Bu sunuşu geçtiğimiz Nisan ayında gerçekleştirmiştim. İnsancıl dergisi yöneticisi arkadaşlarımın sunuşların dergide yayınlamak üzere yazılı hale getirilmesi isteklerini en başından biliyor olmama rağmen sunuşun ertesinde sıcağı sıcağına metni hazırlamayı ihmal ettim. Yoğunluk nedeniyle bu fırsatı ancak Eylül’ün ikinci yansında bulabildim. Elimdeki notlardan ve hafızamda kalan argümanlardan ortaya yukarıdaki metni çıkartabildim. İnsancıl dergisi yöneticileri ve okuyucularından, Nisan ayı sunuşu ile Eylül ayı metni arasında varolacak kaçınılmaz farklılıklardan dolayı özür diliyonım. Ancak sunuşu izleyenlerin de doğrulayacağı gibi bu farklılıklar, argümanların özüne ilişkin değil, ifade ediliş ya da sıralanışlarıyla sınırlıdır.
Bugün kültür ve politika ilişkileri üzerine bir çalışmamız, sohbetimiz olacak. Başlamadan bu çalışmamızın bana düşen tarafını yani sunuş kısmım nasıl tasarladığımı sizlere aktarmak istiyorum.
Burada kültür ve politikanın tanımlanması, iki ayrı toplumsal ve entellektüel düzlem olarak ilişkilerinin incelenmesi gibi bir çerçevede “akademik” bir sunuş yapmayacağım. Bunu bekleyenler tatmin olamayacaklar.
Aslında böylesi bir akademik düzlemin gereksiz, yararsız olduğunu kesinlikle söylemiyorum. Yalnızca benim kişisel olarak yaptığım bir alan ve sorumluluk tanımlamasından hareket ediyorum. Açıkçası, İnsancıl’dan arkadaşlarım bana kültür başlığı altında bir sunuş yapmamı önerdiklerinde bu başlığı nasıl yaparım da politika ile bağlantılı hale getiririm, diye düşünmeye başlamıştım. Tekrar ediyorum, bu benim kişisel seçimim. Kültür konusunda bir tartışma çerçevesi çizmem gerekiyorsa, ben dünyaya bakışım gereği bunu politika ekseninde yapmayı tercih ederim.
Öznel bir yaklaşım sergileyeceğim düşünülebilir, ama benim daha somutlarsak tercihim şu olacak:
– Dünyaya ve kaçınılmaz olarak bu sunuşa “politika” düzleminden bir bakış taşıyorum.
– Politika-kültür ilişkilerini genel ve soyut bir düzeyde değil de, politika ekseninden yaklaşacaksam, işin içine güncelliğin ağırlıklı olarak girmesi gerekecek.
– Politikadan burjuva/statükocu politikayı değil, devrimci/sosyalist politikayı anlıyorum. Kültür ile politikanın ilişkilerine değinirken, ulaşmak istediğim sonuçlar Türkiye’nin güncelliğinde sosyalist politikaya ilişkin olacak.
Bu sunuş, bu anlamda kurgusuyla, tezleriyle özneldir. Öznellik, o kadar kötü birşey değil… Öznel konumunuza güveniyorsanız, öznel konumunuzun nesnel bir doğruyla çakıştığını savunuyorsanız ve bu çakışma gerçekten varsa, “öznellik” çok güçlü olur. Ukalalık saymayın, ben sosyalist olarak, özelde STP’li olarak böyle bir iddia taşıyorum. Dolayısıyla beni “öznelsin” diye kimse eleştirmesin; bugün burada “içerik” tartışalım.
Birinci saptamam şu. Zannederim paylaşmayacak kimse yoktur. Türkiye’de sosyalist politikanın alıcısı azaldı, azaltıldı. Bu 1980’li yılların bütününü kapsayan bir simgesel tarih olarak 12 Eylül ile başlatabileceğimiz bir süreçtir.
