Siyaset sanatı ya da sanat siyaseti tamlamalarından birincisi genellikle kulağa daha hoş gelir. Gerçi kastedilen daha çok, siyasetin belli bir beceri ve yaratıcılık isteyen bir iş olduğudur. Doğrudur da…
Ayrıca, sanatın siyasete bulaşmasında genellikle bir sakınca görülmez, hatta politika gibi kaba-saba bir işi “insanileştireceği” düşünülür. Bunda doğruluk payı da yok değildir hani… Ama yine de insan, bayağı ama basbayağı da sanatçı olan Ronald Reagan’ın ABD Başkanlığı’nı düşünmeden edemiyor.
Siyaset, bir sanatsa bile, politika sanatıdır, ve bu güzel sanatlar anlamındaki sanattan apayrı bir şeydir. Siyasette de, sanatta olduğu gibi yaratıcı olunabilir, ama kötü de olunabilir.
Böylece, siyasetin sanattan bağımsızlığını ilan edip sanatın tasallutundan kurtardıktan sonra, bir de işin öbür cephesine bakalım; yani sanat üzerindeki siyasetin tasallutuna… Bakalım, sanatı siyasetten kurtarabilecek miyiz?
SANAT: İKTİDAR ve MUHALEFET…
Aslında kolaylıkla farkedileceği gibi, bu o kadar da kolay bir iş değil… Hatta, sanatın tanımı gereği, ya da tabiata gereği, “muhalif olduğu ya da olması gerektiği önermesi çoğumuza oldukça tanıdık ve fazla doğru gelebilir. Muhalefette iseniz, işin ayrıntısı çok önemli olmayabilir; bir bakıma her muhalif iyidir.
Muhaliflikten kasıt, nesnelliğe karşı insanın sahip olmak zorunda olduğu genel bir tavırdan ibaretse, durum gerçekten de böyledir: Herkes muhaliftir, ve sanat da muhaliftir. Ya da öyle olmak zorundadır. Hayatta, herhangi bir konuda bir tavrınız varsa mutlaka bir şeye karşısınızdır!
Ancak, bu muhalefet sözcüğünü bu anlamıyla kullanmak işi saçmaya vardırmak olur. Lenin’in bolşevik parti hakkındaki eleştirel değerlendirmelerinden yapılacak bir derleme, Lenin’in kendi partisinin muhalifi olduğunu pekala da kanıtlar.
Eğer, muhalefet sözcüğüne siyasi bir anlam yüklüyorsak, büyük bir ihtimalle siyasi iktidara karşı muhalefetten söz ediyoruzdur. Şimdi sanatçının bu anlamda muhalif olmak zorunda olduğunu söylemek belki rahatlatıcı bir şeydir, ancak hayat biraz daha karmaşıktır.
Reagan’ı örnek vermeyeceğim, iyi bir aktör olmadığının hele hele “sanatçı ruhu” denilen şeyi hiç mi hiç taşımadığının farkındayım. O yüzden gerçek bir sanatçı olduğu konusunda daha az tartışma çıkacak birisini Balzac’ı örnek olarak vermek istiyorum. Balzac siyasal görüşleri itibariyla “gerici” idi; monarşi yanlısı idi. Ortada monarşinin olmadığı zamanda bunun da bir “muhaliflik” anlamına geldiği söylenebilir; itiraz etmek için bir gerekçe yok.
Aşağıdaki satırlar Engels’in:
“Bu arada tek tük şeyler yerine, biriktirip yalnızca Balzac okuyarak koca adamın doyasıya keyfine vardım. Fransa’nın 1815’ten 1848’e kadarki tarihi, bütün o Vaulabelles’lerden, Capefigues’lerden, Louis Blancs’lardan ve tutti quandi’lerden çok daha fazlasıyla, onda var! O şiirsel adaletinin içinde, nasıl da devrimci bir diyalektik yatıyor!”1
Herhangi bir sınıf iktidarının, her zaman iktidardaki sınıf(lar)ın, gönüllü ortalamasına oturduğu, doğru bir düşünce değildir. Çoğu zaman, “iktidardakiler” için de bir muhalefet(!) alanı (eleştiri alanı) vardır. İktidardakilerin de iç çekişmeleri vardır.
