu aydınların “komünist parti sendromu “dedikleri şey işte budur. Bu sendromu apaçık betimleyen yeni bir yazıdan şu alıntıyı okuyalım:
“Öte yandan, komünist partileri dışında kalan aydınların da içinde bulundukları ruhsal durum, pek farklı olmamıştır. Parti dışında kalıp da sınıfsız bir toplum ve özgür bir dünya inancını taşıyanlar da ‘acaba yanlış mı yapıyorum?’ ikilemlerinden, kuşkularından ve hatta suçluluk duygularından kurtaramamışlardır kendilerini. Bu konumda bulunanlardan da partiye girmek ve girmemek ikilemi, vicdan hesaplaşması sıklıkla ortaya çıkmıştır.
“Böylesi bir bağlam içinde, 20. yüzyılın demokrat, aydın insanlarından ne parti üyesi olanlar ve ne de olamayanlar, bu iç hesaplaşmalardan, bu ‘doğrusu olmayan yanlışlardan’, bu komünist partisi belirgisinin (sendromunun) etkisinden kurtaramamışlardır kendilerini. Ne ‘içerdekilerde’ ve ne de ‘dışardakilerde’ kolayına çözülememiştir yaşanan bu gerilim, huzursuzluk ve moral ikilem. Her iki kesim de bir şeyleri doğru, bir şeyleri yanlış yaptıklarını duyumsamışlardır; bir yanlarıyla mutlu, bir yanlarıyla mutsuz olmuşlar, acı çekmişlerdir…” (Serol Teber; “Komünist Partisi Sendromu” 24.05.1992 Cumhuriyet)
Komünist partisi sendromu, aydınların bütün ülkelerde yaşadıkları evrensel ve tarihsel bir olay gerçekten. Araştırılması, irdelenmesi önemli bir olay. Biz burada birkaç isim anımsatmakla yetiniyoruz.
Maksim Gorki, Henri Barbusse, Anna Seghers, Aragon, Paul Eluard, Pablo Neruda, Nicolas Guillen, G.Milef, N.Vaptsarov, Orhan Kemal, Nazım Hikmet…
H.Fast, J.Steinbeck, E.Hemingvay, U.Sinclair, J.London, I.Silone…
Ve üçüncü grupta: A.Kostler, A.Gide, G.Orwell, Y.Montand, Soljenitsin, M.Kundera…
Şimdilerde aydınlar rahat. Özgürleştiler! Sosyalist sistem çözüldü. Komünist partiler ölmediyse de can çekişiyor. Amerika, yeni dünya düzenini kuracak. Liberalizm, çok güzel. Serbest piyasa, en iyisi. Dünya burjuvazisi ve onun borazanı aydınlar, komünizme veryansın ediyorlar. Dönenler, pişman olanlar, biz zaten kuşkuluyduk diyenler…
İletişim araçları, harıl harıl çalışıyor. Aydınlar, histerik bir anti-komünist ideoloji üretiyorlar. Ve tüm dünyaya yayıyorlar. Anti-komünistlikte birbiriyle yarışıyorlar. Dünya burjuvazisinin kan ve gözyaşı dolu tarihi aklanıyor. Vahşi kapitalizmin, işçileri azgınca sömürüsü, Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin sömürgeci yağması ve katledilmeleri, emperyalizmin milyonlarca insanın ölümüne ve yıkımına yol açmış dünya savaşları, kapitalizmin tarihi boyunca işkencelerde, meydanlarda kurşunlanmış binlerce ölü, Hitler faşizmi, Mussolini faşizmi, İspanya iç savaşı, Vietnam savaşı…
Bütün tarihi kan ve vahşet olan sermaye, uluslararası tekelci sermaye tarihin sonunun geldiğini, kuracağı yeni dünya düzeninin, insanlığın son aşaması olduğunu ilan ediyor. Aydınlar, tekelci sermayeye biat ediyor.
Tekelci sermaye, şu anda tek güdümleyici güç olarak görünüyor. Ama bu geçicidir. Direnmek gerekiyor. Tarih devam ediyor.
