NATO ile ilgili bir yazıya doğrudan “NATO’ya karşı nasıl mücadele edilmesi gerekir” sorusuna yanıt arayarak başlamak uygun düşerdi. 1949’dan bugüne, yani yarım asırdan uzun süredir dünya kapitalizminin anti-komünist enternasyonali olma misyonunu üstlenen bir örgüte karşı mücadele etmek gerekir mi, sorusunu yanıtlamak gündemimize dahi girmemeliydi. Oysa bugün NATO, başta Avrupa solu olmak üzere, solun önemli bir bölümünde tali bir gündem haline gelmiştir. Emperyalizm NATO’yu daha saldırgan ve daha etkin bir yayılma aracı olarak yeniden düzenlemekle uğraşadursun, “bizim” cenahta “NATO önemsizleşiyor mu?” tartışmaları yürütülmektedir.
Aslında NATO’nun önemsizleştiği savı, “Emekçilerin Avrupası’na giden yol olarak” AB’ye atfedilen önemden daha az zararlı görülebilir. Doğrudur; bir emperyalist örgütün etkinliğini yitirip yitirmediğinin tartışılması mümkün ve hatta emperyalizmin bir yeniden yapılanma sürecinden geçtiği evrelerde gereklidir. Ancak NATO tartışması, tam da kavgamızın olmazsa olmaz bir başlığından vazgeçişle yakından ilişkili olduğu için bu çerçeveye sığmamaktadır. Vazgeçilen, anti-emperyalist mücadeledir. NATO’nun genişleme süreci karşısındaki kayıtsızlık ile AB genişlemesi karşısında üretilen heyecanlar, tam da bu noktada ortaklaşmaktadır.
NATO’nun AB’den farklı şekilde solda “seveni olmayan” bir emperyalist örgüt olması, bu durumu değiştirmeye yetmemektedir. Çünkü bugünün kayıtsızlarının NATO’yu sevmeme nedeni, net bir anti-emperyalist zemine oturmamaktaydı. Özellikle Avrupa solunda NATO karşıtlığının bir mücadele başlığı olduğu dönemlerde dahi, bu karşıtlığın eksenleri her tür savrulmaya açıktı. Bu eksenlerden ilki tek başına anti-ABD’cilik, ikincisi ise saf bir anti-militarizmdi. Her ikisinin de belli bir siyasal çerçeveye oturtulması koşuluyla anlamlı mücadele başlıkları olabileceği açıktır. Ancak bunlar anti-emperyalizm zeminine oturmadığı ölçüde, NATO karşıtı mücadelenin aleyhine işlemeye başladı.
Soğuk Savaş yıllarında savaş karşıtı hareketlerin güçlü olduğu Avrupa’da sol, NATO’ya militarist olduğu için bir türlü ısınamamıştı. Ana kanalı anti-militarizm olan bu NATO karşıtlığı, sonrasında yine anti-militarizme kurban gitti. Emperyalizmin savaş karşıtı hareketler üzerindeki ideolojik ve siyasal manipülasyonlarının da ürünü olarak Soğuk Savaş’ta her iki tarafı saldırganlıkla suçlayan Avrupa solunun yeni dönemde NATO’ya karşı mücadeleyi önemsemesi imkansızdı. Ne de olsa Varşova Paktı dağılmakta, “Sovyet yayılmacılığı”nın da mesul olduğu savaş durumu sona ermekte ve NATO varlık nedenini yitirmekteydi.
Ancak kısa süre sonra NATO Balkanlar’ı kan gölüne çevirecek ve yeniden hem dünyanın hem solun gündemine yerleşecekti. Evet, NATO’nun emperyalist saldırganlık aygıtı olarak kullanılışını görmek için çok fazla beklemek zorunda kalınmadı. Ancak NATO’nun yeniden tartışılmaya başlamasının sonuçları NATO’nun gündemden düşmesinin sonuçlarından daha az vahim değildi. NATO’ya “Avrupa’yı işgale girişen iki düşman”dan birinin aracı olarak bakmaya alışanlar Balkan operasyonları sırasında “NATO gitsin, Avrupa Ordusu gelsin” demekten çekinmediler. Bu duruşun, “Sovyetler Birliği dağıldı; kendi kapitalizmimizi ve emperyalist çıkarlarımızı bizzat koruyabiliriz” diyen Avrupalı emperyalistlerin duruşundan hiçbir farkı yoktu. Balkan operasyonlarından sonra Avrupalı emperyalistler çok şey öğrendi; onlardan medet umanlarda ise pek bir gelişme yok. Artık ABD’siz pek bir adım atamayacaklarını fark eden Avrupalı emperyalistler, “bizi de yanına al” diyor; ABD emperyalizminden önce Avrupa solu bu çağrıya yanıt veriyor: ABD “tek taraflı” davranmamalı!
Anlaşılan, bu kadar kafa karışıklığının olduğu bir konuda mücadele rehberi çıkarabilmek için, NATO’nun genişleme sürecindeki icraatlarından önce, “NATO nedir” sorusunu kısaca yanıtlamak geriyor.
Bir ve her şeyden önemlisi; NATO, kurulduğundan bu yana anti-komünizmin ve karşı devrimin örgütlendiği siyasal karargahtır. Yani NATO’nun tek, hatta temel niteliği, militer bir aygıt olması değildir. Komünist partilerin üzerine sürülen kontr-gerilla çetelerinden karşı devrimin “sivil toplum” ayağı AGİK(T)’e kadar NATO, eldeki tüm araçlarla komünizmi yeryüzünden kazımak için yoğun bir siyasi mücadelenin planlandığı merkezdir. Soğuk Savaş sonrası dönem ve genişleme gündemi, emperyalistlerin anti-komünizmi yeniden üretmelerini ifade etmektedir. Var olduğu süreç boyunca attığı her adımda gözetmek zorunda kaldığı Sovyetler Birliği’nin çözülüşü emperyalizmi neden durdursun ki? Bu nedenle NATO, Varşova Paktı’nın dağılması ardından kendisinin de dağılacağı beklentilerine genişleme süreciyle yanıt vererek, yıllarca emperyalizme kan kusturan “komünizm belası”nı yeryüzünden kazımak için üstüne düşeni yapmaktadır.
