Türkiye, yeni yoluna arızalı bir motorla devam edecek
Egemen sınıfın tüm kesimlerinden “deniz bitti” sözünü duymak mümkün hale geldi. Artık neredeyse mafya bile bu sözleri sarf edebilir cesarette. Türkiye’nin enflasyondan vazgeçme ve paylaşımı, üretim artışının önünü kesmeyecek biçimde yeniden düzenleme operasyonuna giriştiği, bu operasyonda da krizi, kriz yönetimini, emperyalist merkezlerin yönetim ve yönlendirme aygıtlarını araç olarak kullandığını görüyoruz. İki şeyi beklememek lazım: Süreç, Batı’nın istediği kalıba girme şeklinde bir doğrudan manipülasyon içermiyor. Yönlendirme, barındırdığı riskler göz önüne alınarak dolayımlı oluyor. İkincisi de bu sürecin sonunda ortaya “bambaşka bir Türkiye” falan çıkmayacak. Sadece sermaye giriş ve çıkışında arıza yapan unsurlar temizlenecek ve orta sınıfların geçim kaynaklarını oluşturan “anormallikler” azaltılacak.
Önce IMF ile başlayalım; krizi oluşturan altyapıya göz attıktan sonra bankacılık sektörü reformları ve sonunda krizden çıkış senaryolarını inceleyelim.
IMF emperyalizmin iktisadi uçak gemisi midir?
1990’larda dünyada çok şey değişti. Bu değişimin iyi yanları var; örneğin seksenlerin arsız ve şımarık neo-liberalizmi biraz terbiye oldu. Birçok küçük burjuva medya yorumcusu bile 1980leri “yozluk çağı” olarak adlandırır oldu. İşsizlik tehdidinin yaratacağı sınıfsal baskı tehdidi nedeniyle 1990ların sonunda çöpten çıkarılan “kalkınmacılık” geri planda da olsa bir miktar tazelenmeye çalışıldı. Yine aynı dönemde, emperyalizmin zayıf halkalar için yazdığı reçetelerin çoğunun çalışmadığı görüldü ve Dünya Bankası gibi görece “kalkınmacı” vurgu yapan örgütlerin, IMF gibi daha liberal ve “emekçi düşmanı” kurumlara göre prestiji bir miktar arttı. Bu görüntü aslında arsız bir işbirliğinin ürünüydü: Thatcherizmin acımasız politikalarının Avrupadaki sosyal demokrat hükümetlere devrolması gibi… IMF ile Dünya Bankası, esasen emperyalizmin iyi-kötü oyununun yapışık ikizleri olarak kabul edilmeli. Yaşanan gelişmeler sonucunda IMF bile, özellikle Uzakdoğu krizinde yediği darbelerden sonra, çubuğu bir miktar daha kalkınmacılığa bükmeye başladı. Her iki kurumun yöneticilerinin de genellikle ABD dışından olmasına özen gösterildi. 1997-1998 yılları boyunca süren Uzakdoğu ve Rusya krizi, Arjantin ve Türkiye haricinde kontrollü döviz kuru politikalarının bir kenara bırakılmasını, emperyalist ajanların prestijinin sarsılmasını getirdi. AB ve ABDde yakalanan tatminkar büyüme oranları, zayıf halkalarla ticaret hacmini geliştirirken aynı zamanda azımsanamayacak bir miktarda sus payı da yarattı.
IMF, 1980lerin başından itibaren emperyalist sermayenin zayıf halkalara giriş çıkışlarında bir tür “hakem örgüt” haline gelmiştir. Verdiği krediler, verilen ülkelerin makro dengelerini radikal bir şekilde etkileyebilecek büyüklükte olmasa da, referans özelliği gösterir. Kurumun polisliğini yaptığı trafik, yani sermaye hareketleri, 1980lerin başından 1997 Uzakdoğu krizine kadar otuza katlanmış, krizde hızla düşmesine rağmen 1999 ve 2000de kriz öncesi seviyenin de üzerine çıkmıştır.
IMF’nin stand-by ya da stabilizasyon kredileri, “ben giriyorum, peşimden güvenle gelebilirsiniz” mesajı içeriyordu. Ancak 1998 krizinden sonra ciddi bir değişiklik oldu, IMF ya da reyting (notlama) kuruluşlarının sözüne inanıp yer değiştiren sermaye miktarında ciddi bir azalma gerçekleşti. Kriz sonrası sermaye hareketleri yine artmıştı ama artık her kurum kendi raporuna dayanarak hareket ediyordu. Bunun belli başlı iki nedeni vardı. Birincisi IMFnin Uzakdoğu krizini bilememesi ve sıcak paranın ağzını yakmasıydı. Büyük zararlar yazıldı ve spekülatif sermaye önemli batışlarla budandı. İkinci önemli gerekçe, ABD ve Avrupada büyümenin hızlanmasıyla faiz oranlarının yukarı çekilmesi, yani emperyalist merkezlerdeki getirilerin artmasıydı. Nitekim 1999 yılı boyunca ABD borsaları, katlanarak rekorlar kırarken tüketici güveni maksimuma çıktı ve tasarruf eğilimi sıfırlandı.
IMF açısından Arjantin ve Türkiye operasyonları, emperyalist sermayenin gözünün merkezde olduğu bir dönemde fazla gürültü çıkarmadan birkaç deneme yapmak ve başarılı olunması durumunda tekrar prestiji yükseltmek amacını taşıyordu. Ayrıca her iki ülke de, stratejik açıdan kontrolden çıkmaması gereken konumdaydılar. İkisinin de çuvalladığı şu günlerde en büyük yanılgı, IMFnin defterinin dürüldüğünü ya da bu tür uluslararası örgütlerle emperyalist sermaye, dolayısıyla emperyalist siyaset arasındaki mesafenin açıldığını düşünmek olur.
