80’li ve 90’lı yıllarda üniversiteye başlıyan insanlar arasında ne gibi farklılıklar var? Belirli bazı farklılıkların olduğunu kabul edersek, bunlar iki kuşağın tanımlanmasını gerektirecek farklılıklar mıdır? Sosyalist mücadelede kuşak kavramı, belirli mücadele dönemlerine damgasını vuran belirli bir yaş grubunu anlatmak üzere kullanılır. Kuşak sınıflamasının yapılabilmesi için belirli bir yaş grubunun içinde yaşadığı atmosferin belirgin ve ayırdedici renklerini mücadeleye taşımış olması gerekmektedir. Tarihe baktığımızda, solun yükseliş ve iniş dönemlerini mücadele içinde yaşamış belirli yaş gruplarının birer kuşak oluşturduğunu görüyoruz. Bu anlamda 68 çıkışını yaratmış olan 1947’liler ya da 1951 tevkifatını göğüsleyen insanlar bir kuşak oluşturacak zenginliktedir.
Bu yazıda, sosyalizmle 80’li yılların üniversitelerinde tanışan sosyalistleri bir kuşak kabul ederek, bu kuşağın, 90’lı yılların üniversitelileriyle bir karşılaştırması yapılacak.
80’Lİ YILLAR ve DEĞİŞEN İDEALLER
1980’li yılların ilk yarısında üniversiteye başlayan insanlar, sol hareketliliği ortaokul ve lisede gördüler. Gördüler diyorum çünkü bu insanların çoğu 80 öncesinde aktif siyasetin içinde değillerdi ama özellikle bugün sosyalist olanları, mücadele içindeki sosyalistleri sempatiyle karışık bir hayretle izlediler. O günlerde kızıl bayrak yoktu ellerinde belki ama çoğu ortaokul ve liselerinin çalışkan öğrencileri olan bu insanlar iyi bir bilim adamı, hekim, mühendis vb. olma ideallerini taşıyorlardı. Kızıl bayrak taşıyan gecekondulu sınıf arkadaşlarıyla yıllar sonra aynı safları paylaşacaklarını ise henüz bilmiyorlardı.
Bu insanlardan ortaokul ve lise yıllarındaki ideallerine sahip çıkanların çoğu şimdi sosyalist. Onlar ideallerine sahip çıkmaya devam ediyorlar ama matematikçi, fizikçi, hekim, mühendis vb. olma arzuları yerini çok daha tutkulu bir ideale bırakmış durumda: Türkiye’de sosyalizmin kurulması.
Bilim yapma, insanlık için çalışma vb. bireysel tercih gibi görünen evrensel ideallerin, kapitalist düzen içinde gerçekleşmesinin imkansız olduğu, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte anlaşıldı, ama herkes tarafından değil. Burjuvazinin feodalizme karşı kullandığı evrensel değerler, kapitalizmin gelişimi için yük olmaya başlamıştı. Arada bir bu yükü sırtlamaya kalkan cesur kapitalistler olsa da, cahil ya da aptal durumuna düşmeleri kaçınılmazdı. Ancak burjuvazi, bir zamanlar sahiplendiği evrensel değerleri tamamen bırakamazdı, bu yükün içini boşaltarak taşımayı denedi. Yükün tamamen devredildiğinde, kendi iktidarını tehdit edecek bir güce dönüşebileceğini iyi biliyordu. Evrensel değerlerin içinin boşaltılması, ideallerin, bireylerin küçük dünyalarına hapsedilmesi anlamına geliyordu. Sınırlanan bireysel idealler, her kapitalist ülkenin hegemonyasının gücü ölçüsünde genişletiliyordu. Sınırları geniş tutulan birey, kendisini daha özgür hissedecekti. Gelişkin kapitalist ülkeler, bireyselleştirdiği evrensel değerleri beslerken, Türkiye gibi az gelişmiş kapitalist ülkelerin, bireyselleştirilmiş de olsa evrensel değerlerin taşınmasına mecali yoktu. Çünkü Türkiye’deki kapitalist düzen bu yükü taşımaya aday insanları her durumda “aptal” yerine koyuyor, aptallıklarını her gün yüzlerine vuruyordu. Ülkemizde, böyle idealler, sadece çocukluk yaşında katlanılabilir, büyüyünce ise terkedilmesi gereken sanrılar olarak algılanıyordu. Bilim yapma, insanlık için çalışma vb. çocukluktan kalma ideallerini aptal durumuna düşmeden taşıyabilmek için, ideallerin sosyalizm düşüncesiyle tahkim edilmesi zorunluluğu doğuyordu.