Dolayısıyla iki, NATO emperyalist yayılmacılığın başlıca araçlarından biridir. Özellikle yeni stratejik konseptiyle birlikte NATO, sınırları belirsiz bir “tehdit” tanımına giren her soruna “kriz yönetimi” adı altında müdahale edebileceğini, istediği her yeri bombalayabileceğini ilan etmekte; eski sosyalist ülke topraklarının kapitalist restorasyonu ve emperyalizme eklemlenmesinde önemli rol oynamakta, böylece AB dahil diğer emperyalist örgütlerin de yolunu açmaktadır. Yani NATO’nun derdi sadece kendinin değil, bir bütün olarak emperyalizmin egemenlik alanını genişletmektir.
Ancak NATO’nun bu kritik rolüne işaret ederken, onu emperyalizmin komünizmle mücadelesindeki tek araç olarak görmemek gerekir. Keza NATO’nun “siyasi karargah” olma işlevi de bu anlama gelir. NATO’nun pek çok işi bizzat kendisi değil kendine bağlı ve ulusal ölçekli birimler tarafından yürütülmüştür. Gladio bunlardan sadece biridir. Bunun yanı sıra, özellikle Orta ve Doğu Avrupa’da sosyalist iktidarları yerinden etme amaçlı saldırılarında, NATO’nun yanı başında o ülkelerdeki kimi siyasi kadrolar işin önemli kısmını sırtlamışlardır. Sadece karara bağlanan eylem planlarının somut faaliyete aktarılışında da değil. Bu kadrolar, “sosyalizmden kurtuluş” projelerinin ulusal ölçekteki beyinleri olmuştur. NATO’nun buradaki rolü ise, dayanılacak ana siyasal çerçevenin belirlenmesi ve bunun için gerekli uluslararası koalisyonun kurulmasını sağlamaktır. Dolayısıyla karşı devrimin başarılı olmasının ardında, tek başına NATO’nun gücü değil, sosyalist ülkeler içinde iktidarı emperyalist saldırılardan koruma mekanizmalarının zaafa uğraması da bulunmaktadır.
Bu zayıflamada NATO’nun ve emperyalizmin parmağının bulunması, tek başına hiçbir şeyi açıklamamaktadır. Çünkü sosyalizmin tasfiyesi, emperyalizmin başlıca mesaisidir. Bu tehdidi gözetmeyen ve -karşı saldırı da dahil olmak üzere- önlemlerini almayan bir sosyalizm “teorik olarak” dahi, kurgulanamaz.
Üçüncüsü ve sonuncusu, NATO emperyalist yayılmacılığın başlıca aracı olarak işlev görürken emperyalist hiyerarşinin belli bir istikrara kavuşmasında da rol almıştır. Özellikle Balkan operasyonları, sosyalizmin çözülüşünün ardından iki emperyalist odak (ABD ve Batı Avrupa) arasında kısa süre de olsa etkisini gösteren boşluğu ABD lehine doldurmuştur. Bugün Avrupa Ordusu, Avrupalı emperyalistlerde ABD’nin NATO’yu devre dışı bırakması endişesi, ABD’nin “NATO bütçesi” konusundaki uyarıları ve benzeri başlıklardaki tartışmalar, iki emperyalist ortak arasındaki misyon, yük ve kazanç pazarlığının devam ettiğini gösterir. Ancak bu pazarlık ABD’nin tepesine yerleşmiş olduğu bir emperyalist hiyerarşi içinde yapılmaktadır.
Anti-komünizm, emperyalist yayılmacılık ve emperyalist işbölümü… Bu üçlünün sicili, NATO’nun neden sadece “kötü bir emperyalist örgüt” değil, aynı zamanda komünist hareketin birincil mücadele başlıklarından biri olduğunu gösteriyor. Çünkü bu sicilde sosyalizmin iktidardan indirilmesi var. Tüm dünyada komünist hareketlere yönelik saldırılar var. Sol içinde anti-sovyetizm ve türlü türlü liberal sapmalar, kendisinin bir şubesi gibi çalışan “AGİT sempatizanı solcular” yaratmak var.
Çözülüş döneminin ilk hedefi: “Sovyetsizleştirme”
Emperyalizmin, 1980’lerin başından itibaren alabileceğimiz çözülüşün ilk yıllarında NATO eliyle bölgeyi kuşatma hikayesi, ilk bakışta bir “başarı öyküsü” gibi görünür. Dönemin ana hedefinin bölgeyi Sovyetsizleştirmek olduğunu gözetirsek, ortada gerçekten bir “başarı” vardır. Ancak emperyalizm ve NATO gibi örgütler için gerçek başarının karşı devrimi bu topraklara kazımak olduğunu düşünürsek, ortada pamuk ipliğine bağlı bir “zafer” olduğunu görmekte zorlanmayacağız.
Burada en belirgin örnek, karşı devrimin bölgede belki de en pürüzsüz ilerlediği ülke olan Çek Cumhuriyeti’nde son süreçte yaşananlar. Çek Cumhuriyeti, yeniden Komünist Parti’nin yükselişine tanıklık etmektedir; hem de ana siyasal başlıklardan biri olarak NATO karşıtlığı üzerinden! NATO eliyle yürütülen karşı devrimci saldırılarının en trajik örneğine sahne olan Yugoslavya’da ise emperyalizm, tüm ideolojik bombardımana ve “mahkeme” sirkine rağmen, Yugoslav halklarını ikna edememektedir. Dolayısıyla “çözülüş hikayesi”, komünistlere umutsuzluk vermemekte, ama öfkelendirmektedir.
Öfkelendirmektedir; çünkü sanılanın aksine sosyalizmin çözülüşüyle hiç de belirsizlik ve endişe girdabına girmeyen emperyalizm açısından 1980’lerin sonu ve 1990’ların ilk yılları oldukça “verimli” geçmiştir. Henüz 1980’li yılların sonlarında Orta ve Doğu Avrupa’daki sosyalist iktidarlar çökertilmiş, Sovyetler Birliği ise hızla çözülüş sürecine girmiştir. Ve bu çözülüşe son nokta, emperyalizmin kendisinin bile tahmin etmediği kadar kolay bir şekilde konmuştur.