Her şeyden önce, sermaye açısından konjonktürel olarak IMFnin zayıf halka politikalarının daha dikkatli takip edileceği zaman vardır, uzaktan seyredilip merkezde yatırım yapılacak zaman vardır. Ayrıca IMF kesinlikle kolektif bir emperyalist sermaye örgütüdür. Bütünlüğün çıkarını gözetir, ABD güdümlü ve AB karşıtı kesinlikle değildir. Daha iyi iş görmesi, sermaye güvenliğinin artması anlamına gelir ve bu, her ülkeden sermayedarların tümü için istenir bir durumdur. Çalıştırdığı personel içinde yetenekli ve saf akademisyenler ağırlıktadır. Bu kişiler, bir art niyetleri olmadan, liberalizmin ve sermaye akışının dünyadaki eşitsizlikleri uzun vadede gidereceğine inanarak çalışırlar. Yeterince miyop olmayanlar, kapıdan içeri giremez.
Halbuki CIA gibi istihbarat kuruluşları, belli stratejik yatırımlar için daha doğrudan ve daha politikleştirilmiş verileri ABD’li kapitalistlerin hizmetine sunar. Örneğin Rusya krizi patlamadan önceki bir ay içinde Rusya’daki bütün ABD şirketlerinin alacaklarını tahsil edip dolara çevirmesi bir tesadüf değildir ve bu tür bir öngörü ile IMFnin bir işi olamaz. Bush yönetiminin “biz zaten IMFye karşıyız” çıkışı, basit bir “enkaz altında kalmama çabası”ndan ibaret ve bir dönem sonra tekrar IMFnin pişkince kullanılacağı görülecek. Emperyalist düzende bu fonun uyguladığı yöntemin alternatifi yok ve günah keçisi haline getirilmesinin de bu düzen açısından hiçbir zararı da yok.
IMF, başarı ya da başarısızlıklarıyla emperyalist düzendeki konumunu kayda değer bir şekilde değiştirebilecek bir örgüt değildir. Akademisyenlerden, en fazla çoğu siyasallaşmış akademisyenlerden oluştuğu için doğası gereği modelci ve deneycidir. Malezya, 1998de IMF’ye isyan edip konsolidasyona ve moratoryuma gittiğinde ortalık ayağa kalktı çünkü böyle bir politika, kitapta yazmıyordu. Bugün, Malezya hâlâ, ekonomik sıkıntılarla en az 1997-98deki kadar boğuşan Uzakdoğu ülkeleri arasında en iyi durumdakilerden biri ama kimse IMF ile sürtüşmesini hatırlamıyor bile!
IMF bir siyasal özne değildir. 1946da kurulan, açık adı Uluslararası Para Fonu olan IMF, kağıt üzerinde çeşitli devletlerin parasal katkı koyduğu ve yönetimde katkıları kadar pay sahibi oldukları bir fondur. Fon, en son 180 üye ülkeden oluşuyordu ve yaklaşık olarak 300 milyar Amerikan dolarlık bir büyüklüğe ulaşmıştı. 2 bin 700 personeli bulunan fonun en önemli iki görevi, 1-15 yıllık stand-by anlaşmalarıyla ödemeler dengesinde sorun yaşayan ülkelere gerekli düzenlemeleri yapmaları, koşuluyla parasal destek sağlamak; böylelikle o ülkenin içine girdiği krizden emperyalist sermayenin zarar görmesini engellemek. Ve durumu umutsuz olan yoksul üçüncü dünya ülkelerine uzun vadeli düşük faizli finansman desteği sağlayarak bu ülkeleri açlıktan korumak. İkinci işlev, ilkinde eleştirilen “vampirlik” özelliklerini bir miktar da olsa perdelemeyi amaçlıyor. Vampirlik ödemeler dengesi problemlerini çözerken ekonomi yönetiminde kendi modelini dayatmaktan kaynaklanıyor. Bu model emekçilerin gelirlerinin düşürülmesi, devlet harcamalarının azaltılması, sosyal güvenlik sisteminin lağvedilmesi, eğitim, sağlık ve enerji sektörlerinin özelleştirilmesi önlemlerini içeriyor. Böylece iç talep düşüyor ve enflasyon azalıyor, ayrıca dış ticarette ihracat lehine bir gelişme oluyor ve ödemeler dengesi düzeliyor. Cari işlemler dengesi düzeldiği sürece ülke, borç servislerini daha kolay yerine getirebilir hale geliyor.
Paket, halklara düşman bir programı, muhtaç kalan hükümetlere dayatıyor ve her IMF anlaşmasına imza atan hükümet ister istemez halk düşmanlığı yapıyor. IMF, son yıllarda gemi azıya alarak Türkiye örneğinde görüldüğü gibi özelleştirme takvimine, meclisten geçecek yasalara, vergi reformlarına hatta bakan, müsteşar, KİT yönetim kurulu atamalarına karışmaya başladı. Kasım ve Şubat krizleri öncesine göre, krizde doğrudan sorumluluğu bulunduğu halde dozu daha da artırması, daha pervasız olması, aynı zamanda bir prestij mücadelesine denk düşüyor.
Emperyalizmin temelindeki üretim ilişkilerinin yeniden üretimi açısından bakacak olursak, fonun son tahlilde ülke ekonomilerinin emperyalist sömürü karşısına çıkarabildikleri bazı engelleri temizlemekle, hükümetlerin emperyalizmin çıkarlarına uygun davrandıklarını refere etmekle ve krizlere erken uyarı vermekle sınırlı bir görev çerçevesi var.
