Daha başlığı yazarken içim cız etti. Yeni Öncü ve Kurtuluş dergilerine ya da çevrelerine son yıllarda yönelttiğimiz eleştiriler, söz konusu hareketin kendisine yanlış bir gündem seçmiş olduğu, bu gündemini Türkiye soluna ısrarla sunmakla da, başta kendisi olmak üzere genele belirli bir zarar verdiği yolundaydı. Ancak bu eleştirileri dile getirirken arzumuz ve beklentimiz Kurtuluş‘un yeniden ve elbette bu kez geçmiştekine oranla daha olgun bir politik hareket kimliği geliştirmesi olmuştur.
Bunun naif bir beklenti olduğunu hiç zannetmiyorum. Hareket noktamız yalnızca Kurtuluş‘un Türkiye solunda anlamlı bir geleneği ifade etmesi de değildi. Bunun ötesinde şeyler söylenebilir: Kurtuluş geçmişten bu yana çeşitli hesaplaşmalarıyla devrimci demokrasiyle geleneksel sol arasında bir geçiş kimliği taşımıştır. Bu niteliğe, daha ilk adımlarında THKP-C tezleriyle belirli bir radikal hesaplaşmaya girmesiyle ulaşmıştı. Buna yine geçmişte, sosyalist ülkelere yönelik devrimci demokrat toyluklardan arınmaya çalışan kimi yaklaşımları da eklenebilir. Ve son olarak, yine bu çevre ’80 sonrasında demokratik halk devrimi tezlerinden, gözle görülür bir biçimde, işçi sınıfı vurgusunda bulunan sosyalist devrimci bir çizgiye yakınlaşmıştır.
Elbette bu olumlulukların herbirine değişik ve çok sayıda rezervler konulabilir. Burada altını çizmeye çalıştığım tüm noktalar, önünde sonunda görelidir. Sosyalist devrim yaklaşımının “Kurtuluş’çası” liberter / yeni sol bir şiveye çalmaktadır. Üstelik bu evrim hareketin ciddi bir dağınıklık yaşadığı bir dönemde “kendiliğinden” yaşanmıştır, vs… Hepsi doğru. Ama yine de Kurtuluş teknesinin devrimci demokrasi limanından ayrılmış olduğu da doğru. Rota belirgin olmasa da…
E.Kara imzalı yazı bu rotanın netleşmesine doğru atılan bir adım; şöyle ki, yazı ’80 öncesi Türkiye sol literatürüne aşina olanların hemen hatırlayacakları tartışmalara geri dönüyor ve safını da açık açık yazıyor. Üzücü olan Kurtuluş‘un, skolastik ve apolitik demokrasi tartışmalarından eski usul politik tartışmalara dönerken, tezlerinin içeriği itibariyle de tam bir geri dönüş yaşaması. Kara’nın Sosyalizm Programı‘na yönelttiği eleştirilerle, Kurtuluş demokratik halk devrimi “stratejisi”nin klasik geriliğine dönüyor.
Bu durum bizler için üzücüdür. Kurtuluş‘un son dönemde flulaşmış demokratik devrimci ilkelliğe yeniden dört elle sarılmasına, bizimle girdikleri bir tartışmanın vesile olması, bizler için üzücüdür.
Seçimlerini kendileri yapıyorlar. Bu durumda yanıtımızın, karşı tarafın açtığı mesafeyi daha fazla açmamak gibi bir hassasiyeti hiç olmayacak.
Program metni ne işe yaradı?
