Marksist literatürde “işçi sorunu” türünden bir başlıkla karşılaşılmaz. Bir alt başlık olarak, sözgelimi “sendikalar sorunu”na veya “işyeri komiteleri sorununa” da sık rastladığımızı söyleyemeyiz. Bu doğaldır. Çünkü marksizm teorik ve pratik düzlemlerde işçi sınıfını merkeze koymuştur. Merkeze konan “sorun” olmaz; sorun yaratır veya sorunlara müdahale eder.
Bu anlamda sosyalist devrim mücadelesinde işçi sınıfının iki temel sorunu vardır: Köylülük sorunu ve ulusal sorun. Bazı ülkelerde bu sorunlardan birisinin, hatta ikisinin birden devre dışı kalmış olması bir şeyi değiştirmez. Dün de bugün de üzerinde en fazla tartışılan ve “sorun” olmayı hak eden iki başlık budur.
Takip edenlerin kolayca hatırlayacağı gibi, uzun bir süredir “Kürt dinamiği”nin bir sorun olmadığını vurguluyoruz. Ne var ki bu, Kürt emekçi toplumsallığının Türkiye sosyalist devrimi için vazgeçilemez bir büyük olanak olduğunun altını çizmek, Kürt başlığını sadece bir “mesele” olarak görenlerin büyük yanılgısını (eğer bir ihanet olarak adlandırmayacaksak) göstermek amacıyla geliştirilen bir siyasal tavırdır. Ama, ulusal sorun, marksistler açısından tıpkı köylülük gibi adlı adınca bir sorundur.
Çünkü her ikisi de, burjuvazi ile proletarya arasındaki antagonizmaya yaslanan sosyalist devrim perspektifine, bu antagonizmayı kesen, kimi durumlarda onu örten etkilerde bulunur. Köylülük, yalnızca iki temel sınıf arasındaki kutuplaşmayı muğlaklaştıran geniş bir nüfus bölmesi olduğu için değil, aynı zamanda kentlerdeki sınıfsal ayrışma kalıplarına (hem hız hem de yön açısından) tam olarak benzemeyen kırsal dinamiklerin ürünü olduğu için bir sorundur. Ulusal ayrımların ise birçok durumda sınıfsal çelişkilerden daha baskın bir tona sahip olduklarını ve daha önemlisi bu çelişkileri yeniden üretebildiklerini görüyoruz. İşçilerin değişik uluslara mensupluğunun sınıfsal aidiyeti, siyasal ve ideolojik düzlemlerde zayıflatmasıdır bu konuyu “sorun” haline getiren. Uluslaşma süreçlerinin kapitalist pazarın oluşumu ile sınıfların şekillenme ve konumlanması açısından merkezi bir rol oynadığına ise değinme ihtiyacı bile duymuyoruz.
Marksizm her iki sorunda da benzer bir yaklaşım sergiler. Referans noktası olarak işçi sınıfı perspektifini alır ve sorunların değişik yüzlerine bu perspektifle yaklaşır, bu perspektifle müdahale eder. Ama bu yetmez. Bu, hem söz konusu sorunlar kapitalizmin arızası ya da azgelişmişliği ile açıklanamayacağı için hem de bu sorunların ortaya çıkaracağı devrimci olanakları büsbütün bir kenara attığı için yetmez.
Ulusal ayrımlar ve ondan daha önemlisi ulusal tahakküm, kapitalizmin gelişme yetersizliklerinin değil, eşitsiz gelişim yasasının ürünüdür. Ulusal tahakkümün ortadan kaldırılmasının bir burjuva demokratik devrim sorunu olduğuna ilişkin düşünce yanlış filan değil, arkaiktir; marksistler arası tartışmaların değil, tarihçilerin incelemesine konu olabilir. Emperyalizmin olgunluk ve çürüme çağında, ona içkin bir çelişkiyi çözmek için burjuva devrimlerinden medet ummak, eğer devrimcilerden söz ediyorsak, saçmadır.
Kapitalizmin kırlardaki gelişme hızının yavaşlığı ile “köylülük” sorununun kapitalizme ait, ona içkin bir sorun olması da birbirine karıştırılmamalıdır. Marx’ın bilimsel buluşuna laboratuvar olan İngiltere örneğinde kapitalizmin köylülük sorununu çözmüş olması bir şeyi değiştirmez. Bugünün dünyası “ideal kapitalizm”i aramamız için oldukça yaşlıdır. Köylülük bir sorunsa eğer, bunu kapitalizmin gelişmemişliğiyle değil, gereğinden fazla yaşamasıyla açıklamak durumundayız.
Demek ki marksizmin referansı işçi sınıfıdır ama bir sosyolojik gerçeklik olarak değil, siyasal bir gerçeklik olarak işçi sınıfı; “sorun”ları tasnif eden ya da etkisizleştiren değil, onlardan devrimci enerji çıkartan işçi sınıfı…
Bu ekseni tarif ettikten sonra, iki sorundan, “ulusal” olanını bir kenara koyabiliriz. Türkiye’ye ilişkin bazı değerlendirmelerde bulunurken, elbette “sorunumuz”a yeniden kavuşacağız, ama bir “sorun” olarak değil, bir devrimci olanak olarak…
Tarım, toprak, köylülük sorunu…
Sorun daha “sorun”un adını koyarken ortaya çıkıyor. Tarım sorunu mu, toprak sorunu mu, köylülük sorunu mu? Aklı başında herkes, bu üç sorunun birbirleriyle bağlantılı olmakla beraber oldukça farklı odaklara sahip olduğunu bilir. Ancak, marksist teori ve pratik açısından bugün hangisi daha yaşamsal ya da açıklayıcı?
Diğer ikisi ile bağlantıları kopartılmadığı sürece, bugün bir “sorun” olarak adlandırılmayı hak eden, “köylülük”tür. Sosyalist kuruluş sürecinde tarımı tasfiye edemezsiniz, dönüştürürsünüz. Oysa köylülük komünizme geçiş için sürdürülecek zorlu mücadelenin sonunda değil, ilk aşamalarında ortadan kaldırılacaktır. “Toprak”, kapitalist tarzın hem doğumunda hem de gelişiminde “üretim araçlarının mülkiyeti” konusunun her zaman kilit ve özgün başlığı olduğu oranda pek önemli bir “sorun”dur. Ancak bugün kuramsal ve siyasal düzlemlerde marksizmin yanıtlamak zorunda olduğu soruların hepsini kapsayamamaktadır. Bunun pratik nedenleri olduğu kadar, iktisadi temelleri de vardır. Bu yazıda yeri geldiğince değineceğim gibi, tarımda sermayenin organik bileşimindeki değişim “toprak mülkiyeti”nin önemini göreli olarak azaltmıştır. Ayrıca yalnızca bu değişime bağlı olmaksızın, toprak rantının, yani üretilen artı-değerden toprak sahibi sınıfa aktarılan payın nicel ve nitel önemi de azalmıştır.
Oysa “köylülük”, sosyalist iktidar mücadelesinin önemli bir sorunu olmaya devam etmektedir. Belki geçtiğimiz yüzyılın başında kendisini dayatan “köylülük” sorunu ile bugün üzerinde durduğumuz sorun arasında dağlar kadar fark vardır, ama bir şey değişmemiştir: Köylülük, hem kendi emeğini kullanmasına rağmen üretim araçlarına da sahip olan geniş ve büyük ölçüde yoksul bir nüfus bölmesini içinde barındırmakta, hem de kentli proletarya için ölümcül bir ihtiyacın, ekmek ve diğer gıda maddelerinin kaynağında bulunmaktadır.