Türkiye’deki son krizlerle sona eren 2000 programında apaçık görüldü ki, IMF’nin dayattığı reçete son derece rijid bir şablon. “Türkiyede bankacılığın zayıflığını hesaba katmadılar” dendi, “çıpa olarak kullanılan kur sepeti Türkiye’nin dış ticaretinin ağırlıklarını yansıtmıyordu” dendi, “petrol fiyatlarındaki ani artış cari açık alarmını erken verdiği için yabancı sermaye ürktü” dendi… Bunların her biri doğru olmakla birlikte, bir “istikrar paketi”nin bunlardan herhangi biri karşısında çaresiz kalması ibretlik bir durumdur. Gazi Erçelin bizim neden Arjantinden farklı olduğumuz konusunda Temmuz 2001deki çıkış planını ballandıra anlattığını, gülümsemekten hatta kahkaha atmaktan kendimizi alamayarak, hep hatırlayacağız. Program, esnek bir program değildi ve çalışmayacağı, 2000 yazında anlaşılmıştı. Önlem alınmamasının nedeni sadece, restorasyon açısından ekonomik alanda krizden yarar sağlamak tercihi oldu. Kriz sonrasında IMF’nin panik içinde “biz Eylülde bu işten vazgeçip yeni duruma uygun yeni bir program yapın demiştik” diye açıklama yaparak topu hükümete atması, restorasyonun “kontrollü kriz” konusundaki artniyetlerini de bir miktar açık etmişti. Yine de tüm dünya ölçeğinde “IMF programı” denilen deneylerin akıbeti, bu kurumun ne kadar beceriksiz ve pasif bir örgüt olduğunu, düşünülenin aksine hiçbir zaman emperyalist bir “süper irade” olamayacağını bize göstermeye yeter de artar bile.
Liberallere göre IMF, aslında kalkınmacı bir örgüttür. Sonuçta IMF reçeteleri, doğrudan sermaye yatırımlarını artırmayı hedefler! Vahşi liberalizm için devleti küçültmek, yani kamu mallarını peşkeş çekmek, vergileri azaltmak, emekçilerin ücretlerini düşürülebildiği kadar düşürmek ve gümrük duvarlarını kaldırarak ülkeyi serbest ticarete açmak, olmazsa olmaz koşullar haline geldi. Böylelikle beyler, ülkeyi yatırım yapılabilir bulmaya başlayacaklar, yüksek sömürü oranından yararlanmak ve ihracata yönelik üretim yapabilmek için gelmeye başlayacaklar, son kertede ülke kalkınacak!
Konjonktürel olarak, hareket eden sermayede ciddi bir artış olması bu politikayı rasyonelmiş gibi gösteriyor. Emperyalizmin ulaşmış olduğu sermaye birikimi, “koşullar beğenildiğinde” gidilen ülkelerde ciddi bir kalkınma yaratacak kadar yüksek bir seviyeye ulaştı. Ancak burada unutulmaması gereken iki nokta var. İlki, yatırımların teknolojiyi de getiren entegre üretim tesisleri şeklinde değil, ya hizmet sektörü ya da bir üretim sürecinin sadece bir kısmını getiren, iş bittiğinde de söküp götüren tarzda yatırımlar olması. İkinci nokta ise, bir ülkeye (örneğin Brezilya) fazla yabancı sermaye girdikten sonra hiçbir neden yokken bile, bu kadar para kaçmaya kalkarsa, birbirini ezer ve ülkeyi yıkıma uğratır düşüncesinin uyku kaçırmaya başlaması.
1999 krizinden sonra Brezilya, serbest kur rejimine geçerek ülkeyi yatırıma açtığında birkaç ay içinde otuz milyar büyüklüğünde bir doğrudan yatırım hamlesiyle karşı karşıya kaldı. Bu büyük ölçüde konjonktürel ve coğrafi özelliklere bağlı bir durumdu ve sermayenin evden dışarı çıkmayı riskli bulmaya başladığı bir dönemin eğilimlerine tersti. Brezilya, ABD sermayesinin uzun süredir yutmak istediği büyük bir lokmaydı. Arjantin ise Avrupa’yla olan ilişkilerini daha sıkı tutuyordu. Brezilya kuru serbest bıraktığı anda, dünyadaki en ucuz ve altyapısı en iyi emek ve hammadde pazarı haline geldi. 2000 yılında Arjantin ve Brezilya gibi komşu iki ülkenin gösterdiği birbirine zıt ve aynı derecede hızlı gelişme, ekonomik literatüre kolayca geçecek nitelikteydi. Arjantin ve Türkiye’nin karşılaştıkları konjonktür uyguladıkları politikalar ve yapısal özellikleri birbirine çok benziyor, ama Brezilya ekonomisi ile Türkiye ekonomisi arasında başta yapısal sorunlar olmak üzere ciddi farklar bulunuyor. İki ülkenin benzeştiği yan ise, toplumsal sefalet ve yoksulluk. Yani Türkiye, Arjantinin kur çıpası sistemini bırakıp Brezilyanın dalgalı kur sistemine geçti diye yabancı sermaye akışı başlayacağını düşünmek çocukça olur. Diğer yandan, Türkiye’ye belli siyasal ödünler ve nereye varacağı hâlâ belli olmayan kriz sonrasında, bir miktar sermaye akışı olabileceği ortada. Kriz nedeniyle fakirleşen ülkede bu akış, olağandan daha fazla bir rahatlama ve büyüme etkisi yaratabilecektir. Dolayısıyla şöyle ya da böyle bir sıfırlanma yaşanan 2001 yılından sonraki iki üç yıl, nasıl olsa büyüme ve sermaye akışı yılları olacaktır. Sorun bunun Türkiye’nin kalkınma ve bölüşüm sorunlarına kalıcı bir çözüm olup olamayacağı…
Burjuvazi için kayıp bir on yıl: 1990lar
1986-1989 dönemi, liberal Özal’ın Demirel’leşmesi, yani pek revaçta olan deyişle popülistleşmesi dönemidir. Demirel tipi idareciliğe ekonomik alanın biraz dışına çıkmayı göze alarak daha yakından bakmak gerekiyor. Demirel’in lakabı, öyle basit ve gelişine göre uydurulmuş bir lakap değildir. Morison 1950lerde ABD sermayesinin önemli temsilcilerinden biridir. Aynı dönem, IMF’nin de önemli ölçüde dünyaya hakim olma harekatına tanık olmuştur.
