Komünist Parti Manifestosu, bu Şubat ayında, 150 yaşına basıyor.
Yani, tam zamanında!
1989’dan bu yana, anti-komünistlerin ve döneklerin oluşturduğu cephe, marksizme ilişkin olarak söyleyebileceği her şeyi söyledi. Marksizmin defterinin dürülmesi adına ellerinden gelen ne varsa yaptılar.
Sonuç ortada. Ellerinden, ciddiye alınabilir hiçbir şey gelmedi. Gelinen noktada, marksizm eleştirisi iflas etmiştir.
İflas, şimdilik yalnızca teorik cephede. Ama iflasın sonuçlarını ideolojik ve siyasal cepheye taşımanın zamanı gelmiştir.
Komünist Parti Manifestosu, “komünizm hayaleti”ne karşı, komünistlerin gerçekte ne istediğini ortaya koymak için yazıldı ve yeni bir dönemi başlattı. Manifesto’nun yazıldığı dönemde, bir hayalet olarak komünizm, her türden muhalif harekete yönelik suçlama ve iftiraların bir toplamıydı.
1848 Şubatı, tarihin bir dönüm noktası oldu. 1998 Şubatı da, bir başka dönüm noktası olacak.
Bugün de bir “komünizm hayaleti” var. Demiryollarını savunanlardan daha az vahşi bir özelleştirme isteyenlere, yoksulluktan yakınanlardan devletin ekonomiye sınırlı bir biçimde de olsa müdahale etmesini isteyenlere kadar her türden “muhalif”, komünistlikle damgalanabiliyor. Burjuva demokrasisini, piyasanın anarşisini, eşitsizlikleri, sömürüyü ya da emperyalizmi eleştirenlerin karşısına “komünizm bile iflas etti” argümanıyla çıkılıyor. Türkiye, “son komünist ülke” ilan edilebiliyor.
Komünistlerin, ne istediklerini ve hedeflerine ne şekilde ulaşacaklarını bir kez daha anlatmaları gerekiyor. Bu çerçevede, Komünist Parti Manifestosu, bir kez daha güncelleşiyor, bir kez daha güçlü bir silaha dönüşüyor.
Manifesto, bir başlangıç olduğu kadar kopuştur. Zaten, büyük bir kopuş yaşamadan büyük bir başlangıca imza atmak mümkün değildir.
Manifesto’yla birlikte, sosyalist hareketin içinden komünist bir çizgi çıktı. Manifesto’nun yazarları,, en az burjuvazi kadar, “gerici” ve “tutucu” sıfatlarıyla andıkları sosyalistleri de hedef aldı. Gerçek devrimci hareketin yaratılması için, komünizmin diğer sosyalist akımlardan ayrıştırılması gerekiyordu.
Aynı gereksinim bugün de var. Uluslararası komünist hareket, geleceğin temsilcisi olabilmek için, kendisini diğer sosyalist çizgilerden ayrıştırmak zorunda.
21. yüzyılın devrimci mücadelesi, artık iyiden iyiye gericileşmiş olan orta sınıfların dinamizmine ve ideolojisine yaslanamaz.
Komünist Parti Manifestosu’nun 150. yıldönümü, komünist hareketin orta sınıf sosyalizmlerinden tümüyle kopmasına vesile olmak, vesile kılınmak zorundadır.
Bugün, leninizmi karşılarına almalarına karşın, kendilerine hala “marksist” diyenler, marksizmi savunduğunu iddia edenler var.
Şimdi bunların karşısına Manifesto’yla çıkacağız. Bu “marksist”lere, kendilerini hala “komünist” görüp görmediklerini soracağız. Komünizme ve Komünist Parti Manifestosu’na sahip çıkıp çıkmadıklarını açıkça ortaya koymalarını isteyeceğiz.
“Manifesto hala güncel” diyerek ve yuvarlak laflar ederek işin kolayına kaçmalarına izin vermeyeceğiz. Hele Manifesto’nun başındaki “komünist parti” sözcüklerinin üzerini örtmelerine hiç izin vermeyeceğiz.
Komünist olmayan, marksist de değildir! “Ben komünistim” deme cesaretine sahip olmayan, marksizmin adını ağzına almasın!
“Komünistler, görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmez. Hedeflerine ancak mevcut toplum düzeninin zorla yıkılması yoluyla ulaşılabileceğini açıkça ilan ederler” 1 . [MARX Karl, ENGELS Friedrich]
Sınıfsal bakabilmek
Sık sık hatırlattık, bir kez daha yinelemenin hiçbir zararı yok: Marksizm, proletarya devriminin teorisidir.
Sınıfsal bakışı ve devrim hedefini yalnızca bir kenara bırakanlar değil, ama geri plana düşürenler de, marksizmin dışına düşer.