Öncelikli olarak bu bölgenin hedef tahtasına konmasında emperyalizm açısından birbiriyle ilişkili pek çok neden bulunmaktaydı: Orta ve Doğu Avrupa, hem Sovyetler Birliği ile Avrupa kapitalizmi arasında sınır teşkil etmesi, hem de sanayileşme ve kentlilik düzeyi açısından sosyalizmin ideolojik ve siyasal etkinliğindeki merkezi konumu itibariyle Soğuk Savaş’tan bu yana karşı devrimin ana cephesiydi. Ancak maalesef devrim “ihracı”nın ana cephesi olmaktan uzaktı. Sovyetler Birliği’nin bu alanı boş bırakmasından faydalanarak ana yığınağını buraya yapan emperyalizm için 1980’lere gelindiğinde sosyalizmle savaşmak -ne yazık ki- çok zor olmayacaktı.
Kurulduğundan bu yana karşı devrimin merkez karargahı konumundaki NATO ise bu döneme emperyalist yayılmacılık konusunda rüştünü ispatlamış bir örgüt olarak girdi. Bölgenin sosyalizmden kopuşuna ve hızla emperyalist yayılmacılığın rotasına girmesine engel olabilecek dinamiklerin tasfiyesinde NATO’nun Soğuk Savaş dönemi boyunca üstlendiği karşı devrimci misyonlar önemli rol oynamıştı. Gladio’sundan AGİK’ine, silahlısından “sivil”ine birçok araçla NATO, emperyalizmin Avrupa’daki yayılmacılığını durdurabilecek tek gerçek güç olan Avrupa solunu felç etmişti. Yine bölge ülkelerinde karşı devrimin yönetim mekanizmalarında ve toplumda neredeyse hiçbir gerilim yaşanmadan ilerlemesi, emperyalizmin sosyalizm dönemindeki siyasal ve ideolojik müdahalelerinin kapsamını açıkça göstermekteydi. Bu ülkeleri kapitalist restorasyon sürecine sokan pro-emperyalist liderliklerin en önemli isimleri, sosyalist iktidar döneminde de üst düzey görevlerde yer almaktaydılar. Örneğin Çek Cumhuriyeti’nin NATO’yla ilişkilerini geliştirmesi için çırpınan ve bölgede sosyalist iktidarlar döneminde görev yapmış en arsız başkanlardan biri olan Havel’in icraatları, NATO’nun fiilen genişlemeden çok önce bu topraklara girdiğini göstermektedir.
Dolayısıyla NATO için, bölgenin sosyalizm dönemi kalıntılarından temizlenmesi sadece askeri alanla sınırlı bir sorun değildi. Zaten Sovyetler’in bölgedeki askeri varlığına son verilmesi, daha ziyade karşı devrimin bölgede elde ettiği siyasi mevzinin bir türevi olarak görülmelidir. Bu nedenle NATO’nun gündemindeki ana başlık Orta ve Doğu Avrupa’daki “demokratikleşme” sürecine hız vermekti. Bu süreçte yapılması karara bağlananlar arasında “bağımsız” sendikalara, yeni kurulan politik partilere ve muhalif gruplara mali ve politik destek sunulması da yer almaktaydı.1
Bu “demokratikleşme” baskılarının ne anlama geldiği, emperyalizmin son yirmi yıllık sicilinden açıkça görüldü: “Demokrasi”nin bir anlamı, toplumu siyasal angajmanlardan “kurtarmak”tı: Sonuç, apolitikleşme ve örneğin emperyalistlerin “demokrasi kriterleri” açısından sosyalizm eleştirilerinin önemli başlıklarından biri olan seçimlerde yüzde 50’lerin altına inen katılım oranları oldu. Sosyalist ülkelerde “temsili demokrasi”nin kurallarına uyulmamasını eleştiren emperyalist merkezlerden ve “samimi demokratlar”dan, bu seçimlerin “temsil gücü” hakkında hiçbir ses gelmiyor. Emperyalistlerin dilinden düşmeyen “demokrasi”nin en önemli ölçütlerinden biri olan “ademi merkezi örgütlenme” ve siyasal merkezin etkinliğini yitirmesi ile nelerin hedeflendiğini anlamak ise, en az bunlar kadar önemli: Böylece hem merkezi siyasal kadrolarda hem de daha dış halkalardaki toplumsal örgütlenmelerde kapitalist restorasyon adım adım ilerleyebilmiş ve daha karşı devrimden önce kilit mevziler elde edebilmişti. Tabii “demokratikleşme”nin en önemli ayaklarından biri de serbest piyasa ekonomisine geçiş ve kapıların emperyalist sermayeye açılmasıydı:
“Demokratikleşme, ekonominin yeniden yapılanmasına büyük bir ivme kazandıracaktır: Böylece Polonya örneğinde yaşandığı gibi, daha fazla bağımsız uzman ve teknokratın komünist olmayan hükümet ve koalisyonlarda görev almaları sağlanacaktır. Toplum, doğru reformlar uğruna biraz daha kemer sıkmanın meşruiyetine ikna edilecektir. (…) Ancak demokratikleşmenin sağladığı rahatlık, piyasa ekonomisini işler kılmak için katı ekonomik kararların alınmasında kullanılmadığı takdirde boşa gidecektir.”2
Alınması “önerilen” kararlar arasında tahmin edileceği üzere, özel mülkiyetin korunması, devlet desteklemelerinin kesilmesi ve emperyalist yatırımcılar için cazip koşulların sunulması da yer almaktaydı.