Demirel, emperyalist sermayenin Türkiyeye giriş hakemidir. Kabul edilmelidir ki, IMF’den daha iyi iş gördü. Demirel, Türkiye’nin emperyalizm için “zor ülke” olmasına oynadı hep. Burjuva siyesetinin hizmetkarı, aynı zamanda rehber olma estetiğini yakaladı ve kendisi hiçbir zaman yönettiği ilişkiler üzerinden köşeyi dönmeyi düşünmedi. Uzun solukluluğu, bu tür bir güven yaratarak başardı. Burjuva siyasetinde emperyalizme rehber olma misyonu 1990’lara kadar hep ön planda geldi. Emperyalist sermaye, eski kolonilerine girer gibi rahat giremedi Türkiye’ye; hep bir ortak riskin bir kısmını üzerine alacak ve devlet ile olan ilişkilerde işin “yolunu bulacak” mihmandarlar aradı. Bu gerçek Türkiye’nin büyük burjuvazisinin de benimsediği bir stratejiye temel oldu. Süleyman Bey, zirvedeki siyasi hayatını bu durumu kavramasına borçlu. Süleyman Beyin aile fertlerinin başlarının belaya girmesi, bu dönemin bitişini mi temsil ediyor? On yıllık karmaşık bir geçiş sürecinden sonra evet…
Önemli bir yanılsama: Repocular sanayicilere karşı
1990’ların yeni kuşak zenginlerine de değinmek gerekiyor. Basında “repocular” ya da “enflasyon lobisi” olarak adlandırılan bu isimler, eski kompradorlardan bağımsız bir gelişme çizgisi göstermedi. Aksine burada bir evrimden ve sonunda hep beraber karşılaşılan bir krizden söz etmek gerek. 1988’den itibaren devlete borç para vermek, en önemli gelir kaynağı haline geldi. Nakit para sahibi olup, nakitlerini yöneterek, yani spekülatif araçlarla kâr ederek kalkınan büyük burjuvazi, yeni isimleri de aralarına alarak bir bütün olarak yeniden harmanlandı. Çukurova’nın yağmacısı Karamehmet ailesinin bankacılık ve GSM şebekesi aracılığıyla Koç ve Sabancı sermayesini sollaması bu sürecin önemli sembollerinden biri. Ama Koç ve Sabancının finans piyasasının pisliklerinden uzak kendi hallerinde büyük sanayiciler olduğunu iddia etmek, biraz komik kaçar. 1999 yılında Türkiyenin 500 büyük şirketinin kârlarının yarısından fazlasını faizden kazandıklarını akıldan çıkarmamak gerekiyor.
Yeni dönemde üretimden sağlanan kâr oranları hızla düştüğünden, burjuvazinin bütün kesimlerinin daha fazla sermaye birikimi için nakde ihtiyacı vardı. Nakit birikimi, sanayi faaliyeti kadar ve hatta daha fazlasıyla uyuşturucu ticareti; rüşvet-yolsuzluk, hayali ihracat devlet ihalelerini avucuna alan mafyatik çete ilişkileri, kirli savaş ve kaçakçılık gibi faaliyetlerden beslendi. Süleyman Bey’in bu değişim rüzgarlarını yine doğru ve zamanında algıladığını ve gerekli bağlantıları kurduğunu anlıyoruz. Susurluk’un arkasından sadece düzeni temsil ettiği için değil fiili bağlantıları nedeniyle de bu zatın çıkması hiç şaşırtıcı olmayacaktır. Devr-i Süleyman üzerinde bu kadar durmamın nedeni, zatın Türkiye’nin mevcut siyasetçi kuşağına “işi öğreten” adam olması.
Geldiğimiz noktaya tekrar bakacak olursak, beklenen enflasyonun en az otuz puan üzerine çıkan faiz oranları, hemen dikkatimizi çekecektir. Kapitalizmin merkezlerinde, güvenilir kabul edilen yatırım araçları kullanılarak ABD dolarına yüzde 5-6 civarında faiz alındığı biliniyor. Daha riskli sayılabilecek yatırımlara girerken, yüzde 10-12 civarında bir verimlilik aranıyor. Yüzde 15’i geçen faize ise, gerçeküstü olarak bakılıyor. Yani bu faiz, astronomik ve arkasında mutlaka karanlık bir şeyler olduğu düşünülen, ürkülen bir faiz. Birisi sizden, gelecek sene iki katını getireceğim diyerek para isterse, ne düşünürseniz Türkiye ve Rusya gibi ülkeler hakkında da aynı düşünceler besleniyor. Üstelik, Türkiye tarihinde hiç dış borç geri ödemesi aksatmamış olduğu halde! Türkiye’nin iç borcuna dolar bazında, krizin yumuşadığı koşullarda bile yüzde 25-30ları bulan faizler vermesinin, bu ülkenin risklerini daha iyi göreceği varsayılan yerli burjuvazinin bir iş ortağı olarak değerini artıracağı düşünülebilir. Ama hiç de öyle değil. Türkiye, ödediği servete rağmen emperyalist sermayeyi ülkeye çekmekte son derece başarısız. Yurtdışına ihraç edilen tahvillerin en büyük alıcılarının belki de ezici bir çoğunlukla Türk bankaları olduğu biliniyor.