Hemen mesafemizi biraz daha açalım. Kara yazısına Sosyalizm Programı’ nın Türkiye sol gündemine sunulmasını olumlayarak başlıyor. Kara’ya göre programatik temellerde gelişen bir tartışma “birlik imkanlarını arttıracak ve olumlu bir tartışma kültürünün filizlenmesine de imkan sağlayacak.” Kara’nın yazısını sonuna kadar okuyunca bu girişin hiçbir anlamlı zemine oturmadığı farkediliyor. Yazıda girişimimize ilişkin olumlanabilecek tek bir satır ya da temadan söz edilmez iken, giriş bölümünde bu iltifatlara neden gerek duyulmuş? Akla gelen tek yanıt Kurtuluş‘çuların şu sosyalist demokrasi külliyatlarıyla bağlantılı bir tartışma kültürü ve birlik imkanları diskurunu “bismillah” niyetine kullanmaya başladıklarıdır. Onun dışında bir anlamı olabilir mi?
Hem sosyal şoven, hem cins ayrımcısı, hem Stalinist, hem demokrasi düşmanı olacaksın, sonra da tartışma kültürüne ve birlik imkanlarına katkıda bulunacaksın! Kara bizlere aynı anda bu rolleri verirken biraz daha düşünmeliydi; ya da Kurtuluş dergisi, polemik yazarlığı için başkalarını bulmalıydı…
Madem böyle, mesafeyi biraz daha açalım.
İç bayıltıcı bir vurgu var eleştiride. Yazar Sosyalizm Programı’nı okurken “çok şaşırmış”, “eleştiri konusu olabilecek noktalar şaşılacak kadar çok sayıda” imiş, “şaşmamak mümkün değilmiş”, “… gülünç kaçıyor” imiş… Ve elbette tüm bunların üzerine, “bu sorunların temel nedenlerini aydınlatacak bir perspektiften yoksun bir program hiçbir kesim tarafından ciddiye alınmayacak”mış.
Bu şaşkınlığın kaynağı nasıl bir algılama zaafı, bilemiyorum. Yazının bütününde Kara’nın eksiklerini açığa çıkarmaya çalışacağım. Ama önce kişinin bir dediğinin öteki dediği ile uyumlu olmasında yarar var. Kurtuluş’çular kendi adlarına şuna karar vermelidirler: Sosyalizm Programı Kurtuluş’çuları taciz ve tehdit eden, gayrı ciddi bir düşmanlık belgesi midir; yoksa Sosyalizm Programı Türkiye soluna en azından anlamlı bir tartışma düzlemi açmakla yapılmış bir katkı mıdır ve bu niteliğiyle saygı mı hak etmektedir? Kara bu iki karşıt fikri de dile getiriyor. Kimsenin ciddiye almayacağı programa aylık Kurtuluş dergisinin 1/8’i ayrılmış; madem öyle neden uğraşıyorsunuz?
Kurtuluş‘un karar vermesinde fayda var.
Verecekleri yanıtın ise bizim açımızdan bir önemi bulunmuyor.
Kesintili mi kesintisiz mi?
Kara Sosyalizm Programı‘nın kesintili ve kesintisiz demokratik devrimler arasında ayrım gözetmemesini eleştiriyor. Açıkça söyleyeyim; doğrudur, büyük bir ayrım gözetmiyoruz. 1917 öncesinde sosyalist iktidarın elle tutulabilir olmadığı koşullarda, Bolşevizm sosyalist iktidar perspektifini kesintisiz demokratik devrim tezi aracılığıyla üretebilmiş ve bu uluslararası hareketin birikimi açısından büyük bir sıçrama oluşturmuştur. Ama 1917’den beri, Nisan’da tez, Ekim’de tarihsel kanıt olarak sosyalist devrim perspektifi aşamacılığı dışlamıştır.
Bir bilim olarak marksizmden dışlamıştır.
Proletaryanın devrimci geleceğine ilişkin II.Enternasyonal’in getirdiği bir bulanıklık anlamında aşamacılığı sosyalist politik mücadele hattından dışlamıştır.