Edebiyat-basın ortamımızda, yeni bir serbest piyasa oluştu. Komünizmden dönenler, lanetleyenler, elvedacılar piyasası oluştu. Pişmanlıklar ve küfürler pazarlanıyor ve satılıyor. Serbest piyasada her şey serbest! Ahlaksızlık, mantıksızlık, akılsızlık, sorumsuzluk gırla gidiyor. Bazıları hızını alamayıp geçmiş tarihlere yönelik acaip müdahalelerde bulunuyorlar. Marx’ı anası hiç doğurmasaydı, Lenin Marx’ı okumasaydı, kurşun mühürlü trenin kazanı patlasaydı, Çar Nikola Lenin’i tutsaydı, Nazım Hikmet komünist olmasaydı…
Tekelci sermaye her şeyi güdümlüyor. Bir zamanlar burjuvazi, “tanrı öldü, her şey mubah” diyordu, şimdi de aydınlar bayram ediyorlar: “Komünizm öldü, her şey mubah!” Ama ne burjuvazi ne de aydınlar komünizm sendromundan kurtulamıyorlar. Çünkü histerik anti-komünizm, komünizm sendromunun en yoğunlaşmış hâlidir. Bunun için her ne kadar komünizm yıkıldı, öldü, bitti deseler de hissediyorlar ve seziyorlar ki, “komünizm hayaleti” dünyanın üzerinde dolaşmaya devam ediyor.
Eşit, özgür ve insanca bir toplum özlemi, insanlık tarihi kadar eski. Bu özlem ve inanç, bugüne kadar ölmedi. İnsan var oldukça da ölmeyecek. Bütün dinlerin ortaya çıkışı ve özlemi de başlangıçta buydu. Dinler bunu gerçekleştiremedi. Ama dinsel ütopyalar, hâlâ yaşıyor. Komünist fikirler, inançlar ve amaçlar da ölmedi. Dinsel ütopyalarla komünist toplum ideali arasında benzerlikler olduğu söylenir. Ve bir anlamda doğrudur da. Yunus Emre’nin şu sözü neyi esinlendiriyor insana:
“Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm.”
İnsan, insana yaraşır bir toplum düzeni kurabilecek yetkinlikte bir varlıktır. İnsan varoldukça, böyle bir toplumu özleyen ve de bu uğurda çalışan, savaşan insanlar daima var olacaktır. İnsanlığın en anlamlı ve kendine yaraşır yürüyüşü budur. İnsanlık buraya doğru yürüyor. Bu, uzun bir yürüyüştür.
İnsanoğlunun ilkçağlardan bugüne yürüyüşü. İnsan, doğayı fethetti ve dönüştürüp yeniden üretti. Otomobil, uçak, radyo, telsiz, televizyon icat etti. Zamanı ve mekânı fethetti. Tüm dünya insanları, tek bir insanlık topluluğuna doğru gelişiyor. İnsanın gündeminin baş maddesi, insana yaraşır bir toplum kurma istemi ve özlemidir. Bir başka deyişle, insan toplumu ya sosyalizm ya barbarlık noktasındadır. İnsanlık, tekelci sermayenin sultasından mutlaka kurtulmalıdır.
Sosyalizm yolunda yürümekte ısrar ve inat edenlerin durumunu, ben biraz Lokman Hekim’in öyküsüne benzetiyorum. Lokman Hekim’e sormuşlar: “Nereye gidiyorsun böyle durmadan?”. O, yanıtlamış: “Ölümsüzlüğü aramaya gidiyorum.” “Peki” demişler, “Ölümsüzlük var mı ki?” Lokman, yine yanıtlamış: “Belki de yok.” demiş, “Ama aramak da mı yok!” Lokman Hekim’in öyküsü, insana karıncanın öyküsünü çağrıştırıyor hemen. Karıncaya sormuşlar: “Böyle yürüyerek nereye gidiyorsun?” Karınca, “Hacca gidiyorum.” demiş. “Yahu!” demişler, “Hac gününe yetişemezsin bir, senin oraya gitmeye ömrün yetmez iki; gel sen bu işten vazgeç.” “Olsun” demiş karınca, “varamazsam da yolunda ölürüm.”
