Türkiye’de 80’lerin ilk yarısı darbenin sunduğu “dikensiz gül bahçesinde” burjuvazinin ideolojik hegemonyasını yeniden tahkimiyle geçti. Bu tahkimat 80’lerin ikinci yarısından itibaren burjuva ideolojisinin toplumun her kesimine uzanmasıyla somutlandı. “Yükselen değerler” adı altında “bireycilik” tüketim ideolojisi esnafından sanatçısına her kesimi etkisi altına aldı. Bir özel alan olarak romanın ve roman yazıcısının gerileyişini de bu çerçeve içinden değerlendirmek gerekiyor…
Romana geçmeden önce, 70’lere kısaca göz atmak ve iki dönemin farklılığını ortaya koymak yararlı olacaktır. 70’lerin ideolojik motifleri olarak sayabileceğimiz haksızlığa karşı mücadele, paylaşım, halka karşı sorumluluk vb. yükselen sosyalist hareketin döneme rengini vurmasıyla etkinlik kazandı. Sosyalist hareketin güçlü olduğu dönemler umudun, inancın, yeniyi aramanın, mücadelenin güzelliğinin kitlelerce fark edildiği daha önemlisi yaşandığı kesitlerdir. Romancı da bu nesnelliğe sırtını dönemiyor hareketliliği sınıfları mücadeleyi romanlarına katıyor. Burjuva kültürün gedikli temsilcileri dışında romancıların çoğunluğu, sosyalist hareketin burjuva ideolojik cephede açtığı gediklerden etkileniyor ve hatta kimi noktalarda üreticisi oluyor. Romancı sınıf mücadeleleri eksenine yakınlaşıyor. 70’li yıllar da bu çerçevede edebiyat cephesinde ağırlıklı olarak toplumcu gerçekçiliğin etkisinin görüldüğü, 12 Mart edebiyatı/romanı olarak adlandırılan özel bir başlığın doğduğu bir dönem oluyor. 12 Mart romancısı yüzünü Türkiye gerçeklerine dönmesiyle, sınıftan yana tavır almasıyla, sosyalist mücadeleye sıcak ve içten yaklaşımıyla karakterize oluyor.
Bu dönemde mücadelenin sıcaklığıyla romancının kazandığı ivme bir sonraki döneme taşınamıyor. Sanatçıların sosyalist düşünceyle en fazla duygusal düzeyde kurduğu ilişkiler siyasallıktan beslenemiyor. Tek başına kapitalizmin pisliklerinden ya da güzel bir yarın özleminden yola çıkmak bütünsel bir kopuş ve bağlanmaya ulaşmayı sağlamıyor. Örgütsel ve siyasal bağlanma süreçlerini yaşamayan sanatçıyı belirleyen daha çok değişen konjonktürler oluyor. Sanatçının bağlanmasındaki sürekliliği mücadeleyi üreten sosyalist hareketin gücü ve etkinliği besliyor. Sosyalist hareketin 80 darbesi sonrası ortama ve reel sosyalizmin çözülüşü ile birlikte “ideolojilerin öldüğü” iddiasıyla “globalleşen” burjuva ideolojik saldırıya siyasal ve ideolojik bir müdahaleyle cevap verememesi Türkiye aydın ve sanatçısının gözünü toplumsal gerçeklerden kendi iç dünyasına çeviriyor. Kişisel sorunlar ve bunalımlar sanatçıyı geçmişiyle ve kendisiyle sağlıksız bir hesaplaşmaya götürüyor. Sanatçı güzel olan yeniyi göremiyor daha farklı bir “yeni” buluyor.
Buna daha farklı bir “yeni”nin romandaki habercisi olarak nitelenebilecek olan “Tutunamayanlar” döneminde pek fark edilmemesiyle oldukça ilginç bir örnek oluşturuyor. Atay küçük burjuva aydınının çıkışsızlığını yazarken, tercih yapamamanın sıkışmışlığını bir aydın duyarlılığı içinde yaşıyor; son noktada kahramanlarına kendi çerçevesinde ahlaklı bir tercihle intiharı seçtiriyor. 80’lerin romancısıyla Atay’ın ayrıldığı nokta burada. 80’lerin roman yazıcıları böylesi bir çıkışı bile aramıyor, verili nesnelliği tam boy kabullenip kapitalizmin ya da kapitalist ideolojinin değişmezliği üzerinden kendilerini dış dünyaya kapatıp içlerine dönüyorlar. Gerçeklikten kaçıyorlar. İç dünyalarındaki korkuları çelişkileri sayrılığı romanlarına konu ediyorlar.
