Polonyalı yönetmen Kieslowski son günlerde en çok konuşulan sinemacılardan biri haline geldi. Yönetmenin daha önce çevirdiği “Öldürme Üzerine Kısa Bir Film” ile “Aşk Üzerine Kısa Bir Film” ülkemizde uzun süre gösterimde kalmıştı. Ancak son filmleri “Üç Renk” üçlemesi sinemalarda ve televizyonda aynı dönemde gösterilince sinemacının ünü oldukça arttı. Bu filmler son yıllarda yapılan en başarılı sanat filmleri olarak kabul görüyor. Bu anlamda Kieslowski de bir sinema dehası sayılıyor.
Ticari filmlerin yadsınamayan baskınlığının olduğu şu dönemde akla ister istemez bu filmlerin neden bu kadar ilgi gördüğü sorusu geliyor. Bir sanat filmi yönetmeni, nasıl oldu da böylesine tutunabildi ülkemizde; sinemaların yanı sıra özel televizyonlara girmeyi bile başardı? Bu ilginin bütünüyle olmasa da, medyanın desteğinden kaynaklandığını söylemek gerekiyor. Bu nedenle Kieslowski’nin son dönem filmleri, sanat filminden çok ticari film kategorisine yaklaşmış ya da yaklaştırılmıştır. Bir ikinci saptama, sinemanın dünyada ve Türkiye’de yaşadığı bunalımı çözmeye ne yazık ki böyle “dehalar”ın yetmeyeceğidir.
Bu iki saptama her şeyden önce yeni dünya düzeninin sinema üzerindeki etkilerine dayanıyor. Küreselleşme sinema açısından bakıldığında Amerikan yaşam biçiminin dünya çapında model alınması, bu yaşam biçiminin kendi bakış açısını ve idollerini gündeme yerleştirmesi, kendi dışındaki modelleri marjinalliğe itmesi, piyasanın kontrol altına alınması, böylelikle dolaylı bir sansürün yaratılması anlamına gelmektedir 1 . Bu saptamaların bir diğer dayanağı, dünyada kapitalizmin karşısına dikilebilecek güçte ve çapta, özellikle sosyalist blokun yarattığı sanatçıların kalmayışıdır. Kieslowski yukarıda söz edilen sansürün dışında kalabilmiş bir sanatçı değildir. Zaten bu tür bir kaygı da taşımamaktadır. Böyle bir kültürel-politik ortamda yapılan sinema tekniği ve dili açısından başarılı ama kapitalizmle hiçbir sorunu olmayan filmleri sanat filmi saymanın dayanağı ancak apolitizm olabilir. Apolitizm sinemanın daha da güçsüzleşmesine yol açacak, içinde bulunduğu bunalımı artıracaktır.
Kieslowski bu çerçevede ele alınırsa, sosyalist bloktan çıkmış ama hayatı boyunca “sistem”e muhalefet etmiş bir sinemacı. Polonya’da geçen yıllarını, sansüre takılmadan sistemi eleştirebilecek filmler yapmakla geçirmiş. Fransa’ya yerleştikten sonra politik film yapmayı zaman içinde bırakmış. “Üçleme”den sonra da sinemayı bırakıp Polonya’ya dönme kararı almış.
Doğu blokunu terk eden her sanatçı gibi kapitalizm, Kieslowski’yi de bağrına bastı. Yetenekleri kapitalizmin işine yaradı. Ama ülkesine dönüşüne bakılırsa kapitalist sistemde de aradığını bulamadığı söylenebilir. Sinemacı olmaktansa yararlı saygın bir mesleği örneğin ayakkabı yapımcılığını tercih ederdim 2 gibi sözler ediyor.
Kieslowski’yi tanımak için önce onun geçmişine bakmak gerekir. 52 yaşında. Çocukluğu Polonya’nın küçük bir kasabasında İkinci Dünya Savaşı sonrasında geçiyor. Annesi kasiyer, babasını küçük yaşta kaybediyor. Kieslowski bir röportajda çocukluk yıllarının her şeye rağmen çok mutlu geçtiğini o yıllarda kasabasında politik baskıları hiç hissetmediğini, istediğinde mantar topladığını istediğinde de futbol oynadığını anlatıyor. Ama mutluluğunun asıl kaynağı gittiği okul. Kieslowski bir tiyatro okulunun sahne dekorasyonu-ressamlığı bölümünde eğitim görmüş. Kendisi yoksul bir köylü çocuğuna sosyalist sistemin sunduğu bu fırsatı önemsemiyor. Yönetmene göre ülkesi ona sinema eğitimi konusunda sansür ve baskıdan başka hiçbir olanak sağlamamıştır. Acaba gerçekten öyle mi?
