Devrim…
Marksist ayaklanma kuramı ile ilgili yazıyı planlamaya başladığımda, yazacağım yazıya
mutlaka “devrim” sözcüğüyle başlamam gerektiğini düsündüm. Girişi bunun nedenlerini
kısaca açıklamaya çalışarak yapmak doğru olacak.
En önemlisi ve ilk yazılması gereken, uzunca bir süredir toplumsal alanda geniş bir etkisi
olan “böyle gelmiş böyle gider” anlayışının hakimiyetini yitiriyor oluşudur. Uzun bir süre
geniş toplumsal kesimler içinde en yaygın ortak düşünce olarak gözlemlenen bu anlayışın
hakimiyetinin bir anda yok olup gitmesi kuşkusuz mümkün değil. Ancak bizim sıkça
kullandığımız ve bu yazı içerisinde de açmaya çalışacağım bir tanımla sıçramalı kopuşların
yaşandığını gözlemlemek mümkün. Bu durumda önemli olan, “tamam böyle gitmez” dedikten sonra şekillenen “nasıl gidecek” sorusuna verilecek yanıtın netliğidir. Öyle inanıyorum ki, bu yanıt sadece net olduğu sürece ciddi bir alternatif olma şansı bulabilir. Bu netliğin tam karşılığı tek sözcükle devrimdir. Bu netliğin ayrıntılandırılması yazının bundan sonraki kısımlarında okuyucuya bir borç olarak durmaktadır. Doğaldır ki böylesi büyük bir borç bir yazıyla hatta yazılarla ödenebilecek bir borç da değildir. Ancak bir yerinden başlamak gerekiyor. Bir başlangıç yapabilmeyi umuyorum.
“Devrim” ile baslamak tercihimin ikinci bir nedeni daha var. Konuyu yine getirip kuşaklar
sorununa bağlamayacağım ama, içinde bulunduğum genç kuşağın önemli bir şansızlığına
kısaca değinmeden de geçemeyeceğim. Elbette her kuşak tartışmasında adet olduğu üzere “68 Kuşağı” ile mukayese ederek….
İç dinamikte 27 Mayıs olgusunun tartışılmasını bir kenara bırakarak, “60’lı yıllarda siyaset ile tanışan kuşağın uluslararası siyasal süreçlerde etkilendikleri olaylar nelerdir?” gibi bir soruyu sorarak düşünelim. Doğum yılları hemen İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllara, yani faşizmin yenilgisine ve Doğu Avrupa’da sosyalist kuruluş süreçlerine denk gelir. Çocukluktan delikanlılığa -ya da genç kızlığa- adım attıkları yıllar ise Küba Devrimi’ne, ABD emperyalizminin devrimcilere diz çökmesiyle aynı yıllara denk geliyor. Dolayısıyla bu kuşak için devrim sözcüğü, kafalarda somut bir karşılıkla şekillenen bir içeriğe sahip. Bundan daha önemlisi kafalarda şekillenen ile sözcüğün tanımladığı arasında doğru bir ilişki var.
Buradan bugün Türkiye’de genç diye tanımlayabileceğimiz kuşağa geçelim. Doğum yıllarımız Türkiye’de 12 Eylül’e veya hemen öncesine, uluslararası alanda ise örneğin İran’da gerici yobazların iktidarı aldıkları yıllara denk geliyor. Dünya çapında ilgi gören gelişmelerden kendi hatırladıklarıma dönüp düşündüğümde örneğin Maradonalı Arjantin’in Dünya Kupasını alması ve benzeri olayları bir kenara bırakırsam hatırladığım ilk büyük olay Romanya’da Çavuşesku’nun kurşuna dizilmesi. Çok trajik bir görüntü sunmak istemiyorum ama aklımdaki görüntüler Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Sovyetler Birliği’nin teslim alınması ile devam ediyor. Bugün devrimci hareketin içinde ya da hitap alanındaki genç kuşak hemen hemen benimle aynı şeyleri hatırlayacaktır. Buradan bir umutsuzluk türetmeye gerek yok elbette, yazılanlar yalnızca bir gözleme vurgu yapmayı murat ediyor… Açıkçası bizim kuşak “devrim”in ne olduğunu görerek öğrenme şansını yakalayamadı. Kitapla da haşır neşirliğimizin pek olmadığı düşünülünce devrim ile neyin anlatıldığını öğrenebilenlerimizin sayısı pek az oldu.
Buradan iki farklı uçta sonuçlar elde edebiliyoruz. Büyük bir çoğunluk için devrim “olması mümkün olmayan bir şey”, bir ütopya ötesinde bir şey ifade etmez. İkinci sonuç -ki ben bununla çok ilgili olduğunu düşünüyorum- Türkiye ortalama solcusunun her gördüğü kıpırtıyı “devrimin ayak sesi” olarak tanımlamasında ve ortalama bir vatandaşın da aynı durumu anarşi ya da terör olarak değerlendirmesidir. Özetlersek devrim çoğunlukla anlaşılamayan, anlayanlarca da yanlış anlaşılır bir kavram.
Örneklemek için yakın zamandan üç ayrı ülkenin ve siyasi olarak da farklı üç “ayaklanma”nın adını anmam gerekiyor. İlki Türkiye’de yaşanan esnaf eylemleri ve Ankara Kızılay’daki çatışma görüntüleri. İkincisi Yugoslavya’da ABD öncülüğünde gerçekleşen ve Miloseviç’i deviren karşı-devrim. Üçüncüsü de çok yakın bir zamanda 2001’in son günlerinde Arjantin’de gerçekleşen ve Türkiye’de çokça tartışılan eylemler. Her üç hareket hem soldan hem düzen cephesinden farklı biçimlerde değerlendirildi, bu doğal. Ancak sol içindeki değerlendirmelerin bu derece heterojen olması, kendisini sosyalist ve benzeri isimlerle tanımlayan bir cepheden bu kadar farklı yorumların çıkması… Bunun doğal olmaması gerekir.
Bu tablo içerisindeki karmaşıklığı bir miktar olsun sadeleştirmek için kimi kavramları mümkün olduğunca açık bir biçimde tanımlamak gerekiyor.
Birbirinden ayırmanın doğru olmadığını düşündüğümden iç içe ele alacağız; bu anlamıyla yazımızın ana eksenine “devrim” ve “ayaklanma” tanımlarına ilişkin tartışmalar oturacak. Bu tartışmayı sürdürürken, tarihsel örneklerle beslemeye ve bir devrimin gerçekleşebilmesi için devrimci öznenin “ayaklanma” öncesinde hangi tutamak noktalarını yakalaması gerekir sorusuna cevap bulmaya çalışacağız.
