Güncelin baskısı her zaman komünistleri üzecek değil ya… Bu kez güncel liberal solcularımız üzerinde sıkı bir markaj uyguluyor, onlara nefes aldırmıyor. Emperyalizm ve emperyalist örgütlenmeleri merkeze koyan bir Gelenek çıkarmaya karar verdikten kısa bir süre sonra hiçbir teorik çalışmanın, hiçbir marksist analizin elde edemeyeceği kadar kesin bir sonuç, bizzat Türkiye kapitalizminin emperyalist dünya içerisindeki serüveninde karşımıza çıkıverdi. Liberal solcumuzun “canım siz de AB ile IMF’i birbirine karıştırmaktasınız” diye dalga geçercesine önümüze sürdüğü “Avrupalı emperyalistlerle Avrupa Birliği bir ve aynı şey değil” safsatası bu sonuçla birlikte bir anda buharlaştı. Top çevirmek için doldurulmuş sayfalar, yuvarlatılmış kavramlar bir kenara itilmiş oldu ve hayat liberal solcularımızı “emperyalist reçetelere muhalefet”e mahkum etti! Oysa şimdi, yani Türkiye kapitalizmi AB üyelik sürecinde en kapsamlı hamlelerinden birisini yaptığı sırada sokaklara dökülmeli ve “Ulusal Program”ı yetersizlikle eleştirip, daha fazla özgürlük ve refah istemeliydiler.
Yapmadılar…
Yapamadılar… Çünkü burjuva iktidarı tuttu, yine tarihinin en kapsamlı saldırılarından birisine “Ulusal Program” adını verdi. IMF tarafından hazırlanan ve işsizlik, özelleştirme, yoksulluk, sanayisizleşme gibi kavramlarla açıklanabilecek bir politika ile Türkiye kapitalizmini AB’ye daha da yanaştıran bir program aynı adı taşıyordu. Liberal solcularımız henüz AB sözcülüğü yapamadıkları için “kardeşim bu programla Avrupa’ya giremezsiniz” diyemiyorlardı. Çünkü programın ekonomik cephesi söz konusu olduğunda Avrupalılar “IMF ne derse o” diye buyurmaktaydı.
Buyrun bakalım…
En iyisi şimdi sesi kısmaktı. Ortalığa çıkıp “emekçilerin Avrupası” filan gibi laflar etmenin ciddi riskleri vardı. Şu saldırı hayırlısıyla atlatılsın, sonra demokratikleşme ve insan hakları üzerinden yine Avrupa Birliği meselesiyle ilgilenilirdi. Ama şimdi… Şimdi boş tencere, boş tava edebiyatı yapmanın tam zamanıydı.
Acaba neden arsızlaşıp, “Ey halkım! Avrupa Birliği’nin dışında kalmanın ekonomik sonuçları ortada. Yunanistan’a, Portekiz’e, İspanya’ya bakın, bu ülkelerde kişi başına düşen milli gelir bizim buraların en az dört-beş katı. Tamam orada da sömürü var, ama hiç değilse çalışanların durumu daha iyi” demediler? Şimdilik bilinmiyor. Bilinen, liberal solcularımızın Avrupa Birliği konusunda “ekonomi” cephesini hiç açmak istemedikleri. Onlar işin siyasi boyutu ile ilgilenmek ve kendileri için her zaman açık olan şu ünlü kapının yanından bir an için bile ayrılmamak istiyorlar: “Avrupa Birliği emekçi sınıfların daha etkili mücadele verebileceği bir zemindir.”
Ne yapalım? Onları kırmayalım ve bu zemini şöyle bir yoklayalım. Avrupa Birliği’nin ezilenlerin mücadelesine nasıl bir etkisi olacağını enine boyuna değerlendirelim. Bakalım, AB üyeliğini savunmanın bu “pek devrimci” yolunda nelerle karşılaşacağız?
Avrupa yolları taşlı
Avrupa yollarının taşlı olduğunu ben söylemiyorum. “Bizi almazlar Avrupa Birliği’ne” diye her fırsatta sızlanan liberaller daha fazla meraklı taş-çakıl ayıklamaya. Ama bir şeyi peşin peşin halletmek gerekiyor. Bu konularda ne zaman bir tartışma içine girsek, hemen “kardeşim sanki bizi bu halde Avrupa Birliği’ne alacaklarmış gibi sürekli AB’ye hayır demenin ne anlamı var” diye bize çıkışılıyor. Ve hemen ekleniyor: Olaya Avrupa Birliği üyeliğine evet ya da hayır olarak bakmak yanlış. Önemli olan sürecin nasıl işleyeceği.
Bak sen!..
Demek ki, ortada bir süreç olduğunda anlaşıyoruz. Ama o kadar. Birileri o süreci Türkiye kapitalizmine ve emperyalist ülkelere hediye etmek istiyor, bizse bu sürecin işçi sınıfı hareketinin ayağa kaldırılması için kullanılmasından söz ediyoruz.
Ama biz Türkiye’nin AB’ye kısa yoldan üye yapılacağını asla söylemiyoruz. Tam tersine diyoruz ki, Türkiye’yi iyice hırpalamadan, bu ülkenin burnunu sürtmeden ve sindirebilecekleri hale getirmeden üyelik asla söz konusu olmayacak. Üyeliğin söz konusu olduğu bir durumda ise, Avrupa Birliği’nin yapılanmasında özellikle Nice toplantısında belirginleşen hiyerarşik model iyice yerleşmiş hale gelecek. Bunu diyoruz. Yani yolların taşlı olduğunu kabul ediyoruz.
Lakin, “bizi Avrupa Birliği’ne almazlar” sızlanmalarının ardındaki tuzağı iyi bildiğimiz için asla bu tür laflar etmiyoruz. Çünkü siyaseten böyle laflar, Avrupa Birliği’ni matah bir yer haline getiriyor. Daha önce birçok kez yazdığım gibi, Türk ve Kürt halklarına “Yok kardeşim bizi bu kafayla bizi AB’ye sokmazlar” dedirten şartlanma son derece sistemli bir biçimde yaratılmıştır. İnsanlarımız Avrupa Birliği’nin “hak edilen” bir kulüp olduğuna ikna edilmişlerdir. “Bizi almazlar” edebiyatının bunda payı büyüktür. Bu nedenle zaman zaman biz solcuların da “Efendim Türkiye yalnızlaşıyor, itibarsızlaşıyor” diye ortalığı ayağa kaldırmalarının (eğer bu sistematik propagandanın bir parçası haline gelmediysek) son derece vahim bir gaf olduğu bilinmelidir.
O zaman bize “Sorun AB’ye karşı olmak ya da olmamak şeklinde konulmamalı” diyenlere şu karşılığı vermemiz gerekiyor: Siz Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki ilişkiler söz konusu olduğunda nasıl bir konumlanış içerisindesiniz?
Evet uygun soru budur ve herkes “Türkiye”den ne kastediliğine kendisi karar verecektir.
Bizim açımızdan kastedilen açıktır. Avrupa Birliği’nin sistematik saldırılarından kim zarar görüyor? Kim kamu harcamalarının kısılmasından, KİT’lerin talanından, sosyal güvenlik sisteminin tasfiye edilmesinden, tarımda sübvansiyonların kaldırılmasından büyük yara alıyor? Kim bütün bu politikaların acımasız sonuçları olan örgütsüzleşme, işsiz kalma ve yoksullaşma ile baş başa kalıyor? Kim daha fazla sömürülüyor?
Avrupa Birliği bu… Bakmayın bazı uyanıkların, “Canım bizi zaten ekonomik açıdan teslim almışlar AB’ye üyelik olsun olmasın durum ortada bari AB’ye üye olarak demokratikleşmede adım atalım” demelerine. Tekelleşme ve emperyalizm olgusu ile siyasal gericilik arasında bağ kuramayan, kurmak istemeyenlerin yaklaşımı bu. Neymiş, Gümrük Birliği’ne zaten girmişiz, bu sermayenin çıkarınaymış, ama AB olayı farklıymış. Bu nedenle burjuvazimiz AB konusunda pek istekli değilmiş.
Kim istiyor kardeşim bu işi? Asker karşı, patronlar karşı, gericisi karşı, faşisti karşı? Memlekette bu kadar AB’cilik yapılması yoksa sadece bizim liberal solcumuzun marifeti mi? Öyleyse, cin olmadan çarptıkları için gerçekten bravo…
Bravo ama işin gerçeği farklı. Elbette daha kısa vadeli hesaplar yapan bazı sermaye gruplarının AB üyeliğinden hoşnut olmadıkları doğrudur. Elbette faşistlerin bir bölümünün “beyaz çorapları çıkardık, bıyıkları kestik şimdi kim bilir neyle karşılaşacağız” diyerek Avrupa’ya kuşkuyla bakmaları doğaldır. Ve elbette gericiler arasında Avrupa denince “başımıza taşlar yağacak, millet sokak ortasında cıbıl dolaşıp çiftleşecek” korkusu depreşenlerin sayısı hiç az değildir. Ama siyaset ve ekonominin mantığı böyle işlemiyor. Çok yazdığımız, çok konuştuğumuz için burada tekrar etmek istemediğim nedenlerle Türkiye kapitalizmi kendisini batıya yöneltiyor.
Liberal solcumuz istese de, istemese de…
Ama konumuz açısından liberal solcumuzun yaklaşımı elbette önem taşıyor.
Bu yaklaşım çok açık biçimde teslimiyetçi ve onursuzdur.