Mesele, bir toplumsal iktidar sorunu olarak konduğunda, biraz daha karmaşıklaşmaktadır. Çünkü, bir toplumsal formasyonun tüm nüansları, ve tarihsel bileşiminin o toplumun politik örgütlenmesinde bir karşılık bulması, en son sivil toplumcuların kendilerini kaptırdıkları, devridaim motoru cinsinden bir düştür. Eğer eskaza bu düş gerçekleşirse de, tarih gerçekten (bu kez şaşkınlıktan!) durabilir.
Ancak, konumuz açısından kritik olan şudur; sanatçı, öyle ya da böyle, belli bir toplumsal duyarlılığa yaslanıyorsa, yani toplumda belli bir karşılığı olan, -bireysel de olsa-duyarlılıklardan beslenerek bu tür bir zemine oturuyorsa, belli bir toplumsal formasyonda, amiyane tabirle, “tanıklık edilecek” çok sayıda yaşantı olacaktır.
Ve bu şekilde, kendini toplumun politik örgütlenmesi içinde çok sınırlı bir şekilde ifade eden bir “duyarlılık”, sanatsal düzlemde kendisini daha fazla ifade ediyor olabilecektir. Bu sanatın muhalifliği yargısının üzerinde temellendiği nesnel zeminlerden biridir.
Türkiye’de solun siyasi ağırlığının düşük olduğu bir dönemde, edebi ağırlığı oldukça yüksek olabilmiştir örneğin. Ancak, sanatın bu demokratikliğinin belli bir sınırı da vardır; Sanatsal faaliyet ya da sanatçıların etkinlikleri, politikanın müdahaleleri kadar, başka şeylere de bağlıdır. Örneğin, yayınevlerinin de bir “yayın politikası” vardır. Bu yayın politikası da, yazarların midesi ile doğrudan ilişkilidir. Daha kestirmeden söylersek, kapitalizm sözkonusu olduğunda, piyasa, sanata ve sanatçılara müdahale eder.
PİYASA, DEVLET, ÖZGÜRLÜK…
Piyasa, kendisine karşı mücadele edilecek bir şahıs olmadığı için olsa gerek, çoğu zaman “sanatın özgürlüğü” tartışmalarında yer almaz. Daha doğrusu, “sanatçının geçim sorunu” başlığı altında yer alır.
Ortada aynı derecede ciddi bir kaç sorun vardır oysa… Birincisi, sanatçı, satılabilir türden bir meta üretmek zorundadır. Üstelik bu mal, satılabilmek için, önce ilgili kapitalisti ticari değerine ikna edebilecek türden bir mal olmalıdır. İkincisi, ve daha da önemlisi, piyasa öyle ilk bakışta zannedilebileceği gibi, kendiliğinden oluşan, piyasaya alıcı olarak girenlerin öyle bir kenarda kendiliğinden oluşturdukları beklentilerini tatmin ettikleri masum bir ortam değildir. Bu beklentiler, kendiliğinden oluşmaktan çok, oluşturulan şeylerdir.
Bir mimara giden kalfalıktan palazlanmış Karadenizli müteahhit, aslında evi kafasında çizmiştir, mimara nasıl bir ev istediğini anlatmakla yetinir. Mimardan istediği bir tasarım değildir, aslında mimari projenin onay alması için gerekli olan diploma sahibi mimar imzasıdır. Bir de, kendi bilgisinin yetmediği kimi teknik konularda mimara muhtaçtır. Ama, karadenizli müteahhide de haksızlık etmeyelim; o, piyasanın kurbanıdır! Onun müşterisi de, ne istediğini bilmektedir!