“Komünistlerden daima nefret ettim hala da nefret ediyorum. Ne var ki o dönemde var olan dostluğu arıyorum. Nerede o güzelim ilişkiler. Her şey daha kötüye gidiyor. Bu nedenle eski Doğu Bloku’nda yer alan ülkeler tekrar komünistleri seçiyor eskiden lanetlediğimiz günleri arar olduk.” 3 . Bunlar Kieslowki’nin neden Polonya’ya döndüğü sorusuna verdiği cevap. Peki Kieslowski Polonya ve Fransız sineması arasında fark görüyor mu? “Hayır hiçbir fark yok. Tabii ki Fransa daha sevimli bir ülke ve para daha bol. Ama insanlar hep aynı, yani umutsuz, yaşama uyum sağlayamayan, aşk acıları içinde kıvranan, hepsi aynı şekilde doğan ve ölen yaratıklar.” 4 .
Bu cevaplara bakarak Kieslowski’nin Avrupalılaşamamış bir Polonyalı olduğunu söylemek herhalde yanlış olmaz. Biraz daha ileri gidersek Kieslowski’nin dünyayı ancak Polonyalı bir köylü kadar kavradığı da söylenebilir. Bunca olup bitenden sonra iyi günlerine özlem duyarak hayıflanmaktan başka hiçbir düşünce ve duygulanım göstermemeyi ancak bir köylü başarabilir. Fransa ve Polonya arasında fark olarak sadece paranın bolluğunu görmek de köylülükten başka bir şeyle açıklanamaz. Sosyalist sistemden toplumsallığa bu kadar uzak ve yabancı bir insan malzemesinin çıkabilmiş olması düşündürücüdür. Öyle ki bu insanlar kapitalizmi yaşadıktan ve ülkesine dönmeye karar verdikten sonra bile iki sistem arasında fark görememekte geleceğe dair hiçbir umut ve perspektif taşımamaktadır.
Kieslowski’nin karakteri filmlerine de aynı izleri bırakacak şekilde yansıyor. Umutsuzluk karamsarlık hayatın ve insan eylemlerinin hiçliği anlamsızlığı ve ölümlü oluşun sürekli hissettirilmesi hatırlatılması… Öldürme Üzerine Kısa Bir Film’de hiçbir nedeni olmayan bir öldürme eylemi uzun uzun anlatılır. “Demek ki bir insan hiç nedeni yokken, üstelik yaptığı eylemden sıkılarak ve nefret ederek adam öldürebilir ve toplum da bu insanı ölümle cezalandırır” denir filmde. Bu filmin bir başka özelliği balgam renginde olabilmesi için yeşil filtre kullanılarak çekilmiş olması. Polonya’nın o yıllardaki görüntüsünü bu şekilde anlatıyor Kieslowski. Filme ideolojik açıdan bakılırsa insanın özüne ve tarihsel gelişkinliğine ters düşen, onu yok sayan, burjuva değerlerine çok yakın olduğu görülebilir. Kieslowski bütün ideolojik sistemlerin dışında ve üstünde kalarak film yaptığını sanıyor olabilir. Ama filmlerinin bıraktığı fizik ötesi duygu hep aynıdır: İnsanlar günahkârdır güçsüzdür ve yapabildikleri en büyük şey günah çıkarmak, zaaflarını kabul etmektir. Kieslowski’ye göre kötülükler toplumsal ya da ekonomik nedenlerle açıklanamaz. Bunlar insanın doğasına aittir. Bu nedenle On Emir üzerine on film yapan Kieslowski için “On Emir”e daima ihtiyaç var. Kieslowski ayakkabıcılık yerine din adamlığı yapmak istediğini söylese, belki daha inandırıcı olurdu.
Bu filmle ilgili ilginç bir nokta da ülkemizde ölüm cezasını tartışan bir film olarak algılanmasıydı. Aslında filmin böyle bir tartışmayla hiçbir ilgisi yok. Bu filmde ölüm cezası sorgulanmadan gerekenin toplum tarafından yapılması şeklinde uygulanıyor. Hatta idam doğa kanunu gibi değişmez ve kaçınılmaz bir süreç olarak işletiliyor. Kieslovski’de bu türden bir derinlik ya da anti-kapitalist bir yön bulmaya çalışmak onu politik açıdan doğru yere yerleştirememekten kaynaklanıyor.