Bir arkadaşım vardı, ticari yaratıcılığı siyasi duyarlılığının ötesine geçmişti. Bir tür birahane-kafe arası bir şey açmış, sonra da malum “rezervasyon” numarasını iyice abartmıştı. Hiç de “yüksek tabaka”ya hitap etmeyen bir işletmede insanlar büyük bir tutkuyla “kendilerine onay verilip verilmeyeceği”ni merak etmekte, arkadaşımın göz işareti ile harekete geçen personelin “burası rezerve” deyişini boyunlarını bükerek karşılamaktaydı. Bu iş öyle bir noktaya geldi ki, içeri girip de sigara dumanından göz gözü görmeyen bir yerde iki bira yuvarlama “hakkı” elde etmek, kamu emekçisi ve öğrenci ağırlıklı bir topluluğun en büyük hedefi haline geldi. Saatlerini kapıda garsonların vicdana gelmesini beklemekle geçiriyorlardı.
Bizim AB’ci lobinin de bu tür tekniklerden bol bol yararlandığı açık. Mesele, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini hak etmesine indirgenmiş durumda. Kılık kıyafet uygun mu, muhabbeti keyifli mi, sarhoşluğu pis mi?..
Tartışma buradan çıkmak zorunda. İşin özü, Avrupa Birliği’nin hangi amaca hizmet eden bir kurumsallaşma olduğunun ve AB-Türkiye ilişkilerinin sınıflar mücadelesine nasıl yansıdığının açık biçimde kavranmasında. Komünistler konumlarını ancak buna göre belirleyebilirler.
Dolayısıyla, “yarın Avrupa Birliği’ne üye olan bir Türkiye mi daha tercih edilir yoksa bugünkü Türkiye mi” sorusu başlı başına bir tuzaktır.
Bir tuzaktır çünkü AB’ye karşı olacağım derken, bugünkü kapitalist Türkiye’yi, bugünkü zorbalığı, sömürü mekanizmalarını, bayağılığı ve en önemlisi statükoyu savunur duruma düşersiniz.
Bir tuzaktır, çünkü “AB ülkelerinde kişi başına düşen milli gelir şu kadar, orada sokak ortasında kimse öldürülmüyor” gibi argümanlarla uğraşmak zorunda kalırsınız.
Yeri geldiğinde bu argümanlarla uğraşılmaz değil. Uğraşıyoruz da… AB ülkelerinde emekçi sınıfların durumunu, devrimcilere dönük şiddetin boyutlarını elimizden geldiğince sergiliyoruz. Ancak merkeze bu tartışmayı koyamayacağımız açıktır.
Soru şudur: Türk ve Kürt emekçilerinin stratejik hedefi ne olacaktır?
Yantı ise şöyledir: Türk ve Kürt emekçileri hızla siyasallaşmalı, iktidarı talep etmeli ve onu “kurtuluş” için talep etmelidir.
Avrupa Birliği’ne karşı konumlanışta “sol içi tartışmalar”ın merkezinde bu soru ve yanıt yer almalıdır.
O zaman “Avrupa yolu taştan” meselesi asıl anlamını kazanır. Çünkü, ortada bir yakın gelecek durmaktadır. Bu yakın geleceğin içini nasıl dolduracaksınız? Emperyalizmle, Türkiye burjuvazisinin stratejik yönelimleriyle hesaplaşacak mısınız, yoksa, sürecin sadece sonuçlarıyla ilgilenip, AB üyeliğinin sağlayacağını düşündüğünüz olanaklarına mı gözünüzü dikeceksiniz?
Veya kimilerini kızdırdığını bildiğim bir başka deyişle, “tecavüzü kaçınılmaz görüp, zevk almaya mı çalışacaksınız?”
Türkiye solu, tecavüzün kaçınılmazlığına inandığı anda, kaybedecektir. Tecavüzcüye, yani saldırgan emperyalizme karşı mücadele, siyasallaşma, örgütlenme ve iktidara yürümenin tek yoludur.
AB’nin emperyalizme indirgenemeyeceği ya da tecavüzün ondan kaynaklanmadığı iddiası büyük bir yalandır. Türk ve Kürt emekçileri bu yalana karşı da mücadele etmelidir.
30 Kasım 2000 tarihinde, yani Türkiye’ye AB tarafından Katılım Ortaklığı Belgesi dayatıldığı sıralarda, Avrupa Komisyonu Türkiye’ye 150 milyon euro tutarındaki yardım için koşullarını açıkladı. Bu koşullar şöyle özetleniyordu:
“Programın amacı (AB’nin MEDA programı kastediliyor-KO) IMF ile imzalanan stand-by anlaşması çerçevesinde gerçekleşen yapısal ve sektörel reformları güçlendirmek ve Dünya Bankası ile görüşülen Ekonomik Reform Paketi’ni bazı özel önlemlerin taahüt edilmesini sağlayarak desteklemektir. AB kural ve pratiğine dayanan bu önlemler Türkiye’nin katılım stratejisinin hızlanması için biçilmiş kaftandır” . 1 [AB Komisyonu]
Bu satırları yazanların IMF ve Dünya Bankası’nın Türkiye için öngördüğü programın AB ruhuna dayandığını söylerken, herhangi bir kaygı ya da utanç duymadıkları açık. Belli ki, “IMF’ye hayır, AB’ye evet” diyen safdillere fazlasıyla güveniyorlar. Ya da, bu kesimleri bizim dışımızda kimse fazla önemsemiyor!
Acaba, AB karar mekanizmalarındaki sayın baylar “ekonomik işler”de topu IMF’ye atıyor olmasın? Yani, bizim demokrat ve sivil Cumhurbaşkanımız’ın yaptığı gibi, “programın arkasındayım” türünden bir geçiştirme anlamına gelmesin bu?
Demek ki biraz daha yakından bakmamız gerekiyor. Komisyon’un raporunda programın dört temel ögesi bulunduğu ilan ediliyor. Bunlar sırasıyla makro ekonomik istikrar, sosyal güvenlik reformu, tarımın yeniden yapılandırılması, deregülasyon ve özelleştirmeler…
İlk başlığın özeti kamu harcamalarının kısılmasıdır; ikincisi SSK’nın tasfiye edilerek özel emeklilik ve özel sağlık sigortası sisteminin yerleştirilmesi anlamına gelmektedir; üçüncüsü sübvansiyonların tamamen kalkması, yabancı sermaye girişini engelleyen her tür engelin bertaraf edilmesi, piyasa taleplerinin dikkate alınmasıdır; dördüncüsünde ise adlı adınca enerji, telekomünikasyon ve altyapıda hızlı ve kapsamlı bir talandır.
Bilindiği gibi siyaset bir kapsama ve dışlama sanatıdır. Sosyalist siyaset, düzen siyasetinden farklı olarak, siyasetin bu özelliğini gizlemeye kalkmaz ve hiçbir zaman “herkes adına” konuşmaz. Kapsama ve dışlama diyalektiğinin doğal ürünü “hedef gösterme”dir. Sosyalist siyaset, işçi sınıfı açısından mücadele edilecek “düşman”ı tanımlar, onu somut bir hedef haline getirir, kapitalist toplumun ve uluslararası dinamiklerin karmaşık yapısını mümkün olduğunca sadeleştirmeye çalışır.
Peki özelleştirmeci, liberalizm şampiyonu, emperyalist Avrupa Birliği böyle bir hedef değildir de nedir? Eğer sosyalist mücadele (veya bazılarının adına demokrasi mücadelesi dedikleri şey) Avrupa Birliği’ni emekçi sınıfların karşı karşıya geleceği, mücadele edeceği bir olgu olarak tanımlamayacak da neyi tanımlayacak?
Taşlı Avrupa yollarına düşen Türkiye kapitalizminin çileli emekçileri onu AB yolundan döndürmek isteyen hayali düşmanlara karşı mı siyaset yapacak?
Liberal solun işine akıl sır ermemektedir.
Avrupa Birliği’ni savunmak emperyalizme onay vermektir
Önce bazı konularda anlaşalım.
Avrupa Birliği, emperyalist Avrupa ülkelerinin yarattığı, yaratmakta olduğu bir birliktir. Bu birlik, birbiriyle etkileşim içerisindeki üç mücadeleye doğmuştur. Bunlardan ilki ve temel belirleyeni, Avrupa işçi sınıfına, dünyanın geri kalan coğrafyasında sermaye sınıfı tarafından sömürülen geniş emekçi sınıflara karşı sürdürülen mücadeledir… İkincisi, kapitalist dünyanın mevcut hiyerarşisinde tahakküm altına alınan ulusları kuşatmak, denetlemek, köleleştirmek için sürdürülen mücadele… Ve nihayetinde başta ABD olmak üzere, diğer emperyalist odaklarla rekabetle tanımlanabilecek bir hegemonya mücadelesi. Bu üç mücadeleyi zenginleştiren bir diğer dördüncüsünden de söz etmek elbette mümkündür: Avrupalı kapitalist ülkeler arasındaki hiyerarşik yapıyı korumak ve güçlendirmek ya da değiştirmek için sürdürülen mücadele.
Burada sıralanan mücadeleler dışında bir Avrupa Birliği’nden söz edilebilir mi?
Elbette edilemez.
Avrupa’nın Avrupa Birliği’nden ibaret olmadığı gerçeğini ileri sürerek Avrupa Birliği’nin gerçeğini değiştirmek mümkün müdür?
Elbette mümkün değildir.