Sosyalist devrim mücadelesinde işçi sınıfı partisi, dar ya da geniş anlamıyla sadece “işçi sınıfı”na seslenmez, sadece onu örgütleyip harekete geçirmeye çalışmaz. Bu ne mümkün ne de sonuç alıcıdır. İşçi sınıfı partisinin siyaseti, dışlama ve kapsama diyalektiği içerisinde toplumun geniş kesimlerine sınıfsal bir perspektif taşır. Bu perspektifin yalnızca işçileri değil, işçileşme sürecinde olanları ve üretim araçlarıyla mülkiyet ilişkisi işçi sınıfına göre daha karmaşık olan kimi kent ve kır yoksullarını da gözetmesi zorunludur.
İşçi sınıfının genişleyen ve belli ölçülerde değişen yapısı zaten birçok yeni görev ortaya çıkartmaktadır. Buna ek olarak, öğrenciler ile köylüler işçi sınıfı partilerinin seslenme, örgütlenme ve harekete geçirme misyonları açısından ihmal edilemeyecek başlıklardır.
Başlangıç noktası
Stalin’in Zinovyev’le polemiği hatırlanabilir. Hem Leninizmin İlkeleri’ne hem de onu kapsayan Leninizmin Sorunları’na konu olan bu polemikte Stalin bolşevizmin temel sorununun köylülük olduğu tezini şiddetle reddediyor. Ona göre leninizmin ya da bolşevizmin temel sorunu proletarya diktatörlüğü sorunudur; proleter devrimin nasıl gerçekleşeceğine ilişkin sorundur, proletaryanın iktidar mücadelesinde kimlerle müttefik olacağı sorunudur. 1
Herhalde kimse Stalin’in “köylülük” sorununu küçümsediğini söylemeyecektir. Stalin bir kenara, Rus devrimci hareketinin tarihi şöyle bir incelendiğinde, köylülüğün her zaman önemli bir tartışma başlığı olarak kaldığı görülür. Hatta birçok ayrışmanın temelinde yine köylülük sorunu yatmıştır.
Bununla birlikte, Stalin’in yaklaşımı bugün de asla terk etmememiz gereken bir metodolojik ilkeye işaret etmektedir. Sosyalist devrim siyasal, kuramsal, örgütsel ve ideolojik üretimimizin merkezinde durmak zorundadır. Hiçbir devresel gereksinim ya da gelişme bu ilkeyi gözden geçirmemize neden olamaz.
Bu açıdan köylülük sorunu dahil olmak üzere bütün başlıklar sosyalist devrimin çıkarlarına bağlanmak zorundadır. Tek tek bu başlıklara sosyalist devrimin çıkarlarından daha önemli, onları aşan veya belirleyen ilkelerden hareketle yaklaşılamaz.
Köylülük sorununda başlangıç noktası budur. Bu başlangıç noktasından hareket edilmediğinde sorunla ilgili tek bir soruya doğru yanıt üretmek mümkün olmayacak, daha da önemlisi devrimci bir perspektife sahip olma şansı yitirilecektir.
Bu ne anlama gelmektedir? Bu, ittifaklar konusu dahil olmak üzere, köylülükle ilgili bütün başlıkların sosyalist devrimin gelişme dinamikleri açısından ele alınması gerektiği anlamına gelmektedir. Marksizmin ortaya çıkışından 160, Ekim Devrimi’nden 85 yıl sonra “işçi-köylü ittifakı”nı bir tabu gibi ele almanın devrimci mücadeleye herhangi bir yararı kalmamıştır. Türkiye’nin de dahil olduğu birçok ülkede, bilinen biçimiyle işçi-köylü ittifakına sosyalist devrimci bir programda yer yoktur.
Bilinen biçimiyle vurgusu özellikle önemsenmelidir. Çünkü köylülüğün ya da kır emekçilerinin devrim sürecindeki rolü önemini korumaktadır. Ancak bu rol, bilinen biçimiyle işçi-köylü ittifakını gündeme getirmek zorunda değildir. Daha açığı, işçi sınıfının yoksul köylülükle kuracağı ilişkinin tek biçimi “ittifak” olmaktan çıkmıştır. Bilinen biçimiyle işçi-köylü ittifakı ise birçok ülkede kuramsal ve siyasal karşılığını yitirmiştir.
Bilinen biçim
İşçi-köylü ittifakının bilinen biçiminin Ekim Rus Sosyalist Devrimi’nde ve bu devrimin önder kadrolarının yazılarında olgunlaştığını söylemek yanlış olmayacaktır. Başka hiçbir ülkede işçi-köylü ittifakına ilişkin bu denli kapsamlı ve zengin bir deney ortaya çıkmamış, başka hiçbir ülkede ittifaklar konusundaki çerçevemizi belirleyen bir yoğunlaşma yaşanmamıştır. Büyük ölçüde yoksul köylü kitlelelerine dayanan Çin Devrimi ise proletaryanın maddi öncülüğünde değil, “siyasi” öncülüğünde geliştiğinden, dünya devrimci hareketi için işçi-köylü ittifakı konusunda yeterince anlamlı bir deney haline gelememiştir.
Ayrıca sosyalizm mücadelesinin tarihsel mirasını bugüne taşırken temel referansımızın hemen bütün konularda aynı olmasında yarar bulunmaktadır. Rus devrimi burada üzerinde durmamız gerekmeyen nedenlerle daha uzunca bir süre temel referansımız olacaktır. Bugünün ve tek tek ülkelerin ortaya çıkardığı özgünlükleri hesaba katan, şablonculuktan uzak, yaratıcı ve mutlaka devrimci bir yaklaşımın Rus devriminden çıkartacağı dersin kapsamı oldukça geniştir. Bu anlamda öncülük teorisini, devrim teorisini ve başka bir dizi başlığı Rus devrimci hareketinin gelişme ve tartışma zenginliğinde ele alan komünistlerin “işçi-köylü ittifakı” konusuna başka bir referans noktası araması hem anlamsız, hem yanlıştır. Leninizmin evrensel karakteri ile Rus devrimine özgü yanları arasındaki etkileşim hesaba katıldığında, elbette bu etkileşimin izlerini taşıyan “leninist devrim teorisi”nin Rus devriminin temel sorunlarından birisi olan köylülük sorununa verdiği yeri de önemsemek gerekecek.
Kabul etmeyeceğimiz, yalnız köylülük konusunda değil, devrimci mücadelenin bütün başlıklarında (ister Rus, ister başka ülkelerden kaynaklansın) ezbere ve standartlara dayanmaktır. Türkiyeli komünistler bu kadar aciz ve tembel değildirler.
Zaten Rus devrimci hareketinin köylülük konusundaki tartışmaları, aciz ve tembeller için yıkıcı tuzaklar hazırlamaktadır. Başka başlıklarda olduğu gibi köylülük sorununda da bolşevikler sürekli yeni açılımlar geliştirmek durumunda kalmışlar, ancak iktidarı aldıktan ve karşı-devrim tehdidini savuşturduktan sonra bu işin “kural”larını kağıda dökme fırsatını bulmuşlardır (ya da ihtiyacını duymuşlardır). Bugün bu kurallara bel bağlayanlar büyük bir hata yapacaklardır. Çünkü Rus devrim tarihinin bütünü şu veya bu ihtiyaç doğrultusunda kaleme alınan kurallardan ibaret değildir, hatta o kurallara sığmaz.
Bu yazıda Rus devriminin köylülük konusundaki yaklaşımı “kurallar” değil “tarihsel gerçekler” esas alınarak incelenecektir. “Kurallar”, bu “tarihsel gerçekler” içinde anlam kazanmakta ve bugün işlevli olabilmektedir.
Başlangıç için 1902 yılını almakta yarar vardır. Lenin’in 19. yüzyılın son on yılında Rus kırlarına ilişkin oldukça ciddi veriler topladığını ve kapitalizmin hem kentlerdeki hem de tarımdaki gelişme dinamiklerini kağıda döktüğünü biliyoruz. Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi bu açıdan 1902’deki o büyük sıçramaya oldukça güçlü bir temel oluşturmuştur. Bir insanın Ne Yapmalı’yı yazabilmesi için Rusya’ya baktığında dingin ve gelişme dinamikleri tıkanmış bir coğrafyadan çok, hem kentlerde hem de kırlarda sınıf mücadelerinin keskinleşeceği sinyallerini veren bir ülke görmesi gerekirdi.