Marksizm, işçi sınıfı vurgusuna, kapitalist toplumun teorik çözümlemesini tamamladıktan sonra ulaşmadı. Tam tersine, marksizmin kurucuları, teoriyi işçi sınıfının bakış açısına yerleşmeleri sayesinde geliştirebildi.
1848’de, kapitalizm eleştirisinin bazı temel kavramları henüz ortada yoktur. Kapitalin birinci cildinin yayımlanmasına daha 19 yıl vardır. Marksizm, henüz tüm bilimsel temellerine kavuşmuş değildir.
Ama bunun yolu açılmıştır. Yolu açan, siyasal tercihlerdeki netliktir. Burjuvazinin gericileşmeye başladığı bir dönemde, geleceğin bilimi, ancak işçi sınıfının bakış açısına yerleşerek kurulabilirdi ve kuruldu.
Burjuvazi, iktidarı aldıktan ve işçi sınıfı ile karşı karşıya gelmeye başladıktan sonra, aklın, aydınlığın ve bilimin yerine gerici ideolojileri koydu. Sınıfsal çelişkileri perdeleme kaygısı, bilimsel açıklamanın önüne geçti. Bu noktadan sonra, burjuvazi ve bilim, karşıt cephelerdedir.
Kapitalin Almanca ikinci baskısına önsözde yazıldığı gibi:
“Fransa ve İngiltere’de, burjuvazi, siyasal iktidarı ele geçirmişti. Bundan sonra, sınıf savaşımı, pratik olduğu kadar teorik olarak da gitgide daha açık şekilde tahdit edici biçimler aldı. Bu, bilimsel burjuva ekonomisinin ölüm çanını çalıyordu.
“(…) Almanya’da kapitalist üretim tarzı, daha önce Fransa’da ve İngiltere’de şiddetli sınıf çatışmaları ile uzlaşmaz niteliğini gösterdikten sonra olgunluğa ulaştı. Ve üstelik, bu arada, Alman proletaryası, Alman burjuvazisinden çok daha açık bir sınıf bilincine ulaşmıştı. Böylelikle, bir burjuva ekonomi politik bilimi, ensonu Almanya’da tam olası göründüğü anda, gerçekte yeniden olanaksız duruma gelmişti.
“Bunun için, Alman toplumunun kendine özgü tarihsel gelişmesi, bu ülkede, burjuva ekonomisi konusunda her türlü özgün yapıtı önlüyor, ama bu ekonominin eleştirisine açık bulunuyordu. Böyle bir eleştiri bir sınıf adına yapılacaksa, bu ancak, tarihsel görevi kapitalist üretim tarzını yıkmak ve bütün sınıfları büsbütün ortadan kaldırmak olan sınıf, yani proletarya adına yapılabilir”.2 [MARX Karl]
Manifesto’da vurgulandığı gibi:
“Bugün burjuvaziyle karşı karşıya gelen bütün sınıflar içinde yalnızca proletarya gerçekten devrimci bir sınıftır” 3 [MARX Karl, ENGELS Friedrich]
Ve hemen ardından:
“Orta tabakalar, küçük sanayici, küçük tüccar, zanaatçı, köylü, bunların tümü, orta tabakalar olarak varlıklarını yok olmaktan kurtarmak için, burjuvaziye karşı savaşırlar. ‘Dolayısıyla bunlar, devrimci değil tutucudur. Dahası, tarihin tekerleğini geri döndürmeye çalıştıklarından, gericidirler.”
Orta sınıfların gericiliğine ilişkin bu vurgu, marksizmin gelişimi içinde geriye çekildi. Hatta, Marx ve Engels, kısa bir dönem boyunca, Manifesto’da burjuvaziye yükledikleri misyonların bir bölümünü küçük burjuvazinin üstlenebileceğini düşündü. Küçük burjuvazi ve köylülükle ittifak başlıkları, marksizmin siyasal araçlar yelpazesi içinde yer aldı.
20. yüzyıl, küçük burjuvazinin, hatta bazen köylülüğün dinamizmine dayanan devrimlere sahne oldu.
Ama bugün gelinen noktada, altını mutlaka çizmek gerekiyor: Bu dinamikler, sosyalizmi geriye çekici etkide bulunmuştur. Reel sosyalizmin prestiji işçi sınıfı temeline dayanmayan devrimleri bir dönem boyunca ileri çekmiş, ama bunların pek azı sosyalizme ulaşmıştır. Sosyalizme varamayan devrimler, dünya devrim süreci açısından aynı zamanda bir yük oluşturmuştur.
Dahası, orta sınıfların tümüyle tasfiye edilememiş olması, sosyalist ülkelerin çözülüşünde de rol oynayan önemli faktörler arasında yer almıştır. Dar kafalı küçük burjuvaların mülkiyet ve tüketim ideolojilerinin yok edilememesi, sosyalist ideolojinin altını oymuştur.