Son olarak bu yazı üzerinde ilk çalışmaya başladığım sırada yayınlanan Gelenek’in 71. sayısında, Aydemir yoldaş yazısının son cümlesiyle başlangıç sözcüğünü doğru seçtiğimi gösterirken üçüncü bir gerekçe daha sundu;
“Bugün Türkiye’de ve solda devrimi düşlemenin tam zamanı olduğu için…” 1
Devrim nedir?
Mümkün olduğunca sade bir tanım yapıp bu tanım üzerinden ilerlemek doğru olacak. Bu konuda daha önce yaptığımız bir tanım aktarılabilir.
“Bilimsel sosyalizmde devrim, başlıca iki boyuttan oluşan bir süreçtir. Siyasal iktidarın ele geçirilmesi ile gerçekleşen ve iktidarın sınıfsal niteliğini değiştiren siyasal devrim; üretim ve mülkiyet ilişkilerinden başlayarak tüm toplumsal ilişki biçimlerinin değiştirilmesini içeren toplumsal devrim.” 2
Sanırım yapılabilecek en kısa ve en özlü tanım. Fakat burada planladığım çerçeveyle ilgili bir not daha düşme ihtiyacı hissediyorum. Bu yazı içerisinde iktidarın fethi ile başlayan toplumsal devrim sürecini mümkün olduğunca arka planda bırakacağım. Kuşkusuz bütünlüklü bir devrim tanımlaması için bu ayrımı gerçekleştirmek mümkün değil, ancak bu yazı ile murat edilen, iktidarın ele geçirilmesi sorununu ve bunun için nasıl bir hazırlık süreci geçirmek gerektiğini tartışmak olduğu için, iktidarın alınmasından sonra ortaya çıkabilecek sorunlar ve çözümler mümkün olduğunca ele alınmayacak.
Şimdi siyasal devrim ile yani açık anlatımıyla iktidarın bir sınıftan başka bir sınıfın eline geçmesi sorunuyla devam edelim. Görüleceği üzere, henüz bu cümleyi yazarken bile iki soruyla karşı karşıya kaldık.
i) İktidar neden bir sınıfın elinden diğerinin eline geçecek?
ii) Bu geçiş nasıl olacak?
İlk sorduğumuz soruya -yine konunun özünden sapmamak için!- doyurucu olmaya çalışan ama daha kısa bir cevap vererek ikinci soru üzerinde yoğunlaşmamız gerekiyor. Verebileceğimiz en kısa yanıt “Tarihsel materyalizmin yasası budur” olabilir, açıklaması üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çelişkinin bir ürünü biçiminde şeklinde yapılabilir. Buna göre, toplumun iktisadi yapısı, siyasal ve hukuksal üstyapının üzerinde yükseldiği üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişimi engellemeye başladığı zaman, mevcut üretim biçiminin sonu gelmiş demektir. Bu durumda tarih sahnesinde yeni ve devrimci bir sınıfın aktif rol almaya başladığını ve gelişimine paralel olarak iktidarın bu yeni sınıf tarafından ele geçirildiğini görürüz.
Şimdi konumuz açısından asıl önemli soruya geçebiliriz. Nasıl? Bir üst paragrafta bunun tarihsel bir yasa olduğunu söyledik. Dolayısıyla bu geçişin tarihsel akışa uygun olarak kendiliğinden gerçekleşeceğini söyleyerek bu soruyu cevaplayabilir miyiz? Herhalde bu soruya karşı söylenecek tek şey var, keşke bu kadar kolay olsa…
Ancak hiçbir sınıf iktidarının, iktidar koltuğu sayesinde elinde tuttuğu olanakları sadece tarihin yasaları böyle emrediyor diye kendiliğinden bırakıp tarih sahnesinden çekildiği görülmemiştir. Öyleyse tarihsel süreç, bizden önceki tüm devrimcilerin yaptığı gibi miladı dolmuş olanı tarih kitaplarına havale etme işini, devrimci sınıfın eline bırakıyor. Bunu yazdıktan sonra, nasıl olacak sorusuna verilecek ilk cevabı açıkça yazabiliriz; mücadele ederek. Hem de tarihin gördüğü en sert mücadele ile. Eklemek gerekiyor, en sert, ama en güzel, ama en onurlu mücadele ile.
Bir parantez açmak zorundayım, çünkü örgütsüz mücadele olmaz. Sonuçta bu yazı bugün içinde bulunduğumuz koşulların zorlamasıyla yazılıyor, yine gözlemlere dayanan bir saptamamı yazmak istiyorum. Bugün sol içindeki insanların büyük bir bölümü örgütlenme “iç güdüsünü” yitirmiş gözüküyor.
Mücadelede ve dolayısıyla devrimde örgütün yerini tartışacağım bir alt bölüme geçerken bu yazıyı hazırlamak için incelediğim kaynaklardan birisinde komünist hareketimizin emektar isimlerinden Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın “Halk Savaşı’nın Planları” isimli çalışmasında altını çizdiğim bir paragrafı paylaşmak istedim. Kıvılcımlı’nın kendine has yazımı ile aktarıyorum:
“Bugün tek başına kişiye ya, ‘ANARŞİST’, yahut ‘KAÇIK’ deniyor. Bir kişiyse, en az bir kişi daha bulacak; üç kişiyse, mutlak bir araya gelip belirli ÖRGÜT’ün düşünce ve davranış DİSİPLİN’ine uyacak. Yoksa, devenin kuyruğuna dönülür. Kırk yıl, ne uzanılır, ne kısalınır.” 3
Devrim nasıl olur?
Elbette öncelikle Kıvılcımlı’nın önerisini dikkate alarak örgütlenerek, ama bunu tartışmayı biraz erteleyerek başka bir soruyla başlayalım, devrimin nasıl bir nesnelliğin üzerinde yükseleceğini tartışalım. Lenin’den beri leninistleri nesnelliği takmamakla eleştirenler Gelenek’te devrimin nasıl bir nesnelliğe oturacağı sorusunun tartışmaya açıldığını görünce şaşırmış olabilirler. Ama bizim leninizm -ya da kimilerince Jakobenizm ya da “Blankicilik”- anlayışımızda amiyane tabirle “nesneliği takmamak” yoktur. Biz nesneliği önemseriz, önemseriz ama sadece gerektiği kadar, yani öznel müdahalemize, değişime açık olduğunu bilerek…
Öyleyse küçük bir düzeltme yaparak sorunun nesnellikten ziyade nesnelliğin nasıl okunduğuyla ilgili bir sorun olarak görülmesi gerektiğini yazarak devam edelim. İlerleyen bölümlerde ayaklanma başlığına geçtiğimde açıkça örnekleyeceğim ama Paris Komünü öncesi Marx’ın durumu örnek verilebilir. Daha açık ve çarpıcı bir örnek için 1917 yılı Rusya topraklarına bakılabilir, aynı noktaya pek çok insan ve örgüt bakarken, Bolşeviklerin tümü bile değil, belki sadece Lenin bu nesnelliğin sosyalist bir devrime olanaklı olduğunu görme yeteneğine sahipti.