Lenin Rus kırlarında yaşanan büyük yıkımın ne anlama geldiğini iyi kavramıştı. Ancak bu yıkımın sonuçları konusunda henüz oldukça kestirmeciydi. Rus kırlarında toprağın giderek daha az kişinin elinde toplanmaya başlamasının, yani köylü yığınlarının topraksızlaşmasının sonucu ne olabilirdi ki? Tarım proletaryası sayıca artacaktı. Tarım proletaryasının sayısı köylülük sorununun üzerine örtecek ölçüde artacaktı.
Rus Sosyal Demokrasisi’nin Tarım Programı’na (1902) temel olan beklenti budur. Bu beklentinin önemi, az önce Stalin’den aktardığım pasaj hatırlanarak pekala anlaşılabilir. Lenin’in beklentisi doğrulanmamıştır, bu açıdan gerçekçi değildir ama sonuna kadar devrimcidir. Çünkü Lenin 1902’de Rus devriminin toprak dahil olmak üzere üretim araçlarının özel mülkiyetinden arındırılmış sosyal sınıflar üzerinde yükseleceğini varsaymaktadır. Bir başka deyişle, kırlardaki proleterleşmenin kentlerde yoğunlaşan proleter merkezlerin devrimci bir atılımı için yeterli desteği sunacağı görüşündedir. Keşke böyle olsaydı. Keşke Rus devrimi “köylülük” meselesinden bu kadar kolay sıyrılabilseydi.
Ancak hayat Rus devrimine oldukça zorlu bir sorun dayattı. Kır emekçilerinin proleterleşme süreci ara katmanların üzerini örtmedi, toprak sahibi ama yoksul oldukça büyük bir nüfus Rus işçi sınıfının karşısına dikiliverdi.
Bunun sonuçlarına geçmeden önce, söz konusu Tarım Programı’ndan bir bölüm aktarmak yararlı olacaktır:
“Öte yandan köylülük hakkında, günümüz toplumunda çiftçilerin ve küçük toprak sahiplerinin bir sınıfı olmaları bakımından onların çıkarlarını savunmayı hiçbir biçimde üstlenmiyoruz. Böyle bir şey yok. ‘İşçilerin kurtuluşu, işçi sınıfının kendisinin bir hareketi olmalıdır’ ve bu nedenle sosyal-demokrasi sadece proletaryanın çıkarlarını -doğrudan doğruya ve tümüyle- temsil eder ve sadece onun sınıf hareketi ile sağlam organik birlik için çalışır. Günümüzün toplumunda yer alan bütün diğer sınıflar, yürürlükteki toplumsal düzenin kurumlarının muhafazasından yanadırlar.” 2
Buradan Lenin’in daha o dönemde Rus devriminin kritik başlığı olan bu konuda “güncel” taleplerle ilişkisini kestiği sonucu çıkarılmamalıdır. Tam tersine, henüz burjuva demokratik devrim perspektifine sahip olan Rus işçi hareketinin köylülerin çarlığa karşı hareketlenmesini (sadece bu hareketlenmenin hatırına) destekleme fikri Lenin için vazgeçilmezdir. Bununla birlikte, küçük toprak sahipleri bolşevizmin doğumuna bütünüyle yabancı bir unsurdur, küçük köylülüğün kendi temsilcileri, kendi programları vardır ve her şeyden önemlisi gerçek bir mücadele içindedirler. 3
Demokratik devrim sırasında işçi sınıfı ve burjuvaziyle aynı amaç için birleşecek olan bu kesimler, işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesi sırasında gerici bir rol üstleneceklerdir. 1902’deki yaklaşım bu şekilde özetlenebilir. Demek ki, sosyalizm mücadelesinin standartları peşinde koşan tembel bir marksist, 1902 yılında gezintiye çıktığı takdirde “işçi-köylü ittifakı”na rastlamayacak ve ezberini buna göre oluşturacaktır.
Ancak unutulmamalı ki, Lenin bir ihtilalcidir ve devrimini aramaktadır. 1905 yılı ona aradığını vermiştir. İlk Rus devrimi, burjuva karakterde de olsa yükselmektedir. Açık söylemek gerekirse Lenin’in dönüştürücü gücü ve yeni duruma adapte olma yeteneği en fazla 1905’te ve bir diğer devrim dönemi olan 1917’de ortaya çıkmıştır. Konumuz söz konusu olduğunda, 1905 Devrimi Lenin’i köylülüğe daha gerçekçi bir gözle bakmaya ve kırlarda proleterleşme sürecinin siyasal sonuçlarının sanıldığı kadar çarpıcı olmadığını kavramaya zorlamıştır.
Köylülük bundan böyle Lenin için devrimci teori ve pratikte “değişken” bir unsurdur. Henüz 1905 Devrimi’nin nereye kadar gideceğini saptamakla meşgul olduğu, yoldaşlarına ise “Gerçek bir devrim yaşıyoruz ve daha önce hiç karşılaşmadığımız olgularla uğraşmak, eski formüllerle yetinmemek zorundayız” telkininde bulunduğu Mart ayında, “Proletaryanın, köylülerle büyük toprak sahipleri arasındaki çatışmadaki tutumunun, her durumda ve şartlar ne olursa olsun Rus devriminin değişik anlarında aynı olamayacağı”nı 4 vurgulamaktadır. Ardından değişik tutumdan ne kastettiğini açıklamaktadır:
“(…) köylüyü, büyük toprak sahibine karşı mücadelesi, demokrasinin geliştirilmesine ve pekiştirilmesine yardım ettiği zaman desteklemek; büyük toprak sahiplerine karşı mücadelesi, ne proletaryayı ne demokrasiyi ilgilendirmediği, toprak sahipleri sınıfının iki bölümü arasında bir hesaplaşmaya dönüştüğü zaman köylü karşısında tarafsız bir tutum benimsemek.” 5
Çeviri sıkıntısını aştıktan sonra kolayca görüleceği gibi, devrimci bir konjonktürde siyaset yapmanın kuralları hem değişiyor hem de siyaset kendisini sınırlayan birçok öğeden kurtularak, daha özgür bir mecraya yöneliyor. Lenin’in dehası, bu yönelimi zamanında ve gerçek içeriğini kavrayarak hissetmesidir.
Köylülüğün mülkiyet ve toprak tutkusuna soğuk, hatta öfkeyle bakan Lenin, bu tutkunun ortaya çıkardığı devrimci enerjiyi hesaba katmayacak birisi değildir elbette. 1905’te bu tutkunun “gerici” bir karakter taşımayabileceğini, henüz burjuva demokratik aşamada olan Rus devriminin hesaba katılması gereken bir özelliği olduğunu anladığında, mülkiyet ilişkilerini bir kenara koymaya karar vermiştir. Önemli olan küçük köylülüğün hangi saiklerle mücadeleye katıldığı değil, büyük toprak sahiplerine ve çarlığa karşı ayaklanmasıdır. Bu ayaklanma çok yalın bir talep etrafında yoğunlaşmıştır: Toprak!
Bir burjuva demokratik devrim sürecinde bu talep, mevcut devlet ve kırlardaki egemen mülk sahibi sınıfa karşı yöneldiği sürece demokratik ve devrimcidir.
Peki ya köylülüğün hem ekonomik, hem ideolojik hem de siyasal açıdan “gerici” mülkiyet tutkusu? O ne olacak? RSDİP’in ilk yola çıktığı andan itibaren köylülüğün mülkiyet duygusunun okşanmaması gerektiğini yazan ve bunu Marx ve Engels’in de defalarca tekrarladığını bilen devrim sanatı dehası Lenin, “toprak isteriz” sloganına yaslanarak büyük bir devrimci enerji açığa çıkaran köylülüğe “sizin bu talep kitaba uymadı” mı diyecekti?