Bazılarının çok sevdiği NEP dönemi, işçi sınıfı ile küçük burjuvazi ve köylülüğün devrimci bir ittifakının değil, toplumsal ilişkileri devrimci bir dönüşüme uğratmadan önce zaman kazanmak zorunda kalan işçi sınıfının orta sınıflara verdiği tavizlerin dönemi olmuştur. Garbaçov ve tayfasının sosyalizmi tasfiye etme sürecinde NEP’i allayıp pullaması boşuna değildi.
Lenin de şu sözleri boşuna sarf etmemişti:
“Sınıfları ortadan kaldırmak, sadece büyük toprak sahiplerini ve kapitalistleri kovmak değildir – bizde bu, nispeten kolay oldu-, sınıfları ortadan kaldırmak demek, küçük meta üreticilerini de ortadan kaldırmaktır; oysa bunları kovamayız, bunları ezemeyiz, bunlarla iyi geçinmek zorundayız. (…) Bu küçük üreticiler, proletaryayı her yandan bir küçük-burjuva havası içine hapsederler, proletaryayı etkilerler, onun bilinçlenmesine engel olurlar; bunlar, proletaryanın saflarında durmadan, karakter yoksunluğu gibi, dağınıklık gibi, bireycilik gibi, büyük heyecandan umutsuzluğa geçiş gibi küçük-burjuvaziye özgü niteliklerin yer edinmesini sağlarlar. (…) Milyonlarca ve on milyonlarca insandaki alışkanlık gücü, en korkunç güçtür. (…) Merkezileşmiş büyük burjuvaziyi yenmek, milyonlarca küçük patronu “yenmekten” bin kez daha kolaydır; oysa bunlar her günkü alışılagelen, gözle görülmeyen, elle tutulmayan, eritici eylemleriyle burjuvazi için gereken aynı sonuçları, burjuvaziyi yeniden iktidara getirecek olan sonuçları gerçekleştirmektedirler. Proletarya partisinin demir disiplinini (özellikle diktatörlüğü sırasında) azıcık da olsa zayıflatan kimse, gerçekte, proletaryaya karşı, burjuvaziye yardım etmektedir” 4 [LENİN Vladimir İlyiç]
Komünistler, işçi sınıfının orta sınıflarla işbirliğine, hiçbir zaman, kendi başına bir olumluluk atfetmez. Orta sınıflarla girilen her ilişki, işçi sınıfı hareketini geri çeker.
21. yüzyılın eşiğinde, komünistlerin görevi orta sınıflarda devrimci dinamizm aramak değil, orta sınıf gericiliğinin karşısında durmaktır.
Bu açıdan bakıldığında, Komünist Parti Manifestosu, yazıldığı dönemde olduğundan çok daha günceldir!
Manifesto, küçük burjuva sosyalizmini ve onun Almanya’daki biçimi olan “hakiki” sosyalizmi, “Gerici Sosyalizm” başlığı altında ele alır. Küçük burjuva sosyalizmi,
“ya eski üretim ve değişim araçlarını ve bunlarla birlikte eski mülkiyet ilişkilerini ve eski toplumu geri getirmek, ya da çağdaş üretim ve değişim araçlarını, bu araçlar tarafından parçalanmış bulunan ve parçalanmak zorunda olan eski mülkiyet ilişkilerinin çerçevesi içine zorla hapsetmek ister. Her iki durumda da, hem gerici hem de ütopyacıdır” 5 [MARX Karl, ENGELS Friedrich]
Tarımda ve sanayide küçük üreticiliği ve küçük ölçekli ticareti savunmak, bugün, 150 yıl önce olduğundan çok daha gerici bir çizgiye düşmek anlamına gelir.
Manifesto’da burjuvazinin sık sık övülmesi, kısmen, bu sınıfın devrimcilik barutunu henüz tüketmemiş olduğu düşüncesinin ürünüdür. Ama yalnızca kısmen.
Burjuvazi, yapacaklarına ilişkin beklentilerden çok, yaptıklarından dolayı övülmüştür.
Büyük sınai üretimin küçük üretimi öldürmesi, feodal, ataerkil ve romantik değerlerin yerle bir edilmesi, kapitalist ilişkilerin geri ülkelere zor yoluyla sokulması, orta sınıfların yoksullaşması ve proleterleşmesi, tarihsel açıdan artılar hanesine yazılan gelişmelerdir. Orta sınıf dalkavukluğu, komünist harekete sonradan sirayet eden bir hastalık olmuştur.
Kapitalizmin en acımasız ve en uzlaşmaz eleştirmenleri olan komünistler, üretimin ve ticaretin merkezileşmesini tarihsel bir gelişme olarak değerlendirir. Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması, üretim araçlarının gelişiminin hem nedeni, hem de sonucudur. Sermaye ne oranda merkezileşmiş ve yoğunlaşmışsa, sosyalizmin altyapısı da o oranda gelişmiş, üretimin merkezi olarak planlanması kolaylaşmış demektir. Mülkiyetçi küçük burjuva ve köylülerin yüzü suyu hürmetine sosyalizmin altyapısının tahrip edilmesini savunmak, komünistlerin işi olamaz.
