Özellikle Batı’daki eleştirel gerçekçi sanatçıların burjuvaziye yer yer mesafeli yer yer de ılımlı yaklaşımlarına karşın Belinski Dobrolyubov Çernişevski gibi Rus gerçekçi yazar ve eleştirmenleri daha farklı bir yöntemle ilgilenmeye başlamışlardır. “Sanat eserlerinde yansıtılan gerçeklik insanlar için önemli olandır ve gerçek hayattan alınmışlardır. Bundan başka yazar sosyal gerçekliği yansıtmakla kalmaz aynı zamanda bunu açıklar ve yargılar da” diyen Çernişevski yazarın tarafsızlığı gibi önemli bir noktada Batı’daki gerçekçilerden “taraf” olarak ayrılmaktadır. Sanatçıya ve ürününe yeni bir tanım getiren Çernişevski’nin sözlerindeki “yargılar” kavramıyla amaçlanan; hayat ve ilişkileri devrimci bir dinamikle yeniden ancak ileriye doğru yorumlamaktır.
Sanatçının ve sanat ürününün hayata müdahale etmesi hayatı devrimci dönüşümden bağımsız düşünmemesi hayatın emek güçlerince yeniden kavramlaştırılması gibi son derece özgün yaklaşımlar Marksist öğretinin estetik ölçü ve örgütlülük içinde kalınarak sanatçıdan ve ürününden bekledikleridir. Ancak sanatçının sanat ürünüyle özgürce tanımlamalara girişmesinin önündeki en büyük engel burjuva iktidarı ve kapitalizmdir. Sanat ürününü metaya çeviren kapitalist üretim sistemi 1917 Ekim Devrimi’yle büyük bir sarsıntıya uğramıştır. Kapitalizmin alternatifsiz olmadığının gösterilmesi ve kapitalizmin sömürü sisteminin devrimci güçlerce çözülüp yıkılabileceğinin yerine sosyalizmin kurulacağının somutlaşması kapitalist dünyanın bu yeni devrimci sisteme daha güçlü saldırmasına neden olmuştur. Bu saldırı karşısında sosyalist devrimin ilk kurucusu olan genç Sovyetler hem sosyalizmin kapitalist dünyaya karşı inşasını sağlamak ve kapitalist saldırıları karşılamak için hem de sosyalist kültürü yerleştirmek için her alanda yoğun bir çalışmaya girdi.
1917’den 1932’ye kadar Proletkült’ün (Proleter Kültür) tüm özneleri farklı ancak ileri devrimci sanat anlayışlarıyla birlikte sosyalizmin inşasına eleştirel katkılar yaptılar. Özellikle fütüristler konstrüktüvistler sembolistler ve gerçekçiler sosyalist devrimle onun sağladığı özgürlük ortamıyla kendi örgütlüklerini bağdaştırarak neredeyse sosyalizmle onun amaçlarıyla bütünleştiler. Bu bütünleşme duygusunun ortak refleksini oluşturan temel öğe ise özgürlük kavramıdır. Sosyalist özgürlük kavramının sosyalist devrimin mücadelesinden bağımsız varolması olanaksızdır. Çünkü “Sosyalist devrim için yapılan mücadele diğer mücadele biçimleri ve alanlarıyla birlikte iktidarı almanın mücadelesidir.” Dolayısıyla sosyalizmin inşası için gerekli olan tüm mücadele biçimleri ve alanları sosyalizmin inşasına aynı yakınlık ve mesafededir. Proletkült bu açıdan sosyalizmin inşasına salt pratik bir örgütlülük olarak bakmaya yönelik disiplinlere de bir yanıttır. Bir başka söylemle Proletkült amaçları açısıyla tüm alanlarda sosyalizme katkıya yönelik ve onun inşasına yönelen tüm maddi-manevi değerleri politikanın amacı halline getiren getirmeye çalışan politikaya estetik etik bir boyut katmıştır.
“Eşitsizlik ve sömürü ilişkilerinin reddi olarak komünist mücadele ne yalnızca politik mücadeleden ibarettir ne de kendini politika da içinde olmak üzere oluşturan tüm cephelerin aritmetik toplamıdır.”1
Proletkült’ün sadece Sovyetler’de sosyalist kültür ortamında varlıklaşmış sanat değerlerini değil geçmiş sanatın tüm varlıklarını dünyadaki emek ürünü olmuş tüm sanat varlıklarını sahiplenmiş olması proletaryanın burjuva yazarlar olmadan da tarihi özümseyebilecek bir konumda olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Proletkült kendi varlığını sürdürürken toplumsal ahlak açısından zamana zamanın dinamikleri olan üretici güçlere belirgin olarak vurgu yapar. Yalnızca dünyayı ve yaşamı değiştirmek değil dönüştürmek de ister. Tanıma bilme öğrenme ve yeni değerler katma istemi yaşamın ileriye doğru olan değişim ve dönüşümü içindir. Proletkült değişim ve dönüşüme egemendir. Genel anlamda amaç hep öndedir ancak amacı vareden araçlara duyulan gereksinim hiçbir zaman ortadan kalkmaz gözden kaçmaz. Ancak Proletkült’ün çok bileşenli yapısında her sanat anlayışı kendi amaçları doğrultusunda örgütlenip özgürlüklerini yaşarken sosyalizmin özellikle ekonomide hızla ileri atışları dev bir sanayi kurması Sovyetler’in kültür hayatını da etkilemiş Proletkült’ten sınıf kültürüne (sosyalist kültüre) geçiş tartışmaları bu dönemde başlamıştır. Özellikle 17. Komünist Parti Kongresi’nde ilk defa beş yıllık bir kalkınma planının oluşturulması ve Sovyet halkına sosyalist bilincin taşınması ve sosyalist iktidarın her alanda en yüce amaç olarak inşa edilmesi için ilk kez kesin bir zaman sınırlaması koyması sınıf kültürüne açık bir vurgudur.
Sınıf kültürünün hayata geçirilmesi için ilk adım 23 Nisan 1932’de (VKP) Merkez Komitesi’nin kararıyla atılır. Proletkült çevreni içerisinde yer alan çeşitli yazar örgütleri değil bütün sanat edebiyat örgütleri feshedilir. Aynı anda tek örgüt için örgütlenme komitesi oluşturup göreve başlatılır. Örgütlenme komitesinin çekirdeğini ise Sovyet Yazarlar Birliği oluşturmaktadır. 19 Mayıs 1932’de komite görev paylaşımı yaparak sınıf kültürünün adı ve işlevi üzerinde çalışmaya başlar. 20 Mayıs’ta ise Komite Başkanlığı’na atanmış olan Gronskiy Gorki’nin evinde gerçekleşen toplantıda (resmi olmamakla birlikte) ilk defa sosyalist gerçekçiliği dillendirir. 23 Mayıs’ta ise Örgütlenme Komitesi yaptığı bir basın açıklamasında sosyalist gerçekçiliği kullanır ama tanımlamasını yapamaz.
Proletkült’ten sosyalist gerçekçiliğe geçiş
1932 yılının Ekim ayına gelindiğinde Stalin bir açıklama yaparak yazarlardan istediğini çok net bir şekilde dile getirir. Dile getirilen Sovyetler’in sanayileşmesini ve tarımın kolektivizasyonunu hedefleyen I. Beş Yıllık Plan’la olan bağlantılardır. Edebiyatın da bu beş yıllık programın içine alınması Proletkült ile gerçekleşmiş olan farklı sanat anlayışlarının birarada varoluş uzlaşımını da tasfiyeye yönelik bir karardır. Aslında Proletkült’ün tasfiyesi sosyalist gerçekçiliğin varlık kazanmasıyla ortaya çıkan biraz da burjuva edebiyatı ya da sosyalist dönem öncesinden gelen yol arkadaşlıklarıyla girişilen ayrışmanın sonucudur. Diğer yandan Proletkült’ün sosyalist devrim öncesinden gelen ve çeşitli sanat anlayışlarını birbirine bağlayan demokratik açılımı sosyalist devrimle birlikte sosyalist devrime verdikleri destekle yeni bir tanıma taşınmıştır. Bu tanım kısaca Proletkült’ün proletarya diktatörlüğünün özgürleştirici anlamına dayanan bir kültür örgütlenmesi olmasıdır. Bu tanım açısından bakıldığında ise proletaryanın sınıf tavrıyla Proletkült’ün sınıf dışılığı arasındaki -kısa dönemde uzlaşır gözüken- çelişki sosyalizmin burjuvaziye yönelik tasfiyesinin devrimci tavrına dayanarak burjuva kültürüne onun sanat anlayışına da yönelmiştir. Ancak gözden kaçırılmaması gereken kritik nokta ise Proletkült’e duyulan gereksinim sosyalist-sınıf kültürünün oluşmasına katkı sağlayacak hatta onu oluşturacak sürecin kazanılması bu süreç içerisinde insanlığın kültür mirasının ve burjuvazinin devrimci ürünlerinin devrimci bir tezle sahiplenilmesidir. Bu nedenle Proletkült burjuva kültürünü tamamen bütünüyle reddetmek üzerine inşa edilmemiştir. Ama Proletkült’ün sosyalist devrime katkısı proletaryanın sınıf mücadelesinin hızlanmasıyla aksamaya başlamıştır. Proletkült’ün sosyalist içeriğe yeterince katılamaması hatta onla yer yer çelişkiye düşmesiyle proletarya sınıf mücadelesinin tanımına sınıf kültürü açısından bir kez daha başvurur; “Proletarya sınıf kültürüne kesin olarak son vermek için ele geçirir iktidarı.” Ancak tanımlamanın eksik olduğu da söylenebilir. Çünkü sosyalist devrim sadece kültürel değil aynı anda ekonomik-politik bir örgütleniştir. Tanım daha da genişletilmelidir; “… proletarya diktatörlüğü özünde yeni bir toplumun kültürünün üretilmesi için bir örgütlenme değil ama bu toplum için mücadele eden devrimci ve askeri bir sistemdir.”1
Bir yandan Proletkült’ün proletarya diktatörlüğünün kurulmasına onun geliştirilmesine ön hazırlık oluşu diğer yandan proletarya diktatörlüğünün açık olarak dayandığı sosyalist sınıf örgütlülüğünün nihai hedefi olan “sınıfsız toplum” gerçeği bunun sosyalist parti tarafından hayatın tüm alanlarında idealize edilmesi Proletkült’ün yerini sosyalist-sınıf kültürünün egemenliğine bırakmasını zorunlu kılmıştır. Yine de Proletkült’ten sosyalist gerçekçiliğe geçiş sürecinin ve Proletkült’ün öneminin kavranması için bir alıntı yapmak hassasiyetin korunmasını sağlayacaktır:
“Siyasi-ekonomik ve kültürel dünyaların birbirlerinden göreceli bağımsızlıkla olduğu varsayımına dayanarak Proletkült hareketi burjuva ve ideoloji unsurlarının yüksek düzeyde de bilinçli bir siyasi militanlık (örneğin partide otoriterlik) ile yan yana varolduğu alanlar da dahil günlük yaşamın her alanında sosyalist bilinçlenme sağlamak için kültürde bilinçli bir müdahale ve değişim hareketinin uygulanmasını öne sürdü.”3
Hiç kuşku yok ki Proletkült tüm Sovyetler’i (şehirleri ilçeleri kasabaları hatta köyleri) baştan sona sanat atölyeleriyle donatarak önemli bir işlev üstlenmiştir. Bu yapılanma iç savaş boyunca da bitmek bilmeyen bir emek cesaret ve enerjiyle beyaz ordulara karşı çarpışmış cephe gerisinde de moral destek unsurlar olarak sanatsal etkinlikler örgütlemişleridir. Yine uçsuz bucaksız Sovyetler coğrafyasındaki temel sorun olan eğitim- özellikle okuma yazma-seferberliğini yine Proletkült üstlenecektir. Devrim öncesi büyük enerji sarf eden Proletkült devrim sonrası da bu hızından hiç eksiltmeden kültürel etkinliklerini sürdürür. Bu çabalara Rus aydınlarının bakışı ise kimisi için karşı olmak eğilimi belirginken kimisinde de görülen Proletkült’e açıkça katılmaktır. Ancak bu örgütlülüğe mesafeli yaklaşma yanlısı olanlar da yok değildir. Hangi açıdan övülür ya da eleştirilirse eleştirilsin Proletkült sosyalist devrime kendini adayan bir harekettir. Proletkült sosyalist devrimle başlayan yeni süreçte de etkindir. Sosyalist Parti açısından da Proletkült devlet aygıtının ilk kez denendiği kültürel bir uygulama olmasıyla da değerlendirilmelidir.