İkinci olarak, dikkatinizi çekmek istediğim saptama ise şu: Türkiye’de sosyalist kültürün alıcısı azaldı, azaltıldı.
Ama yalnızca bunlar değil; sosyalist kültür ve politikanın hitap alanı daralırken, kesinlikle rastlantı sayılamayacak biçimde genelde politikanın ve kültürün de alıcıları azalmıştır. Türkiye toplumu yalnızca sosyalist politikaya, sosyalist kültüre değil, genelde politika ve kültüre yabancılaştırılmıştır. Halen içinde bulunduğumuz dönem bir depolitizasyon ve kültürsüzleşme dönemi olarak adlandırılabilir.
Elbette belirli üstyapı alanlarının bir toplumun yaşantısından silinip atılması mümkün değildir. Bugün de Türkiye’de mevcut düzenin bir parçası olarak kültürel ve politik süreçler işlerliktedir.
Ama nedir bunlar?
Alıcısı olan kültür, arabesktir.
Arabeski de yalnızca müzikle sınırlamıyorum, daha geniş bir içerik yükleyerek kullanıyorum. Tiyatroda da mimaride de… Herbir alana daha yakından bakabiliriz. Müziği biliyoruz. Müzikte arabesk diye bir tür var. Ama bu eskidendi! Yıllar önce “arabesk” ile kastedilen belirli bir müzik türü idi “Ayrı bir müzik türü” olarak arabeskin toplumsal zemini de belliydi: Kentlerin varoşlarında zemin buluyordu kendine. Köyün tekdüzeliği ile modern kentin sıkıştırması altında çekilen acının en basit dışavurumuydu. Arabesk çıkışı itibariyle bir tepkiydi; ama varolan kültürel, sosyal, siyasal atmosferi zorlayan değil, onun içinde tevekkülle, en fazla “isyanını bireyin kendi içine akıtarak” durumun idamesine rıza gösteren bir tepkiydi. Sonra, arabesk bir toplumsal güç haline geldi. Varoşların sınırlarından tüm toplumsal sınıflara doğru yayıldı. Yayılırken özerk bir müzik türü olmaktan da çıkarak diğer müzik türlerini kendine benzetti. Halk türkülerinin arabesk yorumlarını, “hafif müziğin” egemenlik altına alınması izledi. Bu genişlemiş anlamıyla artık arabesk derken Orhan Gencebay’ı vb. değil, bir Sezen Aksu’yu Nilüfer’i de kastediyorum.
Arabesk tiyatroya müzikal “gösteri” türüyle egemen oldu. 80’den önce yine vardı, ama bir kültürel etkinlik adına değil, resmen rahatlama olsun diye varlığını sürdürüyordu. Daha sonra allanıp pullandı…
Mimaride tam bir salata ortaya çıktı. “Öncesi Türkiye mimarisi ne iyiydi, ne kişilikliydi” demiyorum; ama öncesinde “salata” görüntüsü yoksulluk belirtisiydi. Şimdi salataya benzeyen milyarlık konutlar, villalar yapılıyor…
Örnekler çoğaltılabilir. Ama burada kesiyorum. İkinci bölümde arkadaşlar başka alanlardan örneklerle söyleşimizi zenginleştireceklerdir.
Evet; Türkiye’de üstyapının parçası olarak bir kültür işleyişi var. Ama bu yaşanan bir “kültürel pratik” değildir. Olsa olsa kültür alanında bir karşı-devrimdir.
Kültürsüzleşmedir. Genel arabeske ilginin artması kültüre ilginin azalması anlamına geliyor.
Politika alanına geliyorum…
1980’den itibaren bir kampanya halinde politikaya ve politikacılara küfredilmesini geçmişe oranla aralarındaki çekişmeler tam anlamıyla bir çadır tiyatrosuna dönüşen politik tarafların doğuşu izledi.