Marx ve Engels, Alman sosyalizmi ya da “hakiki” sosyalizmi, dar kafalı Alman küçük burjuvalarının temsilciliğine soyunmakla ve bunları “örnek” insanlar kabul etmekle suçlar:
“Bu örnek insanın bütün alçakça bayağılıklarına, gerçek niteliğinin tam tersine, gizli, yüce, sosyalist bir anlam verdi. İşi, komünizmin vahşice yıkıcı eğilimine doğrudan karşı çıkmaya ve tarafsız bir şekilde bütün sınıf savaşımlarının üzerinde olduğunu ilan etmeye kadar vardırdı. Pek az istisna dışında, Almanya’da şu an piyasada bulunan bütün sözde sosyalist ve komünist yayınlar, bu bayağı ve sinir bozucu yazın alanına girer” 6 . [MARX Karl, ENGELS Friedrich]
Özel mülkiyet ve devletçilik meselesi
Komünist Parti Manifestosu’nun 150. yıldönümü vesilesiyle, “marksist” olduğunu iddia edenlere elbette soracağız: Üretim araçlarının özel mülkiyetine karşı mısınız? Bunların kamulaştırılmasını, devlet mülkiyetini ve merkezi planlamayı savunuyor musunuz?
Yoksa, ne idüğü belirsiz “toplumsal mülkiyet” gevezelikleri mi yapıyorsunuz? Yoksa, sosyalizmin “devletçi” uygulamasının bir hata olduğunu mu düşünüyorsunuz? Yoksa, uzun vadede üretim araçlarının özel mülkiyetine karşı olmakla birlikte, bunun güncel bir talebe dönüştürülemeyeceğini mi iddia ediyorsunuz?
Bu konuda Manifesto’da söylenenler fazlasıyla açık ve net:
“Proletarya, siyasal egemenliğini, tüm sermayeyi burjuvaziden derece derece koparıp almak, bütün üretim araçlarını devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde merkezileştirmek ve üretici güçler kitlesini olabildiğince hızlı bir şekilde artırmak için kullanacaktır” 7 . [MARX Karl, ENGELS Friedrich]
Marksizmin “devletçilik”le ve “aşırı merkeziyetçilik”le suçlanmasının tarihi, marksizmin kendisi kadar eski. Açıkçası, bugünün komünistleri, “dinozorluk” yarışında, “sivil toplum”, “toplumsal mülkiyet” vb. konularda gevezelik edenlerin yanına bile yaklaşamaz.
Devletçi olmayan, adem-i merkeziyetçi, sivil toplumcu, jakobenizm karşıtı sosyalizmin programı, Komünist Parti Manifestosu’ndan önce, Proudhon tarafından yazılmıştır. “Aşağıdan yukarıya” edebiyatı, Marx’ın I. Enternasyonal’deki en güçlü rakibi olan Proudhon’a aittir. “Otorite” düşmanlarının ve federalistlerin yeri, Proudhon’un yanıdır.
Manifesto’da, henüz “proletarya diktatörlüğü” bile formüle edilmemiştir. Ama siyasal devrimin zorunluluğu, üretim araçlarının devlet elinde toplanması ve merkezi bir siyasal iktidarın kurulması gereği açık şekilde dile getirilmiştir.
Aşamacı yaklaşımlara gelince…
21. yüzyılın eşiğinde, hem komünist, hem de aşamacı olmak artık mümkün değildir.
Üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilmesinin güncel bir hedef olamayacağım iddia edenler, bundan 150 yıl önce ileri sürülen talepleri daha bir dikkatle incelemelidir. Komünist Manifesto’da o dönem için gündeme getirilen talepler, aşamacıların gevezeliklerine oranla da, çok daha günceldir.
Bugün, hangi ülke, 150 yıl öncesinin gelişkin kapitalist ülkelerinden daha geri? Hadi, Afrika’nın bazı ülkelerinin daha geri olduğunu kabul edelim. Ama herhalde aklı başında kimse, Türkiye’nin Avrupa ülkelerinin 150 yıl gerisinde olduğunu ileri sürme cesaretini gösteremeyecektir.
Öyleyse, bugün ve Türkiye gibi kapitalist ülkelerde ileri sürülmesi gereken taleplerin, Manifesto’nun taleplerinden daha ileri olması gerektiği de kabul edilmelidir.
Komünist Parti Manifestosu’nda, aşağıdaki taleplerin, dönemin en ileri ülkeleri için “oldukça genel” bir uygulanabilirliğe sahip olduğu söyleniyor:
“Toprak mülkiyetinin kamulaştırılması ve toprak rantının kamu harcamaları için kullanılması.”