Örgütlenme Komitesi 1932’de başlattığı çalışmalarını 1934 yılı Eylül ayında kesinleştirir. 20 Ağustos 1934’de toplanan Sovyet Yazarlar Birliği I. Kongresi’nde sosyalist gerçekçilik hem parti tarafından hem de Sovyetler’in kültür politikalarının belirlenmesi açısından kurumsallaştırılır. Bu kongrede sosyalist gerçekçiliğin ilkeleri oluşturulur. Açış konuşmasını Stalin’in eğitim ve ideoloji işleri sorumlusu olan Jdanov’un yaptığı I. Kongre’ye Gorki Buharin Radek gibi düşünür ve yazarlar katılmışlar ve sosyalist gerçekçiliğin sosyalizm ve Sovyetler için gerekliliğini vurgulamışlardır. Sosyalist gerçekçiliğin üç ana ayağını oluşturan partililik halkçılık ve taraflılık kaynağını Lenin’in 1905 yılında kaleme aldığı “Parti Örgütü Parti Literatürü” adlı yazısından alır. Dolayısıyla her ne kadar sosyalist gerçekçilik Stalin döneminde teorize edilmişse de onun esin kaynaklarından biri de sosyalist devrimin lideri Lenin’dir. Komünist Parti (KP) organlarında devrimin önemli yazarı Maksim Gorki sosyalist gerçekçiliği açıklar tanımlar. Marx Engels ve Lenin’in sanat üzerine yazdıklarından söylediklerinden yola çıkılarak sosyalist gerçekçilik içeriğinde ilk kez Marksist bir estetik kuramı oluşturulması amaçlar.
Anlaşılacağı gibi sosyalist gerçekçilik parti amaçlarını ve disiplinlerini öneren toplumsal gerçekliği yansıtan ve sosyalizmi savunan inşasına aktif olarak katılan bir kültür hareketidir. Elbette kültürel-sanatsal alanların üretimini içeren böyle bir anlayışın sanatçı özne ve sanat nesnesinin bireysel üretim amaçlarıyla çelişmesi yer yer birbirlerinden uzaklaşması da kaçınılmazdır. Bu nedenle sosyalist gerçekçiliğin amaçlarına olabildiğince geniş bir açıdan bakmak gerekmektedir. Çünkü kendi oluşumunu sağlayan Proletkült ile olan çelişkisindeki sınıf tavrıyla kendi içerisinde yer alan sanatsal özne ve nesnelerle de yer yer düştüğü çelişkileri anlamlandırabilmek için böyle geniş bir perspektife gereksinim vardır.
Öncelikle sosyalist gerçekçiliğe esin kaynağı olan Lenin’in “Parti Örgütü Parti Edebiyatı” olarak da dilimize çevrilen makalesine değinmek gerekmektedir. Ayrıca sosyalist gerçekçiliği doğru kavrayabilmek için bu makalenin yazıldığı koşulları iyi bilmek gerekiyor. Rusya’da 1905 Devrimi’yle kazanılan mevzilerin korunup geliştirilmesi ve bu devrimin getirdiği yeni koşulların kavranılması için neredeyse tüm Marksistlere hemen tüm alanlarda düşen görevleri özetleyen bir makaleden bahsediyoruz. Unutulmamalıdır ki 1905 Devrimi’yle Çarlık yönetimine büyük bir darbe vurulmuş ama Çarlık yıkılamamıştır. İşte Lenin’in uyarıları yıkılmakla devrimi yıkmak çabasında olan Çarlık Rusyası’nda devrimcilere düşen görevleri -gelişen ve artan görevleri- anımsatmasıyla daha da önem kazanmıştır. O ünlü makalesine dönecek olursak şöyle diyor Lenin: “Ne olursa olsun devrim işleri yeniden düzenlemek için hepimizin derhal işe koyulmasını zorunlu kılmaktadır… Edebiyat şimdi ‘yasal yol’dan da olsa 9/10 bir parti edebiyatı olabilir. Edebiyat bir parti edebiyatı olmak zorundadır… Bir parti edebiyatı ilkesi neye dayanacaktır: Sosyalist işçi sınıfı açısından ‘edebiyat belirli insanların ya da toplulukların tekelinde bir zenginleşme aracı olmamalı’ demekle yetinmemeliyiz. Aynı zamanda edebiyatın proletaryanın genel davasından bağımsız kişisel bir iş olmaktan çıkmasını da savunmalıyız… Kahrolsun partisiz edebiyatçılar! Kahrolsun edebiyatın üstün adamları.” 1905 Devrimi’nin kazanımlarını tam bir sosyalist devrime taşımayı amaçlayan Lenin’in “Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı” adlı makalesindeki tüm çağrımları elbette ki sosyalist edebiyatçılardır. Bu sosyalist devrim mücadelesi için gerekli olan sosyalist kültürün yaratılması için sosyalist kültür-sanat adamlarına bir görevdir. Partinin kültür-sanat adamlarını belirlemesinden çok sosyalist kültür öznelerine partinin bu alanı belirlemesi onu geliştirmesi için bir çağrıdır Lenin’in makalesi. Bu nedenle sanatçının yaratıcı özgürlüğü açısından olumsuz bir yaklaşım olarak yorumlanan Lenin’in söylemleri tam da aksi bir yönden işlevselleşerek Partiye estetik bir açılım toplumsal hayata ise sosyalist devrimin ahlakının onun yüksek sanat anlayışının yerleştirilmesine yönelik son derece demokratik bir çağrımdır. Lenin sosyalist sanatçıların yaratıcı-üretici özgünlüklerinin parti için vazgeçilmez olduğunun kaygısını duyumsar ve onlara partinin kapısını sonuna kadar açar. “Kahrolsun partisiz edebiyatçılar ve kahrolsun edebiyatın üstün adamları” vurgusu ise Marksizm’e ve sosyalist devrime cephe almış onun varolma savaşına engel olmaya çalışan egemen sanat anlayışını ve adamlarını içermektedir. Elbette yeni bir dünyanın kurulması için verilen mücadele onu engellemeye çalışanlara karşı da -ki bu hangi alanda olursa olsun- verilmek zorunda olan mücadeledir.
Diğer yandan Lenin’in bu çağrısının altında yatan diğer bir gerçeklik ise 1905 Devrimi’nin kazanımlarıyla birlikte yeraltından legale çıkan irili-ufaklı birçok sol örgütün anlayışın biraraya getirilmesi bütünleştirilmesidir. Dolayısıyla bu çok parçalılığın yol açacağı sekterlik ve disiplin sorununu aşmak için de bu çağrı oldukça amaçsaldır. Belki de en önemli kaygısı Lenin’in devrime ramak kala bu özgürlük ortamında entelektüel fetişizmin yaratacağı kaos ve devrime vereceği zararları düşünmesidir ve onların irili ufaklı sol hareketlerinin ve aydın gruplarının mutlak kazanılması gerektiğidir. Parti kültür-siyaset-ekonomik işleyişinin tümüne göndermeler yaptığı bu makalesi ile Lenin 1917 Ekim Devrimi’ne giden yoldaki önemli ayrıntılara vurgu yapmıştır.
“Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı değil ‘yasaklama’ kısıtlayıcı bir anlam bile taşımadı ve taşıyamaz da. Lenin sanatçının ‘yapması gereken’i belirlemekle başkalarından daha az ilgiliydi ve yaratıcı özgürlüğün önüne engel çıkarmayı bir kere olsun denemedi. Dahası Vladimir İlyiç’in makalesinin anlamı tutarlı olarak sanatçının bir partizan olma özgürlüğünü içeren sanatta özgürlükten gerçek özgürlükten yana olmaktır.”4
“Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı”ndaki görüşlerini başka açıdan da yani; 1905 devrimiyle birlikte sosyalist hareketin gücünün çoğalması sosyalistlerin ve sosyalist sempatizanların artmasıyla da ele almak zorundayız. Her alanda ortaya çıkan yeni koşulları partinin önderlik rolüyle kavramasına yönelik geniş bir refleksi görmeliyiz. Değişimi kavramak ve partinin önderliğini aksatmamak için bir durum tespitine gidiyor Lenin “Unutmamalıyız ki şimdiye dek yalnızca belirli bir toplumsal tabakadan gelen devrimcilerle karşı karşıyaydık; oysa bundan böyle kitlenin tipik temsilcileriyle karşı karşıya olacağız. Bu değişiklik (…) aynı zamanda örgütlenmede de bir değişiklik getiriyor… Örgütün yeni biçimi ya da daha doğrusu işçi partisinin temel örgütlenme çekirdeğinin yeni biçimi kesinlikle eski çevrelerden daha geniş olmalıdır. Ayrıca yeni çekirdek muhtemelen eskisine oranla daha az katı daha ‘serbest’ ve daha ‘gevşek’ (lose) bir örgüt olacaktır”2 diyor. Görüldüğü üzere Lenin’in daha öncesinde geliştirdiği parti ve profesyonel devrimcilik ruhu modeli yine kendisince zorlanmaya geliştirilmeye değiştirilmeye başlanmıştır. Bu durum bir yandan partinin sayısal anlamda büyümesinin ve bu büyümenin partiye ulaşmak için oluşturduğu baskının partiyi yeraltında boğulmasına neden olabilecek kadar bir nosyona dönüşmesinin önüne geçmek için atılmış önemli bir adım dahası kazanılmış bir sanatsal mevzidir. Görüldüğü üzere Lenin’in makalesi bir bütünlük içinde yorumlanmalıdır. Sosyalist devrime yönelmiş Marksist bir örgütlülüğün siyasal ve ideolojik bir aygıtı olan Komünist Partisi bir yandan kendi genişleme çabasındayken diğer yandan da bu oluşumun en önemli özneleri olarak gördüğü aydın sanatçı bilim ve kültür adamlarını partiye partinin işlevselliğine katılmaya çağırmıştır. Lenin’in özellikle de sanat ve edebiyata vurgu yapmasının da bir gereği var mıdır diye sormak gerekiyor. Çünkü Lenin’in önderliğinin sürdüğü tüm dönemlerde sanat-edebiyat ilişkileri son derece bağımsız ve özgür alanlar yaratıp varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu nedenle Proletkült onun döneminde belli bir ivme kazanmış sanatın özel üretimi özgün bir değer olarak da anlamlanmıştır. Kaldı ki Lenin’in bu makalesi daha çok politika bakımından ve politikanın sanat ile olan ilintisi için yeniden oluşturulan bir içeriktir.