Kieslowski’nin filmlerine natüralizm (doğalcılık) damgasını vurmaktadır. Kişilerini genellikle sıradan, güçsüz, hırssız günlük hayatın dışına çık(a)mayan insanlardan seçiyor. Bu filmlerde insan iradesinin yeri yok. Onlar doğal ortamlarında devinen, bu ortama teslim olmuş insanlar. Öldürme üzerine filminin kahramanı (katil demek bile mümkün değil) zavallı bir hayvandır. Aşk üzerine olan filminde duyguları olmayan insanların cinselliği anlatılır. (Bunu anlatabilmesi açısından bu filmi de başarılı bulanlara söylenecek söz yok elbette.) Aşk üzerine olan filmde komşusunu dürbünle izleyen bir delikanlı kafasını giderek bu kadına takar. Kadın otuz beş yaşlarında ve her gece başka biriyle olan bir kadındır. Delikanlı yaptığından aynı zamanda suçluluk duymakta ve komşusuna bu suçunu itiraf etmek istemektedir. Herkesin günlük hayatı sıkıntılı ve yoğun bir çalışma temposu içinde soğuk ve sevimsiz geçer. Yani tipik bir komünist ülkedir(!). Sonunda oğlan yaşadığı hayattan mı, yoksa kadına olan umutsuz aşkından mı bilinmez, intihar girişiminde bulunur. Ama kurtarılır sonra da komşusundan vazgeçer. Kadın için de her şeyi öğrenmesine rağmen değişen bir şey olmaz. Basit bir tutkuya bile sahip olamayan, sinirlendirici yaratıklardır kısaca.
Bu filmlerin asıl önemi, sosyalist ülkelerdeki günlük yaşantının ve insanlardaki toplumsal gelişmenin sosyalizmin hedeflerinin ne kadar gerisinde kaldığını göstermesidir. Sosyalizmin yenilgisinden sonra Avrupa sosyalizminin tezlerinin doğrulandığını varsayan ve yeni solda yer alan bütün aydınlara bu filmlerin sevimli görünmesi çok doğal. Bu filmlerdeki komünizme sövmeyle birleşen psikanalitik yaklaşımlar, yeni solculara Freud’la Marx’ı karşı karşıya getirme zevkini yaşatıyor. Pek çok Avrupa solcusu Freud ve Marx’ın tezlerinin iki ucu temsil ettiğini varsayar. Buna göre saldırganlığın ve içgüdüsel baskının nihai olarak ortadan kaldırılmasını, toplumsal sömürü yapısının ve bunun kaynaklandığı maddi kıtlık koşullarının ortadan kaldırılmasının bir sonucu olarak gören Marksistlere karşı Freud, uygarlığın gelişmesi ve korunmasının zevkten vazgeçmeyi ve içgüdüsel dürtüleri düzene sokmayı (bunlar zorunlu olarak acı verir ve baskıcıdır) gerektirdiğini savunmaktadır. En iyi durumda insanlık ancak baskıcı düzen ile toplumun devamı için gereken üretkenlik düzeyi arasında libidinal haz ile arzuladığı psikolojik özgürlük arasında var olan kararsız dengeyi korumayı umabilir. Buradan hareketle Freud’a göre sosyalistlerle anarşistlerin devrimci hedefleri sonsuza kadar ütopyacı düşler olarak kalmaya peşinen mahkumdur 5 .
Marx’la Freud’u bu biçimde karşılaştırmak (katıştırmak) Kieslowski’yi sinema dehası saymak gibi, apolitizmin ürünüdür.
“Marx’ın Kapitalini okudum ve iğrendim”… Televizyonda Vecdi Sayar’ın programında yayınlanan bir belgeselde Kieslowski’nin söylediği sözlerden biri bu. Burada Kieslowski Freud’cu gerekçeleri bol bol kullanarak Marksizmden nefret ettiğini anlatıyor. Marx’ın ekonomik ve tarihsel çözümlemelerini reddediyor ve insan doğasının özünde tarihsiz olduğunu varsayıyor. Bu belgeseli izleyen sosyalistler de herhalde Kieslowski’den iğrenmişlerdir.
Kieslowski sinemasını ticari filmler kategorisine iten sadece medyanın desteği değildir. Bu sinema tüm yönleriyle bütün popüler sanat ürünlerinde olduğu gibi bastırılmışlığın başkaldırısını yansıtmakta, ama aynı anda bu başkaldırının boşunalığını göstermeyi amaçlamaktadır 6 .
Sosyalist blok, sinema sanatını Meyerhold, Kuleşov, Vertov, Eisenstein gibi insanlarla sarstı. Reel sosyalizmin yetiştirdiği bu ustalar artık yok. Kieslowski gibi pop sanatçıları ise bazıları için sadece hoş bir esinti olabilir. Sinema, kurtuluşu için sosyalist sanatçıları bekliyor!