…
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
isin kolayına kaçmadan ama
gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü
anneciğin resmini değil
ne de ak örtüde elmaların
ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında
dolanan kırmızı balığınkini
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini
yapabilir misin
çok şükür çok şükür bugünü de gördüm
ölsem de gam yemem gayrının
resmini yapabilir misin üstat
Nazım Hikmet (Saman Sarısı)
Ne yazık ki bu dizelerin ithaf olunduğu ressamın hiçbir zaman böyle bir kaygısı olmadı… Sanatta hep bir köylü olarak kaldı. Bu yazı, sosyalizm mücadelesinde ressamın nasıl bir kaygıya sahip olması gerektiğini biraz açmaya çalışacak. Yazı resim üzerinde yoğunlaşacak, ancak buradan çıkarak sosyalist sanata dair genel şeyler söylemeyi de hedefliyor.
Resim, ele alınması biraz cüret isteyen bir konu gibi görünür. Bir yandan çok somut ve bir anda çarpan bir sonuç sunar, ancak diğer yandan resim eleştirisi yapmak için biraz resimle içli dışlı olmak gerektiği, ressamın tuvalde anlayamayacağımız birtakım şeyler söylüyor olabileceği kaygısı, kesin bir yargıya varmayı güçleştirir. Ancak özelde resmi, genelde sanatı, sosyalist bakışın ve yaratıcılığın sahiplenmesi gereken bir alan olarak görmek, bu anlamda kendine tanıdığı tam bağımsızlık alanını geçersiz kılmak gerekiyor…
Sosyalistler neden resim üzerine bir şeyler söyleme gereği duysunlar? Bunun cevabı sosyalizm mücadelesi insanının zengin kimliğinde yatmıyor. Resim, son tahlilde söyleneni en kısa yoldan söyleyebilen bir propaganda aracıdır! Goya’nın tablolarını, David’in Marat’sını, bizi coşturan Lenin tablolarını ya da Georg Grosz’un burjuvazinin iğrenç yaşamını betimlediği resimlerini hatırlamak bu konudaki şüphelerimizi biraz giderecektir sanıyorum; ancak yeterli olmayacaktır…
Yeterli olmayacaktır, çünkü örgütlü aydın ve örgütlü resim yine de pek tanıdık olmadığımız bir durumdur. Üstelik, propaganda aracı olarak resim dediğimiz zaman, orada biraz durmak da gerekir. Sanatın zenginliğini ve gelişimini zedelemeden onu siyasal bir araç haline getirmek mümkün müdür? Bu sorunun cevabı öncelikle siyasal öznenin zenginliğinde aranmalıdır. Bugüne kadar sanat-politika ilişkisinde öznelere pek de yer olmadı, ve bu da hangi siyasetten ve hangi sanattan bahsedildiği konusunda oldukça belirsiz bir algılayışa neden oldu; devrimi yapacak olan siyasal özneden bahsediyoruz. Öznenin zenginliği ve manüplasyon gücü, sanatın kuru bir propaganda aracı olarak değil, sosyalist toplumu yaratma mücadelesinde üretici ve kendini geliştirebilen bir alan olarak görülmesinin başlıca garantisi olacaktır; bu garantiye tek başına örgütsüz sanatçı sahip olamaz. Çok basit bir örnek gerekirse; gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmi gerçekçi bir resimdir, ancak sosyalist mücadeleye dâhil olamaz; ressamının kaygısı ne olursa olsun…
Sosyalist mücadelenin aracı olarak resim, nesnesine bir mücadelecilik atfetmek durumundadır; bu mücadeleciliğin kaba ve kuru bir tarzı getirmemesi gereği ise, siyasal hattın zenginliği diye tanımladığımız şeyde yatar.