12 Eylül’le Türkiye’de yaşanan bireyin gelişme dinamiklerinin önünün baskı ve zorla tıkandığı süreçte konusunu bireyin gelişiminden ve bireyden alan romanın kısırlaşması. Romancı bu dönemde misyonsuzluğu bir marifet olarak değerlendirdi, bunu “tek bir gerçeklik yoktur” söylemiyle rasyonalize etti. Cumhuriyetin kurulmasından başlayarak Türkiye romanına baktığımızda gerçekçilik kaygısının 80’lere dek ağırlığını koruduğunu görürüz. Bu anlamda genel olarak yüzünü ileriye dönen ve belli bir dünya görüşüne yaslanarak ürün veren kişi olarak karşımıza çıkan romancı, 80’lerde gerçekliğin üstünü örtmeye çalışıyor. Var olan örtüleri betimlemekle yetiniyor. Kendi tükenişi ile birlikte sözleri de tüketiyor romancı; postmodernizm böylesi bir tükenişe kılıf oldu. İçeriğin yok olduğu romanda şekil öne çıktı. “Söz”ün tükendiği noktada romancı artık uyumadan önce “güzel” rüyalar görmek için dilek tutuyor, uyanınca da gördüğü rüyaları bir güzel kağıda geçiyor. Roman da doğal olarak geriliyor, romanlıktan çıkıyor.
80 sonrası romanında en revaçta olan konulardan biri de sosyalist harekete ve onun insanlarına küfretmek oldu. Sosyalistler her “yeni roman”da bir kez daha mahkûm ediliyor. “Birey”leşmek adına birey hiçleştiriliyor, bir önceki dönemin öznesi olan birey nesneleşiyor tükeniyor. Zaman zaman kalan tek özgürlük aracı olarak cinsellik öne çıkıyor. Buna en uç örnek olarak Duygu Asena hatırlanabilir. Asena’nın kitaplarında kadının “özgürlük” sorunu yatakta hallediliyor.
Roman yazıcıları “tüketim toplumu”na sunulan “yeni değerler” karmaşasına adaptasyon sorunu çekmediklerini dosta düşmana gösterdi. Artık roman piyasasında reklamın ağırlığı “sanatçı”nın kendini “sanat”ının alıcısına hoş göstermek için çektirdiği boy boy fotoğraflarda ifadesini buluyor. Yayınevleri roman yazıcısını futbolcu pazarında olduğu gibi yüklü miktarlarla transfer ediyor, ona “yatırım” yapıyor. Pamuk’un yazdığı Yeni Hayat romanı buna en tipik örnek. Yeni Hayat baskı üstüne baskı yaparken (şu an 50. baskıyı zorluyor) hem yayıncısına hem yazıcısına çok para kazandırıyor. Romanın tüketicileri ülkenin dört bir yanından Pamuk’a “yeni” kitabı soruyor, hayatlarını değiştirmek için, yazarın saklı tuttuğunu sandıkları kitabı öğrenmek için, yazara mektup üstüne mektup gönderiyorlar. Diğer yandan “Vatandaş kitap okusun” dileği de Duygu Asena’nın o “her yerde” (bakkalda markette) kolaylıkla bulabileceğiniz ucuz kitabıyla hallediliyor.