Yani, toprak reformu bir yana, tarımsal alanda özel mülkiyetin tümüyle tasfiye edilmesi…
“Miras hakkının kaldırılması.”
Yani, hali hazırda özel ellerde bulunan üretim araçlarının, bunların sahipleri ölür ölmez kamulaştırılması…
“Tüm mültecilerin ve asilerin mülklerine el konması.” Yani, burjuvazinin önemli bir bölümü işçi sınıfının iktidarına karşı direneceğine göre, özel mülkiyetin daha en başından büyük oranda tasfiye edilmesi…
“Sermayesi devlete ait olan ve tekel konumundaki bir ulusal banka aracılığıyla kredinin devlet elinde merkezileştirilmesi.”
Yani, mali sermayenin daha en başından tümüyle kamulaştırılması… 8
“Tüm ulaşım araçlarının devlet elinde merkezileştirilmesi.” 9
Evet, Manifesto’da, dönemin koşulları değerlendirilerek, komünistlerin mevcut toplumsal ve siyasal koşullara karşı tüm devrimci hareketleri destekleyeceği söylenmiştir. Ama hemen ardından eklenmiştir:
“Bütün bu hareketler için, o andaki biçimi ne kadar gelişmiş ya da az gelişmiş olursa olsun, mülkiyet sorununu, o hareketlerin temel sorunu olarak öne çıkarırlar” 10 [MARX Karl, ENGELS Friedrich]
Çünkü, mülkiyet sorununa ertelemeci yaklaşmak mümkün değildir. Çünkü, “komünistlerin teorisi tek bir cümlede özetlenebilir: Özel mülkiyetin kaldırılması.” 11
Sermaye cephesinin işçi sınıfı karşısındaki en önemli avantajı, küçük burjuvazi ve köylülüğün mülkiyetçiliğidir. “İnsanların yıllarca çalışarak biriktirdiklerinin ellerinden alınması” korkusu, asıl olarak bu kesimler için geçerlidir. Burjuvalar, zaten, çalışarak değil, çalışmadıkları için, ya da çalışmak zorunda kalmadıkları andan itibaren zenginleşebiliyor!
Küçük burjuvazi ve köylülük, kendi korkularını işçi sınıfına bulaştırmak konusunda epeyce başarılıdır. Özel mülkiyetin ortadan kaldırılması düşüncesi, mülk sahibi olmayan işçileri de gerçekten tedirgin edebilir.
Bu tedirginliğin temelinde, çalışılarak biriktirilmiş olan ya da çalışarak biriktirileceği hayal edilen şeyler vardır. Bir de kuşkusuz miras hakkı…
Oysa, birincisi, komünistler, kimsenin elinden bireysel olarak kullandığı konutu, ev eşyasını vb. almak gibi bir niyete sahip değildir. Konutların mülkiyeti kamuya ait olsa bile, kimsenin oturduğu yerden zorla çıkarılmadığı, insanca bir yaşama elverir konutlarda oturmanın doğal bir hak olarak görüldüğü ve devletin bunu sağlamakla yükümlü olduğu bir düzende, yani sosyalizmde, konutların özel mülkiyeti zaten anlamsızlaşacaktır.
İkincisi, komünistler gerçekten de küçük üreticiliği ve küçük ticareti ortadan kaldırmayı hedefler. Ama, bunu zor yoluyla gerçekleştirmezler. Diğer yandan, işçi çalıştırmayan işletmeler (terzi, berber, ayakkabıcı, bakkal, kasap, manav vb.), zaten kapitalizmin olağan gelişmesi nedeniyle sürekli bir tehdit altındadır. Bu işletmeler zenginleşmenin değil, yalnızca geçinmenin aracıdır. Dahası, küçük işletme sahiplerinin çoğu, yüksek ücret alan bir işçiden daha düşük bir gelir düzeyine sahiptir ve gelecek güvencesinden yoksundur. Dolayısıyla, çalışmanın ve insan onuruna yaraşır bir ücret almanın herkes için doğal bir hak olarak görüldüğü ve devletin bunu sağlamakla yükümlü olduğu bir düzende, yani sosyalizmde, küçük işletme mülkiyeti zaten bir avantaj olmaktan çıkacaktır.
Üçüncüsü, komünistlerin hedefi, ücretli emek sömürüsünü ortadan kaldırmaktır. Yani, sosyalizmde, bireylerin işçi çalıştırma “hakkı” olmayacaktır. İşçi çalıştırmanın bir “hak” olmaktan çıkarılması ise, kuşkusuz, toplumun çok sınırlı bir kesimine zarar verecektir. Bu kesimin, toplumun büyük çoğunluğunun emek gücünü sömürme olanağı ortadan kaldıracaktır. İşçiler ve emekçiler bundan niye korksun?