Emperyalizm ve NATO’nun bir diğer gündemi, siyasal etkisini büyük oranda yitirmiş olan Sovyetler Birliği’nin fiili varlığına son vermekti. Garbaçov ve ekibinin “uyanarak” bu süreci engellemeye çalışacağından korktuğu için değil. Varşova Paktı üyeleri, yani müttefikleriniz, bir bir NATO ile görüşmeye başlayacak, imzalar atılacak; Sovyetler Birliği liderliği gidişatın nereye doğru olduğunu fark edemeyecek!
Ne var ki, bunun mümkün olmaması, NATO’nun hızla bölgeye yayılma zorunluluğunu ortadan kaldırmıyordu. Kapitalist-emperyalist sisteme entegrasyon sürecinde, emperyalizme karşı olmamakla onunla birlikte hareket etmek arasında bir açı vardır. Bu açı, tarafların niyetinden bağımsız olarak, emperyalizm ile hareket etme kabiliyetinin geliştirilmesi süreciyle ilgilidir. NATO açısından bunun bir boyutu, birlikte hareket edeceği müttefikini tek başına ya da düşmanıyla hareket edemez ölçeğe getirmek, yani yeterince küçültmektir. Bununla bağlantılı bir ikincisi de, doğrudan organik ilişkilerle sürecin dizginlerini ele alma garantisine kavuşmaktır. NATO, her iki misyona da hızla el atmıştır.
Yine bu çerçevede, henüz 1985 yılında Amsterdam’da düzenlenen Barış Konferansı’nın ardından deklare edilen Prag Bildirgesi’nde, “özgür yurttaş ve ulusların birleşik, demokratik ve egemen Avrupası’nı yaratmak” için kolların sıvanması kararı alındı. Bu eksende ABD ve SSCB birliklerinin bölgeden çekilmesi, nükleer silahların Avrupa’dan kaldırılması için NATO ile Varşova Paktı üyeleri arasında derhal görüşmelere başlanması kararlaştırıldı. Böylece bölgenin elbette sadece SSCB birliklerinden ve silahlarından arındırılması süreci de başladı.
1990 yılında imzalanan Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması (AKKA) ile tüm Varşova Paktı ülkelerinden Sovyet silahlarının ve birliklerinin geri çekilmesi karara bağlandı. AKKA sayesinde 1992-1995 yılları arasında eski Varşova Paktı’na dahil bölgelerde yaklaşık 58 bin parça konvansiyonel silah ve ekipman yok edildi.3 NATO’nun Kasım 1991 tarihli Roma Zirvesi’nde ise, yine eski pakt üyelerinin NATO ile bağlarını güçlendirmek amacıyla Kuzey Atlantik İşbirliği Konseyi (KAİK) kuruldu. Henüz 1992’de on eski pakt ülkesi KAİK’e katıldı. Kuruluşu sosyalizmin çözülüşünün ilk yıllarına denk gelen konseyin başlıca gündemleri, Rus birliklerinin Baltık bölgesinden çekilmesi ile güvenlik ve savunma ile ilgili konularda siyasi işbirliğinin (örneğin savunma planlaması, silah kontrolü, sivil-askeri alanlar arası ilişkiler, savunma sanayisinin dönüşümü vs.) sağlanmasıydı.
Sovyetler Birliği NATO tarafından bölgede silahsızlandırılırken, Garbaçov da Sovyetler Birliği’nin Batı sınırlarında güvenlik önlemlerine eskisi kadar kaynak ayırmaya artık ihtiyacının ve gücünün olmadığı açıklamalarını yapıyordu!
Askeri alandaki gelişmeler ulusal orduların yeniden yapılanmasını da içeriyordu. Temelde ulusal orduların küçültülmesini hedefleyen bu düzenlemelerde NATO çoğu zaman resmi olarak taraf olmadı. Bunlar, ABD’nin ve kimi zaman Avrupalı emperyalistlerin ikili anlaşmaları aracılığıyla gündeme gelmekteydi. Ancak temel çerçevesinin NATO bünyesinde belirlenmesi ve 1990’ların ikinci yarısındaki ortaklık projelerine ya da üyelik sürecine altyapı sunmaları nedeniyle NATO’nun genişlemesiyle yakından bağlantılıydılar.
“1989 sonlarında ve 1990 başlarında Macaristan ordusunun yeniden yapılandırılması ve Çekoslovak kuvvetlerinin azaltılması planları, her iki ülkenin de daha öncesinde topraklarını savunmaya yönelik bir savaş stratejisi geliştirmiş olduklarını göstermektedir. (…) Bundan sonra her iki ülke kuvvetleri de hafif silahlarla donatılmış mobil piyadelere, artı, “her yerde” savunma sağlamak üzere yedek kuvvetlerin hareketliliğine dayanacaktır. (…) Bu devletler iyi donanımlı büyük kuvvetler tarafından, yedeklerin harekete geçirilmesi için yeterince zaman bırakmayan bir saldırıya uğradığı takdirde, sadece birkaç günlük bir kara savunmasına hazır olacaklar ve sonrasında kaderleri dış yardıma bağlı olacaktır.”4
NATO bölgede emperyalist yayılmacılığın yolunu açarken, Avrupalı emperyalistler NATO’nun başka ve “daha Avrupalı” bir araçla ikame edilmesini tartışıyorlardı. “NATO önemsizleşiyor” iddiaları tam bu sırada ortaya çıktı. Sosyalizmin bölge topraklarından kazınmasında NATO’nun ve dolayısıyla ABD’nin kilit rolü tartışılmazdı. Ancak Avrupalı emperyalistlerin çözülüş ile birlikte arka bahçelerini parselleme işini bizzat üstlenmeye girişmesi oldukça doğaldı. Oysa ABD emperyalizmi, NATO’nun yeni dönemde işlevsiz kaldığına ilişkin iddialara yanıtını çoktan hazırlamıştı:
“(…) şu anda askeri rasyonelini büyük ölçüde yitirmekte olan İttifak, gelecekte daha ziyade siyasi bir ittifak haline gelecektir. (…) Yeni bir Avrupa güvenlik mimarisi ise, ABD güvenliğinin siyasi, askeri ve ekonomik olarak Avrupa güvenliğiyle bağlantılı olmaya devam etmesi ile mümkündür.”5
Dolayısıyla ABD güdümlü NATO’nun yeni misyonu, Avrupa’nın siyasi geleceğini biçimlendirmek olacaktı. ABD, Avrupalı emperyalistlere verdiği bu sözü tuttu.