Avrupa Avrupa Birliği’nden ibaret değil, demek “Avrupa’da yalnızca kapitalistler yok” demekten farksızdır. Kendilerine marksist, solcu, hatta “demokrat” diyenlerin bu kadar tuhaf argümanlar etrafında dans etmesi içler acısıdır.
Avrupa Birliği, sermayenin egemen olduğu bir Avrupa’nın ürünüdür. Burada belirleyici olan Avrupa’nın birliği değil, sermayenin egemenliğidir. Ne 19. yüzyıldan itibaren gündeme gelen kapitalist entegrasyon, ne de ihtilalci beyinlerin “Birleşik Avrupa Devletleri” gibi sloganlarda somutladıkları emekçi kimlikli bir bütünleşme bugünkü Avrupa Birliği’ni algılamak veya değerlendirmek için özel bir anlam taşımaktadır.
Öyle ki, bugünkü AB entegrasyon sürecinin dünya devrim süreci açısından nesnel bir ilerleme olarak (örnek olsun kapitalizmin gelişmesi gibi) görülmesi bile mümkün değildir. Sınıf mücadelesinin mantığı söz konusu olduğunda artık kapitalizmin dinamiklerini üretici güçlerin gelişimi açısından değerlendirme olanağı kalmamıştır. Marksizmin tarihselci temeli değişmez bir veridir, lakin kapitalizmin “bir ilerleme” olduğuna ilişkin önerme, kendi anti-tezini yarattığı ve güçlendirdiği oranda gündemde tutulabilir. Sermaye egemenliğinin yıkılacak oluşuna dair bilimsel, siyasal ve ideolojik önermelerimizden vazgeçemeyiz; ama kapitalizmin her geçen gün kendi anti-tezini ortadan kaldırmaya dönük bir mekanizmayı çalıştırdığını da hesaba katmalıyız. Bu anlamda Metin Çulhaoğlu’nun soL Dergisi’nde “işçi sınıfının üzerini örten ve siyasi mücadeleyi geriye çeken” yaklaşımlara dönük eleştirilerine bütünüyle katılmakla birlikte çağımızı çok iyi tanımlayan “ya barbarlık ya sosyalizm” sloganına dönük çekincelerine hiç anlamadığımı söylemek istiyorum 2 .
İnsanlığın kapitalizmden kurtulmak için çok da fazla zamanı kaldığını düşünmemekteyim. Avrupa Birliği, bu zamanı kısaltıcı bir olgudur; sosyalist bir dünyanın işini kolaylaştıracağına ilişkin değerlendirmelerden bütünüyle uzak durulmalıdır.
Burada sosyalist iktidar kavgasının Avrupa Birliği’nde neden daha ciddi engellerle karşılaşmakta olduğunu anlatmaya çalışacağım. Ama bunu yapabilmek için, kısa önermeler halinde Avrupa Birliği’ne ilişkin bir çerçeveyi hazır tutmak istiyorum.
Avrupa Birliği’nin kelimenin her anlamıyla bir emperyalist kurumsallaşma olduğunu zaten söylemiş bulunuyoruz. Ancak, Avrupa Birliği’nin emperyalist karakterinin nereden kaynaklandığı son derece iyi anlaşılmalıdır. Ortada bir neden-sonuç ilişkisine indirgenebilecek bir durum yoktur. Yani, Avrupa Birliği yalnızca bazı emperyalist ülkelerin önayak olduğu bir proje olduğu için emperyalist karakter taşımamaktadır. Avrupa Birliği, aynı zamanda emperyalizmin evriminin özel bir aşamasına da denk düşmektedir. Bu anlamda AB’ye karakteristiğini veren birkaç emperyalist ülke, aynı zamanda onunla birlikte yeni bir özellik de kazanmaktadır. Avrupa Birliği’nin tıpkı marksist devlet kuramını altüst edenlerin yaptığı gibi, emperyalist karakterden arındırılmasına dönük stratejiler, başka şeyler bir yana, bir de bu nedenle tutarsızdır.
Avrupa Birliği’ne ilişkin değerlendirmelerde onun bir üst entegrasyon olma yönü çok fazla öne çıkartılmamalıdır. Mahir olmayan zihinlerde birliğin ulus-devletin rolünü azaltıcı veya ortadan kaldırıcı müdahalelerinin hiç değilse kapsama alanı içinde bölgesel eşitsizlikleri yok edeceğine ilişkin bir yanılsama kolayca ortaya çıkmaktadır. Burada üç şey söylenmelidir. Bunlardan ilki, siyasal etiğin konusudur: Avrupa Birliği’nin dünyanın başka coğrafyalarının aleyhine kendi içine “eşitlik” aktarması, asla bizim eşitlikçi mücadelemizde bir ilerleme olarak görülemez. İkincisi, bu gerçek değildir: Avrupa Birliği kendi içinde eşitsizlikleri yeniden üretmekte ve ulus-devletlerin bu eşitsizliklere ayakbağı olacak özelliklerini törpülemektedir. Avrupa Birliği’nden “sınırların aşıldığı” müjdesini alanların kendilerine çeki düzen verip yüz yıl içerisinde üçüncü kez bu kadar aç gözlü biçimde yayılan Alman sermayesinin çıkarttığı palet gıcırtılarına kulak kabartmalarında yarar vardır. Üçüncüsü, bu yazının konusudur: Söz konusu entegrasyonun sosyalizm mücadelesinde işleri zorlaştırdığı çok açıktır.
Avrupa Birliği’nin kendine özgü ve asla ortadan kaldırılamayacak bir hiyerarşisi vardır. Bu hiyerarşide yaşanacak değişimlerin birliğin emperyalist karakterini zayıflatması söz konusu bile değildir. Tam tersine, Avrupa Birliği geçmişteki balayı döneminden sonra, her geçen gün daha net çizgilerle belirlenmiş bir hiyerarşiye doğru evrilmektedir. Almanya’nın Nice’te elde ettiği ayrıcalıklar Avrupa Birliği’nde bir dönüm noktası değil, birliğin kendi ayakları üzerinde durmaya başladığının göstergesidir. Birliğin tepesinde Almanya, ya da önünde böylesi bir ekonomi olmaksızın Avrupa Birliği kof bir uluslararası örgüte dönüşecektir. Avrupa Birliği’nin gelişim çizgisi dikkatli bir gözle izlendiğinde neredeyse bütün kritik dönemeçlerde Almanya’nın geleceğe dair bir projeksiyonu olduğu farkedilir. Avrupa Birliği’nin esası budur. Bu koşullarda birlik içinde “kuzey ittifakı”nı ya da Akdeniz kuşağındaki “sol” rüzgarları Avrupa Birliği’ni islah etmek için büyük bir olanak olarak gören sol-liberter güçlerin ham hayallerini kendilerine saklamalarında yarar bulunmaktadır.
Hiyerarşik bir düzene sahip olması Avrupa Birliği’nin genişleme eğilimlerine de son derece uygundur. Emperyalist bir odak olarak Avrupa Birliği’nin tarihindeki AET, AT gibi evreler birliğin bir dünya gücü haline gelmek için kendisine zemin hazırladığı dönemler olarak görülmelidir. Bu dönemlerin en önemli özelliği Avrupa Birliği’nin bir cazibe merkezi olarak ortaya çıkışıdır. Bilindiği gibi İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeniden şekillenen dünya siyasetine Amerikan yaşam biçimi ile Sovyet eşitlikçiliği damga vurdu. Avrupa, savaşı takibeden 15-20 yıl boyunca bu rekabetin giderek Sovyetler Birliği tarafından terk edilen bir alanı olarak ABD tarafından yeniden düzenlendi. Ve bu yeniden düzenleme doğal bir biçimde Avrupa’nın kendisini yeniden üretmesi, dünya siyasetinde bütünüyle bağımsız olmasa da, belli ağırlık taşıyan bir merkez olarak devreye girmesine yardımcı oldu.
Avrupa Birliği bu ağırlığa ulaşabilmek için, kıta halklarına “umut” veya “alternatif” olmak durumundaydı. Az-çok temizlenmiş bir “güvenlik alanı” yaratmadan “umut” olamazsınız. Sovyetler Birliği gibi emekçi sınıfların talep ve beklentilerine ilişkin çıtayı yükselten bir devin yanı başında Avrupalı emperyalistler imaj tazelemenin yolunu aradılar. Başka bir yazının konusu olarak Portekiz İspanya ve Yunanistan’ın “kurtarılması” bu döneme denk geldi. Portekiz ve Yunanistan’da aynı yıl, yani 1974’te çöken faşist diktatörlüklerin ardından güçlü ve iddialı işçi sınıfı hareketlerini raydan çıkarmak için “refah” ve “özgürlük” demagojisi parlatıldı, bu demagojiyi belli oranda gerçekçi kılacak ekonomik-siyasal uygulamalar yürürlüğe sokuldu. İspanya’da Franco rejimi de aşağı yukarı aynı dönemde yavaş yavaş tasfiye edilmeye başlandı. Bütün bu yıllar boyunca “Avrupa entegrasyonu” yüksek sendikalılaşma oranı, reel ücretlerde artış ve kişi başına düşen gelirde gözle görülür bir iyileşme anlamına geliyordu.
Nasıl gelmesin? Avrupa bir dünya gücü olmaya soyunuyordu…
Bu dönem kapandı. Belli bir güvenlik alanı yaratıldı. Bu güvenlik alanı elbette kendi eşitsizliklerini korudu, kendi içinde halkalar üretti, ama yine de 1990’lara kadar AB üyesi olmanın zararlarından söz etmekte genellikle zorlanıldı.