80 sonrası romanına ve yazıcılarına daha yakından bakmak için Türkiye’de en çok satan roman, giderek de kitap, rekorunu kırma yolunda iddialı bir örnek olarak gösterilebilecek Yeni Hayat adlı “bestseller”e göz atmak anlamlı olabilir. Orhan Pamuk romanına bakarken romanları iki döneme ayırmak gerekiyor. Orhan Pamuk’un ilk romanı “Cevdet Bey ve Oğulları” 1979’da yazılmış; kısaca Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayarak 60’lı yılların sonlarına kadar uzanan süreçte burjuvazinin çocukluğunu, ilk gençliğini ve giderek olgunlaşmasını bir aileyi konu alarak anlatıyor. Yine 82’de yayınlanan “Sessiz Ev” ve sonrasında “Beyaz Kale” Pamuk’un romanının gerçekçi dönemine ait çalışmalar. Pamuk bugünkü popülaritesine 90’da yayımlanan “Kara Kitap” ve ardından film senaryosu olan “Gizli Yüz”le erişiyor. Yeni Hayat ise Pamuk’u ilahlaştırıyor. Pamuk yükseliyor uçuyor…
“Tipik” Bir Roman Yazıcısının Portresi
Yeni Hayat hakkında medyada ya da sanat dergilerinde söylenen, “tipik bir Orhan Pamuk romanı” olduğu. Burada ‘tipik” sözcüğü hem romana hem de Pamuk’a bir gönderme niteliğinde. Pamuk 74’den başlayarak düzenli bir şekilde yazı yazmayı kendine iş edinmiş 1 . Pamuk bir gününü tümüyle yazarak geçiriyor. Cumhuriyet Kitap’ta Orhan Pamuk’a Der Spiegel dergisinin sorduğu “bir gününüzü nasıl geçiriyorsunuz” sorusu Pamuk’un “kaygıları”nı anlamak açısından oldukça zengin ipuçları veriyor tüketicilerine. Sıkıcı olma pahasına “tipik” bir roman yazıcısının bir gününe bakmak “tipik” sıfatının da içini doldurmaya yardımcı olacak; Pamuk sabah kalkıyor kahvaltısını yapıyor, odasına geçiyor, yazmaya başlıyor. Canı sıkıldığında penceresinin önüne gidiyor, yoldan bir yoğurtçu geçiyor bağırarak, Pamuk heyecanlanıyor; sonra geçkin bir kağıt helvacı, bir ayakkabı boyacısı çocukla bir kağıt helva için pazarlık ediyor. Pamuk masasının başına geçiyor yazıyor; öğlen oluyor yemeğini yiyor… Pamuk boş zamanlarında da DEP duruşmalarına falan gidiyor. Ya da ülkede gazete binası bombalandığında düşünce özgürlüğünden yana tavır koyarak bizzat kendisi gazete satıyor. Mevcut sisteme doğrudan bağlı bir roman yazıcısı olan Pamuk tüm şu yapıp etmelerinde kendini bir türlü “ev”inde 2 hissedemiyor. “Bu politik gösterilerde gene aynı kelimeleri kullanacağım kendimi “ev”de hissetmiyorum. Ben toplumsal bir insan değilim. Televizyon kameraları karşısında ne kadar tedirgin oluyorsam bu çeşit hareketlerde de kendimi “ev”de hissetmiyorum. Ama insanlar benden yardım istiyorlar. Ben de bunu seve seve yapıyorum. Her ne kadar bir kalabalıkla olmanın bazı sıkıntılarını yaşıyorsam da, sonra yaptığımdan her seferinde memnun oluyorum” 3 . Pamuk kendini fazla iddialı olmamakla birlikte solcu olarak görüyor. Ama yazarların yaşadıkları dönemin güncel politik sorunlarına cevap yetiştirmesini de basiretsizlik olarak değerlendirmeden edemiyor. Pamuk’a göre kapitalist sistem tek ve değişmez; bunu 80 sonrası roman yazıcılarını anlatırken açmıştık; roman yazıcısının Türkiye’ye bakışı da bu bağlamda oldukça zararsız bir noktadan laik anti-laik karşıtlığından oluyor; “Her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de yaşayan insanların tüketme arzusu olacaktır elbet. Zenginleşme arzusundan daha doğal bir şey olamaz. Ama bu ülkenin büyük çoğunluğuna sırtını dönüp kendini Batılı gibi hissedip Türkiye’nin büyük çoğunluğunu dine, tarikatçılığa, siyasi islama, şeriatçılığa teslim etmektir” 4
“Yeni Hayat” ya da “Yeni” Hayat