Son olarak, miras hakkı, sermaye sahiplerinin kaygılarını bir yana bırakırsak, tek bir anlam taşıyabilir: Güvenliksiz bir dünyada anne-babaların çocuklarının geleceği için birtakım güvenceler oluşturması… Oysa, herkese eşit ve parasız olarak eğitim ve sağlık hizmetlerinin sağlandığı, insanca yaşama elverir konutlarda barınmanın bir “ayrıcalık” olmaktan çıkarıldığı, herkesin çalışma ve yeterli ücret alma hakkına sahip olduğu bir düzende, bu gereksinim de ortadan kalkacaktır. Miras bırakmanın bir gereksinim olmaktan çıkarılması, bu olanağa zaten sahip olmayan büyük çoğunluk için çok daha büyük bir gelişme değil midir? Diğer yandan ve buna rağmen, toplumsal eşitsizliklere yol açmayacak kadar miras bırakma hakkı kimsenin elinden alınmayacaktır…
Aşamacılar, tüm bunlar doğru olsa bile, insanları ikna etmenin zor olduğunu iddia edecektir.
Bunu iddia edenlere sormak gerekiyor: Bugüne kadar, insanları ikna etmek, onları aydınlatmak için ne yaptınız?
Komünistler, demokratik devrim öngördükleri dönemlerde bile, işçi sınıfına “demokrasi bilinci” değil, sosyalist bilinç taşır. Marx ve Engels, burjuvazinin devrimcilik barutunu henüz tüketmediğini düşündükleri bir dönemde, komünistlerin hedefinin özel mülkiyet düzenini ortadan kaldırmak olduğunu açıkça söylemiş ve savunmuştur. Lenin, İşçi ve Köylülüğün Devrimci Demokratik Diktatörlüğü’nün kurulacağını öngördüğü dönemlerde bile, işçi sınıfına sosyalist bilincin taşınmasında ısrarlı olmuştur.
Aslında, tartışmayı bu kadar uzatmak gereksizdi. Emek-sermaye çelişkisinin bu denli derinleştiği bir dönemde bile sosyalizmi, sosyalist devrimi savunma cesaretini gösteremeyenler, işçi sınıfı sosyalisti, yani komünist olmayanlardır…
Kapitalizmin eleştirisi
Bugün komünist olmayan sol, kapitalizmi eleştirmekten acizdir. Aynı anlama gelmek üzere, bugün, yalnızca komünistler gerçekten solcudur.
Dünya kapitalizmi, 70’li yılların başında girdiği bunalımı hala aşamadı. Kapitalizmin her yeni bunalımı, bu toplum düzeninin giderek daha da akıl-dışı hale geldiğini göstermiştir.
Aslında, akıl-dışılığı görmek için komünist olmak gerekmiyor.
Ama kapitalizmin körleştirici gücünün hakkını teslim etmeli. “Çok fazla gelişen ve değişen” kapitalizmden söz ederek yeni yollar aramaya koyulanlar, değişen tek şeyin, bu düzenin her geçen gün daha da akıl-dışı hale gelmesi olduğunu göremiyor.
Küreselleşme edebiyatından etkilenenler, Manifesto’yu bir kez daha okumalıdır:
“Burjuvazi, dünya pazarının sömürüsü aracılığıyla, tüm ülkelerin üretim ve tüketimini kozmopolitleştirdi. Gericileri derin kedere boğarak, sanayinin ayaklan altından üzerinde durmakta olduğu ulusal temeli çekip aldı. (…) Eski yerel ve ulusal kapalılığın ve kendi kendine yeterliliğin yerini, ulusların çok yönlü ilişkilerinin, çok yönlü karşılıklı bağımlılığın aldığını görüyoruz. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor. Tek tek ulusların zihinsel yaratımları, ortak mülk haline geliyor”12 . [MARX Karl, ENGELS Friedrich]
Kapitalizmin üretici güçleri geliştirmiş olmasında ve geliştirmeye devam etmesinde herhangi bir yenilik yok. Ama piyasaya sürülen her yeni gelişkin teknoloji ürününe ağzı açık bakanlara bunu anlatmak kolay değil.