1990’larda AB açısından yeni bir dönemin açılması, Sovyetler Birliği’nin açtığı büyük kanalın kapanmasının sonucudur. Olan iki şeyden bir tanesi Avrupa’da emekçi sınıfların referans noktasının yok olması, Avrupalı kapitalistlerin bu sayede huzura kavuşmasıdır. Artık yüksek ücret, sendikal özgürlükler, “sosyal devlet” kavramı etrafında oynanan oyun terkedilebilirdi. Diğeri ise sosyalizmin geri çekilişi ile birlikte açılan yeni alanlarla ilgilidir. Emperyalist Avrupa, kıtanın ortası ve doğusunda genişlemek için nihayet muazzam bir fırsat ele geçirmiştir.
Bu fırsatın nasıl değerlendirildiğini biliyoruz. Çek Cumhuriyeti bugün bir Alman eyaletidir. Yugoslavya parçalanmış ve hala parçalanmaktadır. Polonya, Macaristan, Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya… Bütün buralar eski Sovyet Cumhuriyetleri ile birlikte emperyalist yağmanın konusu haline gelmişlerdir.
Kısacası Avrupa Birliği’nin balayı 1990’ların hemen başında sona ermiştir. Artık bir cazibe merkezine ihtiyaç yoktur. Avrupa Birliği oyunu gerçek kurallarına göre oynamaya başlamıştır. İşçi ücretleri düşmüş, sendikalılık oranı bazı ülkelerde 10 yılda yüzde 60’lardan yüzde 10’lara kadar gerilemiş, eğitim ve sağlık hizmetleri paralı hale gelmiş, bütün kazanılmış haklar geri alınmaya çalışılmıştır. Hedef, yeni alanlara girmek yeni alanların ortaya çıkardığı işgücü olanaklarını Avrupalı emekçileri sindirmek için kullanmaktır.
Avrupa Birliği’nin gerek yatay gerekse dikey açılardan belli bir hiyerarşiyle, yani katmanlar veya halkalar halinde genişlemesi, tamı tamına bir emperyalist yayılma olarak adlandırılmalıdır.
Bunun anlamı nedir?
Bunun anlamı, Avrupa Birliği’nin genişlemek zorunda oluşudur.
Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi üyeliğe kabul edip etmeyeceğine ilişkin tartışmalarda unutulan gerçek zaten budur. Avrupa Birliği’nin kendisine bağımlı Türkiye’yi kendi tercih edeceği bir kurumsallık içerisinde tamamen “mahkum” kılmak zorunda oluşu, onun emperyalist karakterindendir. Elbette bir takım hesaplar, siyasi gerilimler, ideolojik ya da kültürel kaygılar her ne türde olursa olsun bu kurumsallaşmanın önüne bir engel olarak çıkmaktadır. Lakin, emperyalizmin ve de sermayenin mantığı bu engelleri “son tahlilde” üst belirler.
Kimse panik yapmasın…
Ha, AB’nin yaratacağı kurumsallığı “efendim biz de Fransa, ya da olmadı İspanya gibi olacağız” diye algılayanlar varsa, onlara denecek bir şey yok. O bağlamda, Türkiye’nin AB’ye üyeliği, elbette söz konusu bile değildir…
Ancak bunu hemen herkes bilmektedir ve hemen herkesin bildiği bir şeyi marifet gibi tekrarlamanın marksistlere özel bir yararı yoktur.
Avrupa Birliği başka nedir? Avrupa Birliği ulus devleti ortadan kaldıran bir entegrasyon biçimi değildir. Birliğin merkezinde duran Almanya, Fransa ve İngiltere, “kendi ulusal ayrıcalıklarını güvenceye alan” ve bu ayrıcalıkların arkasına çok güçlü bir şoven toplumsal doku yerleştiren ülkelerdir. Çokuluslu, ya da ulusötesi şirketler kavramıyla adlandırılan dinamiğin sermayenin enternasyonalist kimliğini yansıtmak açısından bir zararı yoktur belki ama sermayenin pasaportunun gündemden düştüğünü iddia etmek için de hiçbir neden bulunmamaktadır. Avrupa’da şirket evlilikleri, ya da el değişikliklerinde Alman ve Fransız yayılmacılığı son derece tipik bir sonuç olarak kendisini belli etmektedir. Bir marksist ekonomi, siyaset, devlet gibi kurum ve kavramlar arasındaki bağlantıyı yitirme hakkını kendisinde bulmamalıdır. Paranın düdük öttürdüğü, düdüğü öttürenin de daha çok para yaptığı bir mekanizmadan söz etmekteyiz. Bu verili mekanizmada AB’nin üç merkez ülkesinin kendi devlet yapılarını büyük ölçüde tahkim ettiklerini ve bu tahkimatla AB üzerindeki otoritelerini pekiştirdiklerini görüyoruz.
Son olarak, emperyalist odaklar arasındaki çekişmede “ulus-devlet”in rolünü ortadan kaldırma olanağının olmadığından söz edilmelidir. Asla bir “ulus-devlet” olmamasına karşın Amerika Birleşik Devletleri, feodalizmi pas geçen özgün yapısıyla “ulus-devlet” sürecini de önemsizleştiren bir birlik yaratmayı becermiştir. Siyahlar ve latinoların varlığı bile (çok ciddi toplumsal sorun ve dinamiklere yataklık etse bile) bu birliği tehdit etmemektedir. Dolayısıyla bugün hegemonik güç olan ülke bir Amerika Birleşik Devletleri’dir. Bu devletin oluşturduğu Kuzey Amerika odağına karşı Avrupa’daki devletlerin de bir Avrupa Birleşik Devletleri oluşumuyla çıkmaları, bir dizi nedenle çok güçtür. Para birliği ortak başkent vb. başlıklarda alınan mesafeye rağmen, Avrupa’de yeni bir Birleşik Devletler deneyimini engelleyecek ölçü ve nitelikte tarihsel bir birikim vardır. Bu birikimin eşitsizlikler ve farklılaşma boyutu, birleştirici ve ortaklaştırıcı dinamiklerden daha baskındır. Bir başka deyişle, ABD ile girişilen rekabet ABD ile AB arasında bir rekabetten çok, ABD ile arkasına belli bir entegrasyon düzeyini, ya da egemenlik alanını alan Alman emperyalizminin rekabetidir.
Peki bunun neresine ulus-devletin ortadan kalktığı iddiasını yerleştirebiliriz?
Elbette ulus-devletlerin işlevlerinin değişmesi ve birçok devletin dişinin tırnağının sökülmesi gibi tartışılmaz gelişmeler yaşanmaktadır. Ancak pre-kapitalist dönemlerden “modern” zamanlara kadar bu tür eşitsizliklere her zaman rastlanmıştır. Hiç kimse şunca yılda ülke sayısının neredeyse bir buçuk katına çıktığını hesaba katmamaktadır. Nihayetinde otorite aynı coğrafyada bu şekilde parçalanıyorsa, parçaların otoritesinde mutlak bir zayıflama da ortaya çıkacaktır. Ve bazı parçaların gücü hem göreli hem de mutlak olarak artacaktır.
Evet, Avrupa Birliği’ne özet bir bakış bizi bu bulgulara ulaştırmaktadır. Ama şimdi daha önemli bir şeye, bizim stratejimize dönmekte yarar vardır.
Seçmenden kurtuluş!
Son üç-dört yıl boyunca sık sık kullandığımız kavramlardan birisi siyaset-sizleştirmeydi. Bundan esas olarak sermaye egemenliğinin kendi kurumsal yapısında siyaseti arka plana iterek yürütme gücünü kalıcı mekanizmalara terk etmesi mi anlaşılmalıdır? Türkiye’de restorasyon sürecinin en belirgin müdahalelerinden birisinin bu doğrultuda düzenlemeler yapmak olduğunu hatırlayacak olursak, siyasetsizleştirme dendiğinde her şeyden önce siyasetin hareket alanının ve etkisinin kısıtlanmasını anlamanın çok büyük bir sorun olmadığını söyleyebiliriz.
Ne var ki, söz konusu süreci burjuva diktatörlüğünün sınırları içerisinde değerlendirmemek ve sınıf mücadelesinin genel mantığı ile daha dolayımsız bir biçimde ilişkilendirmek durumundayız. Böyle bir perspektifle baktığımızda, siyasetsizleştirme siyaseti iktidardan uzaklaştırma ve aynı anlama gelmek üzere siyaseti partisizleştirmedir. Siyasetin iktidardan uzaklaşması, işçi sınıfının iktidardan uzaklaşması, mevcut sınıfsal egemenlik aygıtlarının kendi kalıcılıklarını güvence altına almasıdır.
Bu sürecin burjuva demokrasisinin zaten her durumda şekilsiz ve sınırları belirsiz yapısını ciddi bir biçimde değiştirmekte olduğu bilinmelidir. Bu değişimin en önemli unsuru, sermaye egemenliğinin zor ve ikna diyalektiğinin dışında yepyeni bir boyut kazanmasıdır: Emperyalizm gerçek siyaseti toplumsal zeminin dışına mümkün olduğunca uzağına taşımaktadır. Egemen sınıfın en önemli aygıtı olarak devletin tarih sahnesinde yerini aldığı dönemlerden beri söz konusu olan “yabancılaşma” sürecinden tamamen farklı, üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir olgudan söz etmekteyiz.