“Tipik” Orhan Pamuk romanı, “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti” cümlesiyle başlıyor. Bu giriş cümlesi Pamuk’un köylü kurnazlığının da bir ifadesi. Roman yazıcısı genel tüketicisinin nasıl bir ruh halinde olduğunu ve onun böylesi bir giriş cümlesinden ne denli etkileneceğini de hesap etmiş olmalı. Giriş cümlesinin büyüsüne kapılıp tüketicinin istenmeyen çıkarımlarda bulunmaması için bu büyülü kitabın “o” tür kitaplardan olmadığını açık eden “Bir kitap okuyup bütün hayatı kaymış benim gibilerin başlarına gelenleri işitmiştim de ondan. Felsefenin Temel İlkeleri diye bir kitap okuyup bir gecede okuduğu her kelimeye hak verip ertesi gün Devrimci Proleter Öncü’ye katılıp üç gün sonra banka soygununda enselenip on yıl yatanların hikâyelerini işitmiştim …” 5 . Bu bölümle hem tüketicisini koruyor hem de kendisinin yanlış anlaşılmasının önüne geçiyor. Roman boyunca “yeni” hayatı ararken romanın esas oğlanı Osman, benzer yanlış anlamaların önüne geçecek. Tekrar olması pahasına Osman kendine “yeni” hayat kitabını veren ve sonradan âşık olduğu Canan’ın ortadan kaybolmasından sonra Fuzuli’nin “Canan yok ise can gerekmez” beyitini tekrarlayarak Canan’ın ailesine gider ve Canan’ın babasının sorularını yanıtlar; Baba “iyi bir çocuğa benziyorsun oğlum” diye başlar sözüne, sorularına açık yanıt vermesini ister Osman’dan. “Sol ya da sağ dinci ya da sosyalist herhangi bir siyasi görüşe yakınlık duyuyor muydum, hayır! Üniversitedeki ya da dışarıdaki siyasi örgütlerle ilişkim var mıydı, hayır! 6 Osman’ın “yeni” hayatı bulmak için evini terk ettiğinde, “Oğulları politikaya, dinci akımlara bulaşmış pek çok anne gibi annemin benim ülkenin karanlıkları içerisindeki bir odağın çekimine kapıldığımı düşündüğünü anladım” 7 Romanın ilerleyen sayfalarında bahsedilen “iyi” çocukluk hallerinin defalarca tekrar edildiğini görüyoruz; yine bir örnek, Canan’ın sevgilisi romandaki öne çıkan adı geçen kişilerin tümü malum kitabı okumuşlardır ve hayatları değişmiştir Nahit-Mehmet -sonradan esas oğlanla adaş olduğunu öğreniriz Osman, babası tarafından yurt yöneticisine izlettirilir, sonuç yine aynıdır “öğrenci yurdunda etkili olmak için mücadele eden, ikisi aşırı dinci, biri Nakşibendî tarikatıyla bağlantılı ve biri de ılımlı solcu öğrenci takımlarıyla hiçbir ilgisi yoktur Nahit’in.” 8 Fakat aynı Nahit, üniversiteden dönerken birileri tarafından kurşunlanmaktan kurtulamaz. Onu kurşunlayanların sonradan Dr. Narin’in “muhbir saatleri” olduğunu öğreniriz. Dr. Narin’in kitaptaki işlevi “kitap”ı okuyanları izlettirmektir. Dr. Narin Nihat-Mehmet-Osman’ın babasıdır. Oğlunun bir trafik kazasında öldüğünü sanmaktadır. Oysa Nihat kazada ölen birinin kimliğini alarak Mehmet olmuştur ve gittiği bir Anadolu kasabasında “Yeni” hayatı bulmuştur. “Kimseye bir şey öğreteceğini sanmıyordu. Herkesin kendine göre bir hayatı vardı ve bütün hayatlar ona göre aslında birbirine eşitti”. Dr. Narin’e dönersek her adamına bir saat markası vererek kimliklerini gizler ve “kitap”ı okuyan ve çevresine okutanlara amansız bir düşmanlık besler. Dr. Narin Batı düşmanıdır. Batıdan gelen tüketim mallarının ahlakı bozduğunu düşünerek kasabalardaki bayileri örgütler. Bu anlamda “yeni”lik karşıtıdır. “Devletle de ilişkilerim var, bana rapor yazanlar hâlâ faal” der. “Örgütlediği casuslara bürokrasisinin de gösterdiği gibi “Büyük Kumpas”a karşı başarılı olursa Dr. Narin yeni bir devlet kuracaktı”.