Balkan operasyonları
NATO’nun Balkan operasyonları yeni döneme hazırlıkta birçok açıdan belirleyici rol oynadı. Bu, hem NATO aracılığıyla emperyalist yayılmacılığın ve bunun gerektirdiği emperyalizm içi ilişkilerin yenilenmesini hem de bu yeni evrenin gereklerine göre NATO’nun yenilenmesini içeriyordu. Operasyonların oynadığı rollerden ilki, iki emperyalist odak (ABD ve Batı Avrupa) arasındaki hiyerarşik ilişkinin Soğuk Savaş sonrası dönemde yeniden düzenlenmesiyle ilişkiliydi. Sosyalizmin çözülüşüyle birlikte, Avrupalı emperyalistlerin en azından kendi arka bahçelerini düzenleme işine aday olmaları şaşırtıcı değildi. Hedef, sosyalizmden boşalan alanın en azından bir bölümünde kendi etkinlik alanını tesis edebilmekti.
Orta Avrupa’da Sovyetsizleştirme sürecini meşrulaştırmak için öne sürülen en büyük demagojilerden biri, bölgenin ABD ve SSCB arasında bir “emperyal yayılma” savaşına sahne olduğuydu. Yani ABD liderliğinde ve Avrupalı emperyalistler yardımıyla yürütülen anti-Sovyetik kampanyanın sözde niyeti, bu emperyal yayılmayı durdurmak ve bölgeyi “bağımsızlığına” kavuşturmaktı. Bu bağlamda anti-Sovyetizm, 1960’larda yükselen ABD karşıtlığının ayrılmaz bir bileşeni olarak kurgulanmıştı. SSCB’nin simetriği olarak ABD’yi, Varşova Paktı’nın simetriği olaraksa NATO’yu gören bir hareketin sonuçta kendine çalıştığını gören ABD için bundan rahatsız olmanın bir nedeni yoktu.
Sosyalizmin çözülüşünün ilk yıllarında belli bir toplumsallığı karşı devrim sürecine kazanma rolünü devam ettiren bu retorik nedeniyle, sahne önünde tek başına ABD’nin yer aldığı bir emperyalist saldırganlığın oyunu bozma ihtimalini emperyalizm kesinlikle gözetmiştir. Örneğin karşı devrim sürecinde “Sovyet yayılmacılığı” söyleminin en çok başarılı olduğu ülkelerden biri olan Çek Cumhuriyeti’nde, 1997’lerde ABD’nin bölgede doğrudan varlık edinmesi, ciddi toplumsal gerilimlerle sonuçlanmıştır. Öyle ki Çek Cumhuriyeti’ni NATO’ya taşıyan sosyal demokrat parti, 1997 yılında, NATO üyeliği durumunda ülkeye nükleer silahlardan arındırılmış bölge statüsü verilmesini ve ülkede yabancı üslerin bulunmamasını destekleyen bir belgeyi onaylamak zorunda kaldı. Avrupalı emperyalistler, biraz da, ABD yayılmacılığının yol açtığı gerilimlerin kendilerine açtığı bu alana oynadılar.
ABD de bu daha “Avrupalı” girişimlere itiraz etmedi. Nitekim ABD için sahne önünde kimin yer alacağı veya “Avrupa medeniyetine geri dönme” söylemi sorun yaratmıyordu. Ancak bunun bedelini, en büyük payı Avrupalı emperyalistlere kaptırarak ödemek niyetinde değildi. Bunun içinse, kendi üstlendikleri rolün karşılığını ancak hiyerarşideki konumlarına göre alabileceklerini Avrupalı emperyalistlere gösterecek bir vesile gerekiyordu.
İşte Balkan operasyonları aynı zamanda emperyalizm içi hiyerarşi açısından da bu tür bir rol üstlendi. Elbette Avrupalı emperyalistler, sahne önünden ziyade doğrudan hiyerarşiyi zorlayacak açılımlar geliştirebilirdi. En azından teorik olarak bu olasılık dışı değildi.
Ancak Avrupa o dönemde bu işi kotaracak bir siyasi, ekonomik ve askeri güce sahip olmadığı gibi, ABD ile arasındaki açığı kapamak için gerekli “girişkenliği” de gösteremedi. Örneğin NATO’nun genişleme sürecinden önce, Varşova Paktı’nın yerine kurulan Visegrad girişimi, sadece Avrupalı emperyalistlerin öncülük edeceği bir “savunma” ittifakının maliyetini karşılayacak kaynak bulunamadığı için rafa kaldırıldı.
Ancak Avrupalı emperyalistlerin ABD’yi emperyalist hiyerarşinin tepesinden alaşağı edememesi, Balkan operasyonlarının ardından pastadaki paylarını hiç genişletemedikleri anlamına gelmemektedir. Operasyonlar sonrası bölgenin emperyalist yağmaya açılmasından en çok çıkar sağlayan ülkelerden biri de Almanya oldu. Örneğin bölgenin “özgürleşmesi”ne paralel şekilde hız kazanan özelleştirmelerden en büyük payı Almanya kaptı. Dolayısıyla sosyalizmin çözülüşünün ardından yağmaya açılan eski sosyalist topraklar üzerindeki paylaşım kavgasında Almanya emperyalizmine en büyük pay, Balkanlar’da yaşanan yıkımdan düştü. Bu pay, Almanya’nın ABD emperyalizminin tahtına yerleşmesine yetmese de…
Balkan operasyonlarının ABD ve Avrupa emperyalizmi arasında yarattığı tüm yük ve kazanç paylaşımı kavgaları, çok daha önemli bir süreci perdelememelidir. Operasyonlar, bir bütün olarak emperyalizmin ve bu bağlamda diğer emperyalist örgütlerin bölgeye akınını ivmelendirmiştir. Bu gerçeğin anlaşılması çok daha önemlidir; çünkü ABD ve Avrupa arasında baş gösteren tartışmaları sol adına değerlendirebilmek, ancak bu çerçeve gözetildiği takdirde mümkün olabilir.