Türkiyede enflasyon ve bankacılık
Kapitalist düzende yüzde 5-15 ile yüzde 100-1000 arasındaki enflasyon iki farklı olgu. Birincisi, istikrarlı bir ekonomik büyüme için kontrollü bir parasal genişleme yaratılmasını, ikincisi ise, ipin ucunun kaçırılarak ödemeler dengesinin çökmesini ifade ediyor.
Peki Türkiye’nin 1973ten bu yana iki ucu da görmemesi ne demek oluyor? Bir kere sürdürülebilir bir yüksek enflasyon, emekçilerin reel gelirlerinin egemen sınıfın kendini güçlü hissettiği her momentte kolayca düşürülebilmesi anlamına gelir ki, bu bir başarıdır. Türkiye burjuvazisinin enflasyon politikası bu yönüyle eşsiz bir modeldir. Bu politikanın ikinci başarısı, sermayeye yatırım yapmadan yani risk almadan yüksek getiri sağlayabilmesidir. Yani açık bütçe sayesinde bölüşüm, üretim süreçlerinde değil, yeniden paylaşım süreçlerinde tamamlanır. Toplanan vergilerle faizler ödenir. Yatırım ve işletme sermayesi eksikliği nedeniyle düşen kârlar, faiz gelirleriyle tamamlanır ve emek verimliliğindeki düşüş bu sayede yıllarca perdelenebilir. Ta ki büyüyememe sorunu, ekonomiyi uluslararası rekabet açısından bir çöplüğe çevirene kadar…
Gelelim madalyonun diğer yüzüne. Dünyada eşi olmayan bir politika, sürdürülemezlik görüntüsü vermeye mahkumdur. 1990’larda üst üste girilen krizler, dışsal olsun olmasın, bu kanıyı güçlendirmiş ve Türkiye’ye doğrudan yabancı sermaye girişlerini sınırlamıştır. Türkiye, orta gelişkinlikteki zayıf halkalar arasında yabancı sermaye girişinin yok denecek kadar az olduğu sayılı ülkelerden biridir. Kriz sonrasında dünyanın en borçlu ülkesi haline gelmiştir ve toplam borcu milli gelirini geçmek üzere olan tek ülkedir.
Kriz öncesinde bütçesinin yarısından fazlasını faiz ödemelerine ayırırken bu yıl, toplam borç servisinin bütçe kadar olacağı beklenmektedir! Altyapısı hızla eskimektedir. Devlet işletmeleri, siyasi çıkarlar uğruna yağmalatılmakta ve verimsizleşmektedir. Ulaşım, karayoluna ve ithalatın en önemli kalemi olan petrole bağımlı ve pahalıdır. Eğitim ve sağlık, işgücü kalitesini yükseltebilecek nitelikten hızla uzaklaşmaktadır ve son olarak hukuk sistemi, son derece yavaş, siyasi etkiye açık ve eskidir. Bütün bu gerçekler toplanıp biraraya geldiğinde “kumar için gelmiyorsan hiç gelme” mesajı kolayca çıkarılabilir.
Restorasyon, işe enflasyonun düşürülmesinden yani kasıtlı yüksek enflasyon yaratılması politikasından vazgeçilmesinden başlanması gerektiğine karar verdi. IMF, bunun için bir reçete oluşturdu ve “bu ilacı içersek ateş düşer” kolaycılığı içinde bürokrasi, bir yılı aşkın bir süre gözlerini kapadı, vazifesini yaptı. Sorun, enflasyonu düşürmenin ne sonuçlar doğuracağını yeterince öngörememekten (ya da öngörüp, göze almaktan) kaynaklandı. Bankacılık, geçerken çözülmesi gereken bir sorun olarak hafife alındı ve geçerken ayaklara dolaşıverdi. Yere kapaklanma sonrası, “geçerken çözme”, yerini de facto “oturup çözme” politikalarına bıraktı. Nasıl olsa, 2001 yılı kaybedilmişti. Ancak Türkiye’nin battığı krizin vehameti, bu “oturup çözme” eyleminin radikal ve kısa olmasını dayatıyor. Enflasyonu düşürme yani denk bütçe yapmanın burjuvazinin bir bölümü için ekmeksiz kalma anlamına gelmesi hâlâ geçerliliğini sürdüren bir durumdur.
Bankacılıkta neyin çözülmeye çalışıldığına, çözülüp çözülemeyeceğine ve maliyetine bir bakmak gerekiyor.
Aynı sistemi paylaştığı varsayılan dört ayrı tip kurum var. Elmalar, armutlar ve iki tane daha farklı meyve türünün bir toplamı bu. Kamu bankaları, özel büyük bankalar, yatırım bankaları ile yabancı bankalar ve özel küçük bankalar. İlk iki grup dörder tane ve tüm sistemin neredeyse yüzde seksenini oluşturuyorlar. Kalanların sayısı ise astronomik ve hızla azalıyorlar. Kamu bankaları, tam anlamıyla halktan mevduat toplayabilen birer bakanlık gibi çalışıyor. Zaten her biri, son aylara kadar koalisyon ortaklarının emrine paylaştırılmış durumdaydı. Topladıkları mevduattan daha düşük faizle kredi veren bu kuruluşlar, küçük ve orta burjuvazinin işini bilen kesimlerine ve orta köylülüğe kaynak aktarma işlevi taşıyor. Ayrıca verilecek krediler için alınacak teminatlar başta olmak üzere hemen hemen tüm kredi değerlendirme prosedürünün siyasi etki altında olması, bu kredilerin çoğunun batmasını kaçınılmaz kılıyor. Yeminli murakıpların raporlarının her hükümette devlet bakanları tarafından yıllarca sümen altı edildikleri biliniyor. Ayrıca IMF stand-by anlaşmalarının dayattığı bütçe disiplininden bir kaçış yolu olarak kullanıldılar. Ziraat Bankası kredileriyle köylüden oy toplamak bunun en çok bilinen örneği. Daha az bilineni Kalkınma Bankası, Emlak Bankası ve Halk Bankası kredileri. Bunlar, küçük ve orta boy kapitalistlere, önceden açıklanmış kriterlere ve belirlenmiş bir teminat sistemine göre kredi verir sanılır. Görüntü gerçekten böyledir ancak Ankarada pişen işler, trilyonluk yolsuzluklar hâlâ gizlenmeye çalışılıyor.
