Sosyalist mücadelenin şu andaki can alıcı sorununun her ülkede, sosyalist iktidar perspektifinin olabilecek en ileri ve örgütlü hatta oturtulması olduğundan pek kuşku duyulmuyor. İş bu hattın örülmesine gelince, devrimci uğraşımızın yoğunlaşacağı alanın saptanması sorunu ile karşılaşıyoruz.
Bugün, gerek enternasyonal, gerekse ulusal düzeyde bu sorun etrafında yürütülecek bir tartışmanın herhangi bir getirisi olmadığını düşünüyorum. Yazıda bu düşünceye kaynaklık eden kimi noktaları açmaya çalışacağım.
Yukarıda andığım sorun, şu anda marksizm-leninizmin etkinlik ve hareket alanı veri alındığında fiktif bir nitelik taşımaktadır. Yüzyılı aşkın bir süredir, ama özellikle leninizmin oluşum sancısı çektiği dönemde uğraşımızın örgütsel, siyasal ve teorik alanları arasında bir gerilime alıştık. Tarihsel bir perspektifle bakıldığında, verili bir anda marksistlerin ellerindeki sınırlı kaynağı ama bilinçli, ama kendiliğinden bir biçimde bu üç alana pay ettikleri görülüyordu. Bu paylaşımın sürekli olarak değişik kombinasyonlarla yenilenmesi, ya bir kollektif sürecin mücadelede ulaştığı bir merhalenin, ya da aynı kollektife nesnelliğin dayattığı bir mahkumiyetin sonucu gerçekleşmiştir. Eldeki kaynağın en rasyonel kullanımına özne olan Rus bolşevizmi bile yenilenme süreçlerini tek başına bilinçli tercihlerin ürünü olarak yaşamamıştır.
Daha önce bir yazıda belirttiğim gibi, leninizmin, Lenin’in yazılı ürünlerinde cisimleşen bir tarihi vardır. Nesnelliğin tanımlanması, nesnellikle bir ilişki kurulması ve öznenin bizzat kendisinin tanımlanması leninizm açısından belli tarihsel kesitlere atfedilebilecek durumdadır.
Örgüt, teori, siyaset üçlüsünün yukarıdaki paylaşım kavgası kollektif öznenin insan kaynaklarında ciddi istikrarsızlıklara neden olmuş, sonuçta bu üçlü birbiri ile karmaşık bir biçimde içiçe geçtiği için, içiçe geçişin kritik noktalarına bütünüyle vakıf olan kollektif birey Lenin, bir maestro olabilmiştir. Çünkü Lenin bu paylaşım kavgası sırasında çaplı bir öndere aradan sıyrılma şansı tanıyan bir nesnelliğe doğmuştur.
Böyle bir nesnellikten yoksun Marx ise bilimsel sosyalizmin kurucusu olma sıfatını farklı bir tarz ile, teorik yaşantısındaki çarpıcı güç ve tutarlılığın siyasal ve örgütsel alanları kontrol edebilmesiyle kazanmıştır.
Farklı kesitler, farklı misyonlar, farklı koşullar…
Türkiye’de yine farklı bir kesit, farklı bir misyon ve farklı koşullar…
Bu kez kaynaklarımızın teorik, siyasal, örgütsel alanlardaki paylaşımında düpedüz mutlak bir eşitçilikten yana olmamız gereken uzunca bir döneme giriyoruz. Üç alandan herhangi birisinin esas oğlan olarak prezante edilmesi veya bir diğerinin üvey evlat muamelesi görmesinin paylaşılacak bir şey bırakmayacağı bir dönem…
Öncelikle gerçekten böylesine kritik bir döneme mi giriyoruz diye sorulabilir. Sınıflar mücadelesinde devrimci sınıf adına yapılan her konjonktür tasvirinde “sıkıştıran bir zaman” vardır. Kaçırılmaması gereken fırsatlar, yaklaşan bunalım, keskinleşen sınıf çelişkileri… Burada bayağılık yaratan (tamamen Türkiye’den bahsediyorum) ne nesnellik güzellemesidir, ne de soyutlama fakirliği. Bayağılık, tam da zamanı iyi kullanamamakla ilgilidir. Bu kadar fırsattan, bunalım ve çelişkiden sözedilen bir ülkede örneğin son 30-35 yılda sahaya yalnızca ulusal bir forma ile çıkılması başka neyle açıklanabilir?