Sosyalist inanç ve amaçları benliğinde duyan ve bu uğurda yürüyen insanları, ben biraz da böyle algılıyorum. İşte Sosyalist parti ve siyaset bu yürüyüşün iradi, canlı ve eylemli hâlidir. Emekten yana saf tutmuş bilinçli “birey”lerin gönüllü birliğidir.
Sosyalist sanat-edebiyat ise emekten yana saf tutmuş aydının -ki o artık aydın olmanın üzerinde sosyalist sıfatını eklemiştir- estetik üretimidir.
Sosyalist sanat ve siyaset, birbiriyle karşılıklı olarak etkileşirler. Sosyalist hareketin zayıf olduğu bir toplumda, güçlü ve canlı bir sosyalist sanat da edebiyat da olamaz. Sanırım bunun tersi de doğrudur. Canlı, etkili ve gelişen bir sosyalist sanat-edebiyat yaşanan bir toplumda, aynı oranda güçlü bir sosyalist parti de vardır. Siyaset ve sanat birbirini besleyerek gelişirler.
Sosyalist örgütlenme gelişip güçlendikçe, kültür sanat ortamını da etkileyecektir. Sosyalist örgütlenme için yeterli deneyim, birikim ve geleneğin toplumumuzda var olduğuna inanıyorum. Bütün sorun, var olan bu potansiyeli örgütlemek ve güce dönüştürmektir. Bu da bir süreç, çaba ve yetkinleşme sorunudur.
Sosyalist sanat-edebiyat için de öyle (Devrimci sanat, toplumcu sanat, sosyalist gerçekçilik vb. ayrım yapmadan, ideolojik bir niteleme olarak sosyalist sanat diyorum). Yeterince değerli, zengin ve çeşitli, bir birikim ve geleneğimiz var. Yaşar Nezih’e, Suat Derviş, Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, Sait Faik, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Sevgi Soysal, Ruhi Su, A.Kadir, Afşar Timuçin, Nihat Behram, Adnan Yücel, Gülten Akın… İsimleri burada tek tek sayılamayacak kadar çok sanatçı ve yazarımız var. Bu insanlar, bizim halkımızın çok zengin ve değerli birikimi ve geleneğidir. Ve bu birikimin kaynaklandığı, beslendiği çok zengin bir halk kültürümüz var.
Her ne kadar Türkiye’nin “Ana” romanı henüz yazılmadıysa da dünya çapındaki azgın anti-komünist histeri kampanyası ortasında, Ekim Devrimi’nin romanını yayınlamak cüret ve onurunu gösteren Orhan İyiler var. Ne güzel…
Orhan İyiler’i güdümleyen nedir? İdeolojisidir, sosyalizme olan inancıdır. Bunu da açıkça kabul ve ifade etmekten kaçınmaz. Zira bu, onun bilinçli, çıkar gözetmeyen, özgür, iradi seçimidir.
Peki, Babıali’nin ve TV kanallarının ve de devletin (!) serbest piyasasında kendilerini pazarlayan aydınları güdümleyen nedir? Bireyci çıkarlarıdır. Ün tutkusudur. Zevk ve konfor “düşkünlüğü”dür. Bu uğurda’ kendilerini özgürce (!) pazarlıyorlar tekelci sermayeye. Bunlar özgür “birey”ler midir?
Bu tip aydınlar, sanata siyaset karıştırmayın, deyip mızmızlanıp dururlar. Ama kendileri, sanatlarına siyasetin en koyusunu şırınga ederler. Sanata siyaset karışması demagojileri, kendilerinin burjuvaziyle işbirliklerini gizlemek içindir. Edebiyata ve sanata ideoloji karışmasın, siyaset bulaşmasın görüşü, burjuvazinin sınıfsal bir istemi ve kendi sınıf ideolojisini ve çıkarlarını gizleme yöntemidir. Burjuvazi de topluma karşı, “ben bu toplumu kendi sınıf çıkarlarıma göre yöneteceğim”demiyor. Ve diyemez de. Kendini maskelemek zorundadır. Kanunlar hepimiz içindir, diyor. Mülkiyet hakkı herkes içindir, diyor. Ama gerçekte ne oluyor? Karın tokluğuna çalışan milyonlarca ücretli işçi, memur ve sömürülme özgürlüğünü bile gerçekleştiremeyen milyonlarca işsiz…
Genellikle küçük burjuva aydınlar da kendilerinin politik-ideolojik tavrını gizlemeye çalışıyorlar. Ama bugünlerde, kendilerini rahat ve özgür hissediyorlar. Kendilerini gizlemeye pek gerek duymuyorlar. Bir yandan da bir türlü solculardan da kopamıyorlar. Ama bu, uzun süre böyle olamaz. Olmamalıdır. Herkes safını ve yerini apaçık almalıdır.