Ya da, anılarını bir gazeteci ya da yazara yazdıran işadamlarına hiç dikkat ettiniz mi? Bu kitaplar genellikle, ilgili yazarların sözkonusu işadamı ile ilgili biyografileri olarak değil de, işadamlarının anıları olarak yayınlanır. Örnekler çoğaltılabilir, ancak ilerde sosyalizm ve aydınlar meselesi tartışılırken, akılda tutulması açısından bu kadarının yeterli olduğunu zannediyorum; kapitalizmin bir aydınlar cenneti olduğu türünden bir safsatayı özel televizyonların “günün yorumcuları” dışında kimse o kadar rahat telaffuz edemez. Onlar da, kendileri kadar boş konuşan insanların adam yerine konulmasından dolayı Türkiye kapitalizminin bugünkü haline karşı hissettikleri minnettarlıklarını ifade etmek için açıkçası biraz abartıyorlar.
Bu söylenenler, bir de şunun için gerekli; kapitalizm koşulları altında yaşayan bir sanatçının belli bir hoşnutsuzluk içinde olması normal bir şeydir. Giderek, bir sınıf olarak burjuvaziden hazzetmemesi de aynı şekilde anlaşılır bir şeydir. Yaşama biçimi olarak olmadığı zamanlarda bile, hayat telakkisi itibariyle, hiç bir şekilde anti-kapitalist olmayan bir sanatçının burjuva sınıfının üyelerini dar kafalı, budala, bayağı bulması sık rastlanılır bir durumdur ve bu tür bir muhalifliği bile taşımayan sanatçıların da, eğer bu işten ekmek yiyorlarsa bile, iyi sanatçı olmaları güçtür.
Osmanlı hükümdarlarına atfedilen bilgeliklerden biri, tam da bu meseleyle ilgilidir. Bahşişlerle geçinen büyük şair Fuzuli’ye, zamanın hükümdarı, kendisini çok sevmesine ve takdir etmesine rağmen, bilerek fazla para vermemektedir. Çünkü, şımarmasını istememektedir, ve “şair azapta gerektir”.
Bu hikaye gerçekse hükümdarın, değilse uyduranın bilge bir kişi olduğu kesindir.
Çoğu insanın gençken şiir yazdığı bilinir; ama dikkat edilirse, bu sanat ilgisinin kaynağı çoğu durumda henüz ulaşılamayan ve daha çok da kaybedilen sevgiliyle ilgilidir. Mutlu bir beraberlik sırasında şiir yazabilen biri ise gerçekten şairdir.
Burjuvazi, sanatçıları nadiren kendisine hayran bırakabilmiştir ve bu temanın bir yer tuttuğu çok sayıda edebi değeri olan kitap bulmak mümkündür. Ancak çoğu durumda bu, bir yakınmanın ötesine geçmemektedir.
Geçen yüzyıl Fransız ve Rus edebiyatı, bazı açılardan tipiktirler. Kapitalizmin gençlik döneminde, eski toplumun çözülüşü ile birlikte açığa çıkan bir dinamizmin, köyden kente gelen ve hırslı ve parlak insanları da içeren bir akışın ortaya çıktığı yadsınamaz. Toplumun eski organizasyonunun çözülmesiyle birlikte, oturacak bir yer arayışında olan eğitimli insanların istikrarsız salınımının ortaya çıkardığı bir dinamizmin ürünü olan yakıcı bir eleştirellik, ve gerçekçilik duygusu bu edebiyatları benzersiz bir yere oturttu. Bu yukarıda sözünü ettiğim kesim, sözkonusu edebiyat pratiklerinin aktif nüfusu olduğu için, hem yazar olarak öne çıkanlar, hem de bu edebi eserlerin birinci elden okuyucusu, müşterisi, eleştirmeni bu dinamik içinden çıktığı için belirli bir belirleyiciliğe sahip. Ancak kuşkusuz bu kesimler edebiyat ortamında oynadıkları prizma rolünün belirleyiciliğine rağmen, kendi başlarına değil, bir toplamın unsuru olarak değişiyorlardı, ve edebiyat aynasına sadece kendi bencil çıkarlarını düşürdükleri söylenemez. Ancak, hem gerçekçiliğin hem de eleştirelliğin yeni bir şey olmamasına rağmen, “eleştirel gerçekçilik” adıyla bilinen akımın bu döneme özgü olması, ve başlıbaşına roman türünün bu dönemde serpilip gelişmesi bir raslantı değildir.