Bu olgunun genel hatlarını Avrupa Birliği ile bağlantı bir biçimde ortaya çıkartmaya çalışacağım.
Az önce zor ve ikna diyalektiğinden söz etmiştim. Burjuva siyasetinin bu özelliği, aslında sistemden zarar gören, hatta hoşnut olmayan kitleleri ona zarar vermeyecek bir noktada tutmaya ve sömürü mekanizmalarının kazasız belasız işlemesine dönük bir rasyonale sahiptir. Ancak burada ikna ve zor hangi biçim ve dengede uygulanırsa uygulansın, burjuva siyaseti ile geniş kitleler arasında bir temas yüzeyi vardır. Bu temas yüzeyi kırılmalar, engeller, dolayımlar, muazzam bir ideolojik sis perdesi vb. ile koruma altına alınmıştır ama, sermaye sınıfının yok sayamayacağı kadar gerçektir.
Şimdi olup bitenleri, bu temas yüzeyini bütünüyle yok etmek mümkün olmadığından, büyük ölçüde önemsizleştirmeyi ve bu sayede reel olmaktan çıkarmayı hedefleyen global ölçekli bir operasyon olarak algılamakta yarar vardır.
Bu operasyonun en önemli özelliklerinden birisi “seçmen” baskısının ortadan kalkmasıdır. Marksistler, komünistler arasında seçim mekanizmalarına yaklaşım konusunda değişik düşünceler var. Ancak iyi bir komünistin sandığa bel bağlayamayacağı bir altın kuraldır. Teorik ve de ampirik açıdan bakıldığında sandıktan devrimin çıkmadığı, devrimin sandığa sığmadığı kolaylıkla görülür.
Ne var ki, sermaye sınıfının “seçmen baskısı”nı hissetmesi, tarihsel bir perspektifle baktığımızda, ezilen kitleler açısından büyük bir olanaktır. Bu olanak yalnızca sömürü ve şiddetin dizginlenmesi açısından değil (zaten bu birçok durumda söz konusu bile olmaz), işçi sınıfının siyasallaşması açısından da değerlendirilmeli, ele alınmalıdır.
Bu yazıda burjuva diktatörlüğünde genel seçimlerin ne anlama geldiği üzerinde durmak istemiyorum. Ancak Gelenek‘in on beş yıla ulaşan yayın ha-yatında bu konunun üzerinde fazlasıyla durduğumuzu hatırlatmak durumundayım.
Hatırlatmak durumundayım, çünkü bu yazıda üzerinde durmak istediğim meselenin önemini azaltıcı, yani dengeleyici başka uyarılar kesinlikle yapmayacağım.
Seçim mekanizmasının bir dizi nedenle önemli olduğunu söyleyeceğim. Ama sermaye sınıfı tek bir nedene takılmış durumda: Neden seçmen baskısını veri alalım?
Sovyetler yok, güçlü bir sınıf hareketi yok, sendikalar genel olarak geriliyor… Bu koşullarda neden? Neden büyük ekonomik gücü elinde tutan, dünyayı on yılda adam akıllı değiştiren sermaye böyle bir “yük”le yan yana yaşamaya devam etsin?
Evet, popülizm tartışmaları yalnızca bizim rezil medyamızda yapılmıyor. Marksizmin ona yüklediği anlamdan ayrıştırarak vurguluyorum: Son aylarda popülizme karşı açılan cihadın “son kriz”le uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Burjuva dünyası, popülizmi “sızlananlara emzik verme” olarak değerlendirmekte ve gözü dönmüş biçimde “emzik” masrafından kurtulmak için çaba harcamaktadır. Burjuva medyasındaki popülizm düşmanlığında öyle karmaşık bir ideolojik, hatta bazılarının sandığı gibi bir felsefi yön aramak son derece saçmadır; işin özü tam da budur: Artık kitlelerin yatışması için bile kaynak ayırmak istemiyorlar.
Bu nasıl mı olacak? Bu elbette hesap kitap işi… Bizden ve yine burjuva basınından bir örnekle devam edelim. Serdar Turgut’un “öteki Türkiye” üzerine paraladığı edebiyat hoşnutsuz kitleleri yatıştırmak için ayrılacak kaynağın çok daha azı ile hoşnutsuzluğun kontrol edilebileceğini birilerine anlatmaya dönüktür. Özkök ile ortaoyununa çıkması için çuvalla para alan Turgut’un hamburger kültürüne ve ekonomi-politiğine karşı bayrak açan üniversitelilerden nefret etmesi tam da bu nedenledir. Onun derdi birilerinin harekete geçmesidir. Buna karşı mücadele etmesi için ona para verirler, kendi patronundan aldığı yetmeyince, devreye elbette Big Mek ikramiye girecektir.
Evet gerçekten de bu Serdar Turgut’un yaptığı gibi hesap kitap işi. Sermaye sınıfı kitlelerin sevk ve idaresini daha ucuza getirmek istiyor. Yani havuç ve de sopanın her ikisinin de maliyetli olduğunu hissettiği için aynı anda her ikisinden de kısmanın yollarını arıyor.
Avrupa Birliği bu arayışta son derece önemli bir koz olarak ortaya çıkıyor. İnsanlar hoşnutsuzluklarını doğru muhataba yansıttıklarında siyaset yapmış oluyorlar. Giderek yoksullaşan onmilyonların bağırdıklarında onlardan korkacak, el kaldırdıklarında ürperecek, kısacası mücadele edecek bir karşıta ihtiyacı var. Bu olmadan umut olmaz, değişim için mücadele azmi ortaya çıkmaz.
Emperyalizmin operasyonunda emekçi sınıfları kendi hallerine bırakma var. Yani siyaset mekanizmasını onların erişemeyeceği, hissedemeyeceği bir yere taşımak.
Avrupa Birliği’ni bu nedenle ciddiye almalı.
Ekonomiden başlayalım. Avrupa Birliği ekonomik alana ilişkin bazı olmazsa olmaz kurallar koyuyor. Biz bunun en fazla özelleştirme başlığını ele aldık ve Avrupacı solcularımıza “ayağınızı denk alın, AB’nin yasası özelleştirmedir” dedik. Ne var ki iş burada bitmiyor. Avrupa Birliği, sermaye hareketleri üzerindeki her tür “ulusal” kontrolü kaldırıyor. Konumuz açısından bunun şöyle bir anlamı var: Daha önce de sermaye çıkarlarına hizmet eden tek tek siyasi iktidarların bu kez sermaye karşısında herhangi bir otoritesi, sorumluluğu kalmıyor. Siyasi iktidarların sorumsuzlaşması siyasi iktidarların önemini azaltmıyor, onu “değişim”den uzak tutuyor.
Devam edelim. Avrupa Merkez Bankası liberalizmin kutsal kitabına uygun olarak her tür siyasi denetimin dışına çıkıyor. Bu tek tek ülkelerdeki durumdan çok daha vahim bir gelişmedir, çünkü Avrupa Birliği’nin merkez bankası belli bir aşamadan sonra belki çok büyük bir ekonomik güce sahip olmayacak, ama siyaseten sorumluluğu olmayan bir yapıda aklına eseni hayata geçirebilecektir. Üstelik hiçbir bedel ödemeden.
Sermayenin bankasının aklına nelerin eseceği herhalde bellidir.
Avrupa Birliği’nin “bugünkü haline” karşı çıkarak bizim “gizli onay” olarak değerlendirdiğimiz bir yaklaşımı savunmakla birlikte, Avrupa Birliği’ne dair oldukça kapsamlı raporlar yayınlayan Avusturya Komünist Partisi’ne bu konuda kulak vermekte yarar vardır:
“… Avrupa Birliği kurumları tıpkı memurlardan oluşan AB Komisyonu’nda ve hükümetlerce tayin edilen üyelere sahip Avrupa Konseyi’nde olduğu gibi atanmış bürokratların ve kapalı kapılar ardında toplanan organların hakimiyetindedir. Her iki organ da en geniş yetkilerle donatılmıştır. Avrupa Parlamentosu ise hala bazı kararlara ancak sınırlı bir biçimde ortak olabilmektedir.
Bu Avrupa Birliği’nin iktidar yapısında Avrupa Parlamentosu’nun ağırlığının artırılması gerektiği anlamına gelmektedir” [Avusturya Komünist Partisi] 3 .
Gözlem doğru… Sonuç?
Demokrasi mücadelesini sosyalizm mücadelesinden kopartmamak gerekiyor. Daha da önemlisi Avrupa Birliği’ni demokratikleşme başlığında ele almaktan özellikle kaçınmak gerekiyor. Çünkü burada asıl sorun benim yazıda üzerinde durduğum konudur. Bürokratik Avrupa Birliği, sermaye politikalarını uygularken “seçmen”den kaçmakta, ne kadar şartlanmış olursa olsun, burjuva ideolojisiyle ne kadar kirletilirse kirletilsin “seçmen baskısı”ndan kurtulmaya çalışmaktadır.
Bir ülke sınırları içinde “seçmen”den kaçmak, belli koşullar üst üste gelirse, patlama yaratır. Çünkü ortada “kaçan” somut bir iktidar vardır. Avrupa Birliği gibi, üye devletlerin üstüne genel bir örtü seren bir yapılanmada ise emekçi sınıfların muhatabı yoktur. Tek tek ülkelerdeki iktidarlar bazı başlıklarda son derece somut olmaya devam etmekte lakin AB kuralları (dayatma da diyebilirsiniz) nedeniyle emekçi sınıflara karşı saldırılarda en küçük bir sorumluluk almamaktadırlar.