Konumuza dönecek olursak 1905’den başlayarak yeni bir dünya için yeni kültür anlayışı Proletkült’ün kültür-sanat yönelişi ve 1934’de sosyalist gerçekçiliğin hayata geçirilişi hem Sovyetler’de hem de tüm kapitalist dünyada ilgiyle izlenir. Ancak sosyalist gerçekçiliğin gerekçeleri aynı zamanda Proletkült’ün tasfiyesi anlamına geldiğinden bu gelişmeyi sosyalist gerçekçiliğin tarihi açısından irdelemeliyiz.
Proletkült’ün devrim öncesinde ve o günün şartlarına uygun olan kuruluş ve işleyişi (özellikle homojen yapısı) Ekim Devrimi’yle birlikte devrimin amaçlarını karşılamaktan uzağa düşmüştür. Hatta kimi anti-Sovyet olan aydınlar kendilerini hem Proletkült’le koruyabildiler hem de Proletkült’ün olanaklarıyla sosyalist Sovyetlerin kurma çabasında olduğu değerlere savaş açtılar. Özellikle devrim düşmanı olan hizip yapıları oluşturan birçok karşı devrimci de Proletkült’ün içerisinde kendilerini saklamayı başarmışlardır. Lenin “Materyalizm ve Ampriyokritisizm” adlı yapıtında bu konu üzerinde de dolaylı olarak durur. Şöyle diyor Lenin: “Ekim Devrimi’nden sonra Bogdanov ve yandaşı düşünürler çalışma alanı olarak proleter kültürel-eğitsel örgütlerini (Proletkült) seçtiler. Bu elverişli kürsünün de yardımıyla anti-Marksist görüşleri etkin bir biçimde yaymaya başladılar geçmişin kültür mirasını fiilen yadsıdılar.” Proletkült üzerine diğer bir kaygı ise Ekim Devrimi’nin getirdiği yeni sosyalist komünist perspektiflere karşın ısrarla “bağımsız” kalma çabasıdır. Fakat bağımsızlık istencinin devrim öncesi gerekçesiyle devrim sonrası gerekçeleri elbet aynı olmamalıydı olamazdı da. Proletkült ilk kurulduğunda dönemin bakanlığından (Çarlık dönemi) bağımsızdı olmalıydı da. Ancak devrim ile gelen Sovyet iktidarına karşı bağımsız kalma istemi Sovyet iktidarının varlığını karşına alması olarak değerlendirilmelidir.
Özellikle Komünist Parti – Merkez Komitesi (KP-MK) benzer kaygılarının yanında Proletkült’ün içinin kimi yabancı burjuva unsurların küçük burjuvaların doldurduğunu iddia etmesi ve eleştirilerin dozunun Proletkült’ün Sovyetlere sunduğu tanıttığı füturizm dadaizm gibi soyut sanat akımlarının tehlikesine yönlendirmesi Proletkült’ün tasfiyesinde etkili olmuştur. KP’ye göre Proletkült komünizmin düşmanına dönüşmüştü. Parti’ye göre (ve oldukça doğru bir anlayışla) genel insanlık değerleri erdemleri ve evrensel ilkeler burjuva kültürünün ideolojik bileşkelerinden kesinlikle ayrılmalı onlarla ayrışmalıydı. Sadece yeni bir kültür (hızla gelişip büyüyen bir ülkede) toplumsal bireysel bilinçlenme siyasi ve ekonomik devrimin kazançlarını geliştirip savurup koruyabilirdi. Yeni kültürün örgütlenme çalışmaları sonlandığında adı da netleşmişti: Sosyalist gerçekçilik.
Sosyalist gerçekçiliğe bıraktığımız yerden devam edecek olursak terimin ilk kez 1932’de Literaturnaya Gazeta’da (Edebiyat Gazetesi) kullanıldığını görürüz. Daha önce de belirttiğim gibi 20 Ağustos 1934’de Sovyet Yazarlar Birliği I. Kongresi’nde sosyalist gerçekçilik uygulamaya konulur. Kongrede bir konuşma yapan Maksim Gorki sosyalist gerçekçiliği resmi olarak da tanımlar: “Sosyalist gerçekçilik; yaşamayı bir eylem ve yaratışın amacı doğasal güçler önünde insanın utkusu için sağlık ve uzun bir yaşam için varolmanın büyük mutluluğu için en değerli bireysel yeteneklerinin kesintisiz gelişimidir.”
Yazarlar Birliği tüzüğünde de şu ilkeler yer aldı: “Sosyalist gerçekçilik sanatçıdan gerçekçiliğin devrimci gelişimi içinde gerçek somut tarihsel betimini ister. Gerçekçiliğin sanat betimindeki gerçeklik ve somutluk emekçilerin sosyalizm ilkeleriyle yeniden yaratılması ve eğitilmesi amacı ile birleşmelidir.” Olumlu kahramanlar iyimserlik coşumcu (romantik) coşku epik ve halksal anlatım sosyalist gerçekçiliğin yöntemlerindendir.
Sosyalist gerçekçilik kendinden önceki sanat akımlarının dinamiklerinin aksine sanatsal öznesinden sınıf tavrı bekler. Sanatçı sınıf bilinciyle (sosyalist bilinçle) aktif ve etkendir. Yalnızca dünyayı ve yaşamı değiştirmek değil dönüştürmek de ister. Tanım bilme öğrenme istemi hayatın ileriye doğru olan değişim ve dönüşümünün tümü içindir. Sosyalist gerçekçi sanatçı ise değişim ve dönüşüme diyalektik düşünme biçimi ve eylemli estetik ile egemendir. Genel anlamda içerik anlamsallık ve gerçeklik önceliğidir. Ancak burjuva sanat akımlarından onu ayıran temel özelliklerinden birisi de içerik biçim ve işlevselliğin aynı önemde oluşu ve birbirlerine duydukları mutlak gereksinimleridir.
“Doğa ve toplum özde diyalektikleridir içerdikleri çelişkilerle bir evrim geçirirler. Sosyalist gerçekçi bunu bilir ve bu damar atışını bu zaman akışını hemen yakalar. Bundan başka sosyalist gerçekçi hep amaca yönelir kötüyü iyiden ayırır büyük isteğine omuz verenlerin hareketlerini frenleyenleri kocaman objektifiyle ortaya koyar… Onun kendine özgü temelleri vardır; çünkü o yaşamımızın deprem merkezine doğrudan doğruya az çok dokunan her şeyle özellikle sosyalist ilkelerle ve temel bir dönüşüm için yürütülen kavgayla özden ilgilenir. Bundan dolayı yeni yazarın kendisi de özgül çizgiler ile burjuva gerçekçiliğinden ayrı türler bulmak zorundadır.”6
Sosyalist gerçekçilik komünist ütopya için bir engel midir?
Proletkült’le başlayan ve 1917 Ekim Devrimi’yle yeni bir içerik kazanan sosyalist inşa sosyalist gerçekçilik tezi ve uygulamalarıyla yepyeni tartışmaları da gündeme getirdi. Sosyalist sanatın inşası partinin bir görevine dönüştürülmediği yıllarda (1934 öncesi) Plehanov sanat eserleriyle ekonomik ilişkiler arasındaki dolaysız bağlantıyı ortaya koyar. Sanatın ve sanatçının sosyalist kültürde tam özgürlüğünden ve sınırlandırılmamış yaratıcılığından bahseder. Yine bu dönemlerde sosyalist devrimin Leninist kanadıyla büyük bir uyum içerisinde olan modern sanat akımları devrimi açıkça destekler ve ona katılırlar. İşte bu iyimser ortamda bu iyi ilişkiler içerisinde sosyalist gerçekçilik gerekçelerindeki birçok haklılıklara rağmen sanatın tüm alanlarına resmi bir nitelik kazandırmaya yönelir.
Parti sanat ilişkileri de gerilmeye başlar. Ancak bu gerilimi Parti’yle sanat alanlarının farklı özgürlük anlayışlarıyla değerlendirmeden önce daha önemli olan bir soruyu ortaya atmak zorundayız. Bu hassas noktayı ise Marksizm’in nihai amacıyla tartışmaya açılabiliriz. Nihai amaç ise komünizmdir.
Marksizm’in dolayısıyla sosyalizmin politik etik ve estetik ütopik bir tercih olduğunu unutmamak gerekiyor. Sosyalizmin bütünlüklü bir proje olmasının içeriği onun sadece politik bir tercih sorunuyla değerlendirilemeyeceğini de belirler. Çünkü proletaryanın iktidarı alma amacı kendinden önceki sistemsel sınıfları devrimci kılan özelliklerinden neredeyse taban tabana farklıdır.
“Proletarya kendi sınıf varlığına kendinden önceki bütün sınıfların varlığına son vermek için mücadele eder. Komünizm ütopyası perspektifindeki proletarya budur.”7
Dolayısıyla proletaryanın kendi varlık nedenini de ortadan kaldırmaya yönelik olan komünist topluma geçişin bu ara süreci -sosyalizm politik ekonomik olduğu kadar- etik ve estetik ütopik olarak da değerlendirilmelidir. Özellikle kültür-sanat açısından kurulacak estetik işlevsellik sınıf kültürünün varlığını ortadan kaldırmaya yönelik olmalıdır. Bu neredeyse bir zorunluluktur; bilinen bir gerçeklik olarak burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz çelişki ancak iki sınıfın birlikte ortadan kalkışıyla çözülebilecek bir çelişkidir. Unutmamalıdır ki birisinin varlığı diğerinin varlığına nesnel koşul sağlar. Kendi varlığını ortadan kaldırmaya yönelen proletaryanın kendini salt politik bir mücadele olarak görmesi beklenemez. Böyle bir anlayışın politikayı öncesiz-sonsuz bir mücadele disiplini olarak tekleştirmesi proletaryanın karşıtlarıyla olan mücadelesinde onun zayıf düşmesine neden olacaktır. Komünizm için ortaya konan mücadele kendini oluşturan öğelerden birine mutlaklığına indirgenemez. Böyle bir yönseme sınıf mücadelesinin alanını da mutlaklaştırır. Dolayısıyla sınıf varlığını ortadan kaldırma amacının kendisi ortadan kaldırılmış olur.