Özal, 12 Eylülün başbakan adayı iken sonra sivilleşmenin/liberalleşmenin misyoneri olarak sunuldu. Kültürsüzleşen ve apolitikleşen toplum bunu “yedi.” Tüm politik hareketler, akımlar askerlere “şans ve zaman” tanıdılar. İslamcılar da, faşistler de, merkezciler de… Sonra, bu hareketlerin hepsi birbirine daha fazla benzemeye başladı.
Politik partilerin bir toplumsal tanımları, üzerinde anlaşılmış genel toplumsal işlevleri vardır. İşte, bu süreç bizzat bu tanım ve işlevi kemirmiştir. Giderek ortada hedeflenmiş kitleleri belirli siyasal, kültürel, ideolojik argümanlar aracılığıyla hareketlendirmeye çalışan “politik partiler” kalmadı. Düzen, tüm siyasal araçlarının elbirliğiyle, elbette düzen içi bir- politikleşmeyi, değil depolitizasyonu amaçlar oldu.
Dikkatinizi çekiyorum. Mesele yalnızca politikanın giderek merkeze çekilmesi değildir. Merkeze çekilmenin yaratacağı sorun eteklerde doğacak boşluklar olurdu. Burada merkeze çekilen politikanın da içeriksizleştiğini vurguluyorum. Ortaya çıkan sorun da daha kapsamlıdır. Burjuvazinin ihtiyaç duyacağı politika üretimini bile siyasal partiler üstlenememek durumuna gelmişlerdir. Ordu, basın, çeşitli devlet kurumları, “işveren” kuruluşları… bu boşluğu doldurmaya çekildiler. Ama politikanın tanımlı taşıyıcılarının devre dışı kalmaları kendi başına problemli bir durumdur.
Sonuç burjuva partilerin mitinglerinin ruhsuzlaşmasıdır. Sonuç pohpohlana pohpohlana, Bosna Hersek için birkaç bin faşistten başka katılımcı bulunamamasıdır.
Sonuç askerler yaptığında herkesin bıyık altından gülümsediği resmi organizasyonlardır; artık siyasi partiler de hemşireleri, öğrencileri memurları zorla alanlara götürüyorlar…
Türkiye’de burjuvazi toplumu depolitize edeyim derken, kendi adına politika üretecek kadroları da iğdiş etmiş, onların ihtiyaç duyacakları toplumsal “canlılığı” da öldürmüştür.
Bu durum tasviri şöyle toparlanabilir: Türkiye’de kültür “aboneyim abone”dir; arabesk ile Amerikan “rap”inin çiftleştiği bir tuhaflık. Bu aptallaştırma operasyonundan politika da, kültür de çıkmaz.
Başa döneyim; bu toplumsal ortamda genel ve soyut bir politika-kültür ilişkisi üzerine zihin jimnastiği yapmak, politik verimlilik açısından anlamsız olacaktı. Bu nedenle sunuşun odağını kendime göre biraz kaydırdım. Bu seçişimin yaşanan süreçlerle mantıki bağları olduğunu düşünüyorum.
Şimdi bir parantez: Aslında kültürel üretimin zayıf düşmesi burjuva kültür dünyası açısından, Türkiye burjuvalarının kültürel yaşamları açısından önemli bir sorun değildir. Geçenlerde televizyonda oldukça tipik bir görüntüye rastgeldim. Huysuz Virjin, Sakıp Sabancı ve Bayram Meral birlikte televizyona çıktılar, Edip Akbayram ile birlikte “Aldırma Gönül”ü söylediler… Ben bu şaklabanlıktan Sabancı, Meral, Huysuz ve Akbayram’ın ve onları televizyonlarının karşısında izleyen burjuvaların, burjuva olmayı kurgulayan orta sınıfların… samimi bir haz aldıklarını düşünüyorum. Türkiye burjuvazinin kültürel tatmin düzeyi bundan rahatsızlık duymayabilir. Türkiye burjuvazisi için genelde yapay olan klasik müzik konserlerine gitmektir. Bu şaklabanlık ise uyumludur.