Bir kolun Vehbi Koç’un vakfında, bir elin devrimcilerde! Bir kolun Eczacıbaşı Holding’de, bir elin sosyalistlerde! Bir elin devlete avuç açıyor, aman tiyatroma yardım, aman sinema filmime yardım; bir yandan da işkencelere karşıyım, diye şamata yapacaksın! İşte bu olmaz. Holdinglerden ve devletten aldığın paralarla, gece ece barlarda zıkkımlanıyorsun, kafayı bulup Beyoğlulu Rosa’nın nostaljisinden sıyrılıp gençlik nostaljisine uzanıyorsun, “gençliğimizde yürüyüşler yapardık, marşlar, Ruhi Su’dan türküler söylerdik, Nazım’dan şiirler okurduk” diye mızmızlanıp, eski “saf günleri” anımsıyorsun! Bu ne hazin şeydir insan için…
Tekelci sermaye, her şeyi kirletiyor, “saf”lığını bozup bulaşık yapıyor.
Tekelci sermaye, ideolojik bir diktatörlük uygular aydına. Güdümler, tutsak eder ve kendi türküsünü söyletir ve yaşatır. “Her şey satılık” “namus, şeref, onur… her şey satılık” Ve aydınlara yeni bir sendrom yaşatır: Yozlaşma sendromu… Nostalji sendromu… Alkol sendromu. 12 Eylül sonrasının aydınları, şimdi bu sendromları yaşıyorlar bir yandan.
Güdümlü edebiyat yaygarasının gerçek nedenleri, amacı ve sonuçları bana göre bunlardır. Ben, sanat, siyaset ve ideoloji ilişkilerini günümüz kültür-sanat ortamı ve aydınlar çerçevesinde açıklamaya, irdelemeye çalıştım. Konuyla ilgili okuyuculara ve muhataplara şu eklemeyi de yapıyorum: Eksik ve yanlış söylediysek, affolmaya! Beyan ola! Düzeltmeye hazırız.
Geçenlerde TV 2’de belgesel bir program izliyordum. Konu, gecekondu yıkımı. Kamera, yıkık bir gecekonduyu gösteriyor. Etrafa dağılmış ev eşyaları, birkaç çocuk ve kara kuru, yaşmaklı bir kadın. Spiker, kadına soruyor: “Evinizin kaçıncı yıkılışı bu?” Ve kadın anlatıyor her bir yıkımı, anıları ve özellikleriyle. Birinde zabıtaya taşla saldırmış, birinde sabaha kadar nöbet tutmuş uykusuz, birinde az kalsın duvar üstüne yıkılıyormuş… Bunları kendi şivesiyle, öylesine güzel ve doğal anlatıyor ki… Gecekondusu, tam on dört sefer yıkılmış. Tam on dört sefer evini zorla yıkmışlar. Ve inatla, her seferinde daha sağlam yapmaya gayret etmiş. Spiker soruyor kadına, “evinizi yine yapacak mısınız?” Kara kuru kadın, hiç ikirciklenmeden yanıtı yapıştırıyor: “Elbet yapacağım. Hem de daha güzelini yapacağım.”
Bazıları diyebilir ki, kadın mülkiyete sahip olmak için direniyor. Hayır; kadın kendi öz varlığına ve kimliğine sahip çıkmak için direniyor. Yaşama hakkına sahip çıkıyor.
Sosyalizm için mücadele etmek de bir anlamda “sahip çıkma” eylemi değil midir? İnsanlık tarihinin en büyük özlemi, insan bilincinin ve yüreğinin yarattığı “sınıfsız, sömürüşüz, eşit ve özgür insanların toplumu” nun takipçisi ve sahibi sosyalistler değil midir?
Bu yolda yürümekte devam eden herkese, yürekten selam olsun.