Proletarya iktidarı komünist (sınıfsız) toplumu kurmak için devralır. Bu nedenle sınıf kültürüne yapılan her gönderme komünist ütopyanın önündeki bir engele dönüşür. Ancak komünist ütopyanın gerçekleştirilebilmesi de yine proletarya diktatörlüğünün kesin zaferiyle koşuttur. Dolayısıyla ütopya gerçekliğe dönüşene kadar proletarya bir sınıf temsilcisi olarak varlığını korumak varlığını kurumsallaştırmak zorundadır. Bu zorunluluk sosyalist kültürün de varlığını sınıf kültürü olarak sürdürmeyi koşutlamaktadır. Açmaz ya da temel çelişki gibi gözüken; hem kendi varlığını ortadan kaldırmak için iktidarı devralan proletarya hem de sosyalizmin büyük düşmanı kapitalist dünyanın gittikçe saldırganlaşan yönelimiyle karşı karşıya kalmasıdır. Sosyalist iktidarı korumak rejime yönelik iç ve dış tehditlerin varlığını biliyor olmak en azından şimdilik proletarya iktidarının sürmesini zorunlu kılmaktadır. Toplumcu gerçekçiliğe de bu açıdan yaklaşıldığında onun gerekliliği daha kolay anlaşılacaktır.
Sosyalist gerçekçiliği komünist ütopyaya bir karşıtlık gibi göstermek yararsız bir önerme olmaktan öteye gitmez. Sosyalist gerçekçilik elbette sınıf kültürüne (proletaryanın kültürüne) açık bir vurgudur. Ama bireysel özgürlük edimlerine açtığı özgür-özgün yaratılara yönelik zenginliğiyle de tartışılmalıdır. Komünist ütopyanın varlığını birey-sanatçı öznenin böyle bir toplumdaki soyut yönelmelerini insani ve doğasal yararlılık açısından teşvik eder. Sosyalist gerçekçiliğin sınıf kültürüne belirgin olarak vurgu yapması sınıf kültürünün örgütlülüğünü üstlenmesi proletaryanın varlığı sürdükçe sürecek bir örgütlenmedir. Proletaryanın varlığının devamı demek aynı zamanda burjuvazinin varlığına işaret ediyorsa ya da sosyalizmin varlığının devamı kapitalist dünyayı işaretliyorsa sosyalist gerçekçilik de burjuva sanat anlayışının karşıt cephesi olmaya devam edecektir. Bu tarihsel bir süreç ve proletaryanın tarihsel görevidir. Aksini düşünmek sosyalist kültürün varlık nedenini ortadan kaldırmaya yönelik bilinçli-bilinçsiz bir niyettir.
Komünist ütopya ve sosyalist gerçekçilik arasındaki organik bağı kurabileceğimiz temel özellik ise komünist ütopyanın ancak sınıflı toplumların tasfiyesiyle gerçekleşebileceğidir. Dolayısıyla komünizm kendini sınıflı toplumların varlığına borçludur. Şimdi temel sorunumuz sanatsal yaratıcılık ve yararlılık açısından hangi sınıfın tarih bilinci ve özgürlük pratiğinden bakacağımızdır estetik eylemliliğe. Eğer burjuva sınıfının tarih bilinciyle bakılacaksa sosyalizmin bütünlüğü reddedilir. Bu reddediş içerisinde sosyalist kültür de dışlanmış olur. Proletarya sınıfının tarih bilinciyle yani Marksizm ile bakılacak olursa komünizme ulaşabilmek için sosyalizmin bütünlüğüne gereksinim duyulacaktır. İkinci bakış açısı sosyalist kültürü sosyalist gerçekçiliği dışlamaz aksine bütünsel açıdan içine alır. Yani sosyalist gerçekçilik komünist ütopya için bir olanak olduğu kadar burjuvazi için anarşizm-nihilizm popülizm gibi sınıf göndermelerine ait kültürel girişimlere de bir engeldir. Sosyalizme inanan hemen tüm sanatçılar açısından sosyalist kültürün yaratılması burjuvaziye ve kapitalist dünyaya örgütlü bilinçli bir başkaldırıdır. Komünist ütopyaya giden yolları güvenli tehlikesiz hale getirmektir.
Sosyalist gerçekçiliğin gelişimi amaçları ve uygulamaları
KP’nin 18 Temmuz 1925 tarihinde MK öncülüğünde aldığı bir kararla sosyalist gerçekçiliğin temel amaçlarından birisi sayılabilecek çok seslilik farklı sanat anlayışların bir aradalığı ve yeni Sovyet edebiyatının proletaryanın sağladığı sanatsal yaratımların özgünlüğüne tam özgürlük ve saygılı-yaklaşımın çerçevesi de çizilir. Bu amacın kendisi sosyalist gerçekçiliği sadece tek ülkede sosyalizm uygulamalarının bir sonucu olarak yorumlayanlara da bir yanıt taşır. Karar şöyledir: “Parti bu alanda çeşitli grupların ve akımların arasındaki özgürce mücadele etme isteğini ifade eder. Sorun üzerine herhangi başka bir karar (resmi-bürokratik) geçersiz bir karar olacaktır. Edebiyat ve yayın hayatında bazı grup ve örgütlere yasal ayrıcalık tanıyan karar ve genelgenin partiden geçmesi de aynı şekilde kabul edilemez. Parti proleter ve proleter-köylü edebiyatını maddi ve moral olarak destekler ‘yol arkadaşları’na yardımcı olurken hiçbir guruba proleter ideolojik içeriği güçlü olana bile ayrıcalık veremez; bunun anlamı yukarıda belirtildiği gibi proleter edebiyatın açıkça tahribidir… Parti edebiyata kaba ve yetersiz idari müdahale teşebbüslerini kökünden söküp atmalıdır. Parti edebiyatımızın gerçek kılavuzluğunu temin etmek için basını yönlendirecek enstitülerdeki personelin seçiminde dikkatli olmalı bu konuda özenli davranmalıdır.”
Görüldüğü gibi MK bu kararıyla Sovyet edebiyatında farklı açılımlara sanatsal alanların varlığına demokratik bir vurgu yapmaktadır. Bu dönemler hem sosyalist yapılanmalar hem de liberal uygulamalar açısından oldukça verimli ve özgür alanların yaşandığı yıllardır. Partinin NEP uygulamasına uyumlu bir anlayışla önderlik yaptığı ekonomik-politik ve kültür hayatının sonuçları da denilebilir MK’nın bu kararına. Özellikle Sovyet edebiyatına örgütsel olarak 1920’lerden itibaren egemen olmaya başlayan Rus Proleter Yazarlar Birliği (RAPP) yarı resmi bir organ konumuna gelerek edebiyat alanında çok boyutlu ve çok kişilikli tartışmalara da açılım sağlar. Bir yandan sosyalist Sovyetler’in iktidarının pekiştirilmesi için aydınlara-sanatçılara duyulan gereksinimi vurgularken diğer yandan da genç Sovyet sanatçılarını dünya edebiyatının özümsenmesine yöneltir. Bu dönemde KP ile RAPP arasındaki organik bağ iyice güçlenir. Parti RAPP’a örgütsel bir işlev yükler. Bu önemli görevler arasında ilk sırada genç Sovyet işçilerine ve köylülerine sanat-edebiyat olanakları sağlamak onları sanata karşı duyarlı hale getirmek yer alır. Dahası onların okuyup yazmasını teşvik etmek öne çıkarılır. Yine kolhoz ve sovhozlarda edebiyatın fabrikalara üretim çiftliklerine yönelmesi için de çaba içerisinde olmuştur RAPP.
1928 yılına gelindiğinde ise Parti ile RAPP arasındaki yakınlaşma giderek aynılaşmaya başlar. Parti’nin kültür politikası RAPP’ın politikasına dönüşür. RAPP Başkanı Averbak bu dönemde proletarya sanatının ne olduğunun ve olması gerektiğinin altını çizerek partiyle olan doku bütünlüğünü de duyumsatır. “Proletarya sanatı proletaryaya sosyalizmi kurmada yardımcı olan düşünce ve duygularımızı komünizm inşası doğrultusunda örgütleyen sanattır” diyen Averbak için elbette “proleter yazar da yaratıcı çalışmasını doğrudan proletaryanın hizmetine sunan yazardır.” Averbak’ın RAPP başkanı olduğu dönemde 15. Parti Kongresi’nde alınan bir kararla ekonomik-siyasi alanda uygulamaya konulan Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın sanat alanında oluşturulması gündeme gelmiştir. Özellikle hızla sanayileşen Sovyetler’in bu hızına uygun olarak Kültür Planı yapılması çalışmaları başlatılmıştır. Bu çalışmalara “I. Beş Yıllık Plan Hizmetinde Edebiyat” sloganı öncülük etmiştir.
I. Beş Yıllık Plan doğrultusunda hemen tüm parti politikalarının sanatçıdan beklediğini yeterince kavramayan ve buna uygun olarak sanatsal eylemsellik içine giremeyen RAPP Örgütlenme Komitesi’nin yeni anlayışına yeterince uyum sağlayamadığı için kapatıldı. Daha doğrusu sosyalist gerçekçiliğe giden bir amaç için tasfiye edildi. 1932’de alınan bu kararın sadece parti politikalarıyla bütünleşmiş bir sanat anlayışını savunan RAPP örgütünü şaşkınlığa uğratması beklenen bir sonuçtur. RAPP’ın yayın organı olan Na Leteraturnum Post Mayıs 1932’de derginin yayın kurulunda bulunan Averbak Makarof Fadeyet Kirşon ve Panferof gibi yazarların imzasıyla fesihlerini duyururlar: “Proleter yazarlar Birliği (RAPP) Yönetimi Birliğin tasfiye edildiğini yayınları mali kaynakları ve mal varlığını Örgütleme Komitesi’ne (Org büro) aktarmaya karar verdiğini duyurur.”