Lenin bunu yapmazdı…
Yapmadı da.
Sorunu tamamen siyasallaştırdı ve şöyle dedi:
“Günümüzün köylü hareketinde, serfliğe, büyük toprak sahiplerine ve onların devletine karşı bir mücadele görüyoruz. Bu mücadeleyi biz sonuna dek destekliyoruz. Bu destek için doğru tek slogan şudur: Devrimci köylü komiteleri tarafından toprağın müsaderesi. Müsadere edilen topraklar ne yapılacak? Bu soru, ikinci derecede önemlidir. Ona cevap bulmak bize değil, köylülere düşer. Köy proletaryası ile köy burjuvazisi arasındaki mücadele, işte o zaman başlayacak. Bunun içindir ki, askıda duran bu meseleyi öylece bırakıyoruz…” 6
Askıya alınan konu, marksizmin hayati bulduğu bir konudur: Mülkiyet ilişkileri! Ama Lenin 1905’te ünlü formülünü geliştirmiş durumdadır ve gerçekten de mülkiyet ilişkilerini geçici bir süre öylece bırakmayı gerektirecek bir strateji üretmiştir: Feodalizme karşı köy burjuvazisiyle birlikte; köy proletaryası ile birlikte köy burjuvazisine karşı!
Doğal ki bu türden formüller 1980 öncesinde bizim ülkemizde mdd’cilerin iştahını fena halde kabartmıştı. Anlamadıkları nokta, Lenin’in bir çıkış bulmak için daha önceki yaklaşımını değiştirmeye soyunduğu dönemde, Rusya’da gerçek bir burjuva devriminin olgunlaşmış oluşuydu. Türkiye’de ise, burjuva devrimi çoktan geride kalmıştı ve mdd’ciler isteseler de istemeseler de, bir kez daha bir burjuva demokratik devrim süreci bu topraklarda yaşanmayacaktı. Köylülüğün Rusya’dakine benzer bir demokratik kitle hareketi geleneğine sahip olmaması ise, daha sonra değineceğimiz ayrı bir meseleydi.
Oysa şimdi sıra, son derece kritik bir başka konuda: Toprağın ulusallaştırılması.
Toprak mı tarım mı kolektivize edilecek?
Lenin 1905 yılında başka şeyler de söylüyor. Bir tanesi, hani şu askıda duran konuyu, mülkiyet ilişkilerini doğrudan ilgilendiriyor. Lenin, “toprağın ulusallaştırılması” talebini anlamsız buluyor. O yıllarda bu talep Rus devrimci hareketinin “halkçı” kesimlerinde son derece popüler. Daha doğrusu, az önce değindiğimiz “toprak isteriz” teması bu talep sayesinde siyasi bir içerik kazanıyor. Ne var ki, burada “ulusallaştırma”, ona sosyalist devrimin vereceği anlamın oldukça uzağında kalan bir uygulama olarak karşımıza çıkıyor.
Her şeyden önce bir konu açıklığa kavuşmalıdır. Türkçeye millileştirme veya ulusallaştırma olarak çevrilen “fiil”, kamulaştırma ya da devletleştirme olarak da adlandırılabilir. Buradaki biçimiyle söz konusu olan, büyük toprak sahiplerinin arazilerine devlet tarafından el konmasıdır. İlk bakışta kamu mülkiyetine geçişi çağrıştırdığı için, bu uygulamayı Rus popülistleri savunurken Lenin’in “yersiz” ve “yetersiz” bulması anlamsız gelebilir.
Oysa meselenin püf noktası, tarımda tamamen kapitalist üretim ilişkilerinin bir özelliği olarak belirginleşen “toprak rantı”na ilişki tartışmalardan yola çıkarak kavranabilir. Marx’ın Kapital’de yer verdiği, ama ölmeseydi üzerinde daha da fazla durmayı tasarladığı kapitalist toprak rantı, diferansiyel ve mutlak biçimleriyle, kırlardaki kapitalist işletmelerde üçüncü bir sınıfsal aktörün varlığına işaret eder: Toprak sahibi sınıf. Tarımsal bir araziyi kapitalist çiftçiye kiralayan toprak sahibi, yaratılan artı-değerden belli bir pay alır. Marx’ın konuyu önemsemesinin nedeni, toprağın “kendinde bir değer taşıdığı” yanılsamasını ortadan kaldırmak istemesidir. Bilindiği gibi Marx, yaratılan değerin kaynağında her zaman emek gücünü aramaya yönelmiş ve “doğal” kaynaklar peşinde koşarak insanlar arası eşitsizlikleri meşru göstermeye çalışan burjuva iktisatçılarına karşı acımasız eleştiriler yöneltmişti.
Ancak kapitalizm açısından, toprağı kapitalist çiftçiye kiralayan toprak sahibi sınıf işlevsizdir. Marx’ın, Lenin’in ve sonrasında birçok marksistin işaret ettiği gibi, kapitalizm açısından en ideali, toprağın ulusallaştırılmasıdır, yani toprakta mülkiyetin devlete geçmesidir. 7 Bir başka ifadeyle, “Toprağın millileştirilmesini kapitalizmin temellerine yönelen bir saldırı olarak almak, işin özünü yanlış bellemek olur”. 8 Dolayısıyla kapitalizmin mantığı (hiç değilse başlangıçta), toprak üzerindeki özel mülkiyetin kalkması, kısacası “yatırımcı”nın önündeki engellerden bir tanesinin tasfiye edilmesidir.
Bu gerçekleşmemiştir. Bunun gerçekleşmemesi marksist literatürde genellikle iki nedene bağlanmıştır. Bunlardan ilki özel mülkiyetçi ideolojinin yara almasının önüne geçme kaygısıdır. Çok özel bir üretim aracı olsa da, toprakta özel mülkiyetin tasfiyesine yönelinmesi, toplumda kamucu bilincin gelişmesine yardımcı olacaktır. Bu nedenle burjuvazinin akla “kötü şeyler” getirecek bir uygulamanın önünü açması düşünülemez bile. Özetle, kapitalizmin toprakların millileştirilmesini (bunda çıkarı olsa bile) istememesinin nedenlerinin birisi ideolojiktir. Bir diğer neden ise, bizzat kapitalistlerin toprak sahipleri haline gelmeye başlamalarıdır. Henüz tarımda toprak rantını bütünüyle önemsiz hale getirmese de, birçok ülkede kapitalist işletmeler faaliyette bulundukları arazilerin mülkiyetini de almanın yolunu bulmuşlardır. Zaten bugün toprak sahipliğinin kapitalist üretim ilişkilerindeki yeri ve işlevi oldukça karmaşıklaşmıştır. Birçok kapitalist, ana faaliyet konusunun dışında, arazi spekülatörlüğünden çok büyük paralar kazanmakta, yap-işlet-devret modelinin hukuki boşlukları üzerinden devlet arazisi durumundaki toprak parçalarının mülkiyet haklarını tamamen üzerlerine geçirmektedirler. Ayrıca tarımsal arazi ile konut ya da madencilik ve sanayi üretimi için inşa edilen tesislerin arsaları fiziki açıdan birbiriyle iç içe geçmiş, kapitalist işletmeler bu iç içelikten yararlanmaya başlamışlardır. Dolayısıyla toprak mülkiyetinin kapitalistlerin iştahını daha fazla kabarttığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Ancak yine de Lenin’in “millileştirme” sloganına soğuk bakmasının nedenleri üzerinde durulmalıdır. Rusya’da narodniklerin programındaki biçimiyle millileştirme, büyük toprak sahiplerinin topraklarına el konması ve bu toprakların küçük köylüye dağıtılması anlamına gelmektedir. 1905 Devrimi sırasında ve öncesinde Lenin bunun pratikte mümkün olmadığını ama daha da önemlisi siyasal açıdan kafaları karıştıracağını ileri sürmektedir. Öncelikle millileştirme, “feodal çıkarları temsil eden çarlık koşullarında” merkeze konabilir bir slogan değildir. 9 Ayrıca küçük köylüye toprak dağıtılması teknik olarak geri, pratikte ise mümkün olmayan bir uygulama olacağı için millileştirme “sermayenin önünü açan” bir talep olarak görülmektedir. 10 Lenin burada da haklıdır. Dünyanın birçok ülkesinde “toprakların yeniden dağıtımı”, toprakta tekelleşmeyi hızlandırmış ve küçük köylünün yoksullaşma ve topraksızlaşma sürecini hızlandırmıştır.