Öyle de değil ama böyle de değil diye sosyalist sanat tanımlamaya kalkışmanın çok verimli olmadığı gerçek; ama bugüne kadarki sosyalist gerçekçi resimlerin insanın içini pek ısıtmadığı da bir gerçek; sorunun kaynağı tüm sanatların ve edebiyatın yaşadığı bir gerilimden kaynaklanıyor: Sosyalist mücadelenin sanatı, sosyalist toplumun sanatı değildir. Gözetmesi gereken belli dengeler vardır, ve siyasete daha doğrudan tabi olmak durumundadır. Sosyalist toplumda sanatta da bir devrim gerçekleşebilecektir, ama bugünün sanatçısı, kapitalizmin sınırları içinde yobazlaşan ve sürekli geri dönüşlerle kendini tüketen bir sanatın kapılarını ancak siyasal mücadele içinde zorlayabilir; daha fazlasını yapamaz. Bu nedenle sosyalizm mücadelesinde, içeriğinin zenginliği teslim edilmekle birlikte, sanatın bir propaganda aracı olma işlevi öne çıkar…
Buraya kadarki kısmı, öyle de değil kısmıydı; ama böyle de değil kısmına gelirsek; sosyalist gerçekçilik, sosyalist bir ressamın gerçekçi resimler yapması demek değildir 1 . Sosyalist gerçekçilik, bugünün toplumuna yarını gösterebildiği yani devrimci olabildiği oranda sosyalist mücadelede yerini bulacaktır. Sanatçının, durağan bir tanımla-ma ile yetinmemesi, bu anlamda öncelikle gerçekçi değil öncelikle sosyalist olabilmesi gerekir!
Bugünden ileriye dönük olarak bakıldığında, sosyalist mücadelede sanatla sosyalist toplumda sanat arasında var olan gerilimin, verimli kılınabileceği de düşünülmesi gereken bir nokta… Bir tehlike sosyalist gerçekçilikte kuruluk ve tıkanma ise, diğer bir tehlike de sosyalist toplumda, aynı sertlikte olmasa da yaşanabiliyor; sanat devrimciliğini yitiriyor. Kapitalist düzende sanatın tek soluk alma noktası olan sosyalist gerçekçilik, sosyalist toplumda bir ayak bağı haline gelebiliyor…
Lenin’i capcanlı olarak karşımıza getiren ünlü Lenin tablolarının hemen hemen hepsi fotoğraftan yapılmış. Bu anlamda birer sanat faaliyeti olarak değil, ama teknik anlamda mükemmel çalışmalar olarak karşımıza çıkıyorlar. Şurası açık ki hepsi son derece güzel ve coşku vericidir; ancak Sovyet toplumunun devrimcilerin resimlerinin yanında, devrimci resimleri de hak ettiğini teslim etmek gerekiyor. Devrim öncesinde ve devrimin ilk yıllarında muazzam bir toplumsal tablo çizen Sovyet resmi, ilerleyen yıllarda daha bir durağanlaşıyor ve “gerçekçiliğe” yöneliyor… Sanatın devrime giden yolda kızıllaşması ve toplumsal anlamda üretici kılınması -devrimcileşmesi-, sosyalist toplumda sanatta devrimi gerçekleştirebilmenin de bir ayağını oluşturabilecektir. Gerilimin bir kopuşa değil, sağlıklı bir üretim için motivasyona dönüşebilmesi burada yatıyor.