Devrimin nesnelliği düşünülmeye başlandığında hemen akla ilk gelen ayaklanacak (ya da ayaklandırılacak) bir ezilenler toplamının olmasıdır. Fakat buradan yola çıkarak, ezilenlerin olduğu her yerde devrim olabilir, sonucuna ulaşamayız. Daha doğrusu tarihsel olarak elbette ulaşabiliriz ancak tek başına ezilenlerin var olması ile devrim olsaydı dünyanın devrim dalgasıyla çoktan kavrulması gerekirdi. Kavrulmadığına göre ortada bir sorun var ve bu sorun en özlü biçimiyle ezilen kitlelerin örgütlü bir eylem pratiği içinde olmamasıdır.
Bu durumda soyut bir takım “altın kurallar” dizilimi yapmak yerine sorunun karşılığını gerçekleşmiş bir pratik üzerinden bulmaya çalışalım ve 1917 Rusyası’na kuş bakışı bakalım. Dünya üzerinde Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı devam etmektedir, bu savaşın da yarattığı etkiyle aynı iktidarın yönetimi altındaki bütün ülke sınırlarında etkisini gösteren derin bir kriz vardır. Bu bir. Bu krizin de etkisiyle başta işçi sınıfı olmak üzere ezilen kesimlerde yoğun bir tepki birikmiştir. Bu iki. Mevcut iktidar krizi çözebilecek herhangi bir politik adım atamamaktadır. Bu üç. Ortaya çıkan çözüm önerilerinin başarısızlıkla sonuçlanması krizi daha da etkinleştirmektedir. Bu tabloda ülkede bir iktidar boşluğu vardır. İşte böylesi bir ülkede toplanan Rusya Halklararası Sovyet Birinci Kongresi’nden bir sahne:
“Menşeviklerin lideri Tseretelli konuşmasında:
‘Şu anda Rusya’da, (İktidarı bize verin! Siz çekilin gidin. Sizin yerinizi biz alacağız) diyebilecek bir siyasi parti yoktur’ der.
Bir ses kaba bir şekilde konuşmacının sözünü keser:
‘Bu parti mevcuttur.’ 4
Bu ses, kendi kanaatini açıklamak üzere kürsüye gelmekte olan, Lenin’in sesidir.”
İşte bu da dört. İktidara, ülkeyi yönetmeye aday bir parti olamadığı sözlerine, “vardır” yanıtı verildiği ve kitleler buna ikna edildiği, buna uygun bir örgütlemeyle gereklerine uygun biçimde hareket ettirildiği anda devrim olur. “Vardır” yanıtını veren ve işçi sınıfını etrafında toplama başarısı gösteren bu ses, işçi sınıfının partisinin sesidir.
Parti en basit tanımıyla taraftır, sınıfın partisi de sınıfın çıkarlarının savunucusu ve tarafıdır. Modern zamanlarda bütün sınıflar siyasal çıkarlarını partiler aracılığıyla savunurlar. Tam da bu nedenden ötürü olsa gerek işçi sınıfının iktidara geleceği sosyalist devrim, Lenin tarafından “sosyal demokrasi tarafından ‘iktidarın ele geçirilmesi’ sosyalist devrimin ta kendisidir” şeklinde ifade ediliyor.
Öyleyse sosyalist devrim işçi sınıfının öncü partisinin -ki günümüzde Komünist Parti adını almıştır- iktidarı almasıyla gerçekleşir. Bu başlıkta bir dizi tartışmayı farklı zamanlarda bu sayfalarda yaptığımız için şimdilik kapatıyorum.
Bir miktar daha genişleyip meselenin özüne inebiliriz. Leninizmin çok geniş teorik çerçevesini, öncülüğü merkez alarak tarihsel oluşum sırasıyla örgüt, devrim ve iktidar kavramlarının bütünlüğü olarak ele almak yanlış olmaz. Hatta Komünist Parti açısından gerçekleştirilen bütün çalışmaların, en küçük başlıktan en büyüğüne, en içrek gibi görünen çalışmalardan en kitlesel açılımlara kadar bütün başlıkların bu iktidar anı için gerçekleştirildiğini söylemek mümkün.
İşte Komünist Parti açısından örgüt, devrim ve iktidar başlıklarının birbirinin en fazla içine geçtiği an, iktidarın ele geçirilmesi için atılması gereken bu son adımın bu tarihsel eylemin adı ayaklanmadır.
Ayaklanma sanatı
“Ayaklanma, savaş ya da herhangi bir sanat kadar bir sanattır.” 5
Üstteki alıntı belki bu söyleyeceğimizi gereksizleştiriyor ancak tek başına “ayaklanma” sözcüğünü değil de “ayaklanma sanatı” tamlamasını kullanmamızın özel bir tercih olduğunu yazarak başlayalım. Aşağıda belki daha ayrıntılı tartışma şansımız olacak ancak Ekim Devrimi öncesinde ayaklanma sorununun Bolşevik Parti içinde Merkez Komite düzeyinde başlayan ve sonu ayaklanmanın, ayaklanma öncesinde Menşevik gazetelerde “eleştirilmesine” varan ciddi tartışmalar olduğu bilinir. Bu tartışmalarla ilgili olarak Lenin’in yazdığı tüm yazılarda çok sert eleştirilerinin merkezinde hep “ayaklanmayı bir sanat gibi ele almamak” vardır. Lenin’e pek sık “Blankici” yakıştırılmasının yapıldığını biliyorduk. Ancak Blanqui’nin bu cümlesinin Marx ve Engels tarafından da aynen benimsendiğini düşününce marksizmin kurucuları için de “Blankici” eleştirisi yapılması gerekecektir…
Marksizmin ayaklanma sanatının dar anlamıyla bir “ayaklanma” olmadığını göstermek için iki akımın ayaklanma sorununu ele alışlarını kıyaslamamız gerekiyor. Bu açıdan ele aldığımızda marksizmin, “Blankici” ayaklanmalara dönük eleştirisinin merkezine, en mükemmel plancılar tarafından planlansa bile, sadece dar bir çekirdek örgüte dayalı bir ayaklanmanın başarıya ulaşma şansının olmadığı oturtulmalıdır. Bu marksistler açısından ayaklanma sorunun tek başına “teknik” bir başlık olarak ele alınmaması biçiminde okunmalıdır. Ayaklanmanın bir sanat olarak değerlendirilmesi gerekliliği de bence tam buraya oturtulmalıdır. Ayaklanma ancak, öncesindeki uzun birikim döneminin ve iktidarı ele geçirdikten sonra sürekliliğinin sağlanmasının koşullarının, en fazla ayaklanma anında önemsenmesi gerekliliği ile birlikte anlam kazanabiliyor. Bu anlamıyla kendisi de ayaklanmayı bir sanat olarak gören Blanqui’nin bu sanatı icra ederken eksik bıraktığı noktaların marksistler tarafından kapatıldığını ve Blanqui’nin bu çok iddialı olduğu başlıkta da, bir gelenek bırakmış olmakla beraber, aşıldığını yazarak bu bahsi kapatalım.