Ne var ki, bu meselenin kritik halkasını bulmak istiyorsak, Lenin’in aynı tartışmalar sırasında yazdığı bir başka cümleye dikkat yöneltmek durumundayız:
“Sermayenin sosyalizasyonu olmaksızın toprağın ‘sosyalizasyon’u fikri, kapitalist düzende, meta üretimi düzeninde topraktan eşit olarak yararlanma fikri, aldatıcıdır.” 11
Tarımda sermaye nedir? Tarımda sermaye traktördür, biçerdöver ve diğer iş makineleridir. Tarımda sermaye sulama kanallarıdır, giderek gelişen tohumculuk, suni gübreleme gibi olgulardır. Tarımda sermaye, tarımsal işletmenin kendisidir. Ama her şeyden önce tarımda sermayenin varlığı, ücretli emek sömürüsüdür. Dolayısıyla toprağın değil tarımın kamulaştırılması, kolektivizasyonu ya da millileştirilmesinden söz etmek gerekir.
Lenin’in bu hassasiyeti göstermesinden yıllar sonra sırf köylülüğün toprak tutkusunu gıdıklamak için “toprak reformu”ndan söz eden, toprağın millileştirilmesinden “yeniden dağıtılması”nı anlayan solcularımızın varlığı ne büyük talihsizliktir. Unutulmamalı ki, Lenin bu satırları yazarken son tahlilde demokratik devrimci bir konjonktür yaşanıyordu. Buna rağmen, Lenin “sosyalist iktidar” perspektifini elden çıkartmamak için çaba gösterdi.
Gerçekten unutulmamalı…
Toğrağın millileştirilmesi, mülkiyet hakkı ve rant hakkının devlete devredilmesi anlamına geliyor. İşletme hakkının değil. O dönem Rusya’da durum böyle…
Durum böyleyken, “Toprak ve özgürlük için mücadele, demokratik bir mücadeledir. Sermayenin egemenliğine karşı mücadele, sosyalist bir mücadeledir” 12 sözünün değeri ortaya çıkıyor. Genellikle sosyalist devrimin bir sorunu olarak görülmesi gereken “kamulaştırma”, köylünün toprak tutkusuna hitap ettiği oranda demokratik bir görev haline geliyor.
Peki bugün toprakta mülkiyet sorununa nasıl yaklaşılmalı? Tarımda makineleşmenin artması ile birlikte (yani sermayenin organik bileşimindeki değişimle birlikte), “mülkiyet” ilişkilerinde toprağın önemi elbette azalacaktır. Ancak yine de sorunun merkezinde “köylülük” durduğu ve tarımdaki proleterleşme sürecinin en temel göstergelerinden birisi topraksızlaşma olduğu için, komünist hareketin toprağın mülkiyetine ilişkin tartışmalardan uzak durma şansı bulunmamaktadır.
Marksizm, “mülkiyet duygusu”na kategorik bir karşı çıkış içindedir. Marksizmin toprakta mülkiyet duygusunun okşanmasına ilişkin karşı çıkışı ise bu genel reddiyenin de ötesindedir. Dolayısıyla siyasal ihtiyaçlar nedeniyle “köylüye toprak dağıtılması”nın gündeme gelişi mümkün olsa bile, bunun marksizme içkin bir uygulama olarak sunulması kesinlikle mümkün değildir. Komünistlerin toprakta büyük mülk sahipliğini parçalayarak hiçbir rasyonalitesi olmayan “küçük birim”lere geri dönüşün önünü açmak gibi bir misyonu olamaz.
Ne var ki, köylünün toprak talebi “mülkiyetçi bir psikoloji”ye asla indirgenemez. Çünkü tarımda büyük toprak sahipleriyle topraksız köylü arasında kendi toprağında çalışan küçük toprak sahibi muazzam bir kitle vardır ve bu kitlenin toprağa tutunması onların aynı zamanda üretim sürecine ve işlerine tutunmaları anlamına gelir. Bu anlamda borçlandırılarak ya da makineleşen tarımın rekabetine dayanamayarak toprağını kaybetme aşamasına gelen köylülerin (ülkeden ülkeye değişen oranlarda) devrimci bir dinamik haline dönüşebileceği açıktır.
Bu koşullarda ortaya bir ikilem çıkmaktadır. Komünistler sosyalist iktidar mücadelesi sırasında ve bizzat devrimden sonra hem toprağın parçalanmasına ve küçük burjuvazinin kırlardaki ağırlığının artmasına izin vermemek hem de yoksul köylülüğün toprak talebine bir karşılık bulmak durumundadır. Sorunun bütünüyle çözülmesi için sosyalist kuruluş sürecinde ciddi bir mesafe alınması, endüstrileşme sürecinde yeni bir sıçrama yaşanması, kafa ve kol emeği ile kır ve kent arasındaki ayrımların azaltılması gerekmektedir. İşte bu zorlu kesitte miras ve alım-satım hakkından mahrum bırakılan bir “mülkiyet” biçimi aranan çıkış yoludur.
Sovyet Rusya’da, diğer sosyalist kuruluş deneylerinde ve bugün Küba’da bu çıkış yolunun adı kolektif çiftliklerdir. Mülkiyetin tamamen kamuda olduğu “devlet çiftlikleri”nden farklı olarak, kolektif çiftlikler köylünün sosyalist iktidar tarafından topraklandırılmasıdır.
Sosyalist iktidarın tarım programı ne olmalı?
Engels’in “Görevimiz küçük köylünün yok oluşunu öngörmektir, bu yok oluşu engellemek değil” 13 sözünü hatırladığımızda az önce sözünü ettiğimiz sorunun fazla hafife alındığını anlıyoruz. Çünkü Marx gibi Engels de, kapitalizmin bu sorunu büyük ölçüde çözeceğine ilişkin bir kanaate sahipti. Kırlarda ve kentlerde proleterleşme süreci ara katmanların ağırlığını azaltacaktı. Bu kısmen (kısmen burada nicel değil, nitel bir içerik taşımaktadır) gerçekleşti. Ancak “kısmen” gerçekleşen çözülme, sorunu hafifleştirmek bir yana daha da karmaşıklaştırdı.
Sovyet Rusya dahil olmak üzere, geçtiğimiz yüzyılda sosyalist kuruluş sürecine giren bütün ülkeler ciddi bir “köylülük” sorunu ile karşı karşıya kaldılar. Bu sorun karşısında birçok devrimci iktidar bocaladı, geri adım attı, hatta kimi durumda işi oluruna bıraktı.
Sosyalist kuruluşta işi oluruna bırakınca, iktidarı bırakmış olursunuz. Belki Sovyetler Birliği köylülük sorununu topraktaki mülkiyet ilişkilerini baştan aşağıya değiştirerek çözmesine rağmen, başka nedenlerle kapitalist restorasyona yöneldi ama, Polonya ve Macaristan gibi ülkelerde “zengin köylü”nün varlığını koruması, buralarda sosyalizmi çözülüşten çok önce “sorunlu” ve “tartışılır” hale getirdi.
Peki doğrusu ne? Sosyalist kuruluşta köylülüğe ilişkin “standart”lara sahip olabilir miyiz? Tek tek ülkelerin özgün koşullarından bağımsız bir reçeteden söz etmek mümkün mü?