Dolayısıyla, bir, NATO operasyonları emperyalizmin askerlerinin bölgeye yerleşmesini fazlasıyla aşan sonuçlar yaratmıştır. İki, bu sonuçlar sadece ABD’yi değil, Avrupa’dakiler dahil, bir bütün olarak emperyalist ülkeleri ihya etmiştir. Örneğin Bosna operasyonu sonrasında imzalanan Genel Çerçeve Anlaşması, seçimlerden anayasanın hazırlanmasına kadar birçok başlıkta hüküm içermektedir. Buna göre Bosna Hersek Anayasası, özel mülkiyetin korunması ve piyasa ekonomisinin desteklenmesi temeline oturacaktı. Anayasa Mahkemesi’nin üç üyesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkanı tarafından seçilecek; Merkez Bankası’nın yönetimi IMF tarafından görevlendirilecekti.
Operasyon sonrasında Yugoslavya’da yaşananlar da bundan farklı değil. 2001 yılında IMF ile imzalanan anlaşma ,3 yıl içinde serbest piyasa ekonomisine geçiş sürecinin tamamlanmasını öngörüyor. Bu anlaşmanın imzalanmasının ardından atılan ilk adımlardan biri, Norveç’ten alınan borçla IMF’ye olan 128 milyon dolar tutarındaki borcun ödenmesi oldu. Yine anlaşma çerçevesinde, 60 orta ve büyük ölçekli KİT’in özelleştirilmesi planlanıyor ve anlaşmada açıkça bu kuruluşların emperyalist sermayeye satılması “tavsiye ediliyor”. Son 3 yılda Balkanlar’da yapılan özelleştirmelere baktığımızda ise, en büyük payı Almanya’nın aldığını görüyoruz. Bunların dışında 4 bin küçük ölçekli KİT’in de ağırlıklı olarak yerli sermayeye peşkeş çekilmesinden bahsediliyor. NATO’nun bu tür “dolaylı” yardımlarının yanı sıra, Yugoslavya’nın serbest piyasa terörüne geçişinde çok daha doğrudan yardımları da oldu. 1999 yılındaki bombardıman esnasında elektrik santralleri büyük zarar gören Yugoslavya’da son 3 yıl içinde elektrik fiyatları yüzde 150 oranında arttı. Tüm kamu hizmetlerinde bu ölçekte fiyat artışları gözlenirken, Yugoslavya’da tüm ücretler donduruldu ve ortalama ücretler 1990 yılıyla karşılaştırıldığında yaklaşık yüzde 80 oranında düştü. Tüm bunlara ek olarak, ülkenin en büyük sanayi kuruluşlarının kapılarına birer birer kilit vuruluyor; on binlerce işçi sokağa atılıyor. Örneğin ülkenin en büyük otomobil fabrikalarından biri olan Zastava’da çalışan 30 bin işçinin yarısı sokağa atıldı. Kısa süre önce ise yeni bir İş Yasası hazırlamaya girişen sermaye sınıfı, esneklik uygulamalarını eski sosyalist topraklarda daha da yaygınlaştırmayı planlamaktadır. Yani NATO sadece barışın değil, doğrudan işçi sınıfının da en büyük düşmanlarından biridir.
Buradan bakıldığında ABD ve Avrupalı emperyalistlerin Balkanlar’da ne aradığı yeterince açık değil mi
Operasyonların bu boyutu, Yugoslavya’nın emperyalizm tarafından neden hedef tahtasına oturtulduğunu da açıklıyor. Miloseviç liderliğindeki Yugoslavya, emperyalizm ile ilişkilerinde, emperyalistlerin ancak Soğuk Savaş döneminde, Sovyetler’in varlığı koşullarında “tahammül etmek” zorunda kalabildiği türden bir siyaset izlemiştir. Sovyetler’in yokluğunda ne Avrupa ne de ABD emperyalizmi Balkanlar’daki yayılmacılığının önüne dikilen böyle bir direnç unsuruna izin verebilirdi. Yeni dönemin stratejisi, bölgedeki tüm ülkelerin siyasi, ekonomik ve askeri açılardan doğrudan ve tam olarak emperyalizme bağlanmasıydı. Yugoslavya ise tüm bu açılardan “bir devlet” gibi davranmaya devam eden; yani yeterince küçültülememiş bir bütündü. Yeterince küçültmek derken ne kastettiğimizi anlamak için, dağıtılan Yugoslavya’dan geriye kalan parçalara bakmak yeterlidir. Bunlar, merkezi siyasal yönetim mekanizmalarından yerel polis örgütlenmelerine varana kadar doğrudan emperyalist karar mekanizmalarının denetimi altındadır.