1917’den bu yana, genel hatlarıyla ifade etmek gerekirse, demokratik devrimcilik bilimsel sosyalizmi kaynak kabul eden siyasi mücadeleden çıkartılmıştır. Ancak 1917’nin katkısının anlamlı bir düzeyde sindirilebildiğini iddia etmek, mirasın harekete eşit dağıtılmasını ummak mümkün değildir ve mümkün olmamıştır. Burada SSCB’nin korunma refleksiyle uluslararası hareketin öteki birimlerini geri mevzilere çekmesinin payından da, çeşitli devrimci demokrat / ulusal bağımsızlıkçı hareketlerin marksizmin çekiciliğine kapılmalarının faturasından da söz edilebilir.
Ama sonuçta Ekim Devrimi ve yalnız o değil daha sonraki pratikler bütünü de, olumlu ya da olumsuz yollardan kesintili – kesintisiz ayrımım önemsizleştirmiştir. Sosyalist devrimin, sosyalist iktidarın olanaklılığını, işçi sınıfının bu süreçteki öncülük rolünün bir iddianın ötesine geçebildiğini göstererek…
Kurtuluş ise hâlâ 1905 devriminin güncelliğini yaşamaktadır. Zihinlerdeki modelde ise şöyle bir kurgu var: Bu ülkede işçi sınıfı nüfusun çoğunluğu değil. Küçük burjuvalar, köylüler… bunların desteğini almak gerek. Destek ittifakla olur. İttifakın sözcük anlamı biraraya gelenlerin karşılıklı tatmininin sağlanmasını içerdiğine göre, köylü ve küçük burjuvalarla birleşen işçi sınıfı kollektivizasyon, sosyalist inşa vb. önlemleri ertelemelidir. Yoksa müttefikler küser…
İttifak ve tavizkarlık
Kurtuluş hâlâ ittifakı taviz sanmaktadır. Bir kere ittifak eşitler koalisyonu değil, ittifakın öncü ögesinin hegemonyasıdır. Bu hegemonya kendisini, organlaşmadan, toplumun ideolojik biçimlenmesine, ekonomi politikalarından uluslararası ilişkilere kadar her yerde yeniden üretir. Rus Devriminde işçi – köylü ittifakı vardır. Ama bunun yanı sıra proletaryanın öncülüğü, diktatörlüğü ve hegemonyası da vardır.
İkinci olarak, Kurtuluş‘çular Yeni Öncü sayfalarında yaptıkları sosyalist demokrasi spekülasyonlarında gösterdikleri uçukluğun karşı kutbu bir esneksizlik örneği veriyorlar. Bunların dışında, yaratıcılık diye bir şey var…
Sonra, Kurtuluş Türkiye’ye ilişkin galiba hiçbir şey bilmemektedir. Genelde köylülüğün devrimci rolünü teorik düzeyde ve kimi somut referanslarla tartışabiliriz. Bu düzeyde anlaşamayacağımızı biliyoruz. O halde somut bir değerlendirme, Türkiye’ye ilişkin bir tartışma yapılabilir. Kurtuluş ülkede çok köylü olduğunu, bunlarsız birşey yapılamayacağını, ama yapılacak olanın da sosyalizm olmayacağını vurgulamaktan başka ne söyleyebiliyor?
Türkiye’de kırsal bölgelerde, işçi sınıfının bir parçası olan tarım proletaryası dışında sosyalizm mücadelesine katılmaya aday herhangi bir güç bulunmuyor. “İttifak” olgusunun ötesinde sosyalist kuruluşun tarihin tüm iktidar örnekleri gibi, kendisini “tüm ulusun çıkarlarının temsilcisi” olarak göstermeye ihtiyacı olacaktır. Bu anlamda uygulanacak politikalarda zamanlama, kitlelerin olası tepkilerini nötralize edecek ek önlemler, ideolojik mücadele ve eğitime dayalı ikna süreçlerinin büyük önemi vardır. Bu süreçlerin devre dışı tutulduğu, pozitif tek faktör olarak ise köylülerin nüfusa oranlarının sunulduğu bir akıl yürütme ciddiyetten uzaktır.