Reçete sayılıp sayılmayacağını bilemem, ancak sosyalist kuruluş süreçlerinde tarımda (yani yalnızca toprak temelinde değil; tarımsal üretim yapan işletmeler düzleminde) özel mülkiyetin tasfiyesine yönelmeyen, orta ve uzun vadede bu doğrultuyu göstermeyen bir politikanın marksizmin ruhuna bütünüyle ters olduğunu söyleyebiliriz. Başka şekilde ifade edecek olursak, bütün sınıfları ortadan kaldıracak olan komünizme yönelişimizin ilk evrelerinde ortadan kalkması öncelikli olarak gereken sınıf köylülüktür. Köylülüğün kır proletaryasına veya kolektif çiftçilere dönüşümü, komünizmin temel hedeflerinden birisi olan kır ve kent arasındaki ayrımları ortadan kaldırmanın koşullarından birisidir.
Özetle sosyalist iktidar, ülke özgünlükleriyle ilgili aşağıdaki ele alacağımız konulardan bağımsız nedenlerle, bir mülk sahibi sınıf olarak köylülüğe uzun süre kayıtsız kalamaz. Bir reçeteden söz edeceksek, başka bir arayışa girmemize gerek yoktur.
Ancak bu temel hedef, teorik olarak işin kolay kısmıdır. Zor olan, tek tek ülkelerin bu hedefe nasıl yöneleceklerini de belirleyecek, ama onun ötesinde ülkede devrimci iktidarın sınıf kompozisyonundan siyasal yapılanmaya varıncaya kadar bir dizi başlığa ağırlığını koyacak faktörleri kontrol etmektir.
Bunları tek tek sıralamakta yarar vardır.
- Bir devrimci iktidara renk verecek en önemli unsurlardan birisi, o iktidarı yaratan devrimci yükseliş ve kopuş sırasında hangi sınıfsal güçlerin nasıl birer ideolojik ve siyasal perspektif içerisinde ağırlıklarını koyduklarıdır. Köylülük söz konusu olduğunda, bu soruyu parçalamak mümkündür: Köylülük devrim süreci boyunca ne ölçüde ve nasıl ayrışmıştır? Bu ayrışma belirgin siyasal ve ideolojik tercihler üzerinden gerçekleşmiş midir? Köylü kitleleri devrimin yükselişinde ortaya çıkan kutuplaşmada, kutuplaşmayı dizginleyen (örten) bir unsur mu, yoksa tetikleyen bir aktör mü olmuştur?
- Toprak sahibi olup olmamak, köylülüğün siyasal ve ideolojik tercihlerinde temel belirleyen midir? Yoksa konjonktürel kriz dinamikleri köylülüğün siyasal ve ideolojik tercihlerinde “mülkiyet”i geriye mi itmiştir? Böylesi bir “gerileme” söz konusuysa, bu tercihleri etkileyen başka hangi faktörlerden söz edilebilir? Etnik, coğrafi veya dinsel özelliklerin bu tercihler üzerindeki rolü ne olmuştur?
- Köylülüğün kendiliğinden ya da kendine özgü örgütlenmesi var mıdır? Yoksa, köylülüğün kendisini “ayırt edici” bir güç olarak bağladığı başka sınıfsal dinamik ya da örgütlenmelerden söz edilebilir mi?
- Tarım proletaryası toplam kırsal nüfus içerisinde ne kadarlık bir yer kaplamaktadır? Tarım proletaryasının örgütlülük düzeyi (siyasal ve sendikal alanda) nedir? Tarım proletaryasının yoksul köylülerle bağı ne düzeydedir?
- Ülke toprağı kentleri doyurma açısından yeterli altyapıyı sunmakta mıdır? Tarımın geride bırakılan sistemdeki örgütlenmesi devrimci iktidara acil olarak çözülmesi gereken bir “açlık” sorunu devretmiş midir? Tarımsal ürünler söz konusu olduğunda ülkenin dış ticaret dengesi nedir?
- Devrime karşı direnç ve bu direncin örgütlü gücü olan karşı-devrimci güçler toplumsal taban açısından kentlere, mi kırlara mı yaslanmaktadır? Kırlardaki tutucu zihniyet devrimci iktidara karşı güncel bir tehdit oluşturmakta mıdır? Bu tutucu zihniyetin zaman içerisinde kırılmasını sağlayacak eğitsel ve siyasal müdahalelere karşı kırlarda ne tür engellerle karşılaşılmaktadır?
Bu faktörleri çoğaltabilir, daha ayrıntılı hale getirebiliriz. Bütün bunlar sosyalist iktidarın siyasi yapılanmasını ciddi şekilde etkileyecektir. Proletarya diktatörlüğünün bir “işçi-köylü ittifakı” biçiminde ortaya çıkıp çıkmayacağı da ancak bu faktörlerin yaratacağı toplam denge üzerinden anlaşılabilir. Türkiye devriminin muhtemel gelişimine ilişkin öngörülerde bulunurken yine bu faktörleri hesaba katmak ve “köylülük” başlığında ne gibi olası sorun ve dinamiklerle karşılaşacağımızı hesap etmek, bugün yürüttüğümüz siyasal çalışmaların içerik ve yönünde bu hesaplardan hareketle bazı ayarlamalara gitmek durumundayız.
Türkiye’ye bakarken…
Yukarıda öne çıkardığımız faktörler arasında bugünden “sağlam” bir öngörü geliştirmekte en fazla zorlanacağımız, devrimci gelişme ve kopuşlar sırasında köylülüğün nasıl bir ideolojik ve siyasal konumlanış içerisine gireceğidir. Devrimci dönemler her zaman beklenmedik ve kesintili gelişmelere gebedir. Dolayısıyla bugünden Türkiye toprağının kırsalına bakıp devrim sürecinde köylülüğün şu bölmeleri eski düzenden yana tavır koyacak, şu bölmeleri politize olacak, şu bölmeleri devrimci bir konumlanış içerisine girecek gibi kestirimlerde bulunma olanağımız yok. Ancak elimizde tarihsel bir arka plan var. Dahası, sermaye egemenliğinin yakın gelecekte kırlara dönük ne tür müdahalelerde bulunacağını ve kapitalizmin nesnel olarak köylülüğün iç ayrışmasına ne tür etkiler yapacağını az çok öngörebiliriz. Bu öngörüler ışığında belki bir devrimci dönemin değil de, devrimci bir stratejinin “köylülükle ilgili” bölümlerini az çok belirgin hale getirebiliriz.
Yakın gelecekte toprak sahibi köylülüğün toplumsal tabanında ciddi bir daralma olacağı açıktır. Söz konusu daralma yalnızca Avrupa Birliği dayatmalarının ürünü olmayacaktır. Türkiye kapitalizmi zaten tarımsal nüfusu baskı altına almış ve hatırı sayılır bir “kentleşme” süreci içine girmiştir. Ardı ardına gelen ekonomik krizlerin kentli emekçi sınıflar üzerindeki etkisi daha fazla ön plana çıkmakta lakin tarımda yaşanan yıkımın siyasal ve ideolojik yaşama etkisi dolayımlarla hissedilmektedir. Ancak durum sanıldığından daha dramatiktir.
Sonuçlar henüz pek hissedilmese de, ülkemiz tarımı ancak bir sosyalist devrimle durdurulabilecek bir sürece sokulmuştur. Konumuz açısından baktığımızda, sürecin köylülüğün yapısında ciddi değişimlere yol açtığı ve açacağı söylenebilir. Tarımsal nüfusun oransal olarak ve tarımsal işletmelerin sayısal olarak azaldığı gerçeği ortadadır. Avrupalı emperyalistlerin Türkiye’nin önüne koyduğu 2000 tarihli Katılım Ortaklığı Belgesi’ndeki rakamları veri alacaksak, Türkiye’de Gayri Safi Yurt İçi Hasıla’nın yüzde 14,3’ünü sağlayan tarımsal üretimde toplam emek gücünün yüzde 41’i çalışmaktadır. Tarımın GSYİH’deki payı 1999’da yüzde 15,3, 2001’de yüzde 12,9’dur. Bu istikrarlı gerileme, son on yıl boyunca tarımdaki verimliliğin sürekli azaldığı gerçeği ile birleştirildiğinde ortaya son derece açık bir tablo çıkmaktadır: Türkiye tarımı çökertilmektedir.