Aslında son on yıldır, emperyalizmin ülke içi kontrol mekanizmalarını ele geçirme girişimleri, karar mekanizmalarıyla sınırlı kalmadı. Kosova operasyonunun işaretlerinin alındığı günlerde TKP olarak ülke ve dünya soluna önemli bir uyarı yapmıştık: Yugoslavya örneği, sosyalizmin çözülüşünün ardından tüm dünyada devrim süreçlerini ciddi ölçüde zaafa uğratabilecek bir misyonun önemli denemelerinden birine sahne olmuştur. Emperyalizm, bir ülkede toplumsal dinamikler yaratarak karşı devrimci hareketler örgütleme becerisi gösterebilmiştir. Sicilinde iktidar mücadelesi veren veya iktidara gelen komünist hareketlere yönelik pek çok ajanlık provokasyon vs. suçu bulunan emperyalizmin bunu hep yapmaya çalıştığı düşünülebilir. Doğrudur; özellikle Orta ve Doğu Avrupa’daki karşı devrim süreçleri buna ilişkin örneklerle doludur. Yeni olan şudur: Yugoslavya’da emperyalist manipülasyonlar, organik ilişkiler üzerinden sağlanan kontrol ve gözetimin çok daha ötesine geçen bir ideolojik kuşatma yaratmıştır. Bu kuşatmanın genişliği, sadece emperyalizmle hiçbir doğrudan ilişkisi olmayan binlerce insanın sokağa dökülmesi ile de ilgili değildir. Emperyalizm, bir ülkede yoktan yeni toplumsal dinamikler yaratabilmektedir. Nitekim Yugoslavya’da birkaç ay içinde “demokratik muhalefet” adı altında binlerce insan sokaklara dökülmüştür. Bu “demokratik muhalefet”in en etkin öznelerinden biri, çoğu ABD Kongresi tarafından desteklenen National Endowment of Democracy (NED) kuruluşundan maaşlı Yugoslav ekonomistlerin kurduğu G-17 grubudur. NATO, UÇK ile birlikte Kosova’yı yerle bir ederken G-17 Koordinatörü Prof. Veselin Vukotiç, Kosova’nın kendi para birimine sahip olması gerektiğinden, yani bağımsızlıktan bahsetmekteydi. Sonuçta Kosova’da yasal para birimi Alman markı oldu; bankacılık sistemi Alman Commerzbank AG’ye bağlandı. ABD, Kosova Krizi sırasında “demokratik muhalefet”e tam 16.5 milyon, Miloseviç’e karşı emperyalist komplolarda üstlendiği rol ile tanınan Karadağ Başkanı Djkanoviç’e ise 20 milyon dolar parasal destek sağladı. ABD Kongresi bu paranın “bağımsız” radyo istasyonları, siyasi partiler ve hatta sendikalar kurmak için harcanacağını açıkladı. Paranın çoğu, Yugoslavya’da 1988 yılından itibaren faaliyet yürütmekte olan NED ile birlikte çalışan Belgrad İnsan Hakları Merkezi, Savaş Karşıtı Eylem Merkezi, Nezavisnost sendikası, Sırbistan Avrupa Hareketi ve G-17’ye gitti. Paranın ulaşamadığı yerlere ise NATO bombaları ulaşıyordu. Nitekim operasyon öncesinde ABD desteğiyle kurulmuş olan radyolar Miloseviç karşıtı propaganda yaparken, Sırp devlet televizyonu bombalandı. Nihayet operasyonlar sona erdiğinde, ABD resmi yetkilileri Yugoslavya’daki sivil toplum örgütleri ile birlikte nasıl çalıştıklarını anlattılar.
Emperyalizm, sivil toplumculuk adı altında bir ülkeyi parçalarken, sol adına birileri de bunu “devrim”, “diktatör Miloseviç’e karşı halk ayaklanması” olarak adlandırmaktan çekinmedi. Üstelik sokaklara dökülenler arasında, sendikalara üye emekçiler de bulunuyordu. Miloseviç ise “yeterince solcu” değildi ve bu sürece karşı çıkmak, emekçilerin taleplerine karşı çıkmak ve Miloseviç ile yan yana düşmek demekti:
“Yüz binlerce sıradan insanın gerçekleştirdiği devrim, geçtiğimiz hafta Miloseviç’i iktidarından etti (…) Kendisi, muhalefet adayı Koştunitsa’ya karşı başkanlık seçimlerini kaybettiğini kabul etmek istememişti. (…) Belgrad’daki olaylar, hiçbir rejimin aşağıdan gelen devrime direnemeyeceğini gösterdi.”6
Aynı olayları bir de Madeline Albright’ın ağzından aktaracak olursak:
“Bugün tartışılacak en önemli konulardan biri de, sivil toplum kuruluşlarının en iyi şekilde nasıl desteklenebileceğidir. (…) [Yugoslavya’da – HA] Batı, Miloseviç rejiminin yıkıcı politikalarına karşı pozitif alternatifler üretebilmeleri için demokratik muhalefetin somut bir program geliştirmesine yardımcı olmalıdır. (…) Politika üretmedeki yardımların yanı sıra örgütler [National Endowment for Democracy] muhalif partilere destek sunmaya, mesaj geliştirmeye, medya erişimine (…) ve seçimlerin gözetlenmesine devam etmelidir.”7
Yugoslavya’da yaşananlara devrim deyip Miloseviç ile yan yana düşmekten kurtulan “solcular”, ABD emperyalizminin sözcüsü Albright ile yan yana düşmekten rahatsızlık duymamıştır. Acaba Albright, Miloseviç’ten daha mı solda durmaktadır?
Bu sorunun yanıtı ne kadar açıksa, şu da o ölçüde açıktır: Miloseviç, emperyalizmin bölgeye yerleşmek için neredeyse yoktan var ettiği “halk hareketi”ne alkış tutanlardan çok daha soldadır.
Tüm bu süreçte NATO’ya düşen tek misyonun bombalama olduğu sanılmasın. NATO da bu sivil toplumcu ve “demokratik” girişimlerin örgütlenmesinde üstüne düşen görevi yerine getirdi. Bunu NATO adıyla değil, NATO’nun sivil toplum ayağı olan ve tüm üst düzey toplantılarında temsilcilerini bulundurduğu AGİT aracılığıyla yapıyordu. AGİT’in görevleri arasında, siyasi partiler kurdurma, “bağımsız medya”nın desteklenmesi, “insan hakları” gözlemcileri gönderme, seçimleri gözleme gibi başlıklar yer alıyor. Tüm bunların NATO operasyonlarında en az bombalamalar kadar yıkıcı sonuçlar doğurduğu, Yugoslavya örneğinde açıkça görülmüştür.
Balkan operasyonlarıyla bölgedeki genişlemesinin karşısında ciddi bir direnç teşkil eden Yugoslavya’yı devre dışı bırakan NATO, artık bölgede somut ve daha kalıcı bir varlık edinmek için adımlarını hızlandırdı. Bu adımlar, eski sosyalist ülkelerin NATO’ya üyelik süreçlerinin hızlandırılmasıyla sınırlı kalmadı; bölge ülkeleri Barış İçin Ortaklık (BİO) benzeri projelerde daha etkin roller almaya başladılar.