Marx ve Engels’in devrim, ayaklanma, iktidar ve devlet gibi konularda yaptıkları çalışmalar için en fazla kullandıkları, onlara en fazla örnek sunan laboratuarın 19. yüzyılın en büyük işçi ayaklanması olan ve bize tarihte ilk kez, 72 günlük de olsa, bir iktidar deneyimi sunan Paris Komünü olduğunu rahatlıkla yazabiliyoruz. Gerek Komün öncesi ve Komün sırasında takındıkları tavır gerekse sonrasında Komün’e ilişkin değerlendirmeleri bu açıdan çok önemlidir. Tam da bu nedenle Lenin hemen her dönem ama özellikle de Ekim Devrimi öncesinde Komün deneyimini tekrar tekrar ele almak ihtiyacı hissetmiştir. Bu gün durduğumuz noktadan bakıldığında bizim açımızdan Paris Komünü elbette tek deney değil, her şeyden önce koca bir Sovyetler Birliği deneyimiz ve bir dizi sosyalist kuruluş süreci örneğimiz var. Yine de Marx’ın konuya yaklaşımını ve değerlendirme yöntemini kavramak açısından Paris Komünü oldukça önemli bir noktada duruyor. Birtakım önemli noktaların altını çizelim.
İlk önce Marx’ın Komün öncesi konumuyla başlayalım. Enternasyonal Emekçiler Derneği adıyla örgütlenmiş bir çatı altında çalışmalarını sürdüren Marx, 1870 yılının Eylülü’nde Genel Konsey adına kaleme aldığı çağrı metinlerinin ikincisinde Fransa’nın içinde bulunduğu durumu tanımladıktan sonra şöyle devam ediyor.
“İşte Fransız işçi sınıfı bu yüzden son derece zor şartlar altında hareket etmektedir. Şu bunalım sırasında, düşmanın neredeyse Paris’in kapılarına dayanmış olduğu bir zamanda, yeni hükümeti devirmeye yönelen bir girişim umutsuzca bir delilikten başka bir şey değildir.” 6
Bu cümlelerden anlaşılacağı üzerine Marx’ın Paris proletaryasına dönük öncelikli çağrısı açıkça ayaklanmaya kalkışmama yönündedir. Ancak Marx her ne kadar kararı delilik olarak yorumlamış olursa olsun Paris proletaryası “bir delilik” yapar ve Paris’te Komünlü günler başlar. Bu andan itibaren Marx’ın konuyla ilgili konumunda çok kesin bir dönüş yaşandığını ve “göğü fethe çıkan Paris proletaryasına” son ana kadar ikirciksiz destek verdiğini görüyoruz. Hatalarını düzeltmeleri yönünde uyarılarını yaparken, aynı zamanda -çok büyük bir ihtimalle yenileceğini de bilerek- desteklemekten kaçınmamıştır. Buraya kadarki bilgilerle marksist ayaklanma sanatının çok önemli iki ilkesini birden yakalamak mümkün. Birincisi; ayaklanma tamamen kendiliğinden başlamış olsa bile, eğer gerçekten kelimenin doğru anlamıyla bir ayaklanma niteliğini barındırıyorsa marksistler bunun dışında konumlanamazlar. Ayaklanmanın mümkün olduğunca ileri taşınabilmesi için yapabilecekleri her şeyi yapmaya çabalarlar.
Ek yapmak gerekiyor, burada ayaklanmanın sınıfsal niteliğine ve gerçek anlamıyla bir ayaklanma olup olmadığının doğru tahliline dikkat çekmek gerekir. Zira bu yazının Türkiye’de yazıldığını unutmamak gerekir! Halkımızın sık sık kullandığı kimi özlü sözler mutlaka bazı yanlışları düzeltmek gibi bir niyeti taşıyor. Konumuzla ilgili olarak “her gördüğün sakallıyı deden sanma” cümlesi hatırlatılabilir. Sakallılar çeşit çeşit olmasaydı böyle bir söze ihtiyaç olmazdı. Bir bu nedenle, bir de ülkemiz “marksisti” bol bir ülke olduğu için olsa gerek Marx’ın bu tavrı örnek gösterilerek, neredeyse karşı devrimci ayaklanmaların içinde olmamak bile marksizme ters düşmek olarak yorumlanıyor ve isminizin önüne bir takım etiketler yapıştırılıveriyor. “Nerdeyse” kelimesini fazladan kullandığımı gösteren örnekler için ise, mesela “türban eylemleri”ni hatırlatabilirim.
Geçelim Komünde Marx’ın takındığı tavırdan çıkarabileceğimiz ikinci sonuca. Ayaklanma bir kez başladıktan sonra, ayaklanmanın hızını kesecek, onu frenleyecek her tür tavırdan mümkün olduğunca uzak durmak gerekir. Ayaklanmanın yönü mutlaka ileri doğru olmalı ve mümkün olan en ileri noktaya kadar taşınması için çaba sarf edilmelidir.
Komün deneyimi Marx için ama özellikle de Lenin için büyük derslerin alındığı bir yenilgi (ve kuşkusuz bir zafer) oldu. Nasıl bugün dünyanın pek çok yerindeki devrimciler Ekim Devrimi zaferimizden ve sosyalizmin çözülüşü yenilgimizden dersler çıkartmaya çabalıyorlarsa, 20. yüzyılın ilk döneminde Rusya’daki devrimciler de Paris Komünü’nü aynı biçimde tartışıyorlardı. Hatta tıpkı bugün bizim kimilerini “menşevik”, “narodnik” olarak tanımlayarak eleştirmemiz gibi onlarda birbirlerini “Blankici” gibi tanımlamalarla eleştiriyorlardı. Kuşkusuz bu günden baktığımızda bu deneyden en doğru dersleri çıkaranın Lenin ve Bolşevikler olduğunu görüyoruz. Bu parantezden sonra Marx ve Lenin’in Komün yenilgisinden çıkarttıkları derslere bakalım.