Güzel iş… Sınıf mücadelelerinin mantığı şunu demektedir: Avrupa’nın güçlü emperyalist ülkeleri bu mükemmel kurgudan asla vazgeçmeyecek, başka gerekçeler bir yana, bir de bu nedenle AB’yi bir Avrupa devletine taşımak istemeyeceklerdir.
Burada sırası gelmişken, Avrupa Birliği’ne bizim MGK’yı şikayet edip duran çok bilmişlere değinmek istiyorum. Avrupa Birliği, bütün sistemi atanmışlar üzerine oturturken, MGK’ya karşı “seçilmişler”in hakkını Brüksel’de aramak ya zavallılık, ya ahmaklık, ya da sahtekarlıktır. Bu insani özelliklerden hangisine denk düştüklerine kendileri karar verebilirler.
Avrupa Birliği’nde kararları sermaye memuru sivil-askeri bürokrasi almaya devam edecek nasılsa!
İktidar tek tek ülkelerde ama bu iktidarlar sorumsuz… Güç ve otorite Avrupa Birliği’nde, ancak bu birlik alışkın olduğumuz anlamıyla bir iktidar mücadelesine konu olmuyor!
Dünya komünist hareketi, anlamsız tartışmalardan çıkarak, bu son derece önemli stratejik konu üzerinde kafa yormalıdır. Ve kafa yorarken asla zaman kaybetmemelidir: Avrupa Birliği’nin siyaseti yok eden “siyasal sistemi” bir bütün olarak reddedilmeli, bu yapılırken “Acaba ulusalcı tuzağa düşer miyiz?” kaygısı taşınmamalıdır.
İktidarı kaçırmak…
Siyasetin merkezinde “iktidar mücadelesi” var. Peki bu iktidar nerede? Efendim, gidişat, Avrupa devletine doğru, artık bu gerçeği kabul etmek lazım…
Lazımmış!
Biz de bundan bahsediyoruz. Gidişat, “iktidar” olgusunun üzerini örterek sermaye egemenliğini garanti altına almaya doğru… Avrupa Birliği bundan ibaret değil elbette. Ama, artık bu birliğe salt ekonomik nedenlerle, salt birliğin emperyalist karakterine odaklanarak karşı çıkma zamanı değil. Çünkü birlik bazı ülkeleri daha şimdiden yuttu. Yunanistan, İspanya, Portekiz’de AB bayrağı dalgalanıyor. Emperyalist ülkelerin işçi sınıfları açısından da üzerinde durduğumuz mesele daha az önem taşımıyor. Fransız işçisi oportünist eğilimlerden kurtulduğunda, ya da kurtulmak için nasıl bir strateji geliştirecek? Siyasal mücadelenin konusu ne olacak?
Bu sorulara yanıt vermeden Avrupa Birliği meselesinde bir ilerleme sağlanamaz.
Yanıt vermeye Pinochet olayını hatırlayarak başlayabiliriz. İspanya’da açılan bir dava nedeniyle eli kanlı faşist diktatörün İngiltere’de gözaltına alınması sırasında çok iyi hatırlıyorum, liberal koro “İşte Avrupa” diye çığırıyordu. Biz ise, Pinochet’yi o halde görmekten pek mutlu olmakla beraber, “eyvah” diyorduk. Eyvah, çünkü Avrupalı emperyalistler, ABD’nin de onayıyla artık zerre kadar önemi olmayan bir katil üzerinden son derece önemli bir stratejiyi yürürlüğe koyuyorlardı. Kimileri bu stratejiyi emperyalizmin ellerini yıkaması olarak değerlendirdi ve pek uyanık olduklarını kanıtlamak için “yemeyiz” tepkisini verdi. Öyle ya, demokrasi mücadelesi emperyalist baylara mı kalmıştı!
Keşke bu kadar basit olsaydı. Emperyalistler, içişlerine ve yargıya karışma, yani tek tek ülkelerdeki iktidarların hareket alanını kısıtlama konusunda önemli bir adım atıyorlardı ve bu adım bir faşist diktatörün başına patladığı için kimse işin ciddiyetinin farkında değildi. Bugün Miloseviç’i uluslararası mahkemelerde yargılamak için sürdürülen kampanyanın aktörleri, Pinochet meselesinde de işin içindeydiler. Yarın fırsat bulduklarında Castro’yu bir dış gezide tutuklamaya kalkacaklar.
Tabi yürekleri yeterse…
Şimdilik bu noktadan uzaklar ama adım adım yol alıyorlar. Bu sürece yalnızca “Emperyalistler her şeye müdahale ediyor, egemenlik ortadan kalkıyor” diye yaklaşamazsınız. Yaklaşımınız yalnızca bu olursa, bugün yerküreyi 200’e yakın egemenlik alanına bölen ve adına “ülke” denilen oluşumların suç ve bağımlılıklarını görmezden gelmiş olursunuz. Oysa ortada bir sorun daha var: İnsanlığın yarını…
Bizim yarınımız… Ya bu düzen böyle gitmez diyenler bu düzeni alaşağı ederlerse? Pinochet’ye “insanlık” adına dokunanlar, bizim eşitlikçi düzenimize “insanlık” adına saldıracaklardır, onu yalnızca kendi sınıf mantıkları açısından değil, Kopenhag kriterleri açısından da, AB kanunları bakımından da pek uygunsuz ilan edeceklerdir.
Bunun anlamı nedir? Bunun anlamı, emekçi sınıfların siyasette küme düşürülmek istenmesidir. Bu yazıda çok fazla üzerinde durmayacağım, zamanı geldiğinde şu “seyyar kuvvetlerle global kapitalizme okkalı bir tokat atma”yı tasarlayan gezginci özgürlük savaşçılarına da ayrıntısıyla değinmiş olacağız. Burada önemli olan, işçi sınıfı hareketinin “siyaset”te ne yapacağıdır. Hem AB’nin içinde, hem de AB’nin gözünü diktiği ama henüz kapsayamadığı ülkelerde…
Pinochet olayını hatırlatarak girdiğimiz konu üzerinde biraz daha duralım. Avrupa Birliği, emperyalist ülkelerin genel projeleri doğrultusunda tek tek ülkelerdeki siyasi iktidarlara bazı şablonlar dayatıyor. Yere tükürme, bacağını açma, ne bileyim, çayı o kadar sıcak içme… Ya da sat, kapat, at…
İlk bakışta Avrupa Birliği yetki devralıyor sanırsınız. Ne yetkisi? Avrupa Birliği bu mekanizmalarla iktidarı ya da otoriteyi olduğu gibi yerinde tutuyor ama onu karşı karşıya olduğu siyasi sorumluluklardan kurtarıyor. Seçimle yönetime gelmiş ve her şeye rağmen geniş kitleleri ikna etmek ya da aldatmak gibi yükümlülükleri olan bir hükümet “altına imza attığımız uluslararası anlaşmalara göre sayın vatandaşlarım bu adımı atmak zorundayız” dediğinde insanlar kimin suratına tükürecek?
Türkiye’de son beş-altı ayda olanlara yakından bakılırsa ne demek istediğim çok iyi anlaşılır. Burjuva siyasetini salt sermaye sınıfının gündelik çıkarlarına hizmete endeksli bir düzenleme olarak algılayanlar, MHP ve hatta ANAP’ın emperyalist kurumların bazı dayatmaları karşısında neden sızlandıklarını hiç anlayamadılar. Bu dayatmalara kimsenin (bazı özel rant kapılarının kapanması dışında) itirazı yoktu. Sızlanmaları mutluluktan; seçmen baskısı hissetmeyen bazı uluslararası kuruluşların ve de yerli bürokrasinin onların üzerindeki yükü almalarının getirdiği rehavettendi. İstedikleri gibi “onurlu siyasetçi”yi oynadılar.
Burada üzerinde durduğum, dar anlamıyla “seçmen baskısı” değildir. Siyaset kurumunun en temel özelliklerinden birisi olan ve yazımın başlarında değindiğim ikna-zor diyalektiğine tekrar işaret etmek istiyorum. Avrupa Birliği, kendisini bir “kutsal devlet” olarak devreye sokarak, oyunun üst kurallarını kimsenin itiraz edemeyeceği bir biçimde belirlemeye kalkmaktadır.
Henüz bu sürecin başlarındayız. Bu süreci kabullenip “Avrupa Birliği’nde atanmışların rolü azalsın, her şey seçimle hallolsun” demek çok büyük bir hatadır. Her şeyden önce, Avrupa Birliği’ni dönüştürmek için uygulanacak siyasi kuvvetin kendisine bir ağırlık merkezi bulma şansı yoktur. Devrimci siyasette sonuç alıcı darbeler eşitsiz gelişim yasasının yarattığı olanakların üzerine gelir. Oysa Avrupa Birliği, eşitsizlikleri ortadan kaldırmadan, onun yarattığı olanakları bertaraf etmektedir. Bugün AB’nin zayıf ortakları olan üç-dört ülkede emekçi sınıfların “demokratik bir AB için” yürütecekleri mücadele Berlin ve Paris’ten geri dönecektir. Oysa anti-kapitalist bir eksende sürdürülecek AB karşıtı veya AB’den kopuşu hedefleyen bir mücadelenin elde edeceği anlamlı mevziler, hatta mevzi ötesi kazanımlar söz konusudur.
Bu da şu ünlü “zayıf halka” konusudur ve yine bir başka yazıya bırakılmalıdır.