BDDK’nın operasyonlarına konu olan her hortumlamanın suç ortağı olarak kamu bankaları açığa çıktı. Sonuç olarak kamu bankaları, eğer topladıkları mevduatı faiziyle birlikte geri vermeye kalkacak olurlarsa, dağıttıkları kredilerden batmamış olanlarını toplamaları ve bunun üzerine ellerindeki varlıkları eklemeleri yetmiyor. 25 milyar dolarlık bir görev zararı açığı, bu nedenle devlet tarafından tahvil olarak bu bankalara verildi ve delik, borç haline getirildi. Ancak sistemde bir de kriz sonrası 10 milyar dolara fırlamış olan batık krediler sorunu var. Bu iki kalem toplandığında bankaların aktif toplamının üçte biri ediyor! Kısacası Türkiyede aslında bankacılık batmış durumda ve bilançoların hızla küçülmesinden, emperyalist finans kuruluşlarına on yıl önce Arjantin’de yapıldığı gibi yer açılmasından başka çare bulunmuyor.
Özel büyük bankalar İş, Ak, Yapı Kredi ve Garantiden oluşuyor. Özkaynakları, kamu bankalarından fazla, mevduatları ise kamu bankalarından az, yani batak değiller. En azından kağıt üzerinde. Diğer taraftan daha dinamik parametrelere bakılacak olursa yazdıkları zararların bünyelerini tehdit ettiği görülecektir. Her şeyden önce, banka bilançoları enflasyondan ve üzeri örtülen batık kredilerden arındırılırsa, özkaynak yeterliliklerinin düşük olduğu ortaya çıkar. Bankalar, taşıma suyla değirmen döndürmeye çalışmakta, enflasyon sayesinde olduklarından daha güçlü görünmekteler. Ayrıca topladıkları mevduatla kredi vermek yerine, kredilerden daha güvenli ve kârlı buldukları için mevduatlarının en az yarısıyla devlet tahvili almakta ve taşımaktadırlar. Bu, ciddi bir faiz riski demektir. Düşük faizli bir tahvilin fiyatı, faizler yükselince düşer. Yani yükselen faiz, bankaların mevduatlarla aldıkları bonoların değerini düşürür ama bankaların mevduat yükümlülüklerinin değeri düşmez. Bu da doğal olarak bankaların özkaynaklarını kemiren bir durumdur. Özkaynaklar, kabaca bankanın borcu yani mevduatıyla alacağı yani kredileri ve taşıdığı tahvillerin toplamı arasındaki fark olarak görülebilir. Bu değer, kriz sonrasında her banka için en az yüzde 25 oranında düşmüş bazı orta boy bankaları ise topun ağzına getirmiştir. 2000 yılı boyunca faiz gelirlerindeki anormal düşüş ve Kasım 2000 ile Şubat 2001 krizlerinde portföylerindeki devlet tahvillerinin faizlerinin fırlamasıyla birlikte değerlerinin düşmesi, özel bankaları da likidite darlığına soktu. Kayıt dışında ise bu büyük bankalardan birkaçının yurtdışında taşıdığı Türkiye tahvil pozisyonları var. Burada yazılan zararlarla en az bir tanesi devlet tarafından gizlice kurtarılmak zorunda kalındı. Bu olayın doğrusunu bilmenin imkanı yok ama burada yazılmış olan zararların çok yüksek miktarda olması ihtimali var ve aynı Bayındırbank’ın Romanya batağında olduğu gibi Doğuş Holding’in bankası Garanti’nin de devletin prestiji için milyarlarca dolarlık bir krediyle kurtarıldığı düşünülüyor. Apar topar bulunan yabancı ortak, hikayeyi doğruluyor.
Türkiye’de yabancı bankaların ve yatırım bankalarının payı çok düşük. Yatırım bankaları içinde en büyük payı bir kamu bankası olan Türkiye Kalkınma Bankası ile İş Bankasının iştiraki olan SYB ve TSKB alıyor. Bu bankalar mevduat toplayamıyorlar. Bir tür komisyonculuk yapıyorlar yani yurtdışından kredi bulup yurtiçinde proje bazında kredi olarak paylaştırıyorlar. Yabancı bankalar ise birer kat bankası ya da şube olarak çalışıyor. Halihazırda ciddi alım planları yapmakla birlikte HSBC, Citibank ve Societe Generale’in birkaç teklifi dışında fiili bir satın almaya gitmediler. Bu, paylarının şimdi olduğu gibi ilelebet yüzde beşin altında kalacağı anlamına gelmiyor. Latin Amerika’daki örneklerde de görüldüğü gibi, 2001 yılının yoğun bankacılık operasyonları sonrasında payları sadece birkaç yıl içinde yüzde 50’lere kadar çıkabilir. Batan geminin mallarını ucuza kapatmak için pusuya yatmış durumdalar ve ilk sinyalle birlikte çok hızlı hareket etmelerini beklemek gerekiyor. Bu yağmalama süreci, ekonomik olmaktan çok siyasal olması gereken birtakım sinyalleri bekliyor gibi görünüyor. Bu sinyallerin de IMF’den değil AB ve ABD yönetimlerinden gelmesi çok muhtemeldir.