Ama politika üretimi için başka kurumlar devreye girme ihtiyacı duyarlar. Yukarıda söyledim; bunlar basındır, ordudur; eskiden “memur” addedilen yargı organlarının üst kadrolarıdır; eskiden “temsili” işlevle sınırlanan Cumhurbaşkanı’dır; ve birer kollektif organ olarak değil şovmenleri aracılığıyla partilerdir…
Siyasetin asli özneleri olarak kabul edilen partiler, kollektif organ olarak partiler ise çadır tiyatrosunun müstahdemleri olmuşlardır. Burada İnönü ile Türkeş’in, Demirel’le birlikte Ergenekon töreni yapmaları yadırganmamalıdır.
Açıkça söylemek gerekir: Çemberi tek delmeye çalışan ve delmenin yolunu da kestiren İslamcı hareket olmuştur. Ama onlar da düzen dışına kaçabilecek tepkileri massetme işleviyle donanmışlardır; ve kendi tabanlarının radikalliğe meyleden bir yanını, sınırlı bir politizasyonla düzen içinde tutma misyonunu yerine getirmektedirler.
Şimdi bu model, Türkiye’de kalıcı olamaz. Zaten İslamcıların gedik açma ihtiyaçları ve yakaladıkları zemin de buna işaret etmektedir.
Bu model Amerikan modelidir. Türkiye burjuvazisinin İsmet İnönü’den beri, Menderes’ten beri aklına sık sık gelen bir modeldir bu. Ama modelin saati 80’lerde çalmaya başlamıştır. Realizasyon olanakları şu geçtiğimiz onyılda yaratılabilmiştir.
Menderes’in “küçük Amerika” hayalini gıdıklamasını 60’larda Amerikan aleyhtarlığı almıştı. 60’ların toplumsal hareketliliği bir yanıyla da, Amerikan askerlerinin denize dökülerek komik duruma düşürülmeleridir. 60’lar Amerikalının aptallığının Türkiye’de afişe edildiği bir dönemdir. Aynı zamanda Türkiye’de bir politik ve kültürel canlanıştır da. Evet 60’ların politikası da kültürü de popülisttir, sığdır; ama radikalleşme eğilimleri taşımıştır ve kitleleri sarmış, kitlelerin vicdanına ulaşmıştır. Oysa, 80’lerin politika pratiği kitlelerin vicdanına ulaşmak üzerine değil, kitleleri vicdansızlaştırmak üzerine kuruludur.
70’lere bir göz atarsak, politik canlılığın sürdüğü ama politika ile kültürün popülist ve sığ karakterlerinin kendi karşıtlarını üretmeye başladığı bir dönem görülecektir. Kitap okumanın müzik dinlemenin politikadan dıştalanması, “politikanın kültürsüzleştirilmesi”dir sözkonusu olan. Sosyalist politika sığ ve popülist karakteri nedeniyle Ecevit’in mavileri karşısında ağzı açık kalakalmıştır. Sonra nasıl bir tarihsel fırsatın eşiğinde olduğunu farkedemeyecek bir duruma düşmüştür.
Şu Amerikan modeline dönüyorum… Modelin anavatanında geleneksel bir aptallık vardır, bir.
İkincisi bu aptallığı besleyen güçlü bir refah altyapısı vardır.
Üç, refahın maddi varlığı tüketim ideolojisini güçlü kılmıştır, öne çıkartmıştır.
Dört, refah, tüketim ideolojisi ve aptallık kültürü “fırsatlar ülkesi” yanılsamasında ifadesini bulur. Amerikalıların ezici çoğunluğu sınıf atlamanın olanakli ve kuvvetle muhtemel olduğuna inanırlar. Bu inancı ayakta tutmak için hep bazılarına sınıf atlatılır.
Bu model neden Türkiye’de tutmaz, kalıcı olamaz
Türkiye’de refah yoktur. Ama tüketim ideolojisi vardır.