Dolayısıyla, sanatçının “özgürlüğü”nü kısıtlayan kritik bir noktaya daha işaret etmiş oluyoruz. O da bizzat sanatçının, tarihsel ve toplumsal bir belirlenimden kurtulamamasıdır. Burada sözü edilen, herhangi bir kötü niyetli otoritenin baskısı değil… Her sanatçı, bir insan için mümkün olan bir iç ve dış yaşantının ötesine geçemez, en az bir başkasının daha algılayabileceği türden bir sanatsal üretime mahkumdur. Çünkü, mutlaka birileriyle ortak bir belirlenime sahiptir bu özel belirlenim de bütünün bir parçasıdır.
Kastım hiç bir şekilde bir sanatsal yapıtın biricikliğine halel getirmek değil… Her sanat yapıtı, her insanın biricikliği kadar biriciktir, yani eşsizdir, tektir. Ancak, birbirinin aynı iki balıkçı olmamasına rağmen, eğer sözkonusu olan iki balıkçı ise, ikisinin de balıkçı olduğunu söylemekte bir sakınca yoktur.
Sanatçı, kendi sanatının birikimine ve üretim koşullarına tabidir. Sinemanın keşfedilmediği bir dünyada sinema sanatçısı olunamazdı sanıyorum, ama belki zamanının ilerisinde kimi böyle sanatçılar da vardır. Ne dersiniz?
Ya da, diyelim şair olmak, için şiir tarihi uzmanı olmak gerekmiyorsa bile, bir miktar şiir okumak gerektiği ve her şiirde başka şiirlerden ve şairlerden bir şeyler olduğu kesindir. Yaratma fiili, başkalarının yarattığı bir zeminde gerçekleştirilebilen bir şeydir, ve tekil sanatçının özgürlüğü, böylece kendisini bir kalıba sokan, “özgürlüğünü” kısıtlayan başka bir şey tarafından mümkün kılınmaktadır.
Şimdi artık, yan yolları bir ölçüde bitirdikten sonra, muhaliflik ve özgürlük başlıkları altında en fazla değinilen alana, politik iktidarla, devletle ve genel olarak siyasetle ilgili alana girebiliriz.
“Devlet sanatçısı” diye bir şeyin olduğu bir ülkede, devletin özel olarak sanat sözcüğünden hoşlanmadığını düşünmek galiba çok doğru olmayacaktır. Her devlet için geçerli olan şey, bizim başımızdaki burjuva devlet için de geçerlidir; devletin harcında aydınlar vardır. Devlet aydınlardan ibaret değildir elbette, ama koca bir toplumu çekip çeviren bir organizasyondan sözediyorsak, bu organizasyonun entellektüel bir emeği de içerdiğini kabul etmemiz gerekir.
Ayrıca, devlet iktidarı, daha genişletilmiş bir tanımla, devlet aygıtının ötesinde, iktidardaki sınıfın toplumsal iktidarının yeniden üretimini sağlayan kimi “toplumsal iktidar” fonksiyonlarını da içerir. Bu haliyle, devlet iktidarının “resmiyet” dışında da tamamlayıcıları vardır.
Dolayısıyla, genel olarak aydınlar, devlet yanlısı ya da devlete muhalif olmaz. Ya da başka bir deyişle, devlet her durumda, mutlaka belli bir aydın nüfusunu istihdam eden bir şeydir. Tersi mümkün değildir.
SİYASİ KONUM
Peki, o zaman aydınların muhalif olduğu yolundaki genel kanı nereden kaynaklanmaktadır? Şuradan; tarihte, bizim ülkemiz de dahil olmak üzere bir çok kez, kendilerini veri siyasi iktidara karşı konumlandıran ciddi aydın hareketleri ortaya çıkmıştır. Ve bu aydın hareketleri öne çıkan ve bir sonraki tarihsel dönemde belirleyici olan bir takım toplumsal dinamiklerin sözcüsü haline geldikleri için, aydınlar önemli figürler olmuşlardır.