RAPP’ın tasfiyesiyle birlikte hızla uygulamaya konulan sosyalist gerçekçilik aynı hızla tüm Sovyetler’e hakim olur. Özellikle Örgütlenme Bürosu Sekreteri Kripton sosyalist gerçekçiliğe duyulan gereksinimi 29 Ekim 1932’de toplanan I. Plenum’da açıklar. Aslında bu toplantı bir bakıma RAPP’ın da yargılanması sayılabilir. “Bir kulüp gibi değil kendimizi olduğundan daha çok ideolojik-eğitsel çalışmalara vermeliyiz. Yeniden yapılanmanın disiplinin ve arınmanın bunların hepsi önemlidir. Fakat bunlar edebi örgütlenme ve edebi sorunlar üzerindedir; edebi yaratıcılık üzerine değildir. Sonuçta Averbak diyalektik maddeciliğin neden sanatta yeterli olmadığını diyalektik maddeciliğin sanatı vulgarize eden bir slogan olduğunu ve neden bunun yerine sosyalist gerçekçiliği koyduğumuzu açıklayamadı. Politik felsefi vb. ideoloji ile sanatın ilişkisini anlamayan birisi bu sloganın değişimini de anlayamaz.”
Böylesine güçlü-ideolojik bir değişimin anlayışın ve dönüşümün hem imgesi hem de simgesi olan sosyalist gerçekçilik kuruluş tarihi olan 1934 yılıyla birlikte hızlı bir politik çıkış yaparak ekonomik ve kültürel kuruluşların çevresindeki kitlelerin örgütlülüğü ve hareketliliği için Marksist-Leninist teori ve teknik üretim bilgisi-eylemi ile birleşmeye yöneldi. Sanat ürünleri yeni anlayışa uygun olarak yeniden gözden geçirildi. Sanat ürünü açısından içerik biçim ve dil okurların anlayabileceği bir düzeyle sınırlandırıldı. Okul çağındaki çocuklar içinse çocukları Marksist-Leninist ruhla eğitecek kitapların yanı sıra karşı devrimci Troçkizm ile mücadele edecek kitapların basımına da öncelik vermenin gerçekliğini belirledi. Bu dönemde daha birçok yeni karar sanatçıların sosyalizmin inşası için görevlerine ilişkin olarak duyuruldu. Sanatçı ordusu Sovyetler’in tüm üretim alanlarına yönlendirildi ve sosyalist gerçekçilik proletarya iktidarının mutlak anlamda kurulmasına temel bir araç oldu. Bu hızla birlikte Parti-sanat ilişkisi yer yer estetik değerlerinden çok salt politik vurguyla politik önderlikle çağrışımlar üstlendi. Bu durum sınıflar arasındaki ilişkinin önderi olan Parti’nin sanatçıyı ve eserlerini belirleyecek kadar öne çıkmasına neden oldu. Parti’nin sanatçılarla buluşup birleşme istemi giderek partinin sanatçıları mutlak belirlemesine Parti ve iktidara bağımlı kalmalarına koşullandırmaya yöneldi. Parti’nin önderliği sanatçıların ve sanat ürünlerinin amaçlarına yönelik tamamen politik bir önderlik istencine dönüşünce kurulmak istenilen sosyalist gerçekçilik -çok yararlı açılımlarına karşın- daralan Parti refleksinin politik vurgusuna dönüşen uygulamalar nedeniyle sosyalist sanatçı ve eleştirmenlerce de yeniden tartışmaya açıldı. Tartışmalar ciddi anlayış farklılığıyla derinleşirken kimi sosyalist sanatçılar sosyalist gerçekçiliğin sadece tek ülkede sosyalizm anlayışının ürünü olduğunu iddia ederek sosyalist gerçekçiliği sanat akımı olarak kabul etmemişlerdir.
1934’de toplanan Sovyet Yazarlar Birliği’nin I. Kongresi’nde çerçevesi çizilen sosyalist gerçekçilik ve sosyalist gerçekçiliğin sanat ilkeleri daha çok partinin politik vurgusu ve politik önderlik kaygısıyla kendi gerçek anlayış ve arayışı olan sanat türlerine ait üretimleri gerçekleştirememiştir. Dahası KP’nin kültür örgütlenmesinin temel amaçlarından birisi olan özgür ve özgün yaratıcılık sanatsal derinlik ve duyarlılık KP üyelerinin yeterince ilgisini çekememiştir. Bu nedenle Marksizm’in olanakları içerisinde (hem Marx-Engels hem de Lenin’in dile getirdiği) varolan estetik algı yeterince kavranamamıştır. Toplumculuğun estetik alanlarını yeterince belirleyememiştir.
Estetik örgütlenme zamana yayılarak gerçekleşecek ve toplumcu gerçekçilik uzun bir süre toplumcu yazarlar tarafından da tartışılacaktır. Tartışmaların sosyalist bir bakış açısıyla yararlı sonuçlar ortaya çıkarması beklenirken biraz da zorunlulukların sonucu olarak her türlü sanatsal faaliyet disipline alınmış propaganda ve olumlu kahramanlar gerçeğine indirgenmiş açılımlar ve iyi niyetli demokratik tartışma ortamları resmi Parti çizgisi haline getirilmiştir. Böylece bütün ülkelerde yeniden üretilebilmesi amaçlanan ütopyacı modernizm kitlelerin anlayabileceği bir gerçekçilikle yorumlanarak hem genç Sovyetler’de hem de komünizme geçeceği düşünülen diğer ülkelerde yeniden üretilebilecek bir model adına reddedilmiştir.
Toplumcu gerçekçiliğin yeni bir sanat akımı olarak sanat dünyasının gündemini belirlemesi daha belirgin olarak Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi ile Sovyet Yazarlar Birliği’nin 1954 yılı Aralık ayında gerçekleştirdiği II. Yazarlar Kongresi’nde ortaya çıkar. KP’nin Kongre’ye gönderdiği bildiride bir kez daha sosyalist gerçekçilik tanımlanır. Kaleme alınan bildiri ise Lenin’in görüşleriyle çerçevelenir:
“Sosyalizmin gerçekçiliğe yüklediği görevleri başarabilmek için insanların gerçek yaşamı duyguları ve düşünceleri hakkında derin bilgi sahibi olmak heyecanlarını inceden inceye duymak bütün bu şeyleri gerçekçi yazının değerli örneklerine yaraşır ve anlaşılır bir sanat şekli içinde belirtmek şarttır. Bütün bunlar ülkemizde kurulan sosyalizm uğrunda işçi sınıfının ve bütün Sovyet halkının geliştiği büyük mücadeleyi iyice kavramış olarak anlatılmalıdır.”8
Sosyalist gerçekçiliğe duyulan gereksinim burjuva sanat akımlarının sanat anlayışlarındaki darlıktan soyutlanamaz. Genelde burjuva sanatları özelde eleştirel gerçekçilik bulunduğu sosyal çevrenin gelişim değişim ve dönüşümüne karşı gerçekliğin sadece bir eleştirisini aktarıyordu. Toplumcu gerçekçilik (sosyalist gerçekçilik) ise bir sanat akımı olarak büyük kitleleri emekçi sınıfları ve yeni doğmakta olan bir sistemin tüm etik ve estetik boyutunu içine alma çabasındadır. Toplumcu gerçekçiliğe göre sanat yalnızca yansıtma ile yeterince anlamlandırılamaz. Kaldı ki yansıttığı gerçeklik ise toplumsal gerçekliktir. Ancak bu gerçeklik sınıf mücadelelerinin yansımasıdır ve devrimci gelişme içerisinde görülüp değerlendirilebilir. Daha da önemlisi toplumcu gerçekçi bir yazar tarihsel sorumlulukların bilinciyle hareket eder ve sanat ürününde ezilenlerin yoksul köylülerin ve işçi sınıfının eğitimini önemser. Çünkü günümüzde sosyal gerçekliğin kavranması her dönemden daha fazla öneme sahiptir ve her dönemden daha fazla öne çıkmıştır. Gerçekçiler toplumsal ilişkilere bakıp tarafsız bir gözle olayları aktarmaya çalışırken toplumcu gerçekçiler; toplumu tarihsel süreç içerisindeki etkinliğine yerleştirerek dinamiğindeki ilerici-tutucu güçlerin çatışmasını fark ettirip bu çatışmayı diyalektik bir yöntemle ileriye sosyalizme doğru taşımanın çağımız yazarlarının asıl görevleri olduklarını söylerler.
“Gerçekçiler topluma bakıp da bunun özünü yansıtacak şekilde yazmak istedikleri zaman mevcut olan bir durumu ve tipleri çiziyorlardı. Toplumcu gerçekçilik ise bugün mevcut olan bazı değerlerin kurumların vb. görünüşteki sağlamlıklarına rağmen göçmeye mahkum olduklarını bilir ve bir yandan bunu belirtirken bir yandan da henüz mevcut olmayan ve belki varlığı pek sezilmeyen yeni bir şeyin doğmakta olduğunu gösterir.”9
Radek’in Kongre’deki sözleriyle
“Gerçekçilik çöken kapitalizmi ve onun çürüyen kültürünü yansıtmak değildir sadece aynı zamanda yeni bir toplumu ve yeni bir kültürü yaratabilecek sınıfın doğuşunu yansıtmaktır. Toplumcu gerçekçilik sadece şu anki gerçeği bilmek değil bunun nereye doğru gittiğini bilmektir. Toplumcu gerçekçi eser yazarın hayatta gördüğü ve eserlerinde yansıttığı çelişkilerin nereye varacağını belirten eserdir.”10
Toplumcu gerçekçi eserlerde içerik ve biçim kaygısı aynı oranda önemlidir önceliklidir. Bu açıdan burjuva sanat akımlarının neredeyse yok saydıkları içerik toplumcularda işlevselleşir. İçerik biçim ve işlevsellikle ortaya çıkan toplumcu gerçekçi sanat sanatın devrimci bir üretim sorunu olduğunu duyumsatır. Bununla da yetinmez toplumcu gerçekçi bir sanat adamı toplumsal yaşama etkin ve bilinçli bir şekilde katılır. Bu nedenle de toplumcu gerçekçi sanatta amaç araç ve işlev arasında olduğu kadar sanatın dili ile sanatsal nesnenin alımlayıcısı arasında da bir bağ kurulur. Buradaki dil tamamen sanatsal dildir imgenin gerçekçi tipidir de denilebilir. Bunu sağlayamayan toplumcu gerçekçi sanatçı propagandanın diline dönüşür sanat ürününde gözle görülen bir sığlığa düşer. Toplumcu gerçekçi özne sanatı sanatsal bir içerik olarak değerlendiremez ise sanatsal bilmeyi tüketir ya da onu örtüler. Bu olsa olsa kaba gerçekçiliktir. Sanatçının sanatsal üretimi yoktan varedilen mistik ve olgulardan kopuk bir şey değildir. Doğadaki ya da insansal ilişkilerinin ortaya çıkardığı malzemenin işlenerek sanatsal bir ürüne dönüştürülmesidir yapılan çalışma. Sanatçının malzemesi içerisinde dün ile bugün arasında oluşmuş her türlü mitos gelenek birikim formlar erdemler ve yoğun olarak da tüm bunları içeriğinde taşıyan ideoloji vardır. En önemlisi de sanatçı ile gerçekliğin arasındaki ilişki ideoloji ile gerçekçilik arasındaki ilişkidir. Bu ilişkinin işleyiş yasalarından hiçbir sanatçı ve sanat ürünü kendini soyutlayamaz. Ancak yine de gözden kaçırılmaması gereken iyi bir sanat ürününde söylenenler yazılanlar kadar yazarın bilinçli bir şekilde gerçekleştirdiği söylenmeyen ve yazılmayanlardır ideolojiyi görünür kılan. Bu bağlamda toplumcu gerçekçilikte üzerinde önemle durulması gereken edebiyatın bilim ile ideoloji arasındaki bilinçli bir duruş olduğudur.