Elbette genelde bir olasılık daha vardır. Örneğin Türkiye’de müttefik adayı kitleler varlıklarını siyasi örgütlenme ve mücadeleleri ile gösteriyor olsalardı, tüm bu tartışmaları yapmamızın anlamı kalmazdı. Kara ve arkadaşları bize köylülüğün devrimci bir özne olabileceğine ilişkin bir örnek versinler!
Ama taban fiyatlarını beğenmeyen orta-büyük köylü protestolarını sosyalizm mücadelesine uyumlulaştırılabilir şeylermişcesine pazarlamaya kalkışmasınlar! Genel bir politizasyon ortamında bizzat kentli devrimci / sosyalist önder kadroların geçici olarak yakaladıkları ve aslında işçi sınıfının ülke gündemini etkileme gücünün örneğini veren momentleri ittifak prototipi diye masaya getirmesinler! Hele Şeyh Bedrettin güzellemelerinden hiç söz etmesinler!..
Galiba geriye bir olasılık kalacak. Kurtuluş, bu tezlerine uygun olarak çağımızı “emperyalizm ve sosyalist devrimler” ya da “kapitalizmden sosyalizme geçiş” yerine “köylü devrimleri ve proletaryanın tavizler çağı” olarak ilan edebilir. Bu saptamaya uygun davranış da, gidip köylülere kişilik, örgütlülük, önderlik ve politik mücadele kazandırmaya uğraşmak olacaktır. Başarılı olurlarsa, inanın kimse bu üstün performans karşısında “ille de proletarya, ille de sosyalist devrim” demek gibi bir dogmatizme saplanmayacaktır!..
Ama şimdilik, Erdal Kara’nın dediği gibi “Program yazarlarının çıkarlarına 20. yüzyılı emperyalizm ve sosyalist devrimler çağı olarak nitelemek uygun düşmektedir.”
Devrim nedir? Sınıf çıkarı ne demektir?
Türkiye solunun teorik gıdasını sosyalist ülkelerde yazılan orta okul kitaplarından almasına kızıyorduk. O kitaplara geri dönmemiz mi gerekiyor, yoksa o külliyatın faturasını mı ödemeye devam ediyoruz; karar veremiyorum.
İlk konu şu: Türkiye’de demokratik devrim tamamlanmış mıdır, tamamlanmamış mıdır?
Burjuva demokratik devrim hiç bir zaman sözcüğün sözlük anlamıyla “tamam”lanmaz ki!… Burjuva devriminin doğası budur. Burjuvazinin devrimciliği ve iktidar tutkusu her zaman mülkiyet ve statükoya bağlanmışlığının gerisinde kalan bir devrimciliktir. Hele devrimin “demokratik” yanı… Onun tamamlanması olanaksızdır.
Hal böyle ise, işçi sınıfı ve sosyalizm açısından kimi demokratik devrim görevlerinin gündemde olması son derece doğaldır. Sosyalist hedefler bunların tamamlanmasından sonraya ertelenemez, çünkü başka hiçbir adım, hiçbir ara aşama değil, ama ancak sosyalist önlemler tartışmaya konu olan sorunları -geçerken- çözebilir.
Arkadaşların karıştırdıkları bir konu da sosyalizmin inşası ile proletarya dışındaki diğer toplumsal kesimlerin “çıkar” ilişkisi. Mantıkları fazla düz ve anlaşılır işliyor: Sosyalizm işçilerin çıkarlarını ifade eder. Bakkallarla manifaturacılar ve diğerlerinin çıkarları sosyalizmde değildir. O halde taviz verilir…
İyi de, nüfusun çok önemli bir kısmının, belki çoğunluğunun çıkarları sosyalizmde olmayacak, merkezi planlama yerine piyasa hatta kara borsayı tercih edecekler; devlet tekeli yerine küçük sermayelerine bir şans tanınmasını isteyecekler; üretim önceliklerini, eğitim politikalarını beğenmeyecekler… “Kurtuluş iktidarı”, anlaşıldığı kadarıyla bunlara karşı mücadele değil taviz vermek için kurulacak.