Marx’ın “yeni tipte devlet” ya da “devlet olmayan devlet” olarak tanımladığı komün sonrasında işçi sınıfının iktidar aygıtı olarak proletarya diktatörlüğü üzerine çalışmalara başladığını biliyoruz. Bu dönemde anarşist akımın temsilcileri ile marksistler arasındaki en temel tartışmalardan birisi olan eski devletin yıkılmasından sonraki devlet sorunun, Marx açısından bir çerçeveye oturtulmasında Paris Komünü, yaptıkları ve yapmadıklarıyla önemli bir deney olmuştur. Bunun nüvelerinin henüz yenilgi yaşanmadan kaleme alınmış mektuplarda bile bulmak mümkün. Bu konuda Marx’ın, Ludwig Kugelmann’a yazdığı 12 Nisan 1871 tarihli mektup çok önemlidir. Bu mektup Lenin tarafından “okuma yazma bilen her Rus sosyal-demokratının, her Rus işçisinin duvarına asmakla mutluluk duyacağı” mektup olarak tanımlamakla kalmayıp, bizzat kendisi tarafından Rusça’ya çevrilmiştir. Maalesef tümünü aktarmam mümkün değil ancak önemli cümleleri alıyorum.
” (…) 18. Brumaire’imin son bölümünde, eğer yeniden okursan göreceğin gibi, Fransa’daki gelecek devrim girişiminin, şimdiye değin olduğu gibi, artık bürokratik ve askeri makineyi başka ellere geçirtmeye değil, ama onu yıkmaya dayanacağını belirtiyorum.
(…) Eğer yenilirlerse bunun nedeni, yalnızca ‘ruh iyilikleri’ olacak. İlkin Vinoy ve sonra da Ulusal Muhafızların gerici öğeleri alanı boş bıraktıktan sonra, hemen Versailles üzerine yürümek gerekirdi. Vicdan titizliği yüzünden uygun zaman kaçırıldı.
(…) İkinci yanlış: Merkez Komite, yerini Komüne bırakmak üzere, görevlerini çok çabuk bıraktı. Gene çok büyük bir ‘onur’ titizliği yüzünden!” 7
Bu üç cümlenin dikkatli okunuşunda marksist devlet kuramının çok önemli öğelerini bulmak mümkün. Öncelikle iktidar sorunu sadece mevcut hükümeti devirmek ve yerine bir “komünist hükümet” koymak olarak ele alınmamalıdır. İşçi sınıfı iktidarı yalnız ele geçirmeye değil onu yıkıp, parçalamayı yerine de yeni bir iktidarı kurmayı amaç edinmelidir. Bu saptama daha sonra Ekim Devrimi arifesinde Lenin tarafından mevcut ordu ve polis teşkilatının kaldırılması, bunun yerine bütün halkın silahlanması temeline dayanan halk milislerinin örgütlenmesi fikriyle somut olarak örnekleniyordu. Aslında buradaki temel mantık bir baskı aygıtı olan devletin, baskı kurmak için kullandığı özel kurumların tasfiye edilmesi ve bu özel görevlerin tüm toplum tarafından yerine getirilmesinin sağlanmasıdır. Kuşkusuz Marx’ın buradan dört dörtlük bir devlet ya da iktidar projesi çıkardığını söylemek mümkün değil. Ancak 72 günlük bir iktidar deneyiminden ne kadar somut sonuç çıkartılabiliyorsa o kadar sonuç çıkartılmıştır ve burada bir geçiş sürecini gören Marx’ın bu geçiş süreci aygıtının farklılığına vurgu yapmıştır.
Yine Ekim devrimi öncesinde kimi marksistlerin bu saptamadan iktidarsızlık çıkarmalarını ise bir ibret notu olarak aktarmak istiyorum. Bu pek bilmişlere göre, Marx burada yaptığı vurguyla devlet iktidarının işçi sınıfı tarafından ele geçirilemeyeceğini söylüyor. Ne diyelim, pek marksist!
İkinci önemli nokta, biraz önce ayaklanma yasaları ile ilgili söylediğimle bir üst paragrafın toplamıdır. İleriye doğru yeniyi kurmaya doğru bir an duraksamadan hareket ederek aynı anda mümkün olduğunca yıkıcı davranmak gerekliliği.
İkinci yanlış olarak tanımlanan üçüncü sonuç ise, Marx’ın pek az eserinde ön plana çıkan öncülüğe de işaret eden bir saptama. Bu saptamanın da öncülük kuramından ziyade biçimsel demokrasiye prim vermeme, ona teslim olmaya bir karşı duruş olarak okunabileceğini düşünüyorum ama yine de somut bir soruna işaret ederken ortaya başka bir soruna dair işaretlerin çıkması açısından oldukça önemli.
Bu temel girişlerden sonra ayaklanma sanatının en güzel ürünlerinden birisi üzerinde, bu sanatın inceliklerini incelemeye devam edelim. Kuşkusuz Ekim Devrimi’nden söz ediyoruz, dolayısıyla Lenin’in konuyla ilgili bir çalışmalarındaki en çarpıcı cümlelerinden birisini aktaralım.
“Rusya’da güncel olan şey, proletaryanın yetersiz bilinç ve örgütlenme derecesi sonucu iktidarı burjuvaziye verecek devrimin birinci evresinden, iktidarı proletarya ve köylülüğün yoksul katmanlarına verecek ikinci evresine geçiştir.” 8
İsteyenler kuşkusuz bu cümleden aşamacılık çıkartma hakkına sahip. Elbette “gördünüz mü Lenin’i, önce birinci aşamanın tamamlandığından söz ediyor sonra ikinci aşamaya geçiyor” diyebilirler. Ancak bu satırların özetini iktidarı istemek dışında okumanın da leninizmin inkarı anlamına geldiğini söylemek bizim hakkımız. Lenin’in satırlarında altı çizilmesi gereken yer burjuvazinin iktidarı almış olması değil, tam tersine yetersiz bilinç ve örgütlenme eksikliği sonucu iktidarın burjuvaziye verildiğidir. Zaten Lenin’in çalışmalarının bütünlüğüne göz atılırsa bu saptamayı yaptıktan sonraki bütün enerjisini tanımladığı bu eksikleri gidermek üzere harcadığı açıkça görülecektir. Buradan yola çıkarak ayaklanma sanatının önemli bir yasasını somut olarak yazma şansımız var. Ayaklanma mümkün olduğunca açık bir hedefe sahip olmalıdır. Komünistler açısından, eğer bir ayaklanma söz konusu ise, bu mümkün olduğunca açık hedefin adı iktidar dışında bir şey olamaz.