“Barış İçin Ortaklık”: Emperyalist projelere ortak arayışı
Balkan operasyonları, kuşkusuz, NATO’nun genişleme sürecinin bir parçası ve genişlemenin bizzat bir aracı olarak değerlendirilmeli. Ancak emperyalizmin NATO aracılığıyla belli bölgelere yerleşmesinin tek aracı bu operasyonlar olmadı. Aynı şekilde NATO’nun genişlemesi, yeni üyelerin bu emperyalist örgüte dahil edilmesiyle sınırlı kalmadı; üye olmayan ülkelerin de NATO ile işbirliği yapmasını sağlamak üzere yeni örgütlenmelere gidildi. Bu ihtiyaç, tam da emperyalizme karşı olmama ile onunla birlikte hareket etme arasındaki açıdan kaynaklandı.
Çözülüşün ilk etabında bu açıyı kapatmaya yönelik faaliyetlerde kritik boyut Sovyetler Birliği’nin özellikle Orta ve Doğu Avrupa’daki varlığına son vermekti. Bir ileri aşamada, Sovyetler Birliği’nin var olmadığı bir dünyanın emperyalist yayılmacılık açısından getirdiği olanakları değerlendirerek, emperyalizmin askeri, siyasi ve ekonomik egemenliğini geniş bir coğrafyada etkin kılmak gündeme geldi. Başta Yugoslavya’ya yönelik müdahale ile bölgede emperyalist yayılmacılığa ayak bağı olabilecek devletlere çekidüzen vermek konusunda önemli bir adım atıldı. Ancak tüm bu adımlarla eşzamanlı olarak, emperyalist sistemle uyumlu siyasal yönelimlere sahip olan ülkelerin dahi, kapitalist-emperyalist sistem içinde yer almalarının bedelleri ve gereklilikleri vardı. Bu bedeller, genel olarak, kritik alanlarda karar ve uygulama mekanizmalarının emperyalist merkezlere daha doğrudan bağlanması ve doğrudan ülkenin kendisini ilgilendirmese dahi emperyalist sistemin bütünü açısından önem taşıyan konularda görev üstlenilmesi olarak özetlenebilir. Bunun karşılığında ise her ülkenin egemen sınıfı, düzenin bekası için NATO desteğini arkasına almış oluyordu.
Henüz 1994 yılında, NATO ile üye olmayan ülkeler arasında bu tür bir işbirliği öngören projeler geliştirilmeye başladı. Bunlardan biri, Mısır, İsrail, Fas, Tunus, Cezayir ve Ürdün’ü kapsayan Akdeniz Diyaloğu idi. Akdeniz Diyaloğu’nun amaçları arasında, bu ülkelerin NATO’nun yanı sıra diğer emperyalist örgütlerle (örneğin AB ve AGİT ile) ilişkilerinin geliştirilmesi de sıralanmaktaydı. Nitekim Akdeniz Diyaloğu ülkeleri emperyalist planlara hizmet konusunda ilk antrenmanlarını, Balkan operasyonlarına katılarak yaptılar. Bu tür işbirliği projelerinin geliştirilmesinde en kapsamlı adım ise, 1994 yılındaki NATO Brüksel Zirvesi’nde Barış İçin Ortaklık (BİO) projesinin kabul edilmesi oldu. BİO’ya üye olmak için imzalanması gereken Çerçeve Doküman’da sıralanan hedefler, NATO ile işbirliğinin ne anlama geldiğini açıkça ortaya koymaktadır. Bunlar arasında, ulusal savunma planlaması ve bütçe çalışmalarında şeffaflık sağlanması; savunma güçlerinin sivil kontrolü; barışı koruma, “insani” müdahale gibi görevleri yerine getirebilme becerilerini arttırmak için NATO ile askeri işbirliği, NATO ya da AGİT benzeri örgütlerin emrinde yürütülen operasyonlara katkıda bulunmaya hazır olma gibi hedefler yer almaktadır.8
NATO operasyonlarının yoğunluk kazanmasıyla, BİO’yu daha işlevsel hale getirmek için yeni düzenlemelere gidildi. Bu bağlamda 1996 yılında Planlama ve Gözden Geçirme İşlemi (PARP), Operasyonel Kapasite Konsepti (OCC) ve NATO Emrindeki BİO Operasyonları İçin Politik-Askeri Çerçeve adlı üç inisiyatif oluşturuldu. Bunlardan ilki, operasyonel kabiliyetlerin geliştirilmesi için standartların daha etkin şekilde yerine hayata geçirilmesine yönelikti. İkincisi, ortaklık ülkelerinin askeri gücü hakkındaki bilgilerin NATO’ya ve dolayısıyla ABD emperyalizmine aktarılmasını amaçlıyordu. Üçüncüsü ise, sınır dışına asker gönderilmesini gerektiren kriz durumlarında, karmaşık ve tehlike potansiyeli taşıyan operasyonlarda güç desteği sağlanmasını öngörüyordu.
1997 yılında, NATO üyesi olmayan ülkelerle askeri işbirliğini geliştirme girişimleri daha geniş kapsamlı ve bu sefer siyasi işbirliği boyutu daha ilerletilmiş bir projeyle genişletildi: Avrupa-Atlantik Ortaklık Konseyi (AAOK). Bu konsey ile birlikte ortaklığa, kriz yönetimi, bölgesel konularda inisiyatif geliştirilmesi, silah kontrolleri, kitle imha silahlarının yok edilmesi, uluslararası terörizmle mücadele gibi yeni başlıklar ekleniyordu.
Tüm bu düzenlemelerin ne anlama geldiği ise açıktır: Ulusal savunma planlaması ve bütçe çalışmalarında şeffaflık demek, tüm bu çalışmaların doğrudan emperyalizmin gözetimi altında ve ihtiyaçları çerçevesinde yürütülmesi demektir. Örneğin BİO 2000-2001 Çalışma Programı’nda askeri güçlerin yapısı ve planlanması konularında NATO uzmanlarının tetkiklerin ve bilgi akışının serbest bırakılması şart koşulmaktadır. Yine aynı programda, savunma politikası ve stratejisi hakkındaki bilgilerin