Manifesto ilaç olabilir:
“Burjuvazi, yüz yılı ancak bulan egemenliği sırasında, geçmiş kuşakların tümünün yaratmış olduklarından çok daha kitlesel ve büyük üretici güçleri devreye soktu. Doğa güçlerine egemen olunması, makine, kimyanın sanayiye ve tarıma uygulanması, buharlı gemiler, demiryolları, elektrik telgrafı, koskoca kıtaların tarıma açılması, nehirlerin suyolları haline getirilmesi, yerden bitercesine nüfus çoğalması – toplumsal emeğin bağrında böylesine üretici güçlerin yatmakta olduğunu daha önceki hangi yüzyıl sezebilmiştir?”13 [MARX Karl, ENGELS Friedrich]
Ama işte, sermayenin uluslararasılaştığını ve üretici güçlerin geliştiğini bilmek yetmiyor. Bu gelişmelerin sonuçlarını da görmek gerekiyor:
“Sanayinin ve ticaretin tarihi, on yıllardan beri, modern üretici güçlerin, modern üretim ilişkilerine karşı, burjuvazinin ve onun egemenliğinin varlık koşulu olan mülkiyet ilişkilerine karşı isyanının tarihinden başka bir şey değildir. Dönemsel yinelenmeleri içinde tüm burjuva toplumunun varlık koşullarını her seferinde daha fazla tehdit eden ticari bunalımların sözünü etmek yeter. Bu bunalımlar sırasında, yalnızca mevcut ürünlerin değil, önceden yaratılmış üretici güçlerin bile büyük bir bölümü düzenli olarak tahrip ediliyor. Bu bunalımlar sırasında, önceki bütün çağlarda anlamsız görünecek bir toplumsal salgın baş gösteriyor – aşırı üretim salgını. Toplum kendisini birdenbire, gerisin geriye, geçici bir barbarlık durumuna sokulmuş buluyor; sanki bir kıtlık, genel bir yıkım savaşı, bütün geçim araçları ikmalini kesmiştir; sanki sanayi ve ticaret yok edilmiştir; peki ama neden? Çünkü çok fazla uygarlık, çok fazla geçim aracı, çok fazla sanayi, çok fazla ticaret vardır” 14 . [MARX Karl, ENGELS Friedrich]
Belki 1848’de kapitalizmin bunalımlarının teorik çözümlemesi henüz yapılmamıştır. Ama bunalımların, kapitalizmin en akıl-dışı yanlarından birini açığa vurduğu ortaya konmuştur.
Komünist Manifesto’daki yoksullaşma beklentisinin geçersizleştiği sıklıkla dile getirildi. Proletaryanın sürekli şekilde ve mutlak olarak yoksullaşacağı beklentisi gerçekten de doğrulanmadı. Sömürü oranının sürekli şekilde artmış olmasına karşın, kapitalizmin büyüme dönemlerinde, işçi sınıfının yaşama standartları da bir oranda yükselebildi.
Ama en azından 70’li yıllardan bu yana, şu saptamanın tüm dünya ülkeleri için fazlasıyla geçerli olduğunu yadsımak mümkün mü:
“Modern emekçi, (…) sanayinin gelişmesiyle yükseleceği yerde, kendi sınıfının varlık koşullarının giderek daha altına düşüyor. Sadakaya muhtaç bir kimse oluyor ve sadakaya muhtaçlık, nüfustan ve servetten daha hızlı gelişiyor” 15 [MARX Karl, ENGELS Friedrich]
FAO (Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü) verilerine göre, bugün dünyada 840 milyon insan yeterli beslenemiyor. Yani, dünya nüfusunun (yaklaşık 5.7 milyar) yüzde 20’si açlık sorunuyla karşı karşıya. Her yıl 13 ile 15 milyon arasında insan açlık nedeniyle ölüyor. Bunların 4 milyonu çocuk! 16
Asıl önemlisi, bu açlığın nedeni, dünyada yeterince gıda maddesi üretilmemesi değil. Kalori cinsinden ölçüldüğünde, dünyadaki tüm insanlara yetebilecek miktardan daha fazla gıda maddesi üretiliyor.
Sözgelimi, 1995 yılında tüm dünyada yaklaşık olarak 320 milyon ton et ve balık üretilmiş. Yani, günlük olarak kişi başına düşen toplam kırmızı ve beyaz et miktarı 150 gram. Yine 1995 yılında, kişi başına günde 900 gram tahıl ve 250 gram süt üretilmiş.
Ama bir yandan gelişkin kapitalist ülkelerdeki aşın tüketim, diğer yandan “piyasa düzeni”nin işleyiş yasaları gereğince “kar” getirmeyen gıda maddelerinin imha edilmesi, her yıl milyonlarca insanı ölüme mahkum ediyor.
Dünya Bankası verilerine göre, 1995 yılında tüm dünyada yaratılan gayri-safi gelir, kişi başına 4879 dolar düzeyinde. Ancak dünya nüfusunun yüzde 56’sı (3 milyar 180 milyon insan) “en yoksul” ülkelerde yaşıyor ve bu ülkelerde kişi başına 430 dolar düşüyor 17 . En yoksul ülkelerin yoksul insanlarının durumunu tahmin etmek zor değil…
Marx, kapitalizmin kadınların yanı sıra çocukları da ücretli emek sömürüsüne mahkum ettiğini vurgulamıştı. UNICEF verilerine göre, bugün dünya çapında 5-14 yaşlarındaki yaklaşık 250 milyon çocuk sağlıksız koşullarda çalıştırılıyor.