Oysa program taslağında söylenen daha mantıklı, ama belki maalesef biraz daha soyut bir yaklaşım var: Kalabalık bir ara kesimler topluluğunun kapitalizm koşullarında burjuva düzeninin sunduğu motivasyonlar doğrultusunda hareket edip, bu düzenin standartları itibariyle “başarılı” olma şansları yoktur. Bu topluluğun sınıf çıkarları, varlıkları mülkiyete ve piyasa ilişkilerine bağlı olarak tanımlandığı için dolaysız olarak sosyalizmi de gösteremez. Ama proletaryanın sosyalizm hedefli mücadelesi bu kesimleri ideolojik ve fiili bir hegemonya altına alabilir; yani hem “zorlar”, hem “ikna eder”. Bu anlamda, ancak işçi sınıfının sosyalist iktidar mücadelesi ve sosyalizmin kuruluşu yönündeki adımları sayesinde geniş bir kesim bu süreçlere uyumlu kılınabilecektir.
Bu kesimlerin “kendiliklerinde” çıkarlarının ne yönde olduğu değildir belirleyici olan; çünkü aşağı yukarı sürekli olarak burjuvazinin ya da proletaryanın ideolojik / fiili hegemonyası altında yaşarlar. Proletaryanın misyonu, bu kesimlerin açığa çıkmamış gerçek sınıfsal çıkarlarının su yüzüne çıkmaları için katalizör rolü oynamak değildir. Proletarya yine bu kesimlerin burjuva ideolojisinin paradigmalarıyla tanımlı bilinçlerini mutlaklaştırmak durumunda da değildir. Sorun bir siyasi ve ideolojik iktidar mücadelesine bağımlı olarak çözüme kavuşturulacaktır.
Apolitik eleştiri ya da gevezelik
Yine E. Kara reel sosyalizmin çöküş nedenlerine dair konuları ana saptamalarımızı beğenmiyor. Herhalde dünyanın üçte birinin alt üst olmasının nedenleri olarak, sosyalist demokrasi anlayışı, “nasıl bir sosyalizm istiyoruz?” sorusuna verilmiş tepeden inmeci yanıtlar, bürokratikleşme, bürokratik yozlaşma türü yanıtlar görmek istiyor. Biz onların bu naif yanıtlarına nasıl şaşmıyor, bu durumu teori ihtiyacı hisseden devrimci demokrat eskilerinin yeni sol ve Troçkizmi “keşfetmeleri” olarak nasıl olağan karşılıyorsak, Kurtuluş‘çular da bizlerden inkarcılık ve küfür beklemesinler.
Kurtuluş‘çular bizden reel sosyalizm deneyimini, leninizmi, marksist teoriyi hiçe sayıp sıfırdan spekülasyona başvurmamızı da beklemesinler. E. Kara’nın düzenli ordu, polis, gizli polis ve diplomasi alanlarını sevmemesini anlarım. Ama emperyalist dünyaya karşı milis gücüyle, uluslararası “intelligence” servislerine karşı devrimci romantizmle mücadele edilebileceğini, dış politik ilişkilerin olağanüstü çapraşık ve uzmanlık gerektiren mesaisini antik sitenin forum demokrasisiyle çözmeyi pek anlayamıyorum.
Yine de çok kısaca anlatmayı denersek şunu söyleyebiliriz: Siyasal devrim ile toplumsal devrim arasında bir farklılık var ise, ve toplumsal devrimin uzun bir geçiş sürecine yayılması bu farklılığın önemli bir yönüne işaret ediyorsa, devletin, siyasal devrimin en önemli mevzilerinden biri olarak varlığını koruması, hatta korumanın ötesinde güçlenmesi kaçınılmazdır. Bunu beğenip beğenmemenin önemi yoktur. Toplumsal devrim yolunda dünya çapında geri dönülmez mevziler kazanılmadan, “devlet neden sönmüyor, gizli polisin burada ne işi var, orduyu dağıtalım…” türü tepkiler göstermek saçmadır.