Geriye son kompartıman olarak bir posa kalıyor: Orta ve küçük boy tabela bankaları. Bu bankalar için akla gelecek ilk soru, 1990’lardaki astronomik tahvil fazileriyle bu kadar çok kazandıkları halde nasıl batma noktasına geldikleri. Cevabın özetini şimdiden verelim: Kazanan bankalar değil sahipleri oldu, batışlar ise bir saltanat kompleksinin kaçınılmaz sonucu. Süzer, Sürmeli, Bayındır, Toprak, MNG, Çolakoğlu, FİBA Holding (Hüsnü Özyeğin), Tekfen, Habaş, Uzan Grubu, Anadolu – Efes Grubu, EGS Holding, GSD Holding (Turgut Yılmaz ve ortakları) ve Zorlu Holding Türkiyede hâlâ banka sahibi… 13’ü battı 14’ü kaldı. Çoğu bankacılık faaliyetlerini “rekabetçi, bir finans ortamında” sürdüremeyecek ve bazıları da Egebank, Etibank gibi kardeşlerine benzer bataklar yaratmış, yani hortumlanmış bir haldeler. Bir sevda ve bir saltanat kompleksi böylece çöküyor. Çoğu yağmacı, bu bataktan yurtdışında birer servet yaratmayı başardı ama bankaları için yapabilecekleri pek bir şey kalmadı. IMF programının uygulanmaya başladığı günlerde el konulanlar dahil olmak üzere bu bankalardan çoğu tasfiye edilebilseydi, batakların çoğu kurtarılabilirdi. Yani restorasyon dolandırıldı! Dolandırıcılar, IMF programının etkisini hem IMFden hem de Aspartiden daha iyi anlayıp zamanında davrandılar ve yaşama umudu olmayan bankaların içini boşalttılar…
Çok az devlet, hizmet ettiği sınıfın kendisini dolandırmasına izin verir. Artık bankacılık sistemi iflas etmiştir ve enkaz, bütün çıplaklığıyla ortada durmaktadır. Enkazı kamufle eden kara para aktivitesinin geriye çekilmesi, durumu hızla ortaya çıkardı. Ekonomik dejenerasyonun gelir etkisi sona eriyor. Sürekli artan bir durgunluk, siyasi rantın önüne geçecek ve artık kamu bankaları başta olmak üzere iflas noktasına gelindiği için herkes, kazandıklarını cebine koyup kurduğu tezgahı dağıtmaya başlayacak gibi görünüyor. Şubat devalüasyonu Türkiye’de “batanlar batsın, kalanlar ihracata yönelsin” düşüncesinin bir ürünü oldu. Batışların beklenenden az olması, patronların ceplerindeki kayıt dışı serveti ortaya sürmesiyle açıklandı. Ancak yabancı sermayenin mevcut koşullar altında uzak durmayı tercih etmesi, açıkça iskontoya gitme zorunluluğunu doğurdu.
Bu durum bazı açılardan 1994 devalüasyonundan farklı. Birincisi ortada o döneme benzer, ihracata yönlendirilebilecek bir aşırı yatırım yok, yenileme yatırımları bile yapılamıyor. İkincisi emek gücü, 1989 eylemlerinin kazanımları sayesinde görece yüksek bir seviyede olan o dönemdekinin aksine geçimlik seviyesine çok yakın, hatta belki yer yer altında. 1998 krizi ve 2000 enflasyondan arındırma paketi sayesinde işçilerin reel gelirleri iyice düşmüş durumda. Üçüncü ve son farklılık ise ekonominin sıcak olmaması. Talep zaten düşük olduğu için toptancı ve tüccar marjları daralmış durumda. İthalat bağımlısı haline gelen sanayi üretimi, devalüasyon oranından az olmayacak bir maliyet artışıyla karşılaşacak ve bunu hemen fiyatlarına yansıtacak. İmalattaki bu fiyat artışı da ticari marjlardaki esneklik kaybolduğu için doğrudan doğruya tüketiciye yansıyacak. Üstüne bir de sarsılan maliyeyi tamir etmek için getirilen ek vergiler binecek. Yani özetle 1994’ün aksine bir yıldan fazla olmayan bir sürede devalüasyon kadar enflasyona maruz kalabilir ve ihracatta geçici olarak yakaladığı fiyat avantajını kaybeder.
Yaşamak istiyorsanız biraz yer açın
Türkiye’de yukarıda anlattığım koşullar nedeniyle enflasyonu düşürmekle bölüşümü değiştirmek aynı anlama geliyor. Bankacılık sistemi küçülecek ve yabancı sermayeye açılacaktır. Repo hacmi hızla düşecek, mevduat artmaya başlayacak ve dolayısıyla kredi maliyeti makul seviyelere doğru düşüşe geçecektir. Yani ayakta kalabilenlerin krizden güçlenerek çıkması ihtimali güçlüdür. Restorasyonun temizlik operasyonlarının ve kamu emekçilerinin sayısının düşürülmesinin de bölüşüm açısından ciddi sonuçları olacaktır. Sanayi üretiminde ciddi bir payı olmayan Ankara’nın, coğrafi olarak on yılda neredeyse iki kat büyüdüğü ortadadır. Restorasyon, Ankara’nın daha fazla büyümesini engellemek zorunda olduğunun farkında. Ama bunu dış semtlerdeki villalarda oturan devlet ihaleleri peşinde koşan müteahhitler ve devlete mal satan tüccarlar kadar, hatta daha fazlasıyla kamu emekçilerine karşı baskısını artırarak yapacaktır.