Türkiye’de ezici çoğunluğun sınıf atlamaya inanması ancak lotaryacılıkla beslenebilmektedir. Türkiye’de refah yoktur, ama bazılarına sınıf atlattırılarak refah imajı yaratılmaya çalışılır.
Açıkçası, Türkiye’de Amerikan modeli taşıma suyla döndürülmektedir. Durağan Amerikan toplumunda iki apolitik partinin oluşturduğu politik arena “normal”dir. Türkiye’de ise 8-10 apolitik parti ortaya çıkmış ve işler çadır tiyatrosuna dönmüştür.
Aptallaştırma konusunda ise modelin anavatanına yaklaştığımız doğrudur. Lotaryacılık, arabesk, “bana dokunmayan yılan… cılık” köşe dönmecilik, kısa ve tekrardan ibaret eblek şarkı sözleri insanları aptallaştırmıştır. Bundan çıkış yolu ne olabilir?
Burada kısa bir Avrupa parantezi açmakta fayda var. Ben Batı Avrupa’da burjuva toplumunun aptallaştırılması operasyonunun belirli bir üst sınıra sahip olduğunu düşünüyorum. Bu doğru ise, bunu kültürel altyapısına borçludur. Batı Avrupa burjuvazisi kendi devrimini yaparken deyim yerindeyse, ipin ucunu biraz kaçırmış, jakobenizm din karşıtlığı gibi kendi boyunu aşan şeylere yol vermiştir; roman geleneği, felsefe, çok sesli müzik gibi bir altyapının üzerinde elbette…
Batı Avrupa’nın geleneklerine işlenen bu öğeler belirli bir aptallaştırma-karşıtı, apolitikleştirme-karşıtı etki yapıyordur. Türkiye’de böyle bir etki, öncelikle ekonomik olarak vardır. Burada Türkiye kapitalizminin bunalımdan, sarsıntıdan iktisadi darboğazlardan kurtulma gücünün, şansının maddi anlamda bulunmamasını kastediyorum. Ama kapitalizmin ekonomik tarihi ekonominin kendi kendine yıkılmayacağının da kanıtlarıyla doludur. Kapitalizmi bunalan ekonomisi değil, o bunalımın üzerine bilinçli bir eylem oturtan sınıf mücadelesi yıkar. Dolayısıyla ekonomik olanaksızlığın sunacağı alt sınır hiçbir anlama gelmez; kendi başına kaldığında hiçbir anlama gelmez.
Türkiye’de politikayı politika, kültürü kültür; ama başa baş göze göz bir mücadele anlamında politika yüzeysellik değil hırslı bir derinleşme anlamında kültür olarak yaşatmaya çalışan bir toplumsal harekete, devinime ihtiyaç vardır. Düzenin tüm güçlerinin elbirliğiyle kültürsüzlüğü ve politikasızlığı savundukları bu ülkede, “düzenin içi” kültürsüzlük ve politikasızlıkla özdeşleşiyor. Kültürü ve politikayı savunmak devrimciliğin, sosyalizmin özgünlüğü haline geliyor.
En başta yaptığım bir saptamayı hatırlatmak istiyorum. Türkiye’de sosyalist politika ve kültürün alıcıları, hitap alanı azaldı, demiştim. Ama bununla birlikte kültür ve politika da dibe vurdu. Düzenin hiçbir öznesinin de bu batıkları kurtarma gücü ya da niyeti bulunmuyor. Olumsuz ve iç karartıcı saptamalar, işte bu noktada bir avantaj haline geliyorlar. Bir toplumun böyle gitmesi, hele Türkiye’nin Amerikan modeline oturması kalıcı olamayacaksa, bu “batık çıkartılacaksa”, bu işi tek yapacak özne sosyalist harekettir.