Bireysel de olsa ideallerini çoktan unutan insanlar ise değişik kategorilerde ele alınabilir. Bunların bir bölümü üniversitelerde ya da şirketlerde taşeron müteahhitler misali düzenin birer değnekçisi olarak onun bunun işi için oradan oraya koşturup duruyorlar. Başka bir bölümü ise, hareketin sıfır noktasında, daha “felsefi” bir bakış açısı edinerek, kendi bunalımlarının çerçevesinden hayatı izliyor, fırsat düştüğünde ahkam kesiyorlar.
ZOR YILLAR…
Kapitalizmi içine sindirebilenleri bırakarak asıl konumuz olan sosyalist kadrolara dönelim. 80 öncesinin “hareketliliğini” görmüş ve 80 sonrasında üniversiteye başlamış olan sosyalist mücadelenin kadroları ve kadro adayları 1-2 yıl gibi kısa bir süre içinde, herşeyin yeniden eskisi gibi olacağı, solun 80 öncesinde olduğu gibi üniversitedeki prestijli yerini bir gün mutlaka alacağı inancını taşıyorlardı. Böylelikle lisedeyken, üniversiteye girmek için erteledikleri tartışmaları yapmayı ve okumak isteyip de zaman ayıramadıkları kitapları okumayı umuyorlardı.Sonraya saklanmış, ertelenmiş birtakım yaşanmamışlıkların üniversite yıllarında yaşanması beklentisi vardı.
O yıllarda ülkenin üniversite dışındaki havasında daha çok bekleyen insanlara özgü olan sabır ve kasvet hakimdi. Bu hava 12 Eylül darbesini tam anlamıyla yerli yerine oturtamayan, darbeden sonra ciddi kan kaybına uğrayan ama iyi kötü varlığını sürdüren pek çok sol örgütlenmenin birlikte soluduğu bir havaydı.Bu dönemde henüz likide olmamış bir TKP, yapısını korumaya çalışan TİP, gecekondu mahallelerinden tam olarak kazmamamış bir Dev-Yol vardı. Zaten az sayıda bulunan donanımlı kadrolar darbeden nasibini alınca, ortalık örgütlü insanlardan çok, daha önce bu örgütlerin çevresinde yer almış aydınlara ya da devrimciliğini yitirmiş ortalamacı çizgideki solculara kalmıştı. Sosyalist denildiğinde göze çarpanlar, kitle örgütlerinde, meslek odalarında çalışan ve pek azı partili olan insanlardı. Bu durum, 1980’lerin ikinci yarısına kadar süren entellektüel kısırlığı besleyecekti. Ancak insanlarda henüz hapiste veya yurt dışında olan ama elbet bir gün dönüp gelecek olan devrimci kadrolara bağlanan ümitler de vardı.