“Edebiyat; bilim ile ideoloji arasında bir yer alır; ne ideoloji gibi bir yanılsamadır ne de gerçek bir bilgidir. İdeoloji kavratma bakımından okuru bilimsel bir anlayışa doğru yönelten bir ara aşamadır.”11
Elbette buradaki bilim estetik bilimi ve onun sanatsal eylemselliğidir eylem alanlarıdır. Ancak bu alan hiçbir koşulda politikadan dış gerçeklikten bağımsız bir varoluş değildir.
Yaratıcı bir bilim/felsefe olan Marksizm diğer bütün şeyler gibi edebiyatın malzemesini de kendine konu edinir. Ancak bilimin sonuçları kesindir ve kavramsal bir anlayışın üstüne oturur. Edebiyatın malzemesini oluşturan şeyler ise kavramsal bilgiye dayalı olmaktan çok estetik etkinin sonucu olarak görünür kılmaya ya da görülmeyeni duyumsatmaya empatik bir derinlik yaratmaya dayalıdır. Engels 1885’te Minna Kautsky’ye yazdığı mektupta “Taraf tutucu edebiyata hiç karşı değilim. Tragedyanın babası Aiskhylos da komedinin babası Aristophanes de şüphesiz taraf tutan şairlerdi. Dante ve Cervantes de öyle… Fakat şuna inanıyorum ki yazarın tarafgirliği açıkça ortaya konmamalı eserdeki durumundan ve eylemden çıkarılmalıdır”3 diyor. Nisan 1888’de Margaret Harknesse’a yazdığı mektupta da “Yazar kendi görüşünü ne kadar saklarsa eser için o kadar iyidir” diyerek açık ve kaba bir propagandadan kaçılması gerektiğini duyumsatıyor. Toplumcu gerçekçilik ister Engels’in bu görüşlerinden ister Lenin’in “Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı” adlı yazısında belirttiği “Edebiyat parti edebiyatı olmalıdır. Kahrolsun partizan olmayan yazarlar! Kahrolsun edebiyatın üstün adamları! Edebiyat proletaryanın genel davranışının bir parçası olmalıdır” düşüncesinden yola çıksın Engels gibi düşünenler de Lenin’i izleyenler de edebiyatın devrime devrimlere hizmet etmesi konusunda birleşirler. Hiçbir zaman hiçbir toplumcu gerçekçi için sanat bağımsız ve kendiliğinden bir değer değildir. Sanatın bağımlılığı ve değeri içerisindeki malzemeden kaynaklanır. O bilgeseldir ahlaksaldır politiktir insan psikolojisinin ve doğa varlıklarının hareketlerini taşır. Bütün bunlar ideolojinin temel kaynaklarıdır ve ideoloji hemen her şeyde olduğu gibi edebiyatta da tartışmasız bir yer tutar üstün bir yerdir bu.
Edebiyat söz sanatıdır ve her söz-sözcük bir uyum ya da uyumsuzluk bir onama ya da karşıtlığın kavramı için üretilir yan yana getirilir. Söz işlevsel ve amaçsaldır. Amaç dışı olan sözde amaçsızlık da işlevsel ve amaçsaldır. Çünkü karşıtlık duyarlılığın bir sonucudur. Sanatsal anlamda yeni bir anlatım biçimini ortaya çıkaran toplumcu gerçekçiliği de amaçsallığın dışında algılama olanağı yoktur. Söz konusu edilen amaç devrimcidir. Bu nedenle toplumcu gerçekçiliği absürd söz oyunları gelişigüzel üst üste yığılan kelimeler ve biçim yeterince tanımlayamaz. Toplumcu gerçekçilik hem politik hem de sosyal anlamda aşağıdan yukarıya doğru örgütlenen yeni bir toplumsal düzenin yaşam derinliklerini inceler. Geleceği özgürlük üzerine kuracak olan kültür karakteri yaratmak durumundadır. Olaylara karşı örgütlü bir eylem biçimini ortaya koymak zorundadır. Her eylem gibi toplumcu gerçekçi sanat eylemi de hem siyasi hem de estetik ahlakı oluşturur. Bu oluşum sosyalist üretim ilişkilerinin dokusunda kendini var eder. Toplumcu gerçekçilik bir sanat dokusu olarak yalnız geçmişi belli olan ve günümüze çeşitli boyutlara gelerek gelenekselleşen bir tarihsel belleğin yaratılmasıyla yetinmez. O aynı zamanda gelecekle olan bağlarını kurar ve bir döneme varolduğu döneme gelecek adına yol göstermeye çalışır. İçerik açısından da toplumcu gerçekçilik geleceğin projelendirilmesinde temel bir güç olarak ifade eder kendini:
“Sanatta sosyalist gerçekçilik kendisini oluş ve hareketin içinden dünyanın değiştirilmesi eylemi içindeki insanın geçmişi bugünü ve özellikle de geleceği bakımından tanımlamak zorundadır. Madde veya nesnenin sınıflar mücadelesi ve insanın tarihsel eylemi dışındaki ‘gerçekliği’ni esas alan maddenin kendiliğinden ‘doğal’ bir anlam içeriği taşıdığı inancına dayanan bir anlayışın sanat ve edebiyatta natüralizmin ötesine geçemeyeceğini söylemek abartı olmaz. Sosyalist gerçekçilikle bu gerçekçilik anlayışı arasında bir benzerlik yoktur… Sosyalist gerçekçilik bütünlük kategorisine onun varolan tarihsel kuruluş biçiminin içinde bir karşıtlık öğesi olarak bulunduğunu yeni bir bütünlük için olanaklar taşıdığını ama soyut ve değişmez olmadığını açıklayan bir anlam yüklemek zorundadır.”13
Sosyalist gerçekçiliğin yaygınlaşması ve eleştirel yaklaşımlar
Toplumcu gerçekçilik 1917 Sosyalist Ekim Devrimi’yle başlayan yeni bir dünyanın kültürel örgütlülüğü olmasına karşın özellikle 1960’lardan sonra sık sık yanlış kullanılmış sığlaştırılmıştır. Toplumcu gerçekçilik gündelik hayatın sıradan akışında tarihinden özellikle savaş olgularının ortaya çıkardığı kahramanlıklardan ülküleştirme sembolleştirme tabulaştırmaya kadar uzanan geniş bir çizgide propagandanın kaba sesinde görüntüsünde yansıtılmıştır. Toplumcu gerçekçilik ve toplumcu sanatçı devam etmekte olan ve devam ettiği sürece de sınıflara bölünmüş bir yaşam tarzı üreten siyasal ve ekonomik sistemlere karşı emekçi sınıfların tarihsel görüşünü ve üretim ilişkileri içinde ideolojik mevzilenişlerini benimser. Ancak bu durum toplumcu sanatçıların da sınıflı toplumlarda emekçilerin kendilerini temsil yetkisi verdikleri sınıf partisinin ya da parti liderlerinin alacağı kararlar doğrultusunda sanatsal ürün verecekleri anlamında değildir. Sanatçılardan böyle sanatsal ürünler beklenilmemelidir.
Marksist estetiğin önemli kuramcılarından biri olarak kabul gören Macar düşünür György Lukacs’a göre de sanat; yansıtmadır. Lukacs da Gorki’nin düşüncelerine katılarak gerçekçiliği ikiye ayırır; eleştirel gerçekçilik ve toplumcu gerçekçilik. Toplumcu gerçekçilik Marksizm’in genel teorisiyle açıklanabilmekte bunu yaparken de sanat eserini dış gerçekçiliği yansıtan somutu genel olarak tanımlamaktadır. Ancak Lukacs hiçbir zaman hiçbir eserinde Sovyetler’de uygulanmaya çalışılan sanat ürünündeki somut üstün nitelikler taşıyan olumlu kahramanlar uygulamasına katılmamıştır. Bu yüzden 1934’ten sonra Sovyet edebiyatını eleştirmeye kadar gitmiştir. Çünkü olumlu kahramanların 19. yüzyıla kadar uzanan denenmiş uygulanmış bir tarihi vardır. Özellikle Belinski Dobrolyubov ve Çernişevski gibi eleştirmenler edebiyatın politik ve toplumsal rolü üzerinde ısrarla dururken kahramanların kişiliklerini nasıl olmalarını masaya yatırmışlardır. Birçok gerçekçi yazarda ağır basan tipler sözü edilen olumlu kahramanları çağrıştırmaktadır. Bunlar parlak zekalı aklını iyi işler için kullanan ince duyarlıklar taşıyan ve iyi niyetli ümitli insanlardır. Jdanov 1934’te Parti Kongresi’ndeki konuşmasında Sovyet edebiyatının olumlu kahramanlarla beslenmesini ister. Bunun bir ütopya sanılmaması gerektiğini çünkü bu kahramanların planlanmış bir geleceğin yöneticisi yönlendiricileri olduğunun altını çizer.
“Partinin önderliğinde Merkez Komitesi’nin dikkatli ve titiz yönetimi altında ve Stalin yoldaşının büyük destek ve yardımı ile Sovyet yazarları Sovyet iktidarı ve parti çevresinde birleşmişlerdir… Sovyet edebiyatı taraf tutmakla suçlanmaktan korkmaz. Evet Sovyet edebiyatı taraflı bir edebiyattır zira bir sınıf kavgası çağında sınıf edebiyatı olmayan yan tutmayan tarafsızlık iddiasını sürdüren siyaset dışı bir edebiyat olamaz.”14
Dönemi içerisinde yapılan bu değerlendirmenin ayaklarının bastığı alan olan sınıf mücadeleleri çağı gerçeği günümüzde daha şiddetli duyulmaktadır. Ancak bu tespitin süreç içerisinde devrimci romantizme kadar uzanan bir çizgide deforme edilmesi ve mutlak olumlu kahramanlara dönüşmesi elbette ki sanat ürünü ve sanat öznesi açısından daralma sığlaşmadır. Lukacs’ın devrimci romantizm anlayışıyla Jdanov tarafından gündeme getirilen “olumlu kahramanlar” arasında da sanatsal yaratıcılık ve sanatsal estetik açısından ciddi ayrışmalar vardır. Lukacs’a göre devrimci romantizm gerçekliğin doğru olarak algılanması ve yansıtılmasını engelleyen yanlış bir edebiyat perspektifidir. Kahramanlar özgün birer tip olmaktan çıkıp şematikleştiriliyorlar ve biçimsel-şekilsel-şematiksel bir edebiyatın ortaya çıkmasına neden oluyorlardı. Lukacs’ın partili bir düşünür olması ve bir Marksist olarak toplumcu gerçekçiliğin diğer sanat akımlarına karşı insani bir üstünlüğünün olduğuna işaret etmesi onun toplumcu gerçekçilik anlayışının resmi görüşten farklı olmasını engellememiştir.