Bugün sanata bakış açımız için iki farklı düzlem tarif etmiş olduk: Sanatı bir propaganda aracı olarak kullanabilme olanağımızı reel kılabilmek birinci düzlem, sanatı toplumsal üretime yönlendirerek kapitalist yozlaşmadan silkinmesini sağlayarak gelecek toplumla olan bağlarını kurmak ikinci düzlem oldu. Çok açık ki birinci ve ikinci düzlemler aynı şeye işaret ederler ve biraz “pragmatist” olmanın hiçbir sakınca getirmeyeceği bir alan olarak birinci düzlem, ikinciye yönelik olmadığı oranda kalıcı bir araçsallık da sunmayacaktır… Afişlerde resim kullanmayı örnek olarak alalım. Mahallelerin duvarlarını sömürü çarkında ezilen işçi resimleriyle donatabiliriz; bir fabrikada çalışan gözleri çökmüş, alnı terli işçiler… çark dönüyor. Genel olarak sosyalist gerçekçi resmin bakış açısı bunu göstermek olmuştur; sömürü gerçektir, ezilen sınıfın bu tablosu da genelde gerçektir. Bu afiş kesinlikle gerçekçi ve kesinlikle sol bir bakışın ürünü olurdu. Ve kesinlikle bizim kullanmayacağımız bir afiş olurdu! Eksik olan ikinci düzlemdir. Kurduğumuz bu tabloda işçi sınıfının çalışma koşullarına bir bakış vardır işçilerin kendi yansımalarını görecekleri bir bakış; ancak önemli olan Ulis’in ilk ve saf bakışı değildir; önemli olan değiştirme mücadelesinin dinamiklerini sergileyen bir bakıştır; sadece bakmakla yetinmeyen, değiştiren öznenin bakışıdır 2 . Ve sanatın ölü toprağından silkinmesini sağlayacak olan da bu bakıştır…
* * *
Diego Rivera, Meksikalı bir komünist. Bir ressam. Meksika’da kilometrelerce duvarı resimleriyle süslemiş. Aztek’lerin köleleştirilmesinin hikayeleri, Meksika halkının yoksulluğu, toprak, Meksika folkloru; hepsi en ince ayrıntısına kadar bu kilometrelerce duvarda iç içe ve capcanlı duruyor. Yüzyıllar boyu Meksika topraklarında çekilmiş bütün acılar harmanlanıyor… Ama Diego Rivera’nın o kadar bilinmeyen ve benim çok sevdiğim bir resmi var. Ölümünden bir sene önce 1956’da hasta yatağında yapıyor. Adı “Rus Devriminin Yıldönümünde Geçit Resmi”. Kızıl Meydan’da yüz binlerce insan var; kadın erkek işçiler, köylüler, askerler, çocuklar; hepsinin elinde bayraklar ve pankartlar. Ve bu insan kitlesi kocaman bir küre taşıyor; kürenin üzerinde her dilde “barış” yazıyor… Rivera’nın bu resmi ömrü boyunca yaptığı diğer resimlerden çok farklı; yüzler yok, ayrıntılar yok, sadece Kızıl Meydan’a akan bir renk seli… Bu resimle, Moskova’da ölüm döşeğinde sanatını aşıyor. Ve galiba Moskova 1956 güzünde mutluluğun resmini yapıyor.
Bizim de mutluluğun resmini yapacağımız günler uzak değil…
Dipnotlar ve Kaynak
- Haftalık İktidar gazetesinin bir sayısında, ülkemizi ziyarete gelen bir Kübalı ressam ile ilgili bir haber çıkmıştı. Haliç’in kahverengi sularının karşısına tualını kuran ressam, tuvaline karmakarışık boyalar atmaya başlamış, yoksa? sorusunu akla getirmişti. Ancak bir süre sonra bu belirsiz renklerin arasında Küba halkının ve sosyalist kazanımları sahiplenme mücadelesinin belirdiği ve herkesin yüreğine su serpildiği anlatılıyor. Anlamlı bir örnek olduğunu düşünüyorum. Sosyalist gerçekçilik, bir anlamda kapitalist toplumda sosyalist sanatçının “mecbur” olduğu bir tarzdır. Sosyalist toplumda ise aşılması gerekiyor, tabii yüreklerimize su serpmek kaydıyla!
- Bugün Türkiye’de sosyalist gerçekçilik akımını sürdürmeye çalışan bir sanatçı grubu var: Yeni Dal. Kurucuları arasında bugün 71 yaşında olan Avni Memedoğlu da yeralıyor. Grup üyelerinin çoğu, zamanında aktif olarak sosyalist mücadele içinde yer almışlar. Tablolarına daha çok Ulis’in bakışı hakim. Ancak çok uzun zamandır sürdürmekte oldukları sosyalist gerçekçiliği yaşatma mücadeleleri saygı ve ilgiyi hak ediyor…