Lisedeyken iyi bir üniversiteye girme, iyi bir öğrenci olma vs. gibi kaygılar nedeniyle yeterli politik bilinç ve donanım kazanamamış ama dünyada ve ülkesinde olup bitenleri öğrenme arzusunu taşıyan gençlik kesimi üniversiteye geldiğinde önce ciddi bir hayal kırıklığı yaşadı. Tüm dergiler ve pek çok kitap yasaklanmış olduğundan, ortalığı kaplamış bulunan Cumhuriyet gazetesi ilericiliği, üniversite gençliği arasında önemli bir etkileşim aracı olarak kabul ediliyordu. Her zaman beynelmilel bir filozof olarak reklam edilen Nadir Nadi’nin Dostum Mozart’ı, ülke zindanlarında çile çekmiş aydın niyetine sunulan İlhan Selçuk’un Düşünüyorum Öyleyse Vurun’u, ödün vermezliğin timsali olarak kahramanlaştırılan Uğur Mumcu’nun Sakıncalı Piyadesi, meydanı kaplamıştı. Bu yazarlar 12 Eylül döneminde ciddi bir baskı görmemişlerdi. 12 Eylül rejimine karşı ise çoğu zaman göstermelik bir mücadele vermişlerdir. Ancak “solcularımız” ve “halkımız” nezdinde Cumhuriyet yazarları hep hak ettiklerinin üzerinde değerler görmüşler ve atfedilen değerlerin gerçek sahibi değil de birer taklitçisi olmaktan da kurtulamamışlardır. Cumhuriyet ilericiğinin 80 öncesinde özellikle Anadolu kasabalarında belirgin bir alıcı aydın kitlesi vardı. 80 sonrasında ise alıcı kitleye büyük kentli nüfus da eklenmiş oldu. Köy ve kasaba ilericiliğinin kentlere de hakim olması tüm ülkeye ağır ve kasvetli bir taşra havasını davet etmiş oldu. Ancak ağır taşra havasını çekilir kılan şey kanımca, yine dolacak olan meydanların hayaliydi. 80’li yılların ilk yarısı, güzel bir yaz gününde yağan yağmurun dinmesini beklemeye benzemekteydi.
80’li yıllarda Üniversitenin son sınıflarında ya da uzatmalı öğrencileri arasında sosyalizme sahip çıkan tek tük insanlara raslamak mümkündü. Bu öğrencilerden bazıları çoğu kez kişisel gayretleri ölçüsünde çeşitli küçük gruplar yarattılar. Bu insanların oluşturdukları satranç, edebiyat, dağcılık ve fotoğrafçılık kulüpleri, kitlesini arayan politik insanlarla arayış içinde olanların buluşabildikleri sınırlı mekanlar olarak kaldılar. Çok sistematik olmayan bu çalışma biçiminin ülkemiz sol tarihinde çok küçük de olsa onurlu bir yeri olacaktır. Bu çalışma biçiminde asıl eksiklik, öncü öznenin olmamasındadır. Kendi başlarına kalan öğrencilerin bir süre sonra çeşitli yönlere savrulmasını ise doğal karşılamak gerekir.
YENİ OLGU, GÖKYÜZÜ ve YARIN
80’li yılların ortalarına doğru, politik gençlik dergileri dönemi başladı. İlk olarak Yeni Olgu ve TİP çevresinin Yarın dergileri göründü. Yeni Olgu yayınını çok sürdüremeden kapandı. Daha sonra Gökyüzü isimli başka bir dergi çıkmaya başladı. Bu derginin de uzun süreli bir yayın hayatı olmadı. Bugün isimleri bile zor hatırlanan Yeni Olgu ve Gökyüzü dergileri öğrenci gençlik arasında hemen hemen hiçbir etki yaratmadı. Başarısızlığın en önemli nedeni, dergileri çıkaran ekiplerin kişiliksizliğinde aranmalıdır. Bu kişiliksizliğin en güzel örneği, o dönemin gündeminde olan Afganistan işgalidir. SSCB ve onun desteği altındaki Dr. Necibullah’ın güçlerine karşı olduğu için mücahitlerin desteklenmesi, bu çevrelerin unutulması çok zor olan edepsizliklerinden biridir.