Sosyalizmin ve onun ideolojisinden ortaya çıkan toplumcu gerçekçiliğin en etkin olduğu ve dışa açıldığı dönem İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden hemen sonradır. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasını ve Doğu Almanya’daki sonuçlarını Brecht şu sözleriyle özetliyor: “Zafer kazanmış olanların aldıkları ilk tedbirler ekmek sağlanması su tesisatlarının kurulması ve tiyatroların açılmasıdır.”
‘Tiyatroların açılması ile yapılan vurgu toplumcu gerçekçiliğin sanata ve insana bütünlüklü duygu-düşünme açısından yaptığı estetik katkıdır.’ 1950’li yıllara kadar özellikle Doğu Bloğu adı altında bir araya gelen ülkelerde faşizmin tüm olguları ve yıkıntılarıyla hesaplaşmak için aydınlatıcı ve belgesel özellikler taşıyan romanlar tiyatro oyunları ve şiirler toplumcu gerçekçiliğin seçkin ürünlerini oluşturmuştur. Bu ülkeler faşizmin inanılmaz vahşetini en yakından tanıyan ülkelerdir. Polonya Romanya gibi ülkelerde yaşayan 400 bin Çingene’nin 200 bini akıl hastası Avrupa faşizmi tarafından yok edilmiştir. Macaristan Çekoslovakya da dahil olmak üzere bu ülkelerin aydınlarının büyük bir kısmı ortadan kaldırılmıştır. T.Plivier’in “Stalingrad (1945)” H. Fallada’nın “Herkes Yalnız Kendisi İçin Ölür” A. Seghers’in -etkisini günümüzde de sürdüren- “Ölüler Genç Kalır” W. Bredel’in “Babalar Oğullar ve Torunlar” adlı üçlemesi toplumcu gerçekçiliğe iyi örnekler oluşturmuşlardır. Bu dönemde toplumcu gerçekçi şiirin geçmişle hesaplaşma ve anti-faşist bir örgütlenmeye sanatsal anlamda öncülük etme eğilimleri açıkça görülmüştür. Öncülüğünü Brecht Becher Weinert gibi ünlü şairlerin yaptığı sanatsal oluşumun içinde P. Huchel S. Hermlin ve Kurt Barther gibi daha genç şairler de yer almıştır. Sovyetler’de oluşan Parti sanatı anlayışının etkisiyle özellikle Doğu Almanya’da Parti öncülüğünde 1951 Martı’nda “Sanat ve Edebiyatta Biçimciliğe Karşı Mücadele” adı altında kararlar alınmıştır. S. Hermlin’e göre; biçimcilik emperyalist yamyamlığın resimdeki müzikteki edebiyattaki ifadesidir. Bu anlayış doğrultusunda Doğu Bloğu ülkelerinde de sosyalist gerçekçiliğin ilkeleri oluşturulmaya çalışılmış giderek sanat ve politika arasındaki ilişkiler dar bir alana kadar indirgenmiştir. “Gösterilen çabaların yöneldiği ortak hedef sanatla toplumsal hayat arasında burjuva geçmişten kaynaklanan ayrılığı ortadan kaldırmak üretici işçilerle sanat yaratıcıları arasında yerleşmiş olan işbölümünü aşmaktır.” Bu görüşün ışığında yazarların üretim alanlarının içerisine girmesiyle başlayan yeni bir edebiyat dili (özellikle romanda) ortaya çıkar ve dil neredeyse tamamen politikleşir. Dönemin hemen tüm yazı türlerinde egemen olan ise anti-faşist geleneğin kendisini koruması ve sürdürmesidir. Özellikle Buchenwald Toplama Kampı’nda yaşananları anlatan ve sinemaya da başarılı bir şekilde uyarlanan Bruno Apitz’in 1958 yılında yayımlanan “Kurtlar Arasında Çıplak” romanı anti-faşist ürünlerin en dikkat çekicilerindendir.
Tarihsel akışımın getirdiği yeni koşullarla birlikte gelişen yeni çelişkiler doğal olarak hem nitelik hem de nicelik olarak toplumsal öncelikleri de farklılaştırmıştır. Özellikle 13 Ağustos 1961’de Berlin Duvarı’nın örülmesiyle birlikte Doğu Alman halkının artık kendi iç sorunlarına döndüğü görülür. Bu içe dönüşten sanatçılar da etkilenir. Sanatçılarda her ne kadar 1951 yılında alınan kararların etkisi varsa da birey ve toplum ilişkisi bu ilişkilerin yaratıcı özneye (sanatçıya) yansıyışıyla ortaya çıkan çelişkiler (üstelik bir de giderek kapanan-daralan politik ve ekonomik planlamaların oluşturduğu sosyal ve siyasal baskılar) edebiyatta ciddi eleştirel eğilimleri ortaya çıkarmıştır. 1965’li yıllara gelindiğinde hemen tüm ulaşabildiği yerde toplumcu gerçekçiliğin -özellikle şiirde- konu başlıklarını bireyin iç dünyası duygusallıkla duyarlılığın ironik bileşimi birey-toplum çelişkisi sömürünün kalktığı bir toplum düzenine duyulan özlem ve verilen mücadelenin yansıtılması oluşturur. Toplumcu gerçekçi sanatçı dünyayı bölümleyen sanat ürününü sömürü kâr amacına yönelik metaya dönüştüren kapitalizm karşısında hem bireysel-hem de toplumsal özgürlüklerin üretim güçlerini geliştirecek sınıfsız bir toplumu hedefleyecek güç kaynaklarının yanında olacaktır.
Toplumcu sanatçı estetik-sanatsal çelişkiye düşmemek için söz konusu olan sosyalist düzenle kendi üretimi arasında bir yandaşlık özdeşlik kurmalıdır. Bunu yaparken insanın gelişme yetilerinin ve yaratma gücünün sınırsız olduğunu bilir. Bu nedenle de kendini diyalektik yöntemlerle durmadan yeniler. Bu yenilenmeyi gelişmeyi sosyalist sistemden de bekler. Çünkü özü gereği sosyalist sistem sürekli değişip ilerleyen bir şeydir. Hiçbir zaman hiç değişmemek üzerine kurulmuş değildir. Bundan dolayıdır ki hiçbir şey değişmemek üzere saptanmış bir üretim ve bölüşüm yöntemi olan bir şey gibi tanımlanamaz. Buna tarihsel materyalizm izin vermez. “Genellikle materyalist sözcüğü Almanya’daki genç yazarların birçoğuna ayrıca inceleme yapmadan herhangi bir şeyin ve her şeyin etkilenmesine yarayan önemsiz bir deyim gibi hizmet ediyor; yani bu etiketi yapıştırıp kapanmış sayıyorlar. Oysa bizim tarih anlayışımız Hegelci biçimde bir kolay yorumlama aracı değil her şeyden önce bir inceleme kılavuzudur”4 diyor Engels. Ancak günümüzde ülkemizde de Marksist yazarların birçoğu tarafından algılanmaktan uzaktır Engels’in kaygıları. Toplumcu sanatçı körü körüne bir bağlılık göstermeyeceği gibi benimsediği ya da ütopyasını oluşturduğu toplumsal düzen için eleştirel öğeleri de geliştirir. Yer yer ileriye doğru kopuşlarla savunduğu sistemin eleştirisini de gerçekleştirir özeleştirilerin önünü açmak için kültürel bir baskı unsuruna dönüşür. Marx’ın devrimler için söyledikleri sosyalist bir düzen için önemli uyarılar taşır. Bu uyarılar toplumcu gerçekçi sanatçılar için göz ardı edilemez: “Bu devrimler… kendilerini eleştirirler; durmadan ilerlemelerinde aksarlar yeniden başlamak için atmış oldukları adımları gözden geçirirler.” Anlamak kavramak ve yeni anlamların önünü açmak bitmeyen bir süreçtir. Her yeni zaman yeni bir anlayışı zorunlu kılarak karşımıza çıkacaktır. Bu maddenin doğasıdır böylece her türlü geçmiş bugünkü zaman geleceğe daha doğru ve eksiksiz aktarılırken sadece dönemin içeriği açısından değil bugün de yeni olabilecek anlamlarla kavranacaktır gelecek. İnsanın varolanla yetinmesini beklemek ise ya akılsızlık ya da tutuculuk olur. Değişkenlik amacın-amaçların gereğidir ve düşünselliğin öncülüğünde eyleme dönüşür. Her eylem nitelik olarak politik bir eylemdir belli bir bilincin öngörüsüdür. Marx’ın işaret ettiği de budur. Toplumcu sanatçı çevresinde olup bitenlere karşı etik estetik ideolojik bir tutumla bilimsellikle yaklaşır. Romantik bir geri çekiliş ya da romantik bir ayaklanış çoktan aşılmıştır. Ancak toplumcu sanatçıdaki temel oluşum; ben ile toplumsal düzen ilişkilerindeki işleyiş hiçbir zaman belirli ilkeler ve kanılar doğrultusunda duralı değildir. Sık sık çatışmaların çelişmelerin yaşanması sanatçının beniyle toplum arasındaki dengenin oluşabilmesi korunabilmesi için neredeyse zorunlu bir gerekliliktir. Aksi durumda sanatçı özgün ve özgür yaratıcılığından toplum ise sanatsal yaratıların ortaya çıkaracağı yeni bir üsluptan estetik ve etik değerlerden yoksun kalacaktır. Böylelikle yaşamın önemli işleyiş yasalarından kimileri yeterince duyumsatılamayacaktır.