Lenin’in bilinç ve örgütlenme düzeyini yukarı çekmek için harcadığı enerjinin Bolşevik Partisi Merkez Komitesi’nden başlayan zorlu bir süreç olduğunu da not etmek gerekiyor. Samimi bir şekilde itiraf etmem gerekiyor ki, ayaklanma sorunu ile ilgili Bolşeviklerin Merkez Komitesi’nde yaşanan tartışmaları okudukça, iyi ki böyle bir merkez komite tarafından yönetilen bir partinin militanı değilim dediğim anlar çok oldu!…
İşin şaka tarafı bir yana ayaklanma sorunun marksistler açısından tek başına “teknik bir komplo” sorunu olarak ele alınamayacağının en somut delillerinden birisi Bolşeviklerin bu başlıktaki tartışmalarıdır. Lenin’in kendisi dışında iktidarın alınması konusunda net ve tutarlı bir hattı olan ikinci bir ismin bulunmaması gerçekten çok ilginçtir. Ancak Lenin bu başlıkta tavizsiz bir mücadele vermiş ve büyük ölçüde de o güne kadar yarattığı güven ve bu tartışmalardaki kararlı tavrı sayesinde yavaş yavaş herkesi ikna etmeyi başarmıştı. (Ayaklanma öncesinde menşevik gazetelerde, ayaklanmaya karşı demeç veren Merkez Komite üyeleri Kamanev ve Zinovyev’in dışında.) Bu ikna sürecinde Bolşeviklerin tartışmalarına dışardan katılanlar da yok değil. Birazdan aktaracağım satırlar devrim anının nelere gebe olduğunu göstermesi açısından oldukça kritik. Halkı bir iç savaş tehdidiyle korkutmaya çalışan ve Kadetler diye bilinen liberal burjuvaların partisinin yayın organından alınmış bu satırlar, devrimden bir iki ay kadar önce yazılmış, elimdeki kitapta Lenin tarafından aktarılıyor.
“(…) Komite, iç savaşın bütün devrim kazanımlarını ortadan kaldırabileceği ve henüz güvence altına alınmamış olan genç özgürlüğümüzü kan dalgaları içinde boğabileceği inancındadır. Bundan dolayı, devrimin kazanımlarını korumak için gerçekleşmesi olanaksız sosyalist ütopyalar adına devrimi daha ileri götürme eğilimine karşı sert bir protestoda bulunmayı zorunlu sayar. (…)” 9
Bu tarihsel zıtlık yani işçi sınıfını iktidara taşımak için, sosyalist bir iktidar için mücadele ederken karşı-devrimci olarak tanımlanma örneği de, ayaklanma sanatının inceliklerine dair önemli bir not olabilir. Şimdi pek doğru olmayan bir şey yapalım ve bir an tarihi olduğu gibi değil de tersten ele alalım. Bolşeviklerin ayaklanması başarısız olsaydı, Lenin herhalde en büyük karşı-devrimci ilan edilirdi. İşte sanat da, bu incelikte yürüyebilmekte.
Şimdi bu sanatın adım adım nasıl icra edildiğine geçebiliriz. Geçerken yine Lenin’den yardım almamız faydalı olacak.
“Başarmak için ayaklanma bir komploya ya da bir partiye değil, ama öncü sınıfına dayanmalıdır. İşte birinci nokta. Ayaklanma halkın devrimci atılımına dayanmalıdır. İşte ikinci nokta. Ayaklanma, yükselen devrim tarihinin, halk öncüsünün etkinliğinin en güçlü olduğu, düşman saflarında ve devrimin güçsüz, kararsız, çelişki dolu dostlarının saflarında duraksamaların en güçlü oldukları bir dönüm noktasında patlak vermelidir; İşte üçüncü nokta.” 10
Lenin’in konuyla ilgili en bilinen sözleri bunlar olsa gerek. Ancak yine okunuşuna dair birkaç kelime ile bir şeyler söyleme ihtiyacı hissediyorum. Ayaklanma konusuyla ilgili yazılan benim gördüğüm hemen bütün yazılarda bu alıntı var. Ancak bu yazılarda buradan çıkartılan sonuçlar arasında parti ile öncü sınıfın karşı karşıya konduğu örneklerin fazlalığı gerçekten oldukça şaşırtıcı. Evet doğrudur yukarıda bizim de yazdığımız gibi marksizm ayaklanmayı sadece partiye ya da komploya indirgemediği için “Blankicilik”den ayrışır, ancak buradan çıkacak sonuç marksist ayaklanma kuramında partiye yer olmadığı kesinlikle değildir. Eğer böyle olsaydı bu satırları kaleme alan Lenin’in kendisi ayaklanma hazırlıkları yaparken “yeni bir parti yaratalım” demez ve bunun için çaba sarf etmezdi herkesin takdir edebileceği gibi mevcut partiyi feshetmek yenisini kurmaktan çok daha kolaydır.
“Halkın devrimci atılıma dayanma” ve “düşman safların dağınıklığı” maddeleri tek bir başlıkta “güç” adı altında toplanabilir. Ayaklanma kararı açısından hayati başlıklardan birisi de -eğer ayaklanma kararı bizzat parti tarafından verilecekse- bu işin üstesinden gelecek bir güce sahip olup olmadığımızdır. Burada iki farklı bakış açısı olduğunu biliyoruz. Birincisi tüm toplum içerisinde çoğunluğun sizi desteklediği anda bu gücün elinizde olduğunu düşünmektir. Bunun için sabırla çalışır, seçimleri bekler, seçimler güvenmiyorsanız sık sık kendiniz anket yapar ve çoğunluğun sizi desteklemesini beklersiniz. Açıkçası, “çok beklersiniz”!
İkincisi ve bence doğru olanı, toplumun aktif kesimlerinin sizin arkanızda olduğu, çoğunluğun ise konum belirlemeden beklediği, bekleyenlerin en ileri kolunun bir arayış içinde olduğu bir yapıdır; doğru zamanda güçlerinizi önemli noktalarda yoğunlaştırır ve saldırıya geçersiniz. Eğer doğru bir tahlil yapmışsanız bu andan itibaren kazanmamak için hiçbir neden yoktur. Sovyetler Birliği deneyimine baktığımızda tercih edilenin bu ikincisi olduğunu çok net bir biçimde görüyoruz. Bolşevikler sadece iki kentte -Petrograd ve Moskova’da- ve Rus orduları içerisinde çoğunluğu ele aldıklarını gördükleri anda kesin olarak harekete geçme kararı almışlardır. Ancak bunun basit bir matematik hesabı olduğu kesinlikle düşünülmemelidir. Ortada başka çarpanlar vardır. Örneğin Bolşeviklerin gerçekten sözü edilen noktalarda çoğunluk olup olmadıkları konusunda ikna olmaları da bir dizi tartışma sonrasında gerçekleşmiştir. Bazıları ısrarla kendi güçlerini zayıf, düşmanı ise abartılı bir biçimde güçlü görmekte ısrar etmişlerdir. “Bunda ne var ki toplam nüfusa bakılır kendi güçlerine bakılır sonuç ortaya çıkar” basitliğine yer yoktur. Lenin’in bununla ilgili olarak seçim sonuçlarını uzun uzun analiz ettiği ancak son kertede belirleyici olanın “sokaktaki seçmenin” gücü olduğunu düşündüğü ve buradaki verileri inceledikten sonra daha rahat hareket ettiğini biliyoruz. Çünkü sorun amiyane tabirle “kelle sayısı”ndan öte karşılıklı olarak elde tutulan güçlerin bilinç düzeyiyle de ilgili bir sorundur.