Yarın dergisi ise 5 yıla yakın bir süre yayın hayatını sürdürdü. Yarın dergisi, öğrenci derneklerinin kurulmasında en aktif rolü üstlenmiş ve bu sayede sınırlı da olsa sempatizan bir kitle yaratabilmişti. Öğrenci gençlik arasında ciddi bir damar yakalayan Yarın çevresi de, bu damarı değerlendiremedi. TİP’in örgütsel bir likidasyonun arefesinde olması ve bununla çok yakından ilgili teorik ve ideolojik başıbozukluk sonucunda birer sosyalist militan olarak yetiştirilmesi mümkün olan kadrolar, adeta planlı programlı bir süreç içinde dejenerasyona sevk edildi. Süleyman Demirel’in siyaset yasağının kaldırılmasının bir demokrasi mücadelesi sorunu olduğunun anlatılması, seçimlerde gelişkin demokrasi adına İnönü çocuğu Erdal’ın SHP’sinin desteklenmesi, 1.500 kişinin katıldığı 12 Eylül sonrasında yapılan ilk ve tek öğrenci mitinginde insanların “bağımsız demokratik Türkiye” diye bağırtılması vb. şimdiden bakıldığında gerçekten de önceden planlanmış izlenimi veren bir süreç yaşandı. Böylesi saçmalıkları ancak yaşadıktan sonra farkede-bilen ve burjuvaziye teslim programı hazırlayan parti yöneticilerinin varlığını hayretler içinde gözleyen gençlerin çoğu teorik ve ideolojik donanımlarının da yetersizliği nedeniyle politikadan soğudular. Çocukça bir tutumla “kazık yediklerini” düşünerek politikadan çok küçük yaşta ve doğru düzgün bir mücadele bile veremeden uzaklaştılar. TİP’in TKP ile olabilecek en sağ çizgiye kayması, takiben SSCB’nin çökmesi ve nihayet körfez krizinde Amerika’nın güç gösterisi ile başlayan ve “Yeni Dünya Düzeni” olarak ilan edilen emperyalist hegemonya, bu uzaklaşmaya hız verdi. Ama en önemli nedenin, sosyalist özne olarak ortaya çıkanlardan “kazık yemiş olma” hissi olduğunu düşünüyorum.
Sosyalist mücadeleden kopanların akıbetlerinin ne olduğu ise artık hemen herkes tarafından biliniyor. Kimileri “itirafçı psikolojisine” kapılıp kendi geçmişlerine küfrederken, kimileri bağırmayıp gidenleri geri çağırmadılar. Kimileri ise pencere önünden dışarıyı seyrediyorlar.
1980’li yılların üniversiteleri, sadece TİP ve Aydınlık grubunun faaliyetlerinden ibaret değildi. Özellikle 80’li yılların sonlarına doğru öğrenci derneklerinde devrimci demokrat bir hareketlenme görüldü. Hemen hemen tüm sol yapılar öğrenci derneklerinde faaliyet gösterdiler. Ancak öğrenci dernekleri, hedefledikleri kitlesel çıkışı yapamadılar politik insanlar için buluşma mekanı olarak işlev gördüler. Gelinen noktada, öğrenci dernekleri kendilerini feshettiler ya da fiilen feshedilmiş oldular.
1990’LAR…
1990 yılların ilk yarısı sosyalistler için çok daha zor yıllardan oluştu. Bu yıllarda değil öğrenci dernekleri, geçmişin önde gelen siyasi grupları bile ayakta kalmakta zorluk çekti. Tüm yapılarda içe dönük bir mücadele tarzı öne çıktı. Dışarıdan bakanlar için tam anlamıyla “birbirini yeme süreci” gibi görünse de içe dönük mücadelenin de bir anlamı vardır. Böyle dönemler, her bireyin kendi istihdamını ciddi bir biçimde sorgudan geçirdiği ve zaaflarını daha açık gördüğü ya da gösterdiği dönemlerdir. İçe dönük süreçlerden ayakta kalma başarısını göstererek çıkan insanlar, önümüzdeki dönemin anlamlı bir insan malzemesini oluşturacaklardır.
1990’lı yılların üniversite gençliği ise, ilk bakışta apolitikliği ile dikkati çekiyor. Ancak bu apolitizm, 80’li yılların apolitizminden farklı. 80’li yıllarda korku temelinde yaratılmış bir apolitizm vardı, 90’lı yıllarda ise ideolojik araçlar daha ön plana çıkmış görünüyor.
Burjuvazinin, zor ve ideoloji kullanımı arasındaki mesafeyi hiçbir zaman kalıcı bir denge üzerine oturtamadığını söyleyebiliriz. Türkiye’de bugün zor ve ideolojinin düzen tarafından içice kullanıldığına tanık olmaktayız. Bu durum, burjuvazinin içinde bulunduğu tercih ve zorunluluklardan kaynaklanmaktadır.