Kara bu saçmalıkları bir biri ardına yazabiliyor. Karşımıza oldukça püriten bir ütopik sosyalistin çıktığını düşünebiliriz. Ama bu püritanlığın bazı sınırları var.
Devlet: Sevmeli mi, sevmemeli mi?
Devlet sosyalist olunca, acele sönümlendirilmek isteniyor. Ama bir ezilen ulus bir burjuva ulusal devlet kurmaya karar verirse, bu pratik, ulusların kendi kaderini tayin hakkı açısından “en ileri statü” ilan ediliyor.
Evet, ulusal sorun konusuna geliyorum. Şu ifadeleri bir yana bırakıyorum:
‘”Ulusların ayrı devlet kurma hakkı dahil’miş. Sanki ‘hariç’ olabilirmiş gibi… Ezen ulus devrimcilerinin bu hakkı ‘TANIMALARI’ndan bahsedilebilir. ‘Tanıma’ da ‘ayrı devlet kurma hakkı dahil’ gibi bir safsatayla ilişkisizdir… Taslağın yazarları “Eh! bunu da dahil ettik” demektedirler. Sanki bir hakkı ihsan ediyorlar.”
Erdal Kara ve bu satırları yayınlayan Kurtuluş dergisi Kürt ulusunun onurlu mücadelesini tezgahtarca pazarlamak istiyorsa, bu sataşmaların bir anlamı vardır elbette. İkinci olasılık yani bu satırların bir buhran anında kaleme alınmamış ve hiç bir redaksiyon görmeden kaza ile yayınlanmış olmaları geçerli ise, şunu rahatlıkla söyleyebilirim:
Eğer programda “ayrı devlet kurma hakkı dahil” dememiş olsaydık, Erdal Kara bu kez de, “Program yazarları kendi kaderini tayin hakkından bahsediyorlar ama bunun bu hakkın devlet kurma biçiminde kullanılmasına değinmiyorlar, acaba…” türü şeyler yazardı.
Kara “ezen ulus devrimcileri” olan bizlerin kürt ulusunun neye hakkı olup olmadığı konusunda söz söylemeye hakkımız olmadığını iddia ediyor. Birşeyler söylediğimiz için Kara’nın tepkisi böyle olmuş. İnanın, eğer ulusal sorun üzerine “az şey” söylerseniz, o zaman da “Program yazarları kürt ulusal hareketi gibi önemli ve devrimci bir dinamik hakkında yalnızca UKKTH’ndan dem vurup geçiyorlar. İşte bu tutum Gelenekçilerin ne kadar pasifist ve revizyonist olduklarını gösteriyor” denilecekti.
Bunları bir yana bırakalım. Biz marksistiz ve kendimizi ulusal aidiyetlerle bağlı hissetmiyoruz. Bu anlamıyla da Erdal Kara’nın bir ezen ulus devrimcisi olarak Kürtler karşısında duyduğu eziklik, kendisinde söz söyleme hakkı bulamaması gibi durumlar bize yabancıdır.
Bunları bir yana bırakalım. Devlet sosyalist ise aman sönsün, burjuva demokrat ise en ileri statü… bu ucube yaklaşımın hesabı verilsin ya da marksist olma iddiası terkedilsin.
Bunları bir yana bırakalım. Ulusallık ve kendi kaderini tayin hakkı üzerine sosyalizmin ve işçi sınıfının devre dışı bırakıldığı bir akıl yürütme yapanlar, bize bulaşmadan önce, kimi örgüt isimlerinde telaffuz edilen “Türkiye ve Kuzey Kürdistan…” ibarelerinin hesabını versinler ya da birilerinden sorsunlar.