Şimdi hazır güç tartışması yaparken ayaklanma sanatının önemli başlıklarından birisini daha ele alabiliriz. Yazımızın başından beri ayaklanmanın sanat olarak ele alınmasından söz ederken bir bütünlüğün gözetilmesi gerektiğinin altını çiziyoruz. İkinci bir şey buraya kadar hep ileri doğru adımdan ve saldırıdan söz ettik. Ancak eğer bütünlük ve güç kavramlarının arasına bir şey yazılacaksa, bu da “gerektiğinde geri çekilmeyi bilmek” olarak yazılmalıdır.
İtiraf etmek gerekir ki, ele aldığımız bütünlüğün en zor yanı burasıdır. Hiçbir komutan uzun yıllar emek vererek yetiştirdiği ordularının savaş alanında geri çekilmesi gerekliliğine kolay kolay ikna olamaz. Ancak sorun bir varlık yokluk sorunu haline geldiğinde bu kez de yılların emeği ve proletaryanın güzel geleceği göz önüne alınmalıdır. Bu durumda hiç kimsenin sadece kişisel hırsları uğruna feda etme hakkının olmadığı bir büyük gerçeklikle karşı karşıya kalırız. Ancak burada önemsenmesi gereken, bir; gelecekte daha güçlü vurabilmek için, iki, mümkünse savaşın vaktinin kendimiz tarafından belirleneceği koşulları yaratmak için ama mutlaka kazanmak için geri çekilindiğidir. Geri çekilme taktiğinin bir ucu kuşkusuz korkakça kaçmaya varabilir ama işte yine aynı mesele; bu bir sanat…
Bu açıdan Ekim Devrimi ele alındığında yine güzel örnekler bulmak olası. Aslında Bolşeviklerin tarihi bütün olarak ele alındığında benzer örneklere ulaşmak mümkün ama özellikle şubat ile ekim arasındaki “kısacık” dönem bile oldukça doyurucu veriler sunuyor ve tam olarak da kitaba uygun veriler. Öncelikle bütün süreç boyunca hedef konusunda oldukça netler -yine zaten netleşmemiş olanları ayrı tutuyorum- ancak buna rağmen örneğin bu somut bir sorun olarak gündeme gelir gelmez hemen ayaklanma kararı alınmıyor. Önce, -tabiri doğruysa- “altyapı” çalışmalarına dair son düzenlemeler gerçekleştiriliyor. Ardından doğru zamanda vurmak için sabırla bekleniyor. Örneğin temmuzda Lenin’in çok ihtiyatlı davrandığı bilinir, hatta frene bastığını iddia eden yorumlar okumak da mümkündür. Ancak temmuzdan hemen sonra “silahlı ayaklanma dışında bir şansımız yok” diyen, eylülde yine “ayaklanmayı bir sanat gibi ele almıyoruz” eleştirilerini yapan, aynı Lenin’dir.
Yazının başından beri ayaklanma sanatının özünün, iktidarı almak olduğunu söylüyoruz. İktidar aynı zamanda yönetmektir de. İşte bununla ilgili, yani işçi sınıfının yönetmeye muktedir olmadığı ile ilgili pek çok yorumu hepimiz duyduk. Bizim iddiamız ise işçi sınıfının, emekçilerin devlet aygıtını yönetmeye muktedir olduğudur. Öncelikle bunun zaten pratik olarak doğrulanmış bir iddia olduğunu söyleyebiliriz. Ancak reel sosyalizm deneyimlerinde yaşadığımız yenilgi bahane edilerek bu kabul edilmiyorsa (Küba örneğini göstersek onu da çok “küçük” bir örnek olduğu için görmezden geliyorlar) söyleyecek bir-iki çift sözümüz de elbette olur.
Mesela, bugün ve Türkiye’nin yönetimi düşünüldüğünde “yönetmek buysa” emekçiler haydi haydi becerir, yeterli bir cevap olur mu? Kuşkusuz sosyalizm bu düzen ile mukayese bile edilemeyecek düzeyde farklı bir sistemdir ancak şu andaki beceriksizlik dolu yönetimler bile “halk” yığınlarının en azından oyunu almayı başarıyorsa bir emekçi iktidarının desteğinin bunun kat be kat üstünde olacağı açıktır. Bir parantez açarak sadece “Mail Büyükerman” dersem sanırım herkes ne demek istediğimi anlar. Emekçilerin bu ve bunun gibi adamlarla özdeş tutulmasını bile hakaret saymak gerekir. Öyleyse hiç tartışmaya gerek yok emekçilerin yönetmeye yetenekleri vardır.
İkincisi, bugünkü devlet aygıtı sadece marksistlerin değil siyasetle ilgilenen insanların büyük çoğunluğunun kabul edebileceği gibi bir azınlık iktidarıdır. Azınlık iktidarı çoğunluk üzerinde baskı oluşturabiliyorsa emekçi sınıfların küçük bir azınlık üzerinde oluşturması gereken baskının tartışılmaya gerek vermeyecek kadar kolayca çözümlenebilecek bir sorun olduğunu söyleyebiliriz. Ekleyelim, bugünkü azınlığın yönetebilmesinin tek sırrı üretim araçları üzerindeki egemenlikleridir. Bu üretim araçları kamulaştırıldığında yani bu güç emekçilerin eline geçtiğinde bu sorun kendiliğinden çözümlenmiş olacaktır.
Hemen herkes bunun böyle olmadığını bilmesine rağmen ortaya atılan bir “soru” var, bu soruyu da yanıtlayıp bu bahse son noktayı koyalım: “Fabrikada çalışan insanları işlerinden çıkartıp devlet katında yönetici mi yapacaksınız?” Elbette ki hayır; ancak devlet yöneticiliği denilen işin sadece ayrıcalıklı insanların gerçekleştirebileceği üstün bir iş olduğunu düşünmüyoruz ve bu yol açıldıktan sonra bunun da emekçiler tarafından yapılabilir olduğunu göreceğiz. Fakat emekçilerin devlet yönetimine katılması demek asıl olarak bu katılım mekanizmalarını mümkün olduğunca yaygınlaştırmak ve bu katılım süreçlerini toplumun tümüne yaymak demektir.