Bu süreçten devletin temizlenerek geçmesini beklemek saflık olacaktır. Yeniden bölüşüm kesinlikle bir arınma anlamına gelemez. Bu ülkedeki 65 milyon kişinin sağladığı üretim, 10-15 milyon nüfuslu orta gelişkinlikte bir kapitalist ülkenin sağladığı kadardır. Tekelci kapitalizmde bir “programın” üretimi sıçratması mümkün olmadığına göre, “onların vatandaşı” yine şöyle ya da böyle işini bilmek, yolunu bulmak durumundadır. Mesele, bu yol bulmaların kapitalist gelişmenin önünü tıkaması sorununun giderilmesidir.
Sembolik anlamını ABD’nin süper yetkilerle donatılmış bir bakanı Türkiye ekonomisinin başına atamasında bulan bu “dizginleri eline alma” durumu akla bir soruyu getiriyor: Daha önce yarım mı kontrol ediyorlardı ki şimdi tam kontrol edecekler? Stand-by’ın kelime anlamı yanında durmak, başında beklemek. İki amaç için uygulanabiliyor: Cari açığı düzelterek sermaye akışını tersine çevirmek ya da devlet harcamalarını yani maliyeyi kontrol altına alarak enflasyonu düşürmek. IMF, sonuncusu hariç Türkiye ile genellikle cari denge düzeltme anlaşmaları yaptı. Sonuncusu ise, bir enflasyon giderme anlaşmasıydı. Bu sefer… Bu seferki basit: Bir manda anlaşması. Kurtuluş Savaşının başından beri genç kemalist burjuvazi dahil olmak üzere Anadolu egemen sınıfları tarafından ciddi alternatiflerden biri olarak düşünülen ve hiçbir zaman gözardı edilmeyen bir “imkan” Amerikan mandası böylece gerçek oluyor!
Artık Türkiye düzeninin batmasını engelleyecek olan, büyük ölçüde ABD ve AB parasıdır. Parası olmayanın bu koşullarda alternatif program koyması imkansız; çünkü bu bir parasal çöküntü.
Bu koşullarda tek alternatif, borçları tanımayan bir sosyalist programın yeni bir para birimiyle sağlayabileceği bir üretim hamlesi olabilir. İşte bu nedenle sosyalist Türkiye solu haricindeki muhalefet yine “batmakta olan gemiyi elbirliğiyle kurtaralım” fikrine kurban gidecek ve sosyal demokrat dahi olamıyorken Amerikancı olmak durumunda kalacak.
Bu düzende cebinde 20 milyar dolar olan bir Amerikalıdan daha iyi kurtarıcı bulunur mu Krizin tamiri konusunda düzen içi her projeye destek, önümüzdeki dönemde kesinlikle emperyalist sermayeye destek anlamına gelecektir. Bu olgunun kuşkusuz siyasal düzlemde arındırıcı ve saflaşmayı keskinleştirici bir işlevi var. Mevcut dinamikler altında Türkiyenin istikrarsızlığının yumuşatılmasına Avrupa değil ABD kefil olabilir. Diğer yandan istikrarsızlığı yumuşatılmış bir Türkiyenin dahil olacağı ekonomik blok, ABD’nin de çıkarlarına uygun olan Avrupa periferisi olacaktır. Bu ikisi kesinlikle karıştırılmamalıdır.
IMF’yi Türkiyenin geleceğinden çıkarmanın tek yolu var
IMF ve Dünya Bankası, emperyalistler tarafından kolektif olarak yönetilen, ABD’nin otoritesi altında olmakla birlikte diğer emperyalistlerle uzlaşmaz çelişkilere yol açmayan bir yönetime sahip olan bir bütündür. Bu bütün, sonuç olarak dünyanın emperyalist ittifaklarına hizmet eder. ABD’den Avrupa Birliği ve Japonyaya kadar ülkeler ve hatta Çin ve Hindistan, uluslararası emperyalist sistemin bütünlüğünün uyumlu işletilmeye uğraşılan birer parçası haline getirilmeye çalışılmaktadır. IMF, epey mesafe alınmış bu uyumlulaştırma çalışmasının yıpranmış, ama hâlâ en önemli danışma örgütlerinden biridir.
IMF, koalisyon ortağı parti liderlerinden siyasal olarak daha güçlü olan bir bakan atayarak dördüncü koalisyon ortağı, bir “icracı” oldu. Diğer yandan Kemal Derviş, klasik iyi-kötü rol paylaşımı çerçevesinde Dünya Bankası’nın üst yönetiminden bir kişi olarak “IMF diyor biz yapıyoruz” havasını kırma amacıyla da göreve gelmiştir. Hükümetin tekrar milliyetçi tonları sahiplenmesine yardımcı olmayı amaçlıyor.
Böyle bir oltayı bırakın Türk solunu, emekçi sınıfların siyasallaşma dozu düşük kesimlerinin bile yutması imkansızdır. Ancak olta, daha çok iktidar bloğuyla çelişkiye düşme riski artan orta ve küçük burjuvazi için atılmaktadır. Türkiye’nin kalabalık küçük burjuvazisinin, orta köylülüğünün ve atölye tipi küçük üreticisinin önemli bir kısmı, iflas ve işsizlikle karşı karşıya kalmıştır. Dolayısıyla oyalama ihtiyacı çok yüksektir ve çok enerji istiyor. Uygulanmak istenen bu yeni paylaşım modelinin düzen içi alternatifi kalmamıştır. Askerler dahil hiçbir kesim, artık ülkenin emperyalist ticaret bloklarından soyutlanmasını göze alamıyor. Emperyalizm’in Türkiyede kurmak istediği koloniye karşı tek alternatifin anti-kapitalizm olduğu ortadadır.