Filiz Ali’yi bilmem tanır mısınız? Kim olduğunu, ailesini filan değil; bunlar şu anda önemli değil. Uzun yıllar Cumhuriyet’te yayınlanan yazılarını, şimdi zaman zaman Yeni Yüzyıl’da yar alan eleştirilerini. Bunları okur musunuz?
Müzikle iletişimim tamamen amatör bir dinleyicilik çerçevesiyle sınırlı, ama tıpkı edebiyat gibi, bu sanat alanını da, bir devrimci için bağ kurmanın vazgeçilmez olduğu alanlardan birisi olarak görüyorum. Bu nedenle Filiz Ali, ya da az sayıdaki müzik eleştirmenin yazılarını, çoğunlukla vakıf olmadığım kriterler üzerine bina edilmiş olsalar da, ilgiyle okumaya çalışıyorum.
Eleştirmenlerin müzik alanındaki beğenilerimizin oluşumuna ne kadarlık bir katkı koyduklarını açıkçası bilemiyorum ve icranın klasik müzik açısından son derece önemli olduğunu kavramakla birlikte, müzik kulağı iğdiş edilmiş bir toplumda kültürel çürümeye karşı teknisist yaklaşımlardan çok ideolojik bir mücadele verilmesi gerektiğine inanıyorum…
Bu tabii, Filiz Ali ve benzerlerinin işi değil; onlar ideolojik mücadelede bizim tam da karşımızda duruyorlar. İnsanlığın yaratmış olduğu en kalıcı sanatsal damarlardan birisinin kuşatılmış bir sırça köşkün içinde kuruması işlerine geliyor. Çünkü bu sırça köşkün dışındaki “canlı” hayatın insana büyük acılar veren bir “müzik işkencesi”ne teslim olması, sırça köşkün içindekileri sözüm ona değerli kılıyor.
Evet, sanatın bütün alanlarında ve özellikle yaygın tüketimiyle müzikte bir karşı saldırı başlatmak, bu iğrenç düzenin mekanizmalarına karşı ideolojik ve siyasal alanda bayrak açmış usta ama her şeyden önce yürekli sanatçıları bekliyor.
Sosyalist örgütlenme, bu alanda ön açıcı olmak, teşvik etmek ve gerekli araçları yaratmakla yükümlüdür. Bu yükümlülük, sanatsal üretimin yaratıcı ve karmaşık yapısını kısırlaştırmamak koşuluyla, bu alana siyasal müdahaleler yapmayı da zorunlu kılmaktadır.
Gelelim, Filiz Ali’ye…
Filiz Ali, bu müdahaleyi zaman zaman tersinden yapmaya kalkanlardan yalnızca birisidir. Ve çizmeyi aştığı her durumda bizzat kendisi, müdahale edilmesi şart olan bir şımarıklıktadır.
20 Mart tarihli Yeni Yüzyıl’daki “Stalin’in ezdiği müzisyen” başlıklı yazı, bu yazıyı kendisine ve 90. ölüm yıldönümünde (!) andığı Şostakoviç’e ayırmama neden oldu. Biz de yayınlarımızda bu türden hataları sıkça yapıyoruz, bu nedenle yazının üst başlığındaki “ölüm-doğum” karışıklığını boş verelim ve asıl konuya geçelim…
Sovyet besteci Dimitriy Şostakoviç, Ekim devrimi sonrasının en ünlü ve bu ünü yalnız kendi ülkesinde değil, batıda da pekiştirdiği için, en çok tartışılan bestecisidir. Müzik yaşantısı Ekim devriminin ilk yıllarında başladığından, her şeyiyle Sovyet deneyinin bir parçası durumundadır. Çoğu onun için, “yüzyılın en büyük bestecisi” der.
Bu nedenle yaşamı, eserleri ve anıları didik didik edilmiş, sanatsal başarısı ile ülkesi veya bütün çelişkilerine rağmen dünya görüşü arasındaki bağlar koparılmaya çalışılmıştır. Öyle etkili bir çabadır ki bu, ortalama aptallıktaki bir Amerikalı için o artık zavallı Dimitriy’dir, çünkü örneğin onun eserlerinin yer aldığı plak kapaklarında bile ondan çok, Stalin’den söz edilmektedir.
Baksanıza, adam resmen “ezilmiştir”…
Filiz Ali’ye göre, Stalin ve onun müzik alanındaki ajanı “yeteneksiz ve baş belası” Tihon Hrennikov, Şostakoviç’e akıl almaz bir sansür uygulamış ve onun yaratıcılığını köreltmişlerdir. Buna örnek olarak da bestecinin “Mtensk Bölgesi’nin Lady Macbeth’i” adlı operasına karşı 1936 yılında başlatılan kampanyadan bahsedilmektedir.