Devrimci kollektiflerin bu ülkede kaynak paylaşım sorununu öne çıkarmaları her birisinin değişik yönde konformist bir tutumunun ürünü olmuş ve kadro kaynaklarımız sosyalizm mücadelesinin bütün yüzlerine aynı anda vakıf olma şansını hiç elde edememişlerdir. Her özne daha fazla hakim olabildiği alandan hareketle bir nesnellik tasviri yaparsa ve kendi öznel belirlenimlerini aşma yoluna gitmezse, Türkiye devrimci harekeli yüzlerce taşeron özneye sahip olmakla yetinen ve bunun ötesine geçemeyen bir garabet olarak kalmaya mahkumdur.
Bugün Türkiye’de böyle bir tıkanıklığa mahkum olmamak için yeterince deney birikmiştir ama daha da önemlisi, tıkanıklığı aşabilecek bir kollektif irade kendisini bulmuştur. Bu şansı iyi kullanabilmek için önümüzdeki tuzakları iyi belirlemek ve bu tuzakları bertaraf etmek için uygun kararlar almak gereklidir.
Tuzaklardan en fazla dikkate alınması gerekeni, sosyalist hareketin bugünkü cılızlığının yarattığı bir yanılsamadan kaynaklanmaktadır. Sosyalist hareketin toplumsal meşruiyet ve etkinlik açısından sahip olduğu yer, sosyoloji diliyle, neredeyse “ihmal edilebilir” durumdadır. Yanılsama burada başlar. Bugün, bu yerin kendisinden çok, sosyalizmin ideolojik siyasal ve örgütsel açılardan otuza yakın yıldır Türkiye nesnelliğine bıraktığı çizikler önemsenmelidir. Bu çizikler burjuvazinin siyasal egemenliği açısından bağışıklık yaratan deneyler halinde geride kalmamıştır. Tersine, bu çizikler, sınıflar mücadelesinde burjuvazinin her daim ihtimam göstermesi gereken, tedaviye muhtaç yaralar oluşturmuştur. Daha fazla önemli olan budur. Bu nedenle bugün işgal ettiğimiz yere bakarak sosyalist hareketi bir ilk birikim dönemine mahkum etmek peşinen kendi yarattığımız bir tuzağa düşmektir.
Bu tuzağa düşülemez. Sosyalist hareket bugün daha önceki çiziklerin de yardımıyla işlevsel, sonuç alıcı, bütüncül ve ihtilalci bir çıkışa mahkumdur. Ve bu anlamda sanıldığından daha fazla mesafe bırakmıştır gerisinde.
Karşılaşacağımız ikinci tuzak psikolojik süreçlerin denetimindedir. Türkiye sosyalist hareketi 12 Eylül’den sonra etkisi altına girdiği bu psikolojik süreçler karşısında ciddi ölçeklerde fire vermiştir. İçice geçen ve büyük ölçüde zamandaş saldırılara (sivil toplumculuk, glasnost, perestroyka, liberalleşme) karşı teorik olarak tutunabilen kesimler aynı direnci siyasal ve örgütsel sonuçlarına taşıyabilecek gücü bulamamışlardır. Burada elbette direnilen teorik hattın tutarlılık ve işlenmişlik gibi yapısal problemlerine hiç girmiyorum. Ancak “zaten ayak basılan teorik zemin de kaygandı” denmesi yeterli olmuyor. Burjuvazinin dönemin bütününe yaydığı ve ciddi ideolojik araçlarla zorlu bir şiddetin ustaca kaynaştırıldığı psikolojik kuşatma teorik olarak anlaşılabilir ve uygun olanın de facto geçersizleşmesi sonucunu doğurmuştur. Bu olumsuzlama salt genç militanlar nezdinde değil, çeşitli kollektifleri çeken kadrolar açısından da gündeme gelmiştir. Bu psikolojiye şu ana kadar şiddetle karşı koymuş ve gelenek ile yaratıcılığı aynı potada eritebilmiş yapıların bu kez gerçekçilik veya siyasallaşma adına devrimci görevlerde yakışıksız bir tasnifçiliğe başlaması tuzağın etki alanını genişletmesi ve Türkiye sosyalist hareketinin yine gerisin geri gitmesi anlamına gelecektir.