Edebiyatçı olarak Namık Kemal’in değeri nedir? Vatan yahut Silistre’yi okuyanların, buna verecek bir cevabı mutlaka vardır. İsteyen, “ama o zaman için iyiydi, edebiyat teknikleri sonradan gelişti” gibi şeyler söyleyebilir. Çok da doğru değildir, çünkü o zamanlar da çok daha iyi şeyler yazılıyordu. Tiyatronun yeni bir şey olduğu ve bu acemiliğin mazur görülmesi gerektiği söylenebilir, ya da bunun bir sanat yapıtı değil de, propagandif ya da ajitatif mahiyette bir oyun olduğu söylenebilir. Yani, bir edebi azgelişmişliği gerçekten mazur bulmak için birçok sebep bulunabilir.
Ancak, dikkat ederseniz, Namık Kemal “Vatan Şairi”dir. Şimdi tiyatroyu bir yana bırakalım, ama bu topraklarda şiirin yeni bir şey olduğunu söylemek, ve bu yüzden de kötü bir şairin “Vatan Şairi” olmasını mazur göstermek o kadar kolay bir şey değildir.
Ayrıca, Namık Kemal’in kişi olarak oportünistliğini kanıtlamak o kadar da zor bir iş değildir.
Yine de Namık Kemal “Vatan Şairi”dir. “Hürriyet mücadelesi”nin meşalelerinden biridir.
Öyledir, çünkü “hürriyet mücadelesi”, yani burjuva devrimi zaman içinde galebe çalmıştır, ve galip gelenlerin daha iyi bir “Vatan Şairi” bulamamaları çok da fazla kendi suçları değildir. Ayrıca, Namık Kemal’in yazdıklarının kendi yetişmelerinde ciddi bir yeri de olmuştur.
O yüzden Namık Kemal’in bu sıfatı taşımasında çok da fazla bir terslik yoktur.
Şimdi, Namık Kemal’in muhalifliği aydın olmasından mı kaynaklanıyor? Mutlaka… Bir insanın o dönemde Namık Kemal gibi düşünebilmesi, ve onun gibi davranabilmesi için aydın olması şarttır. Ancak, o dönemde her aydının Namık Kemal ile aynı safta yer aldığını söylemek doğru olmaz. Bazıları karşı safta idiler, hatta karşı saftaki aydınlar daha da kalabalıktı.
Dolayısıyla, aydınlar toplumsal dinamiklerin seyrini görebilmek için gerekli entellektüel donanıma sahip insanlar olarak, muhalif olabilmektedirler. Daha doğrusu, aydınlar arasında ciddi bir siyasal ayrışma yaşanabilmekte, bunun gerçek bir toplumsal dinamiğe denk düştüğü zamanlarda da bu muhalif aydınlar öne çıkmaktadırlar.
Siyasetle ilişkileri sözkonusu olduğunda, sanatçıları aydınlar genel başlığı içinde incelemek, hem daha kolay, hem daha doğru olur. Elbette, bir klarnet virtüözünün entellektüel olamayabileceğini akılda tutarak..
Aydınlar, genel olarak verili siyasi iktidarın topluma inandırıcı hedefler gösterme kabiliyetini yitirmesine bağlı bir şekilde, toplumdaki genel bir yarılmanın öğeleri olarak siyasal anlamda muhalif olurlar. Genel olarak kültürel alan olarak adlandırılabilecek bir alandaki yarılma, ideolojik yeniden üretimde yarattığı gedikler itibariyle, çoğu durumda bir toplumsal dönüşümün hazırlayıcısı olmuştur.
1789 Fransız Devrimi’ni hiç bir şekilde Aydınlanma hareketi yapmamıştır, ama Aydınlanma ideologları birçok şekilde bu devrimi yapanları ve devrimi hazırlamıştır.
Bu durum, örneğin Namık Kemal’in şahıs olarak ne ölçüde tutarlı bir muhalif olduğundan büyük ölçüde bağımsız bir sorundur, Namık Kemal’in burjuva devrimcilerin oluşmasına düşürdüğü gölge kendi boyundan büyük olabilir.
SİYASETTEN KAÇIŞ
Buraya kadar, belli bir siyasi bağlanma bağlamında muhaliflikten söz ettik. Bu şekliyle sorun, soyut bir devlete ya da otoriteye karşı muhalefet değildir. Bu sözkonusu muhalif aydınların, belli bir siyasi görüşleri vardır, ve bu görüşler doğrultusunda mücadele etmektedirler.