Son olarak Sovyetler bahsi ile ilgili birkaç söylemek istiyorum, zira zaman zaman katıldığım kimi eylemlerde “Bütün İktidar Sovyetlere” sloganının atıldığını duydum, çok şaşırdım. Bildiğim kadarıyla bugün Türkiye’de kurulmuş işçi ve emekçi Sovyetleri yok; ancak konu bununda ötesinde. Bilindiği gibi Sovyetler, Rusya topraklarının 1905 Devrimi ile birlikte ortaya çıkarttığı bir örgütlenme biçimidir. Daha sonra 1917 devrimi arifesinde “ikili iktidar” tanımın bir ayağına oturan bu örgütlenme biçimi Bolşevikler tarafından, iktidarın işçi sınıfının eline geçmesi için uygun bir araç olarak tanımanmış ve “Bütün İktidar Sovyetlere” sloganı bu dönemin en önemli çağrılarından birisi olmuştur. Ancak bu her dönem için bir mutlaklık taşımamaktadır. Örneğin Trotskiy -bile- 11 üç ciltlik Rus Devrim Tarihi isimli çalışmasında Lenin’in temmuz sonrasında Sovyetlerin uzlaşmacılar tarafından demoralize edilmiş örgütlere dönüştüğünü, bunun için ayaklanmanın Sovyetlere değil fabrika komitelerine dayandırılması gerektiğini düşündüğünü yazıyor. Ancak daha sonra, yukarıda aktardığım gibi, Bolşevikler Moskova ve Petrograd Sovyetleri’nde çoğunluğu ele geçirdikten sonra yeniden aynı sloganı bu kez daha gür bir sesle haykırma kararı almışlardır. Öyleyse Sovyetlerin birer yürütme organı olarak işlevli olduklarını ancak ideolojik ve siyasal hatları Bolşevikler tarafından belirlenebildiği ölçüde önemli bir işlev kazandıklarını söyleyebiliriz.
Sonuç
Bugün devrimin “eski güzel bir ütopya” olarak tanımlanmaya çalışıldığı ve değişime dönüşüme olan inancın yok edilmeye çalışıldığı bir dünyada ve ülkede yaşıyoruz. Diğer taraftan Doğu Avrupa’da, Sovyetler Birliği’nde ve son olarak Yugoslavya örneklerine görüleceği gibi emperyalizm kendi yardakçılarını ve destekçilerini gerektiğinde “halk” gibi göstermeyi ve ayaklandırmayı becerebiliyor.
Bu ideolojik saldırıların sonucunda sol içinde bile pek çok insanın “eski tip devrim” kuramlarını bir kenara itip hayatın her alanında devrim yapma uğraşı içine girdiklerini görüyoruz. Reel sorunlara somut yanıtlar -ama soldan(!)- üretmeye çalışan bu anlayışın, hayatın her alanında devrim diye diye sadece, “üniversite kampüslerinde sevgilileriyle el ele gezme hakkı” kazandıkları geçtiğimiz günlerde birinci ağızlarından itiraf edildi.
Diğer taraftan sol içinde bu sürece karşı bir “direniş” hattı örmek dışına pek bir strateji geliştirildiğini de söylemek maalesef mümkün değil. Ancak önümüzdeki günler bu ideolojik ve siyasal saldırılara karşı, karşı saldırıyı gerçekleştirebilecek olanlar dışında kimsenin umut olabileceğini düşünmemek gerekir.
Sonuçta beni bu yazıyı yazmaya iten nedenlerin en başına, hareketimizin mevcut konjonktürde böylesi bir karşı saldırıyı gerçekleştirebilecek tek özne olarak belirmesi ve kendisini buna hazırlamasının verdiği inanç olduğu gözden kaçmamalıdır. Bence önümüzdeki günlerde Türkiye komünist hareketinin bütün siyasal stratejilerinin başına tek bir cümle yazılmalıdır. Marx ve Engels’in “tarihin en büyük taktik ustası Danton’un” sözcükleriyle sundukları ve Lenin tarafından sıkça aktarılan bir cümle…
“Cesaret, cesaret, gene cesaret.”
Dipnotlar ve Kaynak
- GÜLER Aydemir, “Bir Leninizm Hatırlatması”, Gelenek 71, Şubat 2002, S.70, s.19.
- Gelenek, “Sosyalist Devrim Teorisi ve Türkiye’de Demokratik Devrim Tezleri”, Sosyalist Devrim Yazıları, Gelenek yay., İstanbul, s.5.
- KIVILCIMLI Hikmet, Halk Savaşının Planları, www.people.freenet.de/kivilcimli/
- ELLEINSTEIN Jean, Devrimler Devrimi, çev. Babür Kuzucu, Hür yay., İstanbul 1970, s.98.
- MARX – ENGELS, Seçme Yapıtlar 1, “Almanya’da Devrim Karşı-Devrim”, Sol yay., Aralık 1976 Ankara, s.451., “Almanya’da Devrim Karşı-Devrim” başlıklı çalışmanın ilk basımları Marx imzasıyla yapılmıştır, daha sonra ustaların mektupları yayınlandığında çalışmanın Engels’e ait olduğu anlaşılmış.
- MARX Karl, Fransa’da İç Savaş, Köz yay., Ocak 1976, Istanbul, s.42.
- MARX – ENGELS, a.g.e, s.502.
- LENIN V.I, “Bugünkü Devrimde Proletaryanın Görevleri”, Nisan Tezleri, Sol yay., 5. Baskı, s.10.
- “Halkın Özgürlüğü Partisi”, Rostov Komitesi’nin Reç Gazetesi’nde yayınlanan 1 Eylül günlü kararından akt., LENIN, Ekim Devrimi Dosyası, çev. Kenan Somer, Ankara 1999, s.116.
- LENIN V.I, “Marksizm ve Ayaklanma”, a.g.e., s.110.
- Burada kullandığım “bile” eki Trotskiy’nin kendisinden ziyade bugün pek önemsenmemesi gerektiğini düşündüğüm “Troçkist”lere dönük. Ancak Gelenek’in Trotskiy – Stalin tartışmaları konusundaki tavrı net olarak bilindiği için bir ek yapmak istiyorum. Hem Trotskiy tarafından hazırlanan Rus Devrim Tarihi isimli çalışma hem de Stalin tarafından hazırlanan SBKP Tarihi isimli çalışmalar, sanıyorum her ikisinin de 1930’lu yıllarda hazırlanmış olmasının da etkisiyle karşılıklı olarak çok özensiz belden asağı vuruşlar barındırıyor. Karşılıklı olarak “bu adam devrimden önce de bir boka yaramazdı” ile özetlenebilecek suçlamalar her şey bir yana, gerçekleşen devrimin kendisine ve bunun doğru anlaşılmasına dönük bir haksızlık barındırıyor. Özellikle Trotskiy’nin kitabı bu gibi satırların “üstü çizildiğinde” Ekim’i anlamak için çok faydalı olabilir.