Türkiye sol hareketinde maceracılık her zaman etkisini hissettirmiştir. Türkiye solunda sağa sola at gözlüğü ile bakmaya kalkıp sonuçta önünü bile göremeyenler hep vardır. Türkiye solunda cin olmadan çarpma hevesliliği başımıza sürekli iş açmıştır. Bunlar elbette doğrudur. Ancak on yılı aşkın bir süredir, Türkiye sosyalist hareketinin belini bükenin iktidar perspektifinin yokluğu olduğunu söyleyenler varsa ve bu tarihsel açıdan tartışılmaz bir doğruysa, yokluğa parmak basıp doğrulan söyleyenler bundan böyle ancak büyük projelere imza atabilirler. Bu yapılmaz ve kanaatkar olunursa sıkıştıkça yeniden yola çıkış manifestoları yazılır, konumlar deklare edilir. Yeniden ve yeniden “yollar açık” olur. Sosyalist iktidar perspektifi ise doğal olarak güme gider.
1994’te vaaz edilecek her türden ilk birikim modeli kaçınılmaz bir biçimde reformist bir yörüngeye oturacaktır.
Bu tuzaklardan kurtulmanın yolu, siyasal ve örgütsel olan arasında bir açı oluşmasına izin vermemekten geçiyor. Türkiye sosyalist hareketinde bugün ciddi bir siyasallaşma sorunu varsa, en az onun kadar örgütsel yaratım sorunu da vardır. Ve bu sorunların her birisi açılmaya, işlenmeye muhtaçtır.
Siyasallaşmanın hiç bir biçimde kaytarılamayacak merkez noktasını sosyalist hareketin devrim ve sosyalist kuruluşu somut bir biçimde bu toplumun gündemine getirmesi oluşturmaktadır. Sosyalist iktidar perspektifi bu gündemin programatik, ideolojik ve örgütsel bütün bileşenlerini kapsamaktadır. İşte bu bileşenlerden birinin diğeri aleyhine geliştirilemeyeceği, siyasal açılımlarımızın örgütsel açılımlarla uyum sorununun her zamankinden daha fazla olduğu bir döneme giriyoruz. Nedir bu dönemin özellikleri, işte siyasallaşma ve örgütsel yaratım sorunlarını anlayabilmek için önce bu soruya yanıt vermek gerekiyor.
Siyaset dediğimiz şey aslında, sınıflar mücadelesindeki yapısal ve üst yapısal süreçleri birbirine bağlayan ilişkiler bütünlüğünden ve kurum(lar)dan oluşmakta. Bu nedenle sınıflar mücadelesinin devresel ve yapısal özelliklerini geri plana iten bir “siyaset” kurgusu, sosyalist hareketin peşinen dışlaması gereken bir olumsuzluktur. Bundan şu da anlaşılmalıdır: Sosyalizm mücadelesinde siyasal açılımlardan, siyasal projelerden söz ederken kalkış noktasını tek başına emekçi sınıfların, sınıfın örgütlenmesinin ve sosyalist ideolojinin konumlanışlarının oluşturması engellenmelidir. Sosyalist mücadelenin siyasal açıdan can alıcı noktası kriz ve bunalım dinamikleridir ve bu dinamiklerde en az proletarya kadar, egemen sınıfın konumlanış ve tercihleri ile iki karşıt sınıfın birbirileriyle girdikleri kavga- denge de önemlidir.
Bugün Türkiye’de sosyalistleri önemli ve sorumlu yapan, 12 Eylül’den beri kendisini bir kez daha kıyamet günlerine hazırlayan, elindeki ideolojik ve iktisadi olanakların sınırlarını iyi bilen bir burjuva sınıfının varlığıdır. İşte bu sınıf, bugün bizim açımızdan siyasal, teorik, örgütsel (ve ideolojik) alanlar arasındaki eşitsizliğin giderilmesini zorunlu kılan bir siyasal mücadele atmosferi yaratmıştır. 1980 öncesini hatırladığımızda, burjuvazinin keskinleşen sınıf mücadelesi ve olgunlaşan devrimci bunalım karşısında oldukça yetersiz araçlara mahkum olduğunu ve neredeyse mutlak bir paralizasyonla yüz yüze geldiğini söyleyebiliriz. Burjuvazinin karşı devrim mekanizmaları Türkiye kapitalizmini bu çıkmazdan kurtardı. Devrim güçlerinin aynı yetersizlik ve paralizasyonla malul olmasından sonuna kadar yararlanarak…
1980 sonrasında ise burjuvazi, bir kez daha tekrar edecek bir 1978-80 döneminin maliyetini iyice hesapladı. Krizin devrimci bunalıma evrilmekte olduğu dönemlerde siyasal iktidarını pekiştirecek düzenlemeleri yapmanın neredeyse intihar anlamına geleceğini anladı. Bu nedenle bu kez işi gerçekten sıkı tutarak, temelde toplumsal onay anlamına gelecek ideolojik egemenliği uğruna, zor mekanizmasının günbegün tahkiminden hiç vazgeçmedi.