Ancak, bir tür entellektüel depolitizasyon olarak tanımlanabilecek bit muhaliflik türü bugün daha makbuldür. Daha doğrusu, bu eskiden, solcular dışındaki estetler arasında, sanatı kendisi olarak kavrama ve politikadan (solculuktan) koruma kaygısı olarak dışa vuran bir şeydi. Ama, daha önce Kamil Efe yoldaşımıza, “Türkiye’de anarşist mi var? ” sorusunu sordurtan ve sadece bu ülkeyle sınırlı olmayan, bir tür entellektüel anarşizm galiba sanıldığından daha yaygın.
Türkiye’de 1990’lı yılların başında, Marksist estetik Marksist sanat hareketi vb… başlıklar çerçevesinde tartışan insanların, tartışmanın merkezine siyasetten bağımsızlık sorununu koymasında bir miktar terslik yok mudur, örneğin? 1990’lı yılların, başında, Türkiye’de partiden bağımsız icra-i sanat eylemekten daha kolay bir şey olamazken, bunu yapmak yerine gerekçelendirmek, daha çok kişisel bir tercih üzerinde tartışıldığı duygusunu uyandırıyor.
Ben, bu entellektüel anarşizmin akademik çevreler dışına taşmasının önemli nedenlerinden birisinin siyasi faaliyetlerini yer yer haklı da olarak, hayırla anmayan, örgütsel ve siyasal çalışma anlamında boşa düşmüş ve “kültür”le tanışan kalabalıkça bir nüfusun, yeni sol (ve yeni sağ) literatüre mahkum olması olduğunu düşünüyorum. Yeni başlayanların koca bir kitaplıkla başa çıkması tabiatıyla kolay değildir!
Tam da bu yüzden, genel olarak kültür, boşa düşmüş solcunun “fırsat bu fırsatken kendini geliştirme mesaisi” olmaktan çıkarılmalı, örgütlü mücadelenin bir konusu ve parçası, bir üretim alanı, ciddi bir iş olarak görülmelidir.
Sanatsal faaliyet, elbette “bu işler aslında ince işlermiş!” diyen siyasetten emekli solcuları da kapsayabilir. Bunda bir sakınca da yoktur. Bunda, siyasetle bu işlerin inceliğini anlayamayacak tarzda uğraşmalarının bir payı da vardır, belki ve sırf bu yüzden bu tür bir incelme ya da kültürlenme döneminin bir verimi de olabilir.
Ama, iplerin daha da inceldiği bir alana girmeye başladığımızın altını çizmek istiyorum; sanatın siyasetten ayrı bir etkinlik ve üretim alanı olduğunu söylemek bir başka şeydir -bu doğrudur-, bunu bir örgütsel özerklik sorunu ile bağlantılandırmak ise apayrı bir şeydir. Giderek, sanatsal meselelerle ile ilgili olarak izlenmesi gereken doğru siyaset nedir sorusunun çerçevesi dışına çıkarak, sanatçıların iç meselelerine siyasetçiler karışmamalılar, türü bir zemine kayması tümüyle apayrı bir şeydir.
Sanat ve sanatçılar siyasete bulaştıkları için değil ama, siyasetçiler ve bu arada siyasetçi olmayan başkaları da sanata ve sanatçılara bulaşırlar. Işığa çıkanlar gözle görülürler.
Hele de siyaseti, otoriter bir yan içerdiği için sevimsiz buluyorsanız, -ki bugünkü yaygın yeni sol literatür bu anti-otoriteryanizmi bir ideolojik iklim düzeyinde yaygınlaştırmıştır -bu durumda siyasetsiz bir solculuk size daha da cazip gelecektir. Sorun, burada kişisel olarak siyasetle uğraşıp uğraşmamaktan çok, bir siyasete bakış sorunudur.
Bir siyasi iktidara karşı iseniz, yapmanız gereken ona karşı siyasi faaliyette bulunmaktır. Ama herhalde, sevilmeyen bir siyasi iktidarı en fazla sevindirecek şeylerden birisi, “amansız” muhaliflerinin “siyasete tenezzül” etmemeleri olurdu.