Avrupa Birliği belgelerinde bu durum AB dayatması OTP (Ortak Tarım Politikaları) için bir gerekçe olarak gösteriliyor. Oysa tarımda yaşanan yıkımda, emperyalist ülkeler tarafından dayatılan politikalar, en az iç dinamikler kadar etkili olmuştur. Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye dönük tarım politikası, tarım sektörleri bir zamanlar güçlü olan iki AB üyesine, Portekiz ve Yunanistan’a dönük tarım politikalarından farklıdır. Şöyle ki her iki ülkede de tarıma dönük AB müdahaleleri üyelikten sonra başlamışken Türkiye’ye dönük yıkıcı dayatmalar üyeliğin önkoşulu olarak masaya konmuştur. Bu dayatmaların Türkiye’de tarımı geliştirici, rasyonel bir temele yerleştirici olduğu iddiaları bir masaldır.
Ancak ben burada masala değil, dayatmaların sınıfsal dengelerde yaratacağı değişime göz atmak istiyorum. Gerek ABD gerekse de Avrupa Birliği Türkiye’nin çay, tütün, pancar ve fındık üretimini düşürmesini talep ediyor. Ürün dokusundaki değişime paralel giden bir başka talep ise, tarımdaki işletme sayısının ciddi bir biçimde azaltılması. Türkiye’de ortalama 6 hektar arazide 14 faaliyet gösteren 4 milyon civarı tarımsal işletme var. OTP’nin hedefi bu sayıyı orta vadede 800 bin civarına çekmek. Nereden bakarsanız bakın, bu 3 milyon köylü ailesinin topraksızlaştırılmasıdır. Tarım işletmeleri bunların bir kesimini proleterleştirerek emse bile Türkiye’de sınıfsal dengeleri ciddi şekillerde etkileyecek, plansız kentleşme ve işsizlik başta olmak üzere birçok sorunu derinleştirecek bir gelişme ile karşı karşıya kalacağımız açıktır.
Bu koşullarda Türkiye’nin pek de uzak olmayan bir geleceğinde köylülüğün sınıfsal kompozisyonu ve ağırlığında ciddi bir kaymayla karşılaşılabilir. Tabii burada unutulmaması gereken şey, bu sürecin sonuçlarından önce sürecin kendisinin ortaya çıkaracağı dinamiklerdir. Kırlarda yaşanabilecek topraksızlaşmanın tek başına bir proleterleşme anlamına gelmeyeceği açık olsa bile, sürecin işçi sınıfına yeni bir enerji katma olasılığı değerlendirilmelidir.
Buradan bir diğer soruya geçmek mümkündür. Yıkıma uğrayan köylülük için yakın gelecekte “toprak sahipliği”nin temel ya da ölümcül mesele haline gelme olasılığı düşüktür. Daha önce de vurguladığım gibi, kapitalizm belli bir gelişkinliğe ulaştığında tarımda “toprak”ın göreli önemi azalmaktadır. Böylelikle kapitalizmin insanlığa armağan ettiği yaman çelişkilere bir yenisi eklenmekte ve toprak daha az kişinin elinde toplanırken, yüzyıllar boyu “toprak mülkiyeti”ne tapmak durumunda kalan köylülüğün büyükçe bir kesimi için “toprağın elden çıkması” korkusunu bastıran bir kabus kendisini hissettirmekte ve geride kalan her şeyi unutturmaktadır: Sermayenin gücü! Veya bu güç karşısında direnmeye kalkmanın bedeli olarak: Borç!
Bu durum işimizi ancak “kısmen” kolaylaştıracaktır. Çünkü köylülüğün geri ideolojiler deposu 15 haline gelmesinde mülkiyet tutkusu tek etmen değildir. Tarımsal üretimin konusu, sınıfsal ilişkilerdeki durgunluk, üretim tekniklerindeki gerilik ve benzer bir dizi nedenden dolayı köylülüğün tutucu çemberi yarmasında ciddi güçlükler vardır. Ne var ki önümüzdeki süreçte, özellikle belli coğrafyalarda önemli sonuçlar doğuracak kopuşların gerçekleşmesi mümkündür.
Kürt yoksul köylülüğünün durumu bu açıdan özellikle önem taşıyacaktır. Siyasallaşma ve uzun süren savaşın Kürt köylüsünün ideolojik tercihlerinde değişim yarattığı açıktır. Bu değişimin geleneksel ve hatta geri bazı özellikler taşıması kimseyi aldatmamalıdır. Köylülük söz konusu olduğunda bu topraklarda burjuva devriminden bu yana ortaya çıkan en büyük ideolojik dönüşüm Kürt nüfusta gerçekleşmiştir. Dönüşümün sonuçlarının nereye akacağı şu anda elbette belirsizdir. Ama ne olursa olsun sosyalizm mücadelesinin köylü olmaktan çıkan, bununla birlikte kentlerde kentli bir sınıf olarak varolamayan milyonlarca yoksul insana “yaşasın Avrupa Birliği”nden daha baskın ve cazip bir hedef göstermek gibi bir yükümlülüğü vardır.
Köylülüğün Türkiye’de kendi “öz” örgütlenmesine sahip olup olmadığı sorusu ise diğerlerine göre daha kolay yanıtlanacaktır. Tarih boyunca karşılaşılan örneklere bakarak hiç kimse bu ülkede bir “demokratik köylü hareketi” geleneği olduğunu ya da köylülüğün zaman zaman kendisine özgü siyasal ya da ekonomik örgütlenmeler yarattığını iddia edemez. Türkiye’nin kırlarında sınıflar mücadelesi açısından elbette boş bir kağıt yoktur. Ancak kağıtta yazanlardan hareket ederek bugün devrimci stratejimiz için herhangi bir “olanak” yaratmak mümkün değildir.
Türkiye’de sosyalist devrim süreci kendi zemininde siyasallaşmış, kendi ve ayrıksı örgüt ve programını yaratmış bir yoksul köylü kitlesi ile muhatap olmayacaktır. Bir başka deyişle, Türkiye’de sosyalist devrim süreci programına ve örgütsel varlığına yoksul köylülüğü şu veya bu şekilde içkin hale getirmek durumundadır. Tarımsal üretimde sayısı hızla artan proleterler yalnızca kendi örgütsel ve siyasal enerjileri nedeniyle değil, aynı zamanda toprak bağı halen sürmekte olan ya da topraksızlaşma sürecini yaşayan yoksul köylülerle kentli işçilerin temas yüzeyini oluşturmaları nedeniyle de önem kazanacaklardır. Unutulmamalıdır ki Trakya, Çukurova, Ege başta olmak üzere birçok bölgede gıda sektörü, kapitalist tarım işletmeleri ve topraksızlaşma sürecine giren köylü-aile işletmeleri yan yana durmakta, bu yan yana duruş ideolojik ve siyasi açıdan karmaşık ama bütünlüklü bir tablo ortaya çıkartmaktadır.
Türkiye’nin “beslenme” sorunu ise sosyalizm mücadelesinin bundan böyle en temel başlıklarından birisidir. Kendi kendisine yetebilecek bir tarımsal potansiyele sahip olan ülkemizin açlık tehdidi ile karşı karşıya bırakılması, sermaye egemenliğinin marifetidir ama temelde anti-emperyalist mücadelenin konusudur. Komünistler Avrupa Birliği’nin giderek daha da saldırganlaşacak tarım politikalarına karşı “ulusal” bir tarım politikasını anti-kapitalist bir içerik ve programla savunmak durumundadırlar. Bu hem bugün için, hem de yarın sosyalist iktidarımızın zorlu görevlerine atılacağımız dönem için gereklidir. Türkiye’de devrimci bir iktidarın enerji, silah sanayi ve birkaç başlığın yanı sıra, gıda açısından da elleri serbest bir ortama doğmasında sayısız yarar vardır.