Avantaj Türkiye’nin yaşamın her hücresinde göze batan çelişkilerle dolup taşmasıdır. Sokakta, evde, işyerinde, okulda, televizyonda…
Evet lotaryacılık var ve tutuyor; ama insanlar lafını edip durdukları paraların, para miktarının nasıl bir şey olduğunu gözlerinin önüne bile getiremezler. O kadar paranın bir el çantasına mı, yoksa 30-40 bavula mı sığacağı üzerine fikir bile yürütebilmekten uzak durumdalar. Bu tuhaflık bir yere kadar gider…
Ama bu avantaj kesinlikle abartılmamalıdır. Düzenin çelişkileri nedeniyle sapır sapır döküldüğünü düşünen sol, bu avantaja fazlasıyla güvenerek yıllarını popülizmle heba etti. Çelişkilerin yalın olduklarım ve köylü yüzeyselliğiyle anlatıldığında herkesin ikna ve tatmin olacağı zannedildi. Olmadı…
Çelişkilerin yalın olduğu ve herhangi bir kültürel derinlikle donanmaya ihtiyaç olmadığı zannedildi. Politikanın yalnız politikayla yaşanabileceği zannedildi. Kültürsüz, hatta kültür düşmanı bir politika yapıldı. Sonuçta, kökü olmayan, satıhtaki çelişkilerle uğraşan bir inançtan dönem değiştiği anda rüzgar döndüğü anda ihanet ve pişmanlık çıktı. Ya reklamcı oldular, ya ANAP’lı ya SHP’li… En fazla eski kültür düşmanlıklarının acısını çıkartmak üzere festival izleyicisi…
Bu hatalar tekrar edilmemelidir. Tekrar edilmemesi için yukarıda değindiğim avantajı zaferin kaçınılmazlığı olarak kavramamak, mücadelenin önemli bir tutamak noktası olarak değerlendirmek gerekiyor.
Elbette politikada, toplumsal süreçlerde hataların nasıl tekrar edilmeyeceğinin belirtildiği ulvi bir prospektüsü yoktur. Hem politikanın cazip yanı da bu değil mi? Çözümleri bir mücadelenin canlılığında üretmek!
Bu yöntemin kültür yaşamına da taşınması, kültürel alana politik bakmanın öğrenilmesi, politikanın kültürel zenginlikle donatılması gerekiyor.
Sözlerimi bitirirken, bu sunuşun bir amacına da belirginlik kazandırmak istiyorum. Bu salonda politika üzerine, kültür üzerine, genel olarak toplumsal süreçler üzerine bir tartışma ortamına katılmaya gelmiş bulunuyoruz. Bu ortamın bu salonla sınırlı kalması, aynı anlamda fikir jimnastiğiyle sınırlı kalması bence anlamsızdır. Sunuşunu yaptığım ve tartışacağımız tabloyu düzeltmek, değiştirmek amaçlı bir etkinliğe yol göstermeyen, ışık tutmayan tartışma ortamları gerçekten anlamsızdır. Ve Türkiye’de, bir dengesizlikler ülkesi olan bu toplumda çözüm yolu aranırken, mutlaka yöntem ve ilke düzeyinde bir noktaya dikkat edilmelidir diye düşünüyorum.
Bu nokta da şudur arkadaşlar:
Türkiye’de çözüm yollarının masa başında formüle edilmesinin bir sınırı vardır. Dinamik bir toplumun sürekli devinen sorunlarına dair çözüm formülasyonları geliştirmek ile bunun pratiğe uygulanması arasındaki mesafe çok kısa olacaktır.
Çözümler, formülasyonuyla da, uygulanmasıyla da ağırlıklı olarak bir mücadelenin, bir mücadele sürecinin konusudur.
Ben tartışma bölümünün bu eksende geçmesini, Türkiye’nin kültür-politika eksenini nasıl bir sosyalist, devrimci mücadele sürecinin dönüştüreceği sorusunun, tartışmalarımızın altyapısını oluşturmasını öneririm.