Yukarıdaki inciler bu şaheserin eklektik kurgusundan çıkarıldı. Alıntılarda dikkati çeken belli sözcüklerin ve çağrıştırdıklarının ters çevrilerek çarpıtılarak ya da kırılarak kullanılması. Bunu roman yazıcısı ilk olarak kitabın adında ve giriş cümlesinde denemiş. Roman ilerledikçe yazıcı tuttuğu yol dan etkilenmiş olacak ki, üniversite dönüşü Nihat’ı kurşunlatır, yurt amirleriyle işbirliği yapar, Dr. Narin’e “Büyük Kumpas”a karşı örgüt kurdurtur, roman kişileri hep karanlık adamlar tarafından izlenir, “kitap” okuyanlar duyulmaktan ve dinlenmekten korktukları için alçak sesle konuşurlar çünkü her yerde “muhbir saatler”den vardır; “dava”ya inanan genç soba bayileri olarak bayiler toplantısı yapılır, ertesinde toplantının olduğu kasaba yerle bir olur, yine “kitap” yazıcısı demiryolcu Rıfkı Amca kimliği belirsiz kişilerce öldürülür, “kitap” zararlı bulunarak toplatılır vs.. Roman boyunca Kafkavari bir mistifikasyon, Amerikan polisiye dizilerini andıran kurşunlama sahneleri, 70’lerin parçalı esintisi, doğu tinselliğinin katık olduğu aşk acısı (Canan’a olan aşkı en fazla Canan uyurken nükseder, Canan’ın üstünü örttüğü yorganı koklar vs) metafiziğe yakınsama (kazalardan sonra meleği görmeleri) kolaj (eklektik) romanın bir sonucu olarak karşımıza çıkar. “Yeni” roman, kendisi bir şey söylemez, söylenenleri bir potada toplar birleştirir.
Romanda “yeni” hayatı bulmak için bitmez tükenmez yolculuklar yapılır. Osman Canan’a âşıktır, “yeni” hayat Canan kadar ilgisini çekmez, burada peşinden koşulanların bir karmaşası vardır. (Pamuk romanının “aşk” romanı olarak da okunabileceğini söylüyor hatta kapağına “aşk” romanı diye yazılsa itiraz etmezmiş, satışları daha da arttıracağı için herhalde). Bitmez tükenmez otobüs yolculuklarından ve kazalardan sonra Osman, Canan’ı yine kaybeder. Sonrasında “yeni” hayatı aramaktan vazgeçer ve hep “yeni” hayat olarak kurduğu Canan’la mutlu bir yuva kurma özlemini başka biriyle gerçekleştirir. Hayatı yoluna girmiştir, mutlu yuvası, çocuğu vardır; son bir kez “madlen” markalı çikolatalar yerine çocukluğunda yediği “yeni hayat” markalı karamelaları hatırlar ve sahibini bulmak için yollara düşer. Bulamaz. Evini ailesini küçük kızını çok özlemiştir. “Yeni” hayat onu dönüş yolculuğunda yakalar: “Bunun hayatımın sonu olduğunu anladım. Oysa ben evime geri dönmek istiyor, yeni bir hayata geçmeyi, ölmeyi hiç mi hiç istemiyordum.”
Esas oğlan “yeni” hayatını buluyor, herkes layığını bulur demeye dilim varmasa da. “Yeni” hayatı otobüs kazalarında parçalanmış bedenlerde, kanlı yüzlerde bulmaya çalışanlara sonuç olarak diyeceğimiz yok.
Yeni Hayat diyoruz biz, Yeni Hayat ülkemizin geleceğidir. Yeni Hayatı kuracaklar, emekçilerin yüzlerinde aydınlık yarınları görebilenlerdir. Yeni Hayat, emekçilerin kuracağı hayattır. Yeni Hayat yakın biliyoruz.