Eşitsizliklerin yalnızca emperyalist ülkelerle az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkeler arasında olduğunu düşünmemek gerekiyor. Emperyalist ülkelerdeki iç eşitsizlikler de, özellikle ’80’li yıllardan bu yana, her geçen yıl daha da derinleşiyor. David Yaffe’nin Gelenek’in bu sayısında yer alan makalesi bu konuda aydınlatıcı. Diğer yandan, AB ülkelerindeki işsizlik oranının yüzde 11’i aştığı ve işsizlerin tepkilerinin giderek yoğunlaştığı hatırlanabilir…
Marx ve Engels, kapitalizmin toplumsal çelişkileri giderek sadeleştirdiğini, emek-sermaye çelişkisinin giderek çıplaklaştığını gördü. Burjuvazinin gericileştiğini ancak Manifesto’nun yayınlanmasının hemen ardından patlak veren 1848 devrimlerinden sonra saptayabildiler. Gericileşen burjuvazinin ideolojik hegemonyasının ne kadar güçlü olabileceğini görme fırsatını ise bulamadılar.
Manifesto’nun işçisi, burjuvazinin devrimci döneminin ürünüdür. Bu nedenle de, ideolojik yanılsamaları zayıftır. Mülksüzleşmiş biri olarak, mülk sahiplerinin hukuksal, ahlaki ve dinsel ideolojilerinin etkisinden tümüyle sıyrılmak üzeredir.
Oysa, gericileşen burjuvazi, geçmişin egemen sınıf ideolojilerini devralarak ve gerici ideolojinin baş destekçisi haline gelerek, işçi sınıfının bağımsız ideolojisinin kendiliğinden bir şekilde biçimlenmesini olanaksızlaştırdı.
Bunun tek bir anlamı var: Çelişkileri sadeleştirme görevi, işçi sınıfının öncülerine, komünistlere düşüyor.
Komünistlerin işi, dünyanın ne kadar “karmaşıklaştığı” üzerine gevezelik etmek değil, görünürdeki olgu zenginliğinin ardındaki basit ilişkileri gözler önüne sermektir.
Yeni bir başlangıç için…
Yalnızca komünistlerin bir manifestosu var. “Manifesto” sözcüğü kuşkusuz çok kullanıldı. Ama yalnızca komünistler, bu kadar kalıcı ve bu kadar etkili bir manifestoyu kaleme alabildi.
Komünistler, açık ve net hedeflere sahip olmanın yanında, bunları en açık şekilde dile getirmekten korkmamak gibi bir meziyete sahiptir. Çünkü komünistler, işçi sınıfının çıkarlarını savunmanın tarihsel haklılık ve meşruiyetine sahiptir.
Kapitalistlerin manifestosu yoktur ve olamaz. Aynı şey, liberalizm, sosyal demokrasi, faşizm vb. burjuva akımları için de geçerlidir. Egemenliklerini ve varlıklarını yalanlarına borçlu olanların manifestosu olabilir mi?
Yenilik ve değişime ilişkin olarak söylenen onca lafın altının boş olduğunun bir göstergesi de, ortaya yeni bir manifesto koyulamamış olmasıdır.
Komünist Parti Manifestosu, hala güncel, bakmasını bilenler için hala ufuk açıcı. Her komünist, 150. yılında Manifesto’yu bir kez daha okumalıdır. Ama bununla yetinmemeli, hemen ardından okumamış olanlara okutmalıdır.
Özel mülkiyeti, sömürüyü, sınıf mücadelelerini, devrimi ve sosyalizmi tartışmak ve tartıştırmak için.
Yeni bir başlangıcın heyecanını yaşamak ve yaşatmak için…
Dipnotlar ve Kaynak
- MARX K. – ENGELS F., “Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri”, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, Ankara, Kasım 1993, s. 148 (bu ve bundan sonraki alıntılarda, Manifesto’nun Reclam yayınevi tarafından 1997 yılında Stuttgart’ta basılan Almanca metninden yararlanarak değişiklik yaptım).
- MARX K., “Kapital” 1. Cilt, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, İstanbul, 1986, s. 23-24.
- a.g.e., s. 120.
- LENIN V.I., “Komünizmin Çocukluk Hastalığı ‘Sol’ Komünizm”, Sol Yayınları, s. 38-39.
- MARX K. – ENGELS…; a.g.e., s. 137.
- a.g.e., s. 140-141.
- a.g.e., s. 131.
- Bu talep, 1871 Paris Komünü deneyiminden 23 yıl önce dile getirilmiş olması nedeniyle ayrı bir önem taşıyor. Komün’ün en büyük yanlışlarından biri Merkez Bankası’nı kamulaştırmamak oldu.
- a.g.e., s. 132.
- a.g.e., s. 147.
- a.g.e., s. 124.
- a.g.e., s. 113.
- a.g.e., s. 114.
- a.g.e., s. 115.
- a.g.e., s. 121-122.
- “Der Fischer Weltalmanach ’98”, Fischer Taschenbuch Verlag, Frankfurt am Main, Oktober 1997, sütun 1031.
- a.g.e., sütun 996.