Beğenilerim Filiz Ali’yi tatmin etmek zorunda olmadığı için, Hrennikov’un müziğin değişik türlerinde vermiş olduğu ürünlerin pek de yeteneksiz birine işaret etmediğini söylemek zorundayım. Aslında bu pek de önemli değil. Sosyalist kuruluşta, belli bir sanatsal alanın örgütlenmesinde öne çıkanların o alanın “en iyileri” olması gerektiğini hiç düşünmüyorum.
Burada asıl önemli olan, kuruluş yıllarının son derece değerli kaynaklarını kullanan sanatçıların neye karşı özgür olacakları tartışmasıdır. Sovyet düzeni, sanatçılara ve doğal olarak müzisyenlere özgürlüklerini sosyalist düzenin kuruluşu ve savunulması doğrultusunda kullanmaları için yol göstericilik yapmış, zaman zaman bu doğrultuyu kazanabilmek için, sansür uygulamıştır.
Bunun trajik bir durum olduğu açıktır. Ancak, kapitalizmle sınıfsız topluma giden büyük kuruluş arasındaki mücadeleden daha trajik ne olabilir ki?
İnsan hayatının bir amaç uğruna sona ermesi, yüzyıllar boyu ezilenlerin haklı olarak “güzelledikleri” bir durumdur ve bu da trajik değil midir?
Şostakoviç, Haçaturyan, Kabalyevskiy ve ülkeye döndükten sonra Prokofiyev gibi usta bestecilerin zaman zaman acımasız eleştirilerle karşılaşmaları, İspanya İç Savaşı’na “gönüllü” olarak yollanan Sovyet yazarlarının, Alman cephe gerisine ölüme giden çekistlerin veya dünyanın herhangi bir yerinde ve örneğin Diyarbakır cezaevinde ezilenlerin kurtuluşu için kendini yakanların durumundan daha trajik değildir.
Bu müzisyenler, herhangi bir yerde değil, geri bir toplumdan gelişkin bir sosyalist ülke çıkarma uğraşı verilen topraklarda müzik yapmışlardır. Ve sanıldığının tersine, çoğunlukla bu durumu anlamışlar, sanatsal faaliyetlerini ona göre şekillendirmişlerdir.
Bunda şaşırtıcı bir şey olmadığı gibi, sanatsal açıdan ortaya geri ürünlerin çıkmadığı da ortadadır. Şostakoviç’in Sovyet düzeni tarafından beğenilmeyen eserleri arasında üzerinde en fazla gürültü koparılan iki tanesi, yukarıda andığımız opera ile yine 36 yılında tamamlanan ama besteci tarafından da uygun bulunmayarak gün ışığına çıkartılmayan 4. senfonidir. Değil Filiz Ali, batının bütün burjuva kalemşörlerinin uğraşlarına rağmen, bu iki eser Şostakoviç’in 5 ve 7 no’lu senfonilerinin başarısına hiç ulaşamamışlardır. 5. Senfoni, 36’da Pravda’da hakkında ağır eleştiriler çıkan besteci tarafından tam bir yıl sonra “bir Sovyet sanatçısının haklı eleştirilere yanıtı” diye sunulmuştur. Bu eserin başarısı bugün tartışılmıyor.
7. Senfoni ise, 1941’de bir sanatçı tarafından, itfaiye eri olarak gittiği kuşatılmış Leningrad’da besteleniyor. Nazi bombaları altında yaratılan bu senfoni Hitler ordularının şehri almak için son bir saldırı yapacakları 9 Ağustos günü Leningrad’da icra ediliyor. Aynı bestenin Londra’daki performansı ise kitlesel anti-faşist gösterilere neden oluyor.
Bugün, insanlığın zulüm ve sömürüden kurtuluşu için yüreği çarpan herkese, Şostakoviç’in 4. değil, 7. senfonisini dinlemelerini tavsiye etmem için, Filiz Ali’den izin almam gerekmiyor.