Günümüzde Marksizm’i savunan birçok sanatçı sanat ürününde gerçekçiliğin olmazsa olmaz bir kurala dönüştürülemeyeceğini gerçekçiliğin mutlak olmadığını söylemektedirler. Diyalektik ve tarihi materyalizm iyi kavranıldığında mitos tin bilinçaltı gibi kavramlar bir Marksist tarafından sadece maddi bir varoluş doğal durum olarak algılanamaz. Bu kavramlar ya bir eylem sonucudur ya da bir eyleme karşıt olarak kullanılır ortaya çıkarlar. Sadece sembol-simge olarak algılanıp dışlanamazlar ya da dışlanmamalıdırlar. Çoğu kez içsel ruhsal olan ve bilinçaltının dışavurumu maddi tanımların anlamların dışına taşmış bir dil özelliğidir. Bu yüzden de bizde varolanı değil bizde eksik olanları kazanmamız gerekenleri gösterirler. Kimi Marksist estetik kuramcı ve eleştirmenlerin toplumcu gerçekçilik yerine toplumcu sanat ya da sosyalist bakış açısı önermeleri her türlü soyut değerin sanatsal malzeme olarak kullanılabileceğini imler. Günümüz olanakları ve değişimleri yeniden gözden geçirildiğinde sanat ürünlerinde gerçekçilik yerine gerçeğin yansıtılmasında diyalektik bir bakış açısına gereksinim olduğu görülecektir. “Yeni gerçekleri açıklayabilmek için yeni anlatım yolları gerekir” diyen Fischer bugün sosyalist yazarın yalnız büyük gerçekçi ustaları örnek almakla yetinmesini de hoş görmüyor: Sosyalist yazarın Homeros’la Kutsal Kitap’tan Shakespeare’den Strindberg’den Stendhal ve Proust’dan Brecht ile O’cassey Rimbaud ve Yeats’den öğrenebileceği şeyler yok mudur diye yeni bir açılımın peşine düşüyor. Sorusuna yine kendisi yanıt arıyor: “Sanatta sosyalizm sosyalist gerçekçiliğin saptadığı ilkelerle sınırlandırılamaz. Sanatı bir dünya görüşüne bağımlı kılmak yanlıştır. Yazarın zamanında ideolojik etkileşim söz konusu olmasına ve sanat eserlerinin genellikle maddelik kazanmış ideolojiler olmasına rağmen çoğu zaman ideoloji karşısında gerçekliğin üstünlüğü anlamına gelir”5 diyerek Marksist olmayan yazarların da günümüzde dünyanın anlaşılmasına yaptıkları çok büyük katkılar olduğunu savunuyor. Sosyalist gerçekçilik yerine sosyalist sanattan söz ediyor. Toplumcu gerçekçi şiirin ustalarından Nazım Hikmet ise “Şiir de bütün öteki güzel sanat dalları gibi ilim ister. Şairin alim olması şart değildir ama cahil olmaması şarttır” der. “Gerçek şair dediğin bizim Mevlana’dan Yunus Emre’den Fuzuli’den Nedim’den Tevfik Fikret’ten Yahya Kemal’den Ahmet Haşim’den tut da Shakespeare’e Goethe’ye Hugo’ya Baudelaire’e Puşkin’e Mayakovski’ye Yesenin’e Aragon’a filan kadar hepsinde hepsinin kuvvetle belirli bir felsefe sistemleri bir sosyoloji görüşleri hiç olmazsa sezişleri vardır. Yeni yeni şu ara ise -hele bizimkiler- bundan tamamen mahrum. Böyle bir şeye sahip olduklarını sananlar ise sahip oldukları sistemin daha doğrusu metodun ancak kulaktan dolma bir müridi halindedir”6 diyerek ciddi bir uyarıyı ortaya koyuyor. Nazım Hikmet uyarısını diğer sanat adamlarının ve sanat anlayışlarının dışlanmasındaki tehlikeye de yönlendiriyor.
“Kanım şu ki sanatta en büyük tehlike sekterliktir. Böyle olduğu için kendi görüşümü zorla kabul ettirmek istemem; bütün öbür görüşleri de kabul ederim çünkü gerçek ancak çelişkilerin birliği ile kavranabilir.”18
Toplumcu gerçekçiliği diğer sanat akımlarının nitelik olarak önüne çıkaran ve çoğu toplumcu gerçekçinin ayrımında olmadığı durum bilinç birikimi ve tüm tarihsel mirasın devrimci güçlerine sahip çıkmaktır. Bu nedenle Rönesans estetiği kendini idealize edip aşkın bir dünyayı yaşarken toplumcu gerçekçilik geleceği komünist bir dünyanın yaratılmasında bulmaktadır. Ancak bu durum hiçbir zaman idealize etmeyi kaldıramaz. İdeal durumlar insan kaynağıyla uyumlanıp uygulanabilecek durumlar değildir; mutlaklıktır hareketsizliktir ve çoğu zaman katı bir iktidardır. Oysa komünist toplumda sınıf çelişkilerinin ve üretim ilişkilerinin dengesizliği aşılmış olsa bile insan psikolojisi etik eğitim ve sanat gibi değerlerin geliştirilmesi çevre bilinci pedagojik eğitim vazgeçilmezdir. Sanatsal işlev ise bu eğitimin daha ileri düzeye taşınmasının somuttan soyuta yeni kavram ve anlamlar oluşturulmasının çabasında olacaktır. Böylece sanatsal özne devrimci bir tutum ile toplumcu gerçekçiliğin özümsediği geçmişi ve tarihsel mirası (siyasal ekonomik ve sanatsal boyutlarıyla) geçmişin devrimci olgularını gericilerin ya da egemen kapitalizmin elinden alacaktır. Bunu talep etmediği sürece Marksist öğretiye ters düşecek ya da onu yeterince kavramamış olacaktır.
“Yapılması gereken ilk iş burjuva mirasını burjuvalardan kurtarmak bu mirası ele geçirdikten sonra onu yeniden yorumlamak kendi gereklerimize uydurmak her yanıyla kendimizin bir parçası yaparak ona yeni bir canlılık katmak olmalıdır.”19
Toplumcu gerçekçilik 20. yüzyılın bütün burjuva sanatlarını da kapsayarak gericiliğe karanlığa bir karşıtlık olarak düşünülebilir. Marx ve Engels’in sık sık tekrarladığı gibi “Rönesans’ın aydınlanma düşün bilim ve sanat ateşini devler tutuşturmuştu ve o ateşin sönmemesi için devlere gereksinim hep olacaktır.” 21. yüzyıl ise Rönesans tarihinden daha güçlü devlere daha büyük ateşlere ve daha derin özverilere gereksinim duymaktadır. Özgürlük alanları ve mücadeleleri genişlemiş insanlık tarihi ilk kez kapitalizmin dışında yeni bir (toplumsal düzene) sistemle sosyalizmle karşılaşmıştır. 20. yüzyıla devrimlerle ve bağımsızlık savaşlarıyla giren dünyamızın ateşine soluk veren düşün bilim ve sanat adamlarının birçoğu kendisini Marksist öğretinin ve toplumcu gerçekçi sanatın temsilcileri olarak ortaya koymuşlardır.
Günümüzde 1917 Sosyalist Ekim Devrimi’nden itibaren sosyalizm ütopya olmaktan çıkmış gerçekliğe ve gelecekçiliğe dönüşmüştür. Sistem olduğu için de doğal olarak gerçekliğin tüm hallerini içermekte böylece hem doğasal öznelere hem de insansal öznelere varolacağı tüm alanlardan karşıtlık bilinci ve duygusuyla müdahale etmektedir. Ancak bugün gelinen noktada dünya ekonomik gücünün ve ilişkilerin iç içeliği sosyalizmin kendi kendine yeterliliğini engellemektedir. Sanatta ve sanatçıda da sosyalizm ütopya olmaktan çıkmıştır. Bu nedenle de sosyalist sanatçılar kendi güçleriyle ortaya çıkardıkları sanatsal nesneyi sanatsal dili estetiği ve sanatsal olan diğer şeyleri (esinleme esinlenme izleme bilgilenme araştırma düş gücü imge vb.) salt iktidar merkezli yaşayamazlar. Israrla bir merkeze -sosyalist iktidara- bağlı kalmak istiyorlarsa bağlandıkları merkezin ileriye doğru daha soyut şekilde evrimleşmesine yönlenmelidirler. Daha çok barış anlayış eşit paylaşım söz ve kullanım hakkı sevgi ve nihayetinde tüm dünyanın tek bir insanın da evi olabilmesine yönelmelidirler.
Günümüzde sanatın ve sanatçının önündeki en büyük engelin insansızlaştırma olduğu düşünüldüğünde komünizm hâlâ en büyük ütopyadır. Ancak bu ütopyanın peşinde olabilmek olağanüstü soyutlama gücüne sahip olabilmekle yakından ilgilidir. Oysa sosyalist sanatçıların bakış açılarındaki en büyük eksiklik soyutlamadır. Çünkü; edebiyat ve sanatın bilgiye çok yakın olan bağlantısı aynı oranda bilinçaltıyla düş dünyasıyla tinsellikle de ilişkilidir. Bu yüzden sanat ve sanatçı çoğu zaman rasyonel aklın dışına çıkarak kendini karşıtlık olarak tanımlama çabasına girer ve yine bu yüzdendir ki bilgi ile iktidarın temelde nasıl birbirine bağlı olduğunu bilir. Yine bilir ki birinin büyüyüp genişlemesi aynı anda diğerinin de büyüyüp gelişmesinin nedenidir. Sanatçı bilgi iktidar ve aklın ortak tanımıyla kategorilere ırkçı öjenik kafatasçı milliyetçi-ulusçu gibi üstünlüklere de karşı çıkar. Bunu yapabilmek için buyruk kodlarını kabullenmeleri toplumların ya da iktidarların kimlik kazandırdıkları meşrulaştırmaları dışlar. Bu ise ütopyanın kendisinin de bir pratik olabilmesiyle olanaklıdır. Ütopyanın pratiği ise soyuttur. Ütopyanın pratiği yalnızca bilinci uyandırmak için düşünülemez. Her ütopya iktidarı çökertmek için mücadele eder bu nedenle ona öteki insan öteki devlet öteki ulus olarak bakılamayacağı gibi bölgesel yerel ve tek biçimci gözüyle de bakılamaz.
Bilgi iktidar ve aklın ortak ürünü olan bireysel ya da toplumsal özgürlük hakkının tek işlevi bastırmak ve yönetmek olsaydı son derece kırılgan ve kolay vazgeçilen kolay elde edilebilen bir şeyle karşılaşılırdı. Oysa günümüzde özgürlük hakkı sahip olmadan onu yaşıyormuşuz duygusuyla kendini kabullendirip ütopyaya karşı bir üstünlük peşine düşüyor. Bu nedenledir ki burjuva düşün adamları kimi sanatçılar da iktidarın yıkıcı yok edici erdemlerini (!) koruyarak olumlu bir sonuç elde etmeye çalışıyorlar. Her olumsuzluk her kötülük olumlu bir işe yarar gibi yaklaşımları da önermeye devam ediyorlar. Bu cesaretleri biraz da çağı estetiği etiği ideolojik bir açılıma indirgeyemeyen ileri unsurların pratik eksikliğinden geliyor. Unutulmamalıdır ki sosyalist gerçekçilik tezi olan bir sanat anlayışıdır. Bu tez ise komünist ütopya ile kendini belirginleştirir.
Dipnotlar ve Kaynak
- Politika ve Sanat akt. Akif Kurtuluş.
- a.g.e. akt. Akif Kurtuluş.
- ENGELS Friedrich Mina Katusky’ye Mektuplar – 1885 Sanat ve Edebiyat Üzerine Birikim yay.
- 5 Ağustos 1880’de Condrad Schmidt’e yazdığı mektuptan.
- Tarih Bilinci ve Edebiyat Bilimi akt. Sorgut Şölcün Dayanışma yay.
- HİKMET Nazım Sanat ve Edebiyat Üstüne Bilim Sanat yay.