Allahtan böyle bir şey mümkün değildir: Siyaset, istemeden de yapılan bir şeydir. Tam da, bir önceki paragrafta tarif edilen durum yüzünden; siyasetin olduğu bir toplumda, siyasetten kaçılamaz. Yalnızca, belirli siyaset(ler)den uzak durulabilir; tercih edilmediği, güvenli bulunmadığı, gerçekçi olmadığı, yanlış olduğu, vs. gibi nedenlerle…
Ama siyaset fobisinin zaten baş edemeyeceği bir şeyi hedeflemesi mantıksızdır; hedef tahtası daha dardır. Devlet iktidarı için mücadele olarak siyaset, ya da devlet iktidarı olarak örgütlenen siyaset; bu siyasetin örgütlenme biçimi (örgüt, parti, devlet) ve bunlarda içkin olan şeyler; otorite ilişkileri, yabancılaşma vb…
Yanlış anlaşılmasın, sanatçıları siyasete ısındırmaya çalışmıyorum. Eğer eskaza arada böyle bir sonuç da elde edersem fena olmaz tabii, ama belki de daha zor bir şeyi, “solcuları” siyasete ısındırmayı başarabilirsem daha iyi bir şey yapmış olurum sanıyorum.
“İnce işlere” biraz meraklı birisinin, sosyalist siyaseti aydınları zorunlu olarak “muhalefet”e iten karanlık yüzlü bir otorite olarak algılaması, ve kendisini böylesi “kaba” bir iş olan siyasetten uzak tutması, hele hele bu durumun yaygın bir şekilde normal addedilmesi, bizim tarafımızdan geçici bir ideolojik başarısızlık olarak algılanmalıdır. Her an her şeyi başarmak zorunda değiliz elbette ve bunu zaten yapamayız, ancak başarısızlıkları kanıksamak zorunda hiç değiliz.
İDEOLOJİK MÜCADELE ve SANAT
Çok sık tekrarlanan bir yanlış doğruya dönüşmez, ama doğru gibi algılanmaya başlanır. Bu yüzden, yanlışın yanlış olduğu tesbitiyle yetinilmemeli ve etkisi ciddiye alınmalıdır. Bu yüzden teşhir, en az “teşhir edilen” kadar sürekli olmalıdır.
Ve “teşhir edilenin” zenginliği ile başa çıkmayı önüne koymalıdır.
Sosyalist siyaset, her şeye bulaşma takıntısı olduğu için değil, ideolojik mücadele diye bir gündemi olduğu için, sanatı amatör bir ilginin ötesinde, ve bu tür bir ilginin kapsamıyla sınırlı olmaksızın ilgi alanı içine alır. Aydınların ve kitlelerin halet-i ruhiyesine kayıtsız bir siyasi hareket ve giderek de bir siyasi iktidar olamayacağına göre, başka türlüsü de mümkün değildir.
İyisi ve kötüsüyle, “sanat” tanımı çerçevesine sığdırılabilecek pratiklerin bir ideolojik yeniden üretim faaliyeti olarak da algılanması pekala mümkündür ve “indirgeyici” bir siyasetçi bakışı esas olarak, meseleyi bu yönüyle algılar.
Buna, sanırım bir miktar hakkı da vardır. Sanatı, “ideolojik” mücadele bağlamında değerlendirmek de, bir tür mesleki deformasyon olabilir; olsun!
İdeolojinin ve ideolojik mücadelenin dar anlamda siyasal ideolojiler ile sınırlı olmadığını, ama bunlarla bağlantılı olan “gündelik” ideolojilerle ya da genel olarak dünya görüşü hayat telakkisi gibi terimlerle adlandırılan zeminde gerçekleştiğini bu söylenenlere eklersek, bu indirgemenin pek de alan daraltmadığı sanırım açık olacaktır.
Zor iş mi? Zaten zor olduğu için aydınlar önemlidir. Ve allahtan “sanatçı”ların bir kısmı, zanaatçı olmanın ötesinde aydındırlar.