Serbest kalan ellerle daha fazlasını, daha iyisini ve daha devrimcisini yapmak için…
Türkiye’de sosyalist devrimin köylülük sorunu
Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi’ne Lenin tarafından sunulan ve kabul edilen “Tarım Sorununa İlişkin İlkeler”de komünist partilerin ilk elde tarım proleterleri ve yarı proleterler ile ücretli işçi çalıştırmayan toprak sahibi yoksul köylüleri yanına çekmesi gerektiği vurgulanır. 16 Bununla birlikte İlkeler’de toprağın kolektivizasyonu konusunda aceleci davranılmaması öğüdü de verilir.
Burada 1920 yılındaki haliyle Rusya’daki durum ve dünya devrim sürecinin güncel sorunlarından hareket edildiği açıktır. Bilindiği gibi Rusya’da 1920 yılı Yeni Ekonomik Politika’nın (NEP) uygulamaya girdiği, kırlarda mülk sahibi sınıflara ciddi tavizlerin verildiği bir dönemdir. Ancak yine de Lenin’in yaklaşımında bugüne ışık tutan çok şey vardır.
İlkeler’de işçi sınıfının “kır emekçileri” ile muhataplığı üzerinde durulmaktadır. Bunun özel bir anlamı olduğu açıktır. Başka birçok metinde “köylülük” temel referans noktası iken ve köylülüğün iç ayrışmaları önemsenirken, İlkeler’de tarım proleterleri, yarı proleterler ve sadece kendi emeğini kullanan küçük toprak sahiplerinden oluşan bir “emekçi” kategorisinden söz edilmektedir.
O zaman da, bugün de devrimci bir stratejinin hesaba katmaktan vazgeçemeyeceği sınıfsal dinamik budur. İster bir ittifakın konusu olsun, ister işçi sınıfı hareketine başka biçimlerle eklemlensin ya da içerilsin, kırlarda devrim sürecinin taşıyıcısı bu kesimlerdir. Köylülüğün diğer mülk sahibi unsurlarının devrimle ilişkisi, bu sınıfların ne zaman ve nasıl tasfiye edileceklerine dair problemle sınırlıdır. Onların bir bölümünün tarafsızlaştırılması, bir bölümüne sus payı verilmesi, bir bölümüyle geçici anlaşmalar yapılması tarihsel değeri olmayan taktik açılımlardır, bunlara yaslanarak asla devrimci bir strateji üretilemez.
Komünist Enternasyonal’in 1928 tarihli programında ise, tarım konusunda daha cesur hedefler konabilmiştir. Bu da son derece doğaldır. Sovyet Rusya’da NEP döneminin sonuna gelinmiş ve hızlı bir kolektivizasyon uygulamasına geçilmiştir. Toprağın bölünmemesine, toprağın alınıp satılmasının yasaklanmasına (miras hakkının reddi ile beraber) işaret eden III. Enternasyonal Programı’nda da işçi-köylü ittifakına ilişkin mutlak kural ve tanımlar yapılmamış, daha çok sosyalist devrimin kırlardaki yayılışının ana hatları üzerinde durulmuştur. 17
Bütün bunlardan sonra Türkiye için neler söylenebilir?
İlk söylenmesi gereken, 1920 yılında İlkeler’de işaret edilen kır emekçilerine dönük siyasal ve ideolojik görevlerden bugünün Türkiyesi’nde kaçılamayacağıdır. Yakın gelecekte daha dinamik bir karakter taşıyacak olan kır emekçilerinin sosyalist devrim sürecine bir “ittifak” bileşeni olmalarını sağlayabilecek özel bir renk katıp katmayacakları ise ikincil bir sorundur. İşçi sınıfının parçası olan tarım proleterleri bir yana, ayrı bir program ve örgütlenme olmaksızın (ki bu açıdan Türkiye’de tablo son derece açıktır) yoksul köylülüğün sosyalist devrim sürecine özel bir renk katması için bir dış kuvvete gereksinim duyacağı söylenebilir. Teorik olarak bu kuvvet, hala ciddi bir yoksul köylü kitlesiyle örtüşen Kürt toplumsallığından çıkabilir.
Ancak bu sadece bir teorik olasılıktır. Kürt dinamiğinin Türkiye sosyalist devriminin bir organik bileşeni olması için (tek tek kurtuluşun olanaksızlığı, ortak kurtuluşun zorunluluğu hesaba katılırsa) Türkiye işçi sınıfına kendi içindeki en ileri unsurlar üzerinden bağlanması zorunludur. Dolayısıyla yoksul Kürt köylüsü Türkiye devriminin biricik halkçı damarı olmayı sürdürse bile, devrimimize bir “köylü” karakteri katamayabilir.
Önemli olan, yoksul köylü kitlelerini ve bir bütün olarak kır emekçilerini toplumsal kurtuluşa taşıyabilmek, kurtuluşun mümkün olan en geniş evresine enerji katmalarını, hiç değilse dostça bakmalarını sağlayabilmektir. Bu ister “ittifak” biçimini alsın, isterse işçi sınıfı kırları kendi programatik çizgisi ile sürüklesin, bir şey değişmez.
Sosyalist Türkiye’nin öncü siyasi gücü işçi-köylü partisi değil, işçi partisi olacak onun devleti proleter karakterini kıskançlıkla koruyacaktır. Bununla birlikte, bugünden itibaren yoksul köylülüğün işçi sınıfı partisine “bu benim de partim” diyebilmesi, sosyalist iktidarın kuruluşu sırasında ise “bu aynı zamanda benim devletim” yakınlığını hissetmesi gerekiyor.
Dipnotlar ve Kaynak
- J.STALİN, Leninizmin Sorunları, çev: İsmail Yarkın, Süheyla Kaya, İnter Yay., 1997, s.147.
- Vladimir İlyiç LENİN, Tarım Sorunları 1, çev: Serpil Güvenç, Sol Yay., 1976, s.271.
- a.g.y., s.268.
- Vladimir İlyiç LENİN, İşçi Köylü İttifakı, çev: M.Kabagil, Sol Yay., 1970, s.9.
- a.g.y., s.11.
- a.g.y., s.24.
- Konuya ilişkin olarak Kapital’in Üçüncü Cildi’nde son iki bölüm okunabilir
- Hoell GÜNTER, Tarımda Kapitalizmin Gelişmesi ve Toprak Rantı, çev: Ahmet Doğkan, Bilim Yay., 1975, s. 47.
- V.İ. LENİN, İşçi Köylü İttifakı, a.g.y., s 21.
- a.g.y., s.22.
- a.g.y., s. 30.
- a.g.y., s.31.
- Friedrich ENGELS; Articles on Neue Zeit, Progress Publishers, 1976.
- Bu ortalamayı yukarı çeken, bazı kişilerin ülke toprağına resmen el koymasıdır. Tarımsal işletmelerin yüzde 35’i iki hektarın altında toprağa sahiptir.
- Bu terimi Osman Çutsay Gelenek’in 5. sayısında kullanmıştı, ondan almış oldum
- III. Enternasyonel (Belgeler 1919-1943), çev: Ümit Kıvanç, Belge Yay., 1979, s.39.
- 1928 yılından itibaren Sovyet kırlarına sosyalizm taşıyan kolektivizasyon süreci. işçi sınıfı ve köylülük konusunda marksizmin en kritik düzeltmelerinden birisidir. Çünkü NEP döneminde köylülüğün sınıfsal ayrışmalarını hesaba katmaksızın onunla bir bütün olarak sosyalizme ilerleme perspektifi parti yönetiminin kafasına bayağı yerleşmiş, Buharin’le sınırlı olmayan bir çekiciliğe kavuşmuştur.