Sonuç olarak atılan her ideolojik adım burjuvazinin siyasal cephesinde bir yankı bulmuş, bu yankıdan devlet örgütlenmesi kendisine bir pay çıkarmıştır. Trajik bir durum olmakla birlikte, burjuvazi kendisine en fazla güven ve gelecek atfettiği şu ünlü liberal şahlanış çağında bile 24 saat teyakkuz halindedir ve güveni büyük ölçüde buna borçludur.
Aslında burada oldukça ilginç bir durumdan söz etmekteyiz. Devrimlerin, zincirin zayıf noktalarına tekabül ettikleri ne kadar bilimsel bir gerçekse, bu zayıf noktaların esas olarak kendi içlerindeki eşitsizlik ve çelişkilerden kaynaklandığı gerçeği de bir o kadar tartışmasızdır. Ülkeyi ve bütün sınıfları saran bir iktisadi bunalımın boy göstermesi, yönetenlerin eskisi gibi yönetememeleri, ezilenlerin eskisi gibi yaşamayı kabullenmemelerinin bir başka dilden anlatımı, sistemi meydana getiren iktisadi, siyasal, ideolojik, hukuki, kültürel, kurumsal yapıların arasındaki korkunç gerilim ve kopma eğilimidir. 12 Eylül öncesinde bu vardır. Ancak şu anda burjuvazinin gücü ve gariptir, zayıf noktası bütün bu öğelerin birbirine çok fazla bağımlı hale getirilmesidir. Egemen sınıfın savaş örgütlenmesi, “testi kırılmadan tokat atmak” üzerine kurulmuştur. Testiyi kırmak isteyenlerin bu örgütlenmeyi ve bu örgütlenmenin aşırı yoğunlaştırılmış, bu anlamda uygun araçlarla beklenenden daha kolay çözülebilecek yapısını hesaba katmadan devrimci tek bir adım atamayacakları bilinmelidir. Siyasal mücadele ve açılımlardan söz ederken siyasetin kurumsal ve örgütsel araçları dolayımsız olarak gündemdedir ve burjuvazinin bu mücadele alanına sürdüğü kartlar devrimci sınıf ve bu sınıfın örgütlenmeleri için birer erken uyarı sistemi olmak zorundadır. Bu uyarı mekanizmasından yararlanmayanlar veya yararlanmak istemeyenler çok ağır bir bedel ödeyeceklerdir. Bu bedelin işçi sınıfının ve sosyalist hareketin bütünü ve geleceği açısından etkisiz olmasını sağlamak bu ülkede leninistlerin işidir.
Türkiye kapitalizminin devrimci bir nesnellik sırasında kendisini kurtarabilecek şövalye öğeyi bulmakta güçlük çekeceğini düşünmek için elimizde oldukça fazla veri birkmiştir. Bu nesnelliğin motor gücü zaten bir iktisadi krizdir ve egemen sınıf, üretim sürecinden gelecek yardımlara herhangi bir biçimde bel bağlayamaz. İdeolojik yapılardaki laçkalaşma ise kesinlikle küçümsenmemelidir. Türkiye burjuvazisi devrimci bir bunalımda alıştığı ideolojik söylemlerle işi idare edemeyecek durumdadır. Bu kez asıl yükün, mutlak olarak Türkiye kapitalizminin dinamiklerinin ürünü olan ama sistemin diğer öğeleri (devlet örgütlenmesi, merkezi siyasal yapılar, kemalist siyasal ve ideolojik kültür vs.) ile henüz uyum problemi olan güçlere düşmesi pek muhtemeldir. Dinci gericilik bu anlamda gerçekten de iddialıdır ve Türkiye burjuvazisinin bu akımlara alan açması, yalnızca muhataplarının örgütsel ve siyasal başarısından değil, uyum problemini kısmen de olsa azaltma kaygısındandır. Ancak ne olursa olsun, bir devrimci nesnellikte dinci gericilik, etkili bir karşı devrimci güç rolünü oynarken sistemin öğeleri arasındaki dengelerin yeniden kurulmasında hiç de güvenilir bir aktör olamayacaktır. Bunun dışındaki olağan ideolojik silahların işlevinin kalmadığı rahatlıkla söylenebilir.