Başka bir yazıya bırakılmaması gereken konu Avrupa Birliği’nin siyasal iktidarı emekçi sınıfların göremeyeceği, gördüklerinde erişemeyecekleri bir hale getirmesidir.
Az önce AB’nin yapısına ilişkin değerlendirmelerine yer verdiğim Avusturya Komünist Partisi, bir başka metinde geçtiğimiz yıl Avusturya’da yapılan seçimlerden sonra ortaya çıkan faşizan hükümet yapısına Avrupa Birliği’nin müdahalesinin başka şeylerin habercisi olduğunu ve gelişmelerin kaygı verdiğini ileri sürerken kesinlikle haklıdır 4 .
Hak teslimimiz ne demokratlığımızdan, ne de Avusturya’daki seçmen tercihlerine duyduğumuz saygıdandır. Tekrar olacak, Avrupa Birliği siyasal iktidarı ezilenlerin uzağına taşımaya kararlıdır ve bundan daha kaygı verici bir girişim düşünülemez bile.
Kapitalizmin yükselişi ile birlikte siyasal otoritenin gökyüzünden yeryüzüne inişi hızlandı. Şimdi emperyalizm onu görünmez yapmak istiyor…
O halde ne yapmalı? Ne yapmalı da bu iktidarsızlaştırma operasyonuna çomak sokmalı?
Tarih komünistlere akıl-fikir vermiş
Komünistler akıl-fikir sahibi insanlardır. Avrupa Birliği’ne teslim olacak değillerdir. Elbette bir şeyler yapılacaktır. Elbette Avrupa Birliği’nin zayıf noktaları genel olarak sermaye egemenliğinin boşluklarıyla birlikte ele alınarak değerlendirilecektir. Bu bağlamda bazı temel ilkeler belirlemek mümkün ve gereklidir. Avrupa Birliği üyesi ya da aday ülkelerde faaliyet yürüten komünist partilerin tartışma, hazırlık ve pratiklerinde ciddi bir yenilenmenin gerektiği bir dönemde bu ilkeleri mümkün olduğunca açık bir biçimde gündeme getirmek ve gündemde tutmak zorundayız.
Bir başlangıç olarak, sürecin kaçınılmazlığı veya tamamlandığı düşüncesi bir kenara atılmalıdır. Avrupa Birliği’nin artık geri dönülmez bir yola girdiği ve bu yolun bir veri olarak alınması gerektiği düşüncesinin üç nedeni olabilir. Bunlardan bir tanesi umudu yitirmek ve aslında emperyalizmin inisiyatifi bir daha kaybetmeyeceğine ilişkin bir kanaate varmaktır. Sol içinde böyleleri olduğu biliniyor. Bunların bir bölümünün umuda taşınabileceği de… Lakin ikinci olarak üzerinde duracağımız “neden”e takılanların sağıtım şansı bulunmuyor. Bunlar öyle ya da böyle ihaneti içlerine sindirenler. Solda duruşları, insanları emperyalizme teslim olmaya ikna etmek için.
Buraya kadar “teorik” bir neden gözükmüyor. Bu ihtiyacı üçüncü kategoriden “kaçınılmazcı” görüş karşılıyor. Avrupa Birliği’nin tarihsel evrim açısından beklenir ve “uygun” bir etap olduğuna dayanan bu görüşü savunanları kabaca ikiye ayırabiliyoruz. Bunlardan ilk grup Avrupa Birliği’ne son derece nesnelci bir biçimde yaklaşarak, sürecin çok da abartılmamasını ve kapitalizm nasıl onca kötülüğün kaynağıyken aynı zamanda insanlığa sınıflı toplumlardan kurtulmak için fırsat da sunuyorsa, Avrupa Birliği’nin de olumsuzluklara rağmen benzer olanaklar yaratabileceğini söylüyorlar. Yani daha önce tek tek ülkelerde karşımıza çıkan kapitalizm şimdi AB olarak hizmetimizde… İkinci grup ise Avrupa Birliği’nin kaçınılmazlığında hayır görüyor. Hayır işleri karışıktır malumunuz, bunu sınırlar ortadan kalkıyordan, evrensel demokratik normlar yerleşiyora kadar geniş bir marjda savunmaktalar.
Her birisine yetiştirecek lafımız var. Ancak bizi ilgilendiren temel kalkış noktası, Avrupa Birliği’ne karşı mücadelenin tam da bugünün sorunu olduğudur. Hem içerik hem de yönelim itibariyle Avrupa Birliği’ne karşı mücadele etmeden “küreselleşme” denilen ve bu yazıda kullanmamak için özen gösterdiğim, bir daha tövbeler olsun kağıda düşürmeyeceğim olguyla hesaplaşılamaz. İşsizlik, ücretlerde düşme, toplumsal hakların gaspı, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesi, sendikasızlaştırma, silahlanma vb. başlıklarda “benim kafam dik” deyip, AB’ye boyun bükmek maskaralıktır. Daha da önemlisi, Avrupa Birliği’nin uzun bir süreye yayılacak olan serüveninin, zaman boyutunda insanlığın kaderine ilişkin ölümcül kararların verileceği bir dönemle örtüştüğü nasıl unutulabilir? Bu zamanı onlara hediye mi edeceğiz? Onlar entegre biz biçare mi olacağız?
İkinci aşamada ise, söz konusu serüvenin, ya da sürecin adını koymakta tereddüt etmeme zorunluluğu var. Marx’ın kapitalizmin altüst edici ilerleyişinden heyecan duyması için epeyce neden vardı. Bu nedenlerin başında kapitalizmin gelişmesinin dünya ölçeğinde proleter ordusunu daha kalabalıklaştırdığı gerçeği geliyordu. Aradan ciddi bir süre geçti. Sermaye sınıfı yıkıcı ve gerici özünü az da olsa hafifletecek herhangi bir tarihsel role artık sahip değil. Yoksa, Avrupa Birliği’ne şöyle alıcı gözle bakarak “teselli” bulmak her zaman mümkün. Mesela… Neyse benim at gözlüklerime verin, bir anda bulamadım, ama eminim birileri hemen yakalayacaktır “iyi”liklerini bu birliğin.
Hiçbir şey mutlak iyi ya da kötü olamaz… Marksizmden bunu öğrenenlere bırakalım AB’den yağ çıkarmayı… Biz ona emperyalizmin bir saldırı projesi diyoruz. Adını böyle koyuyoruz. Bu berraklığın üzerine getirilmek istenen her tür sis perdesini kaldırmak istiyoruz. Avrupa Birliği’nde somutlanan entegrasyon sürecinin getireceği kimi olanakların ancak AB’ye karşı kararlı bir mücadele sırasında ve mücadele edenlerin elinde değer kazanacağını söylüyoruz. AB’nin iyi ve kötü yönlerini ayıklamayı ve bir takım dengeler üzerinden politika üretmeyi başkalarına bırakıyoruz.
Bu anlamda Avrupa Birliği sürecini ikirciksiz bir biçimde tarif eden, üyeliğin ülkelerinde yol açtığı vitrin düzenlemeleri asla konu bile etmeyen komünist dostlarımızla ortaklaşıyoruz:
“Yunanistan Avrupa Birliği ve NATO’ya katılım yolunda değildir. Yunanistan zaten emperyalist projelere entegre olmuş ve bu projelerin aktif katılımcısı haline gelmiştir. Bugün stratejik öneme sahip bölgelerde özelleştirmelerin uygulamaya konması, esnek üretim biçimlerinin devreye sokulması, sosyal güvenliğin tasfiyesi gibi gerçekleri görmezden gelemeyiz. Gerekli görüldüğünde Yunanistan içindeki halk hareketlerine ve Balkanlar’da ve Karadeniz’de kullanılacak olan bir misyoner ordusunun ülke-mizde kurulduğu gerçeği de ihmal edilemez”. [PAPARİGA Aleka] 5 .
Evet, emperyalist entegrasyon projeleri konusunda asla kemküm edilmemelidir.