Her ülkenin burjuvazisi her zaman ideolojik hegemonyayı öne çıkararak iktidarını sürdürmeyi hedefler. Ama bazı ülkelerde bu hedefin gerçekleşmesinde ciddi kısıtlar vardır ve Türkiye bu ülkelerden biridir. Türkiye gibi ülkelerde burjuvazi, ekonomik problemlerle yakından ilgili olarak, uzunca bir süreyle saf ideolojik hegemonya ile idare edemez. Yoksulluk nedeniyle yaşamak ile ölmek arasında gidip gelen insanlar için İdeolojik araçların göz boyayıcılığı çok kanallı renkli televizyonların takviyesiyle de olsa, bir noktadan sonra fayda etmez. Burjuvazinin, 1980’de zor yoluyla tahkim ettiği ve 90’larda da ideolojik araçlarla güçlendirdiği hegemonyasını yeni bir sınav beklemektedir. İdeolojik araçların kullanımı istiap haddini doldurmaktadır. Türkiye önümüzdeki dönemde ciddi çalkantılara gebedir ve bugün üniversite öncülük edecek durumda olmasa da, üniversitenin bu çalkantılardan nasibini almaması mümkün değildir.
1993 yılında üniversiteye başlayanlar, 1980’de 3-4 yaşındalardı, 12 Eylül’ü hatırlamıyorlar. 80’li yıllarda üniversitede olanlar ise 12 Eylül’ü fazlasıyla hatırlıyorlardı. 12 Eylül’de uygulanan zor, hemen her insanın psikolojisini farklı dozlarda da olsa etkilemişti. Özellikle yarı politik olanlarda daha fazla olmak insanlarda ciddi bir korku, ürperti ve soğukluk yaratmıştı. Burjuvazinin 12 Eylül politikaları, zor kullanımı sayesinde insanların, sol ile tanışamadan yaşlanmalarını sağladı. Ama yüksek dozda uygulanan zor bile, sosyalist düşünceyi ülke topraklarından tamamen süpüremedi. 12 Eylül baskı politikaları, öncesine oranla nicelik olarak az miktarda da olsa, nitelikli bir kadro malzemesi üretti. Yoğun baskı politikaları, sağ bir darbe geldiğinde savrulmamak gerektiğini gören, ayakta durabilmek için daha yüksek bir bilinç düzeyine gereksinim duyan ve bilincini teori ile sağlamlaştırmayı arzulayan sosyalist kadro adaylarını yarattı. Adaylardan kadro olabilenleri bugün sosyalist hareketlerin taşıyıcısı konumundalar. 80’li yıllardan güçlenerek çıkan bu insanların yanında, zayıflayarak çıkanlar da oldu. Korku duygusu, insan psikolojisinin zayıf düşmesine yol açan bir virüs gibi yayıldı ve bu virüsten en çok yarı politik ya da kadro olamayan ama sol çevrelerde yer alan insanlar etkilendi. Korku virüsü öldürmedi ama süründürdü. Ve böylece korku, dönemin ruhsal problemlerine damgasını vurdu.
12 Eylül’de 3-4 yaşında olan 90’lı yılların üniversitelileri ise bu korkuyu yaşamadı. İnsanoğlu korkuya şerbetli değil elbette ama korkudan uzak yetişen bir gençlik görmek güzel. Henüz korku ile ciddi bir şekilde tanışmayan gençlik, esas olarak yanılsama üzerine kurulu bir hayat yaşamaya zorlanıyor. Bir yanda Kürdistan’da kan gövdeyi götürürken, devrimciler öldürülüp çöp arabalarında teşhir edilirken, işsizlik ve yoksulluk kapıdayken diğer yanda “Avrupa standartlarında” gençler yetiştirilmeye çalışılıyor. Zor kullanarak sosyalizmi bu topraklardan kazıyamayan burjuvazi, ideoloji zorlanmasıyla da bunu başaramayacak. Her zorun bir sınırı ve her zorlanmanın belirli riskleri vardır. Fizikte olduğu gibi, zorlanan bir cismin uygulanan kuvvet oranında geri tepmesi toplumsal olgularda aynen geçerli değildir ama burada, burjuvazinin bir nokta üzerinden değil de dağıtarak uygulamaya çalıştığı ideolojik zorun laçkalaşarak etkisiz hale gelmesi ihtimal dahilindedir. Tabii, bu etkisizliği görecek, tanımlayacak sol özne olmadıkça, toplumlar laçkalaşmış bir tarzda da olsa yaşamı sürdürmeyi deneyebilirler.