Bunları bir yana bırakalım. Ulusal sorun, kadın sorunu ve başka başlıklar. Bunların çözümünü sosyalizmde arayanlar mı marksizme daha yakın, burjuva ulusallığı, yeni burjuva devletleri, özerklik, düzen içi kota uygulamaları ya da iğne batırma gibi çığırtkanlıklarla uğraşanlar mı?
Sosyalizm Programı’ndan karşılıksız hizmetler
Demokratik devrim yaklaşımlarının 1905 bolşevizminde takılıp kalmak olduğunu yazmıştım yukarıda. Kara aslında bunu da hak etmiyor. Kurtuluş yazarı “demokrasinin temel prensipleri”nden, “demokrat olmak”tan, “burjuva demokratlığının temel ilkeleri üzerinde mutabakata varmak”tan söz etmektedir.
Çok şey söylenebilir. Örneğin bu ifadeler, Kurtuluş‘un yıllanmış sosyalist demokrasiciliğini işin doğası gereği genel bir demokrasiciliğe dönüştürdüğüne işaret etmekte ya da en azından bunun sinyalini vermektedir… Bunlar Kurtuluş‘un iç sorunu ve bizi fazla ilgilendirmiyor. Ama Kara’nın yazısı ana eğilimi simgeliyorsa, Kurtuluş artık kesintisiz demokratik devrim lafzını da bırakmalıdır. Önce demokrat olup, demokrasinin temel ilkelerini iyice benimseyip, sonra burjuva demokratlığının temel ilkeleri üzerinde mutabaka vardığı güçlerle sivil toplum mücadelesini yükseltmelidir. Bu mücadele eğer bir siyasi kimlikle yapılırsa adı menşevizm olacaktır. Siyasi kimliği olmayacaksa, yorulmaya gerek yoktur; bir reklamda söylendiği gibi “ülkemizde bunlardan çok vardır”.
Sosyalizm Programı başka bir çok getirişinin yanı sıra, kendi dışına da önemli hizmetler sunacağını şimdiden göstermiş bulunuyor. Bunlar maalesef Kara’nın izafe ettiği gibi tartışma kültürü ve birlik imkanlarıyla ilgili olamadı. Tersine ayrılıkların tanımlanması gibi çok anlamlı bir işlev yerine getirilmekte.
Metnin sunacağı ikinci hizmet, ayrılıkların tanımlanmasına yardımcı olarak kimi tartışmaları nihayete yakınlaştırmak olacaktır. Bu metin kimi sosyalistleri “önce demokrat olma” mevzisine gönderiyorsa, artık bunlarla süregiden tartışmalar da söndürülebilir.
Bunlar yararlı ama sevimsiz hizmetler. Bir de sevimlileri var.
Kara, polemiğini renklendirmek istediği zaman, programdaki sosyalizm anlayışının muhalifler için, hatta kendileri için idamlarla biteceğini anlatıyor. Sosyalistlerin birbirlerine, ortada ne iktidar ne kavga varken bu üslupla yaklaşmalarını çok çirkin buluyoruz. Ama yine de programımız eleştirmenlerimizi, espri anlayışlarını geliştirmeye zorlayarak bir hizmet vermiştir.
Ama en önemlisi siyasi kişilik geliştirmeye dair bir hizmet. Bundan bir buçuk yıl kadar önce Gelenek ve başkaları Devrimci Sosyalist Blok kur(ma)ma toplantılarından birini topluca terkederlerken üzerilerine ölü toprağı serpilmiş kimi sol gruplar bu işe sinirlenerek eski kimliklerini, şanlı geleneklerini hatırlamışlar ve ciddi ciddi bir heyecan hissedebilmişlerdi. Bugün Sosyalizm Programı’nı okuyup eleştirirken kimileri benzeri bir duyguya yeniden kapılıyorlar ise, solda yitirilen siyasi kişilik ve ciddiyetin restorasyonuna böyle bir katkımız olacak ise, bu bizi yanlızca sevindirecektir…