Dinci gericilikten ayrı değerlendirilmesinde önemli güçlükler olsa da faşist hareketin durumunun biraz farklı olacağı burada hatırlanmalıdır. Türkiye’de faşist hareket, dinci gericiliğin göreli bütünsel çıkışı karşısında ideolojik seslenme araçlarını büyük ölçüde yitiren, bu anlamda ikircikli, çoğu kez devletin geliştirdiği araçlara bağımlı bir kimlik sergilemektedir. Bu kimlik(sizlik) için ortaya konan sentez arayışlarını dinci hareket kolayca etkisizleştirmiştir. Sonuçta faşist hareket bugün bazı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, ideolojik dolayımlara başvurmak yerine, kılıcını doğrudan siyasal ve örgütsel kimliği ile atmaya aday duruma gelmiştir.
Türkiye burjuvazisinin resmi zor örgütlenmesi elbette, istisnasız karşı devrimin bütün saldırılarında olduğu gibi yine öne çıkacaktır. Ancak ideolojik ve siyasal olarak donanımsız kalan bu örgütlenmenin sanıldığının tersine bir çok zayıf ve duyarlı noktaya sahip olacağı hesap edilmelidir. Zor mekanizmaları ile ideolojik ve siyasal mekanizmalar arasındaki ilişki son derece kapsamlıdır. Bu ilişkinin deforme olduğu, yani mekanizmaların birbirini pozitif yönde etkilemediği bir durumda zor aygıtında da çözülüş sancıları hissedilecektir.
İşte, Türkiye sosyalist hareketinin erken bir başarıya endekslenmeden ama, devrimci bir nesnellikte mutlaka iki temel odaktan birisi olmayı gözeterek mücadele edeceği bunalım zemininin kimi öğeleri bunlar.
Bu öğelerin her birisi son derece detaylı bir biçimde analiz edilmelidir. Ancak belirginleşen ana hatlardan yola çıkarsak, bir yandan eşitlikçilik ve kamuculuk gibi temel ve vazgeçilmez ideolojik, siyasal temalar ile bir toplumsal meşruiyete yönelmek, öte yandan bu meşruiyetin zorunlu ön koşulu olarak eşitlikçi ve kamucu güç odaklarını yaratmak ve bu odakların emekçi kitlelerin tutunabilecekleri kalıcılık ve örgütlülükte olmasını sağlamak, nihayetinde Türkiye burjuvazisinin “çözülme” eğilimine yardım edecek “bozucu” örgütlenmeyi tahkim etmek gerekmektedir. Bu üç güncel göreve yapılacak olan acil yatırım, Türkiye sosyalist hareketinin belki “başarı” değil, ama “direnme” koşullarını yaratacaktır.
Bu üç çalışma alanı kendi aralarında herhangi bir uyumsuzluk içeremez. Bu üç çalışma alanından birisinin yokluğu doğrudan doğruya diğer ikisinin likidasyonu ile sonuçlanır. Bu nedenle siyasal, ideolojik ve örgütsel görevler eşzamanlı ve uyumlu mekanizmalarla yerine getirilmelidir.
Bu eşzamanlılık ve uyum son derece önemlidir. Sosyalist hareket bugün kendi içine yönelik bir yeniden üretim ve mükemmelleşme hedefinden bağımsız olarak toplumsal meşruiyet elde etmeye yönelik bir çaba içerisine giremez. Sosyalizmin ideolojik ve siyasal üretkenliğinin hitap kitlesi olan proletarya, kent yoksulları ve aydınlar açısından “bağ-lanma”nın kritik noktası kesinlikle ideolojik veya siyasal olmaktan çıkmıştır. Bugün evrensel ve ulusal düzeylerde gerçekleşen büyük ideolojik operasyon ve bu operasyonun liberal-gerici sonuçları kendi sürekliliğini devlet zorunun yoğunlaşması, sermayenin ideolojik -siyasal kültürel yaşantıya dolaylı değil doğrudan müdahalesi ile, ama en önemlisi bu ideolojik operasyona dair toplumsal anlamda biriken hoşnutsuzlukların iddialı ve güven veren kanallar bulamamaları sonucu atomize olması ile sağlamıştır. Bir başka düzlemde de olsa, Kürt devrimci hareketini öne çıkaran nesnel ve mutlaka öznel olarak bu kanalların yaratılmasıdır.