Korkudan kısmen uzakta yaşamış olan 90 kuşağının, yanılsamalar üzerine kurulu bir hayat sürdürmesine son vermek, sosyalistlerin görevidir. Sosyalistler, bu görevi sadece bilinç taşıyarak değil önemli ölçüde bilgi de taşıyarak yapacaklardır. Karşımızda izleyeceği yolu bilemeyen ama öğrenmekten çekinmeyen bir kuşak var. Ancak hemen belirtmek gerekir, genel geçer ve ortalama düzeyde tutturulacak bir sol yaklaşımın başarı şansı çok düşüktür. Üniversitelerde “ortalamacı” sol yaklaşım ne demektir? sorusuna yanıt arayanlar Evrensel Kültür dergisinin 24. sayısındaki üniversite özel ekini, bu tür yaklaşımlara bol malzeme veren bir örnek kabul ederek bakabilirler. Bu dergide yazılanlardan da yola çıkarak yaklaşımın nasıl olması gerektiği üzerine bazı belirlemeler yapabiliriz.
Önce sosyalist kadroların halet-i ruhiyesiyle ve bir tespitle başlayalım: Sosyalist kadrolar, sadece üniversitede değil her ortamda her türlü kompleksten kurtulmak zorundadırlar. Sosyalistlerin üniversitelerde aydın ve aydın adaylarına karşı tavırlarında bir tür aşağılanma kompleksinin ürünü olabilecek birtakım düşünsel/davranışsal eksiklikleri vardır.
Bunlardan birincisi, örgütsüz insana karşı örgütlü olmanın getirdiği sorumlulukların ağırlığıyla gereğinden fazla bir tevazu gösterme eğiliminden kaynaklanmaktadır. İnsanlara tevazu ile yaklaşmak sosyalist etik gereğidir ancak sosyalist düşünceyi yeniden üretebilmenin yolu, bu etik sorumluluk altında ezilmemekten geçmektedir. Bunun için de sosyalistler herşeyden önce kendi değerlerini sevmeli ve onlara sahip çıkmalıdırlar. Bu bakış açısı tarikatçılığı daha da körüklemek olarak anlaşılmamalıdır. Herşeyden önce örgütlü sosyalistler, örgütlerini birer “tekke” olarak görmekten vazgeçmeli, eğer tekkeleşme yönünde bir eğilim varsa bu eğilimi yok etmelidirler. Ancak bunun sonucunda üniversitelerde, fabrikalarda yürüttükleri çalışmaları “tekkecilik” olarak görmekten kurtulabilirler. Yoksa “tekkecilik yapmayalım beyler” uyarısının içten içe kendini aşağılamaktan başka bir etkisi olamaz.