Sonra siyasi mücadelenin ve partinin işçi sınıfı açısından ne kadar vazgeçilmez olduğu yüksek sesle tekrar edilip, gereken yapılmalıdır. Siyasi mücadele siyasi iktidar olgusu etrafında yapılır. Siyaset yapan her akım siyasi iktidarı fethetmek iddia ve niyetinde olmayabilir. Ancak siyaset bir zorunluluk olarak, siyasi iktidarın merkezde durduğu bir düzlemdir. Bunun iddia ve niyetlere bağlı bir tarafı yoktur. Şimdi dünya komünist hareketinin iki işi vardır. İlk iş, bu genel tarif üzerinden siyasetin ne kadar önemli ne kadar vazgeçilmez bir ihtiyaç adeta bir varolma sorunu haline geldiğini işçi kitlelere kavratmaktır. İkincisi ise, siyasette iktidarsızlığın çok kötü bir şey olduğunun anlatılmasıdır. Yani işçi sınıfı siyaset yapacak, siyaset yaparken iktidarı düşünecek. Hangi iktidarı? Sanıyorum bu yazıda yeterince açık oldu; her kim ki Avrupa Birliği’nde birleşik bir sınıf hareketinin “iktidarı ele geçireceği”ni düşünüyorsa, bilin ki o iktidarı önemsemeyen birisidir. Avrupa Birliği’nin merkez ülkelerinden dış halkalarına kadar, bütün ülkelerde komünistler kendi ülkelerindeki siyasal iktidar mücadelesini hem önemli kılmalı (bu onlara ek olanaklar sağlayacaktır) hem de bu mücadelede öne çıkmalıdır. Enternasyonalizm Avrupalı ve genel olarak dünyalı işçilerin ortak kavgası da ancak böyle örülecektir. Ve daha da önemlisi, gelecekte dünya devriminin Avrupa’da ardı ardına zaferler kazanışı da bu “ulusal ölçekli” mücadelenin eseri olacaktır. Dolayısıyla “sermaye uluslararasılaşıyor, emek cephesi de küresel direnişe geçsin” türünden beyitler derhal çöpe atılmalıdır. Tek tek ülkelerde siyasete, siyaset kurumuna yönelik tasfiye girişimleri bu gözle değerlendirilmeli ve bu girişimlere karşı akıl dolu bir direnç örülmelidir. Devamla, siyaseti önemli kılarken, partinin altı çizilmelidir. Siyasi partileri önce sendika ve kitle örgütlerinin, ardından da genel bir sivil toplum örgüsünün içinde eritmeye dönük manevralara karşı çok sert yanıt verilmelidir. Her taşın altından sivil toplumcu örgütlerin çıkmaya başlaması ile sınıf uzlaşmacılığı ve emekçilerin örgütsüzleştirilmesi arasındaki bağ, işçi sınıfına somut kanıtlarla anlatılmalıdır. Bu bağın Avrupa Birliği ile ilişkilendirilmesi ise en az diğer başlıklar kadar önemlidir. Çünkü siyasetsizleştirme, iktidarı kaçırma (birkaç yıl önce Gelenek’te İktidardan Kaçış diye bir yazı yazmıştım, o yazı AB’yle ilgili değildi ve daha çok dünya solunda iktidardan vazgeçme eğilimleri üzerinde durmaktaydı. Ne ilginçtir, şimdi iktidarı emekçi sınıflardan kaçırmaya dönük çok kapsamlı bir projeyle karşı karşıyayız ve birileri kaçanı kovalayacağına, tam tersini yaparak, öbür istikamete yöneliyor) gibi olgularla Avrupa Birliği’nin kurumsal yapısı arasında birebir ilişki var. Bu kurumsal yapı işçi sınıfını atomize ederken, çok daha büyük bir ölçekte sulandırıyor. Emekçi sınıflar bir eğilim olarak toplumun benzer bir oranını kaplasa da, ölçeğin çok ülkeli hale gelmesi tekil ülke işçi sınıfı açısından birleştirici değil dağıtıcı bir etki yapıyor. Çünkü AB eşitsizlikleri veri alıyor, tek tek üye ülkelere farklı girdiler yapıyor, bu koşullarda işçi sınıfı daha fazla atomize oluyor.
Bütün bu söylediklerim, işçi sınıfının ancak siyasal düzlemde birleşeceğine bir başka kanıt olarak görülebilir. Sınıfın nesnel olarak üretim araçları karşısındaki konumu ve artı-değer sömürüsüne maruz kalması noktasında ortaklaştığı bilinir. Ama sınıf mücadelesinde emekçileri bu nesnel konumlanış değil, siyasal hedefler birleştirmektedir. Avrupa Birliği düzlemi, siyasal hedefleri kadük ve belirsiz kıldığı için, proletarya için asla bir birlik aracı haline gelemez. Dolayısıyla Avrupa ölçeğinde tartışma koordinasyon ve dayanışma gibi başlıkları asla küçümsemeden komünist güçlerin tek tek ülkelerdeki misyonlarını yeniden gözden geçirmelerinde ve “iktidar” olgusunu daha fazla ciddiye almalarında yarar bulunmaktadır.
Bu açıdan aşağıdaki yaklaşıma ciddi bir ihtiyatla yaklaşılması gerekmektedir:
“Uluslararası eylemimiz için Avrupa’da çokuluslu ve çoğulcu bir siyasal aktör inşa etmek esastır. Avrupa Parlamentosu’ndaki üniter grubun NELF’in ve Avrupa’nın değişik başkentlerinde gerçekleştirilen toplantıların olumlu deneyimi artık yeterli değildir. Yakın gelecekte, Avrupa Sosyalist Partisi’yle hegemonya mücadelesinde rekabet edecek bir güç yaratmak için somut adımlar atmalı, onun perspektif hatalarına müdahale etmeli ve tüm Avrupa’nın emekçi sınıfları ile toplumsal hareketlerine ulusötesi bir referans noktası oluşturmalıyız” [Komünist Yeniden Doğuş] 6 .
Son olarak Avrupa Birliği’ne ve onun genişlemesine hiçbir misyon yüklenmemelidir. Bu son başlık, bizim gibi ülkeler açısından daha büyük önem taşımaktadır. Ancak çözüm Avrupa Birliği’nin merkez ülkelerinde mücadele eden dostlarımıza meramımızı iyi anlatmaktan geçmektedir. Çünkü Avrupa Birliği’ne ilişkin birçok sağlıklı değerlendirme yaptıktan, sermaye sınıfının nasıl acımasızca saldırdığından söz ettikten sonra sıra “geri” ülkelerin birliğe adaylığına geldiğinde her şey birbirine girmektedir. Bir anda Avrupa Birliği standartlarından, demokrasinin beşiğinden, Kopenhag kritelerinden dem vurulmaktadır.
Bu iyi bir şey değildir. Söz konusu ülkelerdeki, örneğin Türkiye’deki baskıları, haksızlık ve sömürüyü teşhir etmek elbette çok önemli. Bu ülkelerde toplumsal kurtuluş için mücadele edenlerle dayanışma da… Ama bunu yaparken bir anda AB içinden konuşmaya başlamak…İşte bu çok tehlikeli. Hem de çok…
Avrupa Birliği’nin yeni üyeler almasına “bu ülkeler demokratik değil” diye itiraz etmek, ilk bakışta işlevsel olsa da, AB’yi meşrulaştırmak ve uluslararası komünist hareketi erosentrik bir çıkmaza sokmak anlamına gelecektir.
Bu bağlamda elbette bir sorun vardır. Çünkü AB üyesi ülkelerde önemli konularda AB standartları bir önkoşul olarak toplumsal-siyasal yaşama yerleştirilmiştir. Dolayısıyla nasıl bir kapitalist ülkede filanca anti-demokratik yasanın değişmesi için bir talep yükseltiliyorsa, bugün bazı Avrupalı komünist partileri de “AB’de şu uygulansın, bu uygulanmasın” diye politika geliştirmektedir. Ancak bu örnekler son derece farklı bağlamların ürünüdür. Yalnızca AB henüz çok yol alması gereken bir süreç olduğu için değil, aynı zamanda AB’nin meşruiyetini sorgulayan politikaların AB’yi dönüştürmeye yönelen politikalardan daha fazla nesnel dayanağı ve hatta toplumsal desteği olduğu için “AB ölçeğinde politikalar üretme”yi bir eğilim olarak (bir kural olarak demiyorum) reddetmekte yarar vardır.
Örnek olsun, hangi iyi niyetli yaklaşımın ürünü olursa olsun “insan haklarının garanti altına alınması demokratik bir Avrupa’nın mihenk taşıdır” 7 diyerek AB’nin İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygun düzenlemeler yapmasını talep etmek ve hatta AB’nin üye olmayan ülke halklarının insan haklarını gözetmesini talep etmek, her açıdan tehlikelidir. Daha önce bu tehlikenin nereden kaynaklandığına değinmiştim. Bir ek olarak AB otorite ve meşruiyetini artırıcı her girişimden kaçınmak gerektiğini söyleyebiliriz.
Bunlar dostlar arasındaki tartışmalar. Peki ya, AB’ye doğrudan misyon yükleyen yaklaşımlar? Onlara ne diyeceğiz?
“İtalyan komünistleri genişlemenin bütün AB halkları ve yeni üyeler için demokratikleşme ve toplumsal ilerleme açısından bir fırsat olarak görülmesi gerektiğine inanmaktadırlar. Bu süreçten doğacak olan toplumal sistem erişilecek uygarlığın düzeyi konusunda bir kanıt olacaktır. Kıtamızın her ülkesinde çok sayıda bedel ödenerek kadın ve erkek işçilerce yürütülen mücadelenin ürünü olan kurallar ve koruyucu önlemlere sahip Avrupa toplumsal sistemi aşırı-liberal saldırılara teslim olamaz ve olmamalıdır. Ve bu sistem her ülkede aynı olmadığı için her yerde en gelişkin düzeyde empoze edilmeli ve uygulanmalıdır” 8 . [COSSUTTA Maura]
Ne diyelim? Allah akıl-fikir versin…
Dipnotlar ve Kaynak
- Avrupa Birliği Komisyonu raporu 30 Kasım 2000 Brüksel Giriş bölümü.
- ÇULHAOĞLU Metin; “Ya sosyalizm ya barbarlık” soL Dergisi sayı 129 s. 25.
- Avusturya Komünist Partisi; Parti Konferansı Platform For the Elections To The European Parliament Mart 1999.
- Avusturya Komünist Partisi; Ulusal Komite Kararları 18 Mart 2000.
- PAPARIGA Aleka (Yunanistan Komünist Partisi Genel Sekreteri) Komünist ve İşçi Partileri Toplantısı’nda konuşma Atina Haziran 2000.
- Komünist Yeniden Doğuş (İtalya); Ulusal Komite kararı Haziran 2000
- Avusturya Komünist Partisi; Parti Konfernası Mart 1999.
- COSSUTTA Maura; Eastward Enlargement of the EU: The Social Dimension Rosa