Siyasal açılımlar birçok yerde olduğu gibi, Türkiye’de de güç ve tutarlılık imajı ile birlikte realize edilebilir. Uluslararası komünist hareketin yanlış ya da doğru, bütün önemli siyasal açılımların arkasında “yapabilme gücü” ve bu gücü sağlayan organizasyonel yetiler vardır. Cepheler dönemi de böyledir, partizan savaşı da, ero-komünizm de… Örgütlülük ve etkinlik, bu ve benzeri siyasal açılımların sonucu kazanılmamış, bu siyasal projeleri gündeme getirebilecek ölçekteki bir özne, kendisine yeni ufuk ve olanaklar açmak üzere ve sınıf mücadelelerinin seyrine yeni müdahaleler yapmak için, inisiyatif kullanmıştır. Tersine bir beklenti içinde olmak, yani özneyi siyasal canlılık ve açılımların gerisine bırakmak, ya devrimci demokrat bir popülizm ile belli bir canlılık yaratır, ya da reformist bir çerçevede siyasal meftaların sayısını kabartır.
Bugün Türkiye’de siyasal ve ideolojik cephelerde yürütülecek kavganın mutlak olarak işlenmiş bir örgütsel altyapıya sahip olması gerekir. Siyasal ve ideolojik kavga, soyut, organizasyonel sorunlardan bağımsız bir niteliğe hiç bir durumda sahip olamaz. Bu kavganın merkezindeki öncü örgütlenmenin siyasal ve ideolojik üretim için vazgeçilmez olduğundan söz etmiyoruz. Bu zaten tartışma dışı. Ama en az bunun kadar önemli olan, siyasal ve ideolojik kavgada yaratılacak araçların bugün bütün hücreleri sermaye tarafından işgale uğramış bir ortama müdahale etmek durumunda kalacaklarıdır. Bu anlamda teknik olarak son derece profesyonelce düşünülmüş, kendi güvence ve sürekliliğini sağlamış, ayrıca yaratacağı toplumsal ilgiyi koruyabilen araçların geliştirilmesi gerekmektedir. Liberal ve sermayeci saldırının karşısına bir söylemden ibaret kalan ve verili düzenin gücünü sorgulamayan bir siyasal ve ideolojik mücadelenin kayda değer bir sonucunun olamayacağı görülecektir.
Bugün Türkiye sosyalist hareketinin, burjuva sınıfının emekçi kitlelerde yarattığı tevekküle karşı toplumsal vicdan oluşturma ve boyun eğmeme alışkanlığı kazandırma görevi vardır. Bu görevin, tekrar olacak, siyasal, ideolojik ve örgütsel süreçler aynı anda harekete geçirilmeksizin üstesinden gelinmesi olanaksızdır.
Görevin örgüt ayağının önemi, hangi noktalarda yoğunlaşılacağı ve coğrafik olarak nerelerde güç odakları yaratılacağı sorununda da ortaya çıkmaktadır. Bugün teknik açılardan beslenmemiş ve iyi planlanmamış, yani kendi gerçekçiliğini belli yerelliklerde somutlayamayan bir siyasal proje, genel geçer bir söylemle yetinilen bir ideolojik kavga emekçi kitlelerdeki umursamazlığı ve tevekkülü güçlendirmekten öte bir şeye yaramayacaktır. Genelden yerele doğru yöneldikçe örgütlü siyasetten bizzat siyasetin örgütlenmesine geçileceği unutulmamalıdır. Burada son derece hassas, dikkatli ve profesyonelce davranılmalıdır. Arkası gelmeyen veya tutunamayan her sol çıkış bir sonraki denemeye kirlenmiş ve temizlenmesi oldukça maliyetli bir birikim bırakmaktadır. Sosyalistlerin becerikli, yapabilen ve meydan okuyan bir güç haline gelmesi dışında başka bir çıkış yolu bulmalarına imkan yoktur.
Siyaset, evet, örgütlü ve devrimci siyaset…
Siyaset, evet, ilk birikim modellerini terkeden ve sonuca yönelmiş bir siyaset…
Siyaset, öyle ya da böyle değil, sosyalizm için siyaset…
Siyaset, evet, dünyayı değiştirmeye soyunan bir siyaset…
Siyaset, etkili ve saygın araçlara sahip, sosyalist devrim için siyaset…