İkinci madde, emperyalizmin üstüste saldırılarının sonucunda başlayan, sosyalistlerin teorik ve ideolojik konumlanışlarını yeniden değerlendirme sürecinin kaynaklık ettiği bir eğilimdir. Bu eğilim, kadroların ajitatif ya da propagandif amaçlı değerlendirmelerini yaparken aşırı bir gerekçelendirmeye gitmesi ile kendisini göstermektedir. Kitlelerin “hani alternatifiniz?” sorusunu biraz da abartarak ciddiye alan kimi sosyalistler projelerini daha da ayrıntılandırmak ihtiyacı hissetmişlerdir. Sosyalizm ütopyasının ayrıntılandırılması daha çok bu ütopyanın “aşırı gerekçelendirilmesi” biçimine dönüşmekte ve bu durum, karşısındakine derdini anlatamama kaygısının yarattığı bir ruh halini yansıtmaktadır. Güçlenen emperyalizm karşısında sosyalizm alternatifini yeniden canlandırmak amacıyla başlayan teorik ve ideolojik güçlenme süreci, kapitalizmi yok etme ve sosyalizmi kurma mücadelesinden saptıkça bu ruh hali daha da marazi bir hal almaktadır. Böylece, sosyalizm ütopyasını güçlendirme harekatı yavaş yavaş sosyalist projenin pazarlanmasına dönüşebilmektedir. Bu dönüşümün evreleri bellidir. Önce, kapitalizmi yok etmenin küçümsenerek sosyalizmin kurulması döneminin aşırı vurgulanmasıyla başlar. Öyle ya, sosyalizmi kurabilmek için bugünden yaşamın her alanında alternatifler üretilmelidir. İlk bakışta herkese doğru gibi gözüken bu tavır kapitalizmi yok etme eylemi unutulduğu ölçüde, ne işe yarayacağı belli olmayan alternatifler üretme işine dönüşebilir. Buraya kadar gelenler boşa kürek çeken iyi niyetli insanlar olarak kabul edilebilirler. Yolun ilerisindeki ihanet sapağında ise, sosyalistlerin ürettikleri alternatifler, kapitalizm denilen yamalı bohçanın yeni yamaları olarak, yeni gedikler açmak üzere kullanılabilirler. Sözün kısası, kapitalizme karşı mücadele içinde üretilmeyen alternatifler sanıldığı kadar anlamlı ve değerli değildirler. Kapitalizme karşı mücadele ise herşeyden önce örgütlü verilen mücadeledir. 90’lı yılların birinci yarısını bitirirken örgütlü mücadelenin önemi artık anlaşılmış olmalıdır.
KRİZİN ÜNİVERSİTELERE YANSIMASI
Bugünkü kriz, devrimci olmasa da, bundan sonrası için sosyalistlere ciddi açılımlar sunacaktır. Krizin üniversitelere yansıması siyasallaşmanın giderek artması biçiminde olabilir. Hiç kuşkusuz Türkiye solu bu olanağı örgütlü gücü ölçüsünde kucaklayacaktır.
Üniversiteler söz konusu olduğunda, devrimciler her olanaktan yararlanmaya çalışmalıdırlar. Sosyalist Düşünce ve Eylem Toplulukları, 90’lı yılların örgütlenme biçimi olarak, geçmişin öğrenci derneklerinden daha anlamlı birer mekandırlar. 80’li yılların darlaşan pratiğini aşacaklarından kuşku duyulmamalıdır.
Önümüzdeki kriz döneminde tanımlanmış sosyalist mekanların darbe alması da ciddi bir olasılık olarak gözüküyor. Ancak sosyalistler tanımlanmış mekanların dışında da çalışabilmeyi öğrenmelidirler. Darbe nereden gelirse gelsin, sosyalizm mücadelesinin tatile girmesine artık tahammülümüz kalmamıştır.
Yaklaşan kriz nedeniyle, kazanılacak sosyalist kadro adayları küçümsenmemelidir. 90 kuşağı ile sağlam bağların kurulması ve bu kuşaktan geleceğin kadrolarının yetiştirilmesi gerekmektedir. 90’lı kuşak ümit vericidir. Alman Komünist Partisi, dağcılıktan fotoğrafçılığa kadar çeşitli dernek ve kulüpler aracılığıyla çok sayıda militan yetiştirmesine rağmen “çaplı marksist” yetiştiremediği için değil, bolşevik örgütlenmeyi oluşturamadığı için darbeler karşısında dağılıp gitmiştir. Bu nedenle günümüz Türkiye’sinde “çaplı Marksist” ve “sosyalist militan” arasına bir farklılık koymak doğru değildir. Çaplı Marksistlerin, partisiz akademisyenlerden çok, partili aydınların içinden çıkacağından kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Dönem, ruhsuz akademisyenlere karşı militan bir ruhun yükseltileceği bir dönemdir. Kriz sonrasında, bugünden devrimin güncelliğini hissedemeyen ya da militan ruhu taşıyamayanların çapı bile ölçülemeyecektir.