Ama, Filiz Ali’nin kimden izin aldığını merak ediyorum. Çünkü kısa yazısında, sosyalist düşünce ve eyleme o kadar büyük hakaretler ediyor ki…
Filiz Ali’nin iddiasına göre, Şostakoviç, Stalin’in kaba eleştirilerine karşı, ilginç bir silah geliştirmiş ve yemeklerini tuzsuz bulan Sovyet düzeninden intikam almak için kilolarca şap kullanmıştır:
“Şostakoviç çifte kişiliğini artık iyice benimsemişti ve bize çılgınca neşeli gibi gelen dinamik ritimli, keyifli, şakacı Rus köylüsünün dansını sunuyordu. Stalin’in istediği gibi folklorik öğeler kullanıyor, ama bu öğeleri öylesine abartıyordu ki… Tabii, onu bu öğeleri kullanmaya zorlayanlarla nasıl hınzırca alay ettiğini ancak satır aralarını okuyabilen, yani anlayan anlıyordu.”
Bununla da kalmayan Filiz Ali, bestecinin film ve tiyatro müziklerini bestelemesini de yaratıcılığın frenlenmesi olarak gösteriyor.
Sovyet düzeninin müzikte folklorik öğeler kullanımını sürekli gündemde tutmasının çok çarpıcı bir anlamı var: Müziğin, egemen sınıfların tekelinden çıkartılarak toplumsallaşması ve insanlığın tarihsel yürüyüşü ile bağdaşması gibi kuramsal bir hedefe yaslanıyor. Ayrıca, yine bununla bağlantılı bir pedagojik işlev var: Geniş yığınların çok sesli müziğe yatkın hale gelmesi…
Herhalde bu iki alanda da Sovyetler’de ulaşılan başarılara kimsenin itirazı olmayacak. Tek bir örnek: Bugün batıda pek namlı orkestraların kadrolarının neredeyse yarısı Sovyet döneminde yetişmiş müzisyenlerden oluşuyor. Ve son yıllarda milyonlarca Sovyet emekçisinin kulağına dönük gerçekleşen faşist saldırılara rağmen, oralarda hala herhangi bir toplumdan daha gelişkin bir ilgi var çok sesli müziğe.
Bütün bunlar durup dururken olmadı… Yönlendirmeyle, zaman zaman yasaklamalarla ortaya çıktı. Ve ne ilginçtir ki, Şostakoviç, bu yasaklamaların önemli bir bölümünün planlayıcısı veya savunucusudur:
“Müziğin yayınlanma ve icrasından sorumlu otoriteler, kategorik olarak “hafif müzik”in yayını ve icrasını yasaklayan bir genelge çıkartmalıdırlar…”
Şostakoviç bazı müzik türlerini zararlı ve zehirleyici bulmakta ve onlara karşı topyekun savaş ilan edilmesini talep etmektedir…
Ne kadar zalimce!..
Doğrudur, Şostakoviç zaman zaman düzenin acil gereksinimleriyle çelişkiye düşmüştür, ama hiçbir biçimde, düzenin ideallerine yabancılaşmamıştır, bu ideallerle alay etmemiştir. Filiz Ali, senfonilerinden birisi Ekim devrimine, bir diğeri 1 Mayıs’a, ötekisi Leningrad kuşatmasına, sonrasında barışa on ikincisi Lenin’e ayrılan; Mayakovskiy, Ermler, Aleksey Tolstoy, Yutkeviç, Arnstram, Dolmatovskiy gibi usta edebiyatçı, sinema ve tiyatro adamlarıyla çalışan; yüzlerce devrimci şarkıya imza atan mütevazı kişilikli bir Sovyet sanatçısına ağır bir hakarette bulunmaktadır.
Yalnız Şostakoviç’e değil, yüzyılın en iyi bale müziklerinden ikisinin, devrimci Gayan ve devrimci Spartaküs’ün yaratıcısı Aram Haçaturyan’a, Requem’iyle devleşen Kabalyevskiy’e ve diğerlerine…
“Bir Sovyet bestecisi her türde eser vermelidir” diyerek Besteciler Birliği’ne üyelik koşullarından en ilgincine fikir babalığı yapan Dimitriy Şostakoviç’in son derece profesyonel ürünlerin yanı sıra milyonlarca emekçinin ıslıkla popülerleştirdiği film müzikleri bestelemesini Filiz Ali banal bulabilir…
Ben bulmuyorum. Çok sesli müziğin hemen her türünde, senfoniden caza kadar, tarihin kaydettiği en yaygın ve anlamlı ilerlemenin yaşandığı bir müzik ortamı yaratan mekanizmalara ve “her işe burnunu soktuğu” için Stalin’e kızmayı hiç düşünmüyorum.
Ezen-ezilen edebiyatı yapmaya gelince… Seviyesiz gazete patronları ve kuşatılmış sırça köşklerin gerçek sahibi sömürücüler tarafından fena halde ezilen Filiz Ali ve benzerlerinin söz söylemeye hiç hakları yok…