Marksizm ideolojinin ve hayatın değişik alanlarında bir birikimi ve o birikimden kopuşu gösterir. Örneklendirmek gerekirse kuramcıları; William Petty Adam Smith ve David Ricardo olan Klasik İngiliz Ekonomi Politiği Marksizm’in kaynaklarından birini oluşturur. Marx Kapital’in dört cildinde ve Katkı’da burjuva ekonomi politiğinin ayrıntılı bir eleştirisini verir. Artık Değer Teorileri’nde ise şöyle söz eder yukarda saydığımız isimlerden:
“Adam Smith dahil… sözünü etmeye değer tüm iktisatçılar gibi Ricardo da bir insan eylemi olarak hatta daha çok toplumsal olarak belirlenen insan eylemi olarak emeğin değerin biricik kaynağı olduğunu vurgulamaktadır.”1
Kapital’in ilk cildinde ise:
“Klasik ekonomi politik nesneler arasındaki gerçek ilişkiye neredeyse dokunmakla birlikte onu bilinçli olarak formüle edemez. Burjuva kalıbın içinde kaldığı sürece bunu başarma olanağı da yoktur.”2
Klasik burjuva iktisatçıları özellikle Ricardo artık-değeri tanımlamaya kadar vardırmıştır teorisini:
“… işçinin payı her zaman ürettiğine orantılı olsaydı bir meta için harcanan emek miktarı ile o metanın satın alabileceği emek miktarı eşit olurdu… oysa eşit değiller.”3
Ancak bir burjuva iktisatçısı olarak varabileceği en üst nokta buydu. O emeğin değerini aşan bir meta değerini tarifliyor; fakat sadece ve sadece aradaki farkın büyüklüğüyle ilgileniyordu. Ötesi yani artık-değerin kökenini ortaya koymak ve mutlak artık-değeri çözümlemek Marksistlerin işidir.
Haklı olarak başlığı Marksist Estetiğin birikim ve kopuş noktaları olan bir yazıya niye böyle bir giriş yaptığımızı soracaksınız. Marksist ekonomi politiğin kaynaklarına dair yaptığımız bu alıntıların asıl amacı bu yazının yöntemini açıklamak. Her şeyden önce bu yazı Marksist Estetik açısından bir ilk yazı ve Marksist Estetik kuramıyla ilgili bütün tartışmaları içine almak gibi bir kaygı gütmüyor. Yazının temel amacı Marksist Estetiğe kaynaklık eden bir düşünür; Diderot üzerinden Marksist Estetiğin birikim ve kopuş noktalarını göstermektir. Neden bu ismi belirlediğimi yazının sonraki bölümlerinde açıklamaya çalışacağım; ama öncelikle tarihsel süreç içerisinde sanatın gelişiminin ana hatlarına göz atmanın yazının seyri bakımından yol açıcı olacağını düşünüyorum.
Sanatın gelişiminden güncele dair çıkarımlar
“Büyücülük ilkellerin gerçekleşmesini istedikleri doğal süreci benzetleyerek istemlerini çevrelerine uygulamaları hareketidir.”4
Diğer bir deyişle olması istenen gerçekliğe ‘benzetleme’ yoluyla yönelmektir. İlkellerin bugün yaptığı mimetik danslar bunlardandır. Araçların kullanımı sonucu yeni bir bildirişme yolu olarak ortaya çıkan konuşma ise bir söz sanatı olarakbüyü görevini sürdürdü. Böylece bütün dillerde iki konuşma dili ortaya çıktı; biri günlük konuşma diğeri toplu olarak törenlerde kullanılan daha yoğun olağandışı ritimli ve büyüsel şiirsel konuşma.
İlkellerde sanatın temel özelliği kolektif olması ve sanatçı ile alımlayıcı arasındaki açıyı asgariye indirerek her ikisini de özne konumuna yükseltmesidir. Sanat içsel olarak doğrudan (etkileme düşü) dışsal olarak da dolaylı (düşün verdiği güç) bir etkide bulunur verili nesnelliğe. Süreç içerisinde özellikle burjuvazi iktidarı ele geçirdikten sonra sanatta da bireyselleşme eğilimleri güç kazandı. Kapitalizm hayatın diğer alanlarında olduğu gibi sanatta da bir içeriksizleştirmeye bir metalaştırmaya yöneldi. Sanat için bireyselleşme bir geriye çekilmenin bir alan daralmasının da belirleyenidir. Sanatın yaratılış sürecine katılanların sayısı azaldıkça esinlenenlerin okuyucu-öznelerin sayısı da azalmıştır.
Burjuva toplumunda ruh önceki toplumlarda olduğu gibi kaptırmaz kendini sanatın tınısına. Burjuvazi iktidar mücadelesi verdiği yıllar ve iktidarının ilk yılları hariç sanata sadece bir meta; sanatçıyaysa bir pazar üreticisi gözüyle baktı.
Sanatçı açısından bu durumu kabullenmek sanatçılığa yol vermekti; kabullenmemekse sınıf bilinci taşımadığı sürece kişisel hezeyanların sanatını ortaya koymak ve bunun doğal sonucu olarak bir sanatçılar çevresine sıkışmaktı. Sanatın toplum tarafından benimsenmemesini kolaycı bir yaklaşımla toplumun suçu sayanlar bu gerçeği görmelidirler. Sanatçılar estetik yoğunlaşmayı karmaşıklaşmayla eş tuttukları sürece topluma öncülük edebilecekleri noktaları aşmışlardır yani Brecht’in deyimiyle; baş gövdeden kopmuştur. Sanat özellikle de edebi sanatlar sekterleşmiştir.
Feodalizmden kapitalizme geçişle birlikte manevi üretim çok büyük zarar gördü. Bunu kapitalist iktisat çerçevesinde şöyle açıklayabiliriz; iki tür emek vardır: (1) Üretken Emek (2) Üretken Olmayan Emek. Üretken Emek doğrudan doğruya sermayeyle değişilen emektir. Bir emekçi artık-değer üretiyorsa üretken bir emekçidir.
“Bir yazar da üretken bir emekçidir; ama düşünce üretisiyle değil; eserlerini basan yayıncıyı zengin edişiyle ya da bir kapitalistin yanında ücretli emekçi olarak çalışıyorsa.”5
Gene Artık-Değer Teorilerinde şöyle diyor Marx:
“Kapitalist üretim birtakım manevi üretim dallarına örneğin sanata ve şiire düşmandır.”6
Meta üretimiyle feodal ilişkilerin kopuşu sonunda; özel mülkiyet yasalarıyla binlerce köylü ailesi evinden barkından olmuş yollara zindanlara düşmüştür. İşte bu aşamadan sonra sanat yavaş yavaş kolektif kimliğini yitirmeye başladı. Thomas More şöyle koyuyor tepkisini o zamanın koşullarına:
“O yüce soylu para hazretleri; ekmeğimizle bizim aramıza girmeseydi acımadan bütün yolları kapamasaydı insanlar geçimlerini kolayca sağlayabilirdi.”7
Şiir George Thompson’un deyimiyle; simgelerle dile gelen bir gelecek haberciliğidir. Bu tanımdan yola çıkarak Shakespeare’e kulak verelim ve şiirin kendisine düşman olan kapitalizm için nasıl bir gelecek öngördüğüne bakalım:
“O zaman kuvvet hırs olur hırs da aç gözlülük
Ve bu aç gözlülük kuvvetle hırsın yardımıyla
Bir kurt gibi dünyaya saldırır her şeyi yer yer de
Sonunda kendi kendini kemirir.”8
İşte bu noktada Marksist Estetiğin birikim ve kopuş noktalarını Diderot öznelinde sergilemeye girişebiliriz.
Diderot’da birikim ve kopuş noktaları
Diderot için şöyle diyor Engels:
“Eğer bütün yaşamını hakikat ve adalet peşinde koşmaya adamış biri varsa o da kelimenin tam anlamıyla Diderot’dur.”9
Nedir Engels’i bunu söylemeye götüren Diderot tanrıyı doğa yasalarında doğruda iyide ve güzelde bulmuştur. Ona göre doğal olan güzel olandır. Diderot’nun felsefesi ortaçağın dogmalarına doğrudan bir saldırıdır ve bu saldırı olmaksızın Hegel Estetiğine; oradan da Marksist Estetiğe yol açacak Klasik Alman Estetik anlayışının yerleşmesi imkansızdır.
Bilindiği gibi Diderot Ansiklopedinin kurucusudur. Marx ve Engels Kutsal Aile’de;
“Nasıl ki kartezyen maddecilik hakiki doğa bilimine açılıyorsa; Fransız maddeciliğinin diğer eğilimi de sosyalizme açılır”10
derken, Engels’in
“Eleştirilerini dinsel işlerle ilgili işlerle sınırlandırmadılar; karşılarına çıkan her bilimsel geleneğe ya da siyasal kuruma bunu uzandırdılar”11
diye nitelediği Ansiklopedistleri kastediyorlardı.
Marksist Estetiğin önemli kuramcılarından Lukacs Diderot’nun Marksist Estetik çerçevesindeki konumunu çok iyi saptar:
“Diderot’nun estetik anlayışı bir dönüm noktasıdır. Diderot ile birlikte yaşamla araya bir uzaklık koymak ve bu uzaklığı koruma zorunluluğu artık farklı algılanmıştır. Bu zorunluluk insanoğlunun gerçeklik ve bu gerçekliğin doğru biçimde yeniden yaratılması karşısındaki yalın bir tutumu olarak değil sanatçının insancıl olmaktan uzak bir tutumu olarak değerlendirilmelidir.”12
Şimdi Diderot’nun estetik anlayışına yakından bakabiliriz. Bu bakışımızda temel kaynağımız onun en çok okunan en çok tartışılan ve en güçlü yapıtı olarak bilinen “Aktörlük Üzerine Aykırı Düşünceler” olacak.
“Yalnız hakikat hoşa gider ve etkiler. Biliyorum ki bir sahne eserinin mükemmelliği aksiyonu seyircinin kendisini o aksiyona bizzat katılıyormuş sanmasını sağlayacak kadar tıpkı tıpkısına taklit etmesindedir.”13
Kendi tiyatrosunu abartılı sözlerden gösterişli kahramanlardan arındırır. Artık sahnede boy gösteren yüce gönüllü aristokrat değil sıradan insandır. Devrimi gerçekleştirecek olan burjuva sınıfıdır. Diderot’yla birlikte burjuva gerçekçiliği sahnede kendini gösterir. Öyleyse Diderot’nun estetik anlayışının temeline yerleştirdiği esaslardan biri gerçekçiliktir. Gerçekliğin sanat eserine uygulanışının sınırlarından devam eden Diderot en açık ve en yerli yerinde söz söyleyen bir sanatçıda bile kelimelerin; düşüncenin duygunun ancak yaklaşık bir işareti olduğunu söyler. Bu işaretin değerini belirleyen hareket jest ses tonu yüz ve gözlerin belli bir andaki uyumudur. Bu uyumun sergilenişi sanatçının özgünlüğüne ve yerelliğini bağlıdır:
“İngiliz ve Fransızların manzumeleri kaleme alışları birbirinden farklıdır; Shakespeare’den bir sahneyi mükemmel oynayan bir kimse; Racine’den bir sahnenin inşadında daha ilk sahnenin inşadında daha ilk kelimelerin bile esasını vermekten aciz kalır.”14
Empati de Diderot’nun estetik anlayışında önemli yer tutan bir başlıktır. Sanatçı bütün ‘ben’leri kavrayabilme ve yansıtabilme yetisine sahip olmalı. Yani sanatçıya gereken farklı kişilikler arasında gidiş-gelişlerle geniş bir görüş açısına sahip olmaktır. Sosyalist bir sanatçı bir olguyu işçilerin gözünden verirken burjuvaların aynı olguya tepkilerini de kavrayabilmelidir ki tezi ve anti-tezi kendi imgelem dünyasında sergilerken değişimi müjdelesin.
Sanatçıyı diğer insanlardan ayıran nokta; ‘biz’in içinde kendini ve diğer benleri kavrayabilme ve bunları yeniden yarattığı imgesel evrene taşıyabilmesidir. Diğer bir deyişle sanatçının işlevi kapitalizmin parçaladığı insan kişiliğindeki birliği imgesel evreninde yeniden kurmaktır.
Eğer bir sanatçı yaratısının merkezine duyarlılığı koyarsa yaratıcılığı eni sonu körelir; çünkü duyarlılık istikrarsızdır sanat ise gözlem ve bilinçten doğar. Sanatçı kafasında her şeyi ölçüp biçmeli; düzene sokmalıdır. Marx’ın sözleriyle; en kötü mimarı en iyi arıdan ayıran şey ürününü yaratmadan önce kafasında tasarlamasıdır. Tıkanma sorununa dönersek; sanat konusunu; doğadan hayattan almalıdır. Bireysel hezeyanların ön plana çıkartılması sanatta tıkanmanın yeni yaratı kaynakları tarifleyememenin bir diğer nedenidir.
“Sanatçı kendine bir takım idealize edilmiş modeller geliştirmeli; hedefsiz bir gemi gibi kendini dalgalara bırakmamalıdır.”15
İşte Marksist Estetiğin Diderot’da müdahale edeceği noktalardan birisi budur. Engels Mina Kautsky’e yazdığı 26 Kasım 1885 tarihli mektubunda “Eskiler ve Yeniler” isimli romanını değerlendirirken şöyle diyor; bu romandaki Arnold isimli kahraman için:
“Gel gelelim yan tutmamaya kusur bulacağım bir şey var; bu da Arnold’a getiriyor beni. Gerçekten haddinden fazla değerli biri eni sonu bir toprak kaymasıyla ölmesini insan ancak bu dünya için fazlasıyla iyibiri olduğunu düşünerek şiirsel bir adaletle birleştirebiliyor. Oysa bir yazarın kendi kahramanına hayranlık duyması iyi bir şey değil.”16
Bir sanat eseri idelerini kendi eylemliliği içinde yaratmalı ve yarattığı her yeni ide yeni bir pratiğe yol açmalı.
İdealize etme ve olumlu kahramanlar yaratma ülkemiz toplumcu gerçekçilerinin de sıkça içine düştükleri bir zaaftır. Olumlu kahramanlar yaratmak idealize durumlar ortaya atmak; bırakınız sosyalist gerçekçiliğin değişimin dönüşümün kaçınılmazlığına dair yapacağı vurguyu; burjuva gerçekçiliğinden bile geri bir tutum sergilemektir. Böylesi ideal tipler yaratmak düzene yıkıcı bir etkide bulunmaz; aksine onu meşrulaştırır. Lenin şöyle diyor:
“Eski ütopik sosyalistler sosyalizmin yeni tip insanlarla kurulabileceğini hayal ediyorlardı önce; iyi saf ve çok iyi eğitilmiş insanlar yetiştirilecek sonra da bunlar sosyalizmi kuracaklardı. Biz buna hep gülüp geçtik ve bunun oyun oynamak olduğunu ciddi politika değil küçük hanımların vakit geçirmeleri için bir sosyalizm olduğunu söyledik.”17
Sanatçı için en büyük tehlike değişime ve dönüşüme olan inancını yitirmesidir. Hayatın durağan bir yorumlanması sanatçının eserlerini hem tekil olarak hem de bütünsel gelişim çizgisi içinde bir durgunluğa; kendini ve başkalarını tekrara götürüyor.
Sanatçı ütopyasına ulaştığını düşündüğü andan itibaren bir kayboluş sürecine giriyor. Rimbaud şiirde daha ileri gidebileceği bir nokta olmadığını düşündüğü zaman bırakmıştı şiiri. Yakın dostu Verlaine Rimbaud’un eski şiirlerini kendine göndermesi için öğretmeni Delahaye’ye mektup yazdığında şu cevabı alır; o bir zamanlar şiir yazdığını bile anımsamıyor.
Sanattaki temel çatışmalardan biri de sanat eserinin yaratı sürecine ilişkin olanıdır. Diderot’ya göre eserlerini anlık esine bağlayan sanatçılar kendi eserlerinde ortaya çıkan anlık parıltılara bile şaşarlar. Bir birikim-patlama unsuru olmayıp da refleksif yazılan şiirler Orhan Veli’nin belki de en güzel saptamasına kaynak olmuştur:
“Genç okur yazarlar sandılar ki şiir yalnız küçük olayların yalnız alelade bir dille anlatılmasından meydana gelir. Böyle böyle bu basitlik bu aleladelik şiirin bir tarifi bir şartı oldu. Basitlik alelâdelik diyeceğime boşluk hiçlik desem daha doğru olur. Şairin mısraları içinde okuyucuya hiçbir şey söylememesi bir yana söyleyişteki basitliğin de gerektiği gibi anlaşıldığını sanmıyorum; kolay okunan mısranın kolay yazılır şey olmadığı pek bilinmiyor. Bunu anladığımızda şiirin güçlüklerini görecek emeğe saygı göstermesini öğreneceğiz. Yalnız şairin emeğine değil; bütün insanların emeğine. Ondan sonra da kolay kolay boş lakırdı etmeyeceğiz.”18
Sanatçı eserinin öznesi olabilmelidir. O halde o bekleyen değil; uyarlayandır. Deha belli şartların oluşmasını beklemeden o şartların yaratacağı şartları kendi yaşamına uyarlayabilen kişidir. Burada sözü edilen uyarlama mutlaklığa değil benzerliğe vurgu yapar.
Sanatın geleceğe dair yaptığı vurgu onun özünden gelir. Promethe insanları onlara ateşi ve umudu armağan ederek kurtardı. Ateş bilimin yani nesnel yasaları anlama ve denetlemenin; umut ise insanları derin bir anlayışa ve sağlam bir denetime iten uzlaşma bilmeyen öznel bir etkenin sanatın simgesidir. Sanatçı düşler yaratır ve insanları da bu düşlere sürükleyerek nesnelliğe başkaldırmalarını sağlar. Bu sürükleniş gerçeklikle kesişim noktaları kurar ve insanlığın elinde bir güç olur.
Sanatçı hissetmese de hissedişin belirtilerini yansıtabilen kişidir. Adorno; Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz diyor ki bu tavır sanatın merkezine duyarlılığı koyan her sanatçı için geçerlidir. Oysa sanatçı bu insani duyarlılığı şüphesiz yaşamakla birlikte; sanatını bu duyarlılığın altında bir yakarış; bir ağıt havasında vermemelidir. Sanatçı en güç olanı yapmalı; bir anlamda kendini duyarlılıktan yalıtıp alımlayıcı kitlesine duyarlılık yaymalıdır; amaç hissettiğini değil hissettireceğini yaymaktır.
Şimdi sanatta gerçekçilik konusunda Diderot’nun Marksist Estetiğe sunduklarına bakalım. Sanatta gerçekçilik olanı olduğu gibi yansıtmak değildir; bu anlamda bir gerçek sanat eserini sıradanlaştırır. O halde; hareket diyalog monolog ritim ahenk imge simge gibi unsurlar sanatçı tarafından gerçeklik üzerinden kopuşu sergileyen evrensel konuma yükseltilmelidir. Peki hayatın kendisinin böyle anları yok mudur Şüphesiz evet ama böyle anları ele geçirebilmek çelişkilerin evrensel bir izleğe taşınacağı hareket noktalarını saptamak derin bir hayal gücü önceden sezebilme yeteneği ve soğukkanlılığı gerektirir. Hemen bir bağlantı kurarsak yalın şiir yazılması en güç şiirdir; hayatın yansımalarından değil akışından çağrışımlar doğurmalıdır.
“Diyalektik gerek genel olarak gerekse öz ve görüngüye ilişkin bugünkü gözlemimiz için yaşamın yadsınamaz bir temel olgusu niteliğini taşıyınca o zaman günlük yaşamın ve çalışmanın temeli olarak gerçekliğin mekanik fotoğraf gibi yansıtılmasından söz edilemeyeceği açıktır. Görüngü ve öz diyalektiği yansıtılmaksızın yaşamda en ilkel bir yön saptamayı gerçekleştirmek bile olanaksızdır.”19
Sanatçı eserinde olası ideler yaratır. Sanatın doğayı belli bir anda olduğu gibi yansıtmasının önünde en büyük engel değişim ve dönüşümdür.
Belli bir anı esas alarak ortaya konulan sanat eseri daha alımlayıcıya ulaşmadan gerçekliğin ardına düşmüştür. Ve geleceğe dair açılımlar sağlayamaz tıpkı natüralistler gibi. Natüralistler toplumsal koşulları her yönüyle betimlerken bu koşulların değişebilirliğini göstermemişlerdir.
Böylesi bir çerçevelendirme insanı nesnel koşulların salt bir nesnesi konumuna indirgemiştir. Bu kısırdöngünün farkına varan Zola şöyle diyordu: Bugünün gerçeklerinin ayrıntılarıyla incelenmesinin ardından yarının gelişmesine bir göz atmak gerekir.
Sanatçı ve alımlayıcı sanatçı tarafından yaratılan bir uyum bir derinlik içinde olmalıdır. İlkçağdan günümüze kadar gün geçtikçe alan ve kişi daralmasına uğrayan sanatın kolektif kimliğine kavuşması için sanatın bir merkez haline gelmesi gerekir. Bu noktada sanatçıya büyük görev düşmektedir.
“Bir sanatçı ancak yaşadığı çağın ve toplumsal koşulların ona bağışladığı olanakları katabilir yaşantısına. Öyleyse sanatçının öznelliği kendi yaşantısının aynı çağda ve sınıftaki öbür insanların yaşantılarından bütün bütüne farklı olmasına değil daha güçlü daha bilinçli daha yoğun olmasına bağlıdır. Sanatçı yeni toplumsal ilişkileri öyle bir biçimde ortaya çıkarmalıdır ki başkaları da o ilişkiyi görebilsinler.”20
Sanatçıya düşen bu sorumluluk içinde bir tehlikeyi de barındırmaktadır. Brecht’in dediği gibi; sanat alanında baş gövdeden kopmamalıdır; ancak sanatçının ürünleri mekanik alçalan bir çizgi izlememelidir.
Böyle bir tutum sonuçta şairi yaptığı işe yabancılaştıracak okuyucuya da kendi söylemlerinde farklı bir şey katmayacaktır. Fischer’in sözleriyle daha güçlü daha bilinçli daha yoğun yaşam; Diderot’nun deyimiyle görme sezme ve algılama yetisi sanatçının kendini hayattan soyutlamamasına bağlıdır.
Sanatın bir diğer sorunsalı zamanlama sorunsalıdır. Bir ayrılık şiiri sevgilinizden ayrılmanızın hemen ardından; bir ölüm şiiri bir yakınınız öldükten hemen sonra yazılmamalıdır.
Böylesi izleklere dair imgelem gücünün yaratılması için belli bir süre geçmesi ve yaşananların bulanıklaşması gerekir; çünkü bu noktada bulanıklaşma genellemeleri; genellemeler ortaklıkları getirecektir ve öznellik de yitmeyecektir. Sanatçı ancak bu şekilde yeni bir dünya yaratabilir; sanat eseri diyalektik bir öz kazanır.
Bir olayın anlık ifadesinde egemen olan geçmiştir. Bir olayın yarattığı farklılaşmanın anlam kazanması ise şu anki koşullarla o zamanın koşuları arasında bir karşılaştırma yapmakla mümkün olur. Bu karşılaştırmadır ki sanat eserinde dünü bugünü ve geleceği bir bütünlük içerisinde sergiler.
Son olarak sanat eserinin başarıya ulaşması için şu ilkeleri sıralar Diderot; hakikat dürüstlük ve sanatçının dehası. Alımlayıcı özne gerçeği her şey sahte olunca sever. Sanat eseri özellikle alımlandığı süreç içerisinde alımlayıcı üzerinde özdeşleşim kurmayı ve soyutlamayı getirir. Alımlayıcı kendi gerçekliğinden sıyrılır ve sanat eserindeki kişilerle özdeşlik kurar. Örneğin bir katil tiyatro eserinin akışındaki bir katile öfke duyabilir; bu da sanat eserinin bize verdiği bir güçtür:
“Bizim koşullarımızda romanlar çoğunlukla burjuva çevrelerin yani doğrudan doğruya bizden olmayan çevrelerin okurlarına çevrilir. Onun için sosyalist tezli bir roman benim kanımca gerçek koşulların gerçeğe uygun bir çizimini yaparak onlar üzerine kurulu görenek haline gelmiş yanılsamaları yıkıyorsa burjuva dünyasındaki iyimserliği sarsıyorsa ve kendisi doğrudan bir çözüm getirmeksizin hatta bazı hallerde açıkça yan tutmaksızın ortada var olan şeyin sonsuza dek geçerliliği konusunda kuşku uyandırıyorsa kendine düşen görevi tam olarak yapıyor demektir.”21
Gün geçtikçe bireyselleştiği yozlaştığı bir dönemde; sanat özü gereği kolektif bir yaşam alanı arıyor. Burjuvazinin iktidara yürüdüğü dönemde burjuvaziyle kol kola yürüyen romantikler bile burjuva iktidarında oklarını burjuvaziye çevirmişlerdir. Hatta geç kapitalistleşmiş bir ülke olan Almanya’da romantikler burjuvaziyi iktidarı ele geçirmeden karşılarına almışlardır.
Ama geçmiş bir düş ülkesi olarak; ama geleceğe vurgu yaparak bütün sanatçılar kolektif bir yaşamı özlediler ve beklediler. Bu bağlamda kapitalizmin sanata düşman oluşu gibi sanat da kapitalizme düşmandır. Marksist Estetiğin alan daraltıcı tariflenmelere gitmek yerine sanat akımlarının zenginliğini sahiplenmesi gerekiyor.
“Toplumcu gerçekçiliğin bir yöntem bir anlatım olarak tanımlanması karşısında hemen şu soru geliyor akla: Kimin anlatımı kimin yöntemi Gorki’nin mi Brecht’in mi Mayakovski’nin mi Eluard’ın mı Makarenko’nun mu Aragon’un mu Şolohov’un mu O’Casey’in mi Bu yazarların yöntemleri olabildiğince birbirinden ayrı ama temelde ortak bir tutumları var. Bu yeni toplumcu tutum hepsinin emekçi sınıfının tarihsel görüşünü ve bütün çelişmeleriyle toplumsal düzeni ilke olarak benimsemelerinin sonucudur.”22
Sanatın başkaldıracağı günler uzak değil; burjuvazi bir tehdit olarak gördüğü sanatı sınırlandırıyor ve seslerinin yayılmasını kişiler arasında dolaşıma girmesini engelliyor.
Fakat tarih boyunca olduğu gibi toplum sanatçılardan örtüyü yırtacak bir çıkış bekliyor. Bu örtüyü yırtmada elimizdeki koz Marksist Estetiktir.
Burjuva iktidarında sanat alanında kapsayıcı bir açılımı yapacak işçi sınıfına güç; burjuvaziye tehdit oluşturacak olan Marksist Estetiktir.
Her gün biraz daha daraltılan sanat eni sonu sert bir çıkış yapacak ve tepkisini ortaya koyacaktır. Bu nicel birikim sürecinin bağlantı noktalarını iyi kurmak gerekiyor.
Marksist Estetik burjuvazinin geriletici konumunun doğurduğu boşluğu dolduracak tek güçtür. Bu bağlamda son noktayı koyalım; verili sanat ortamında Marksist Estetik her geçen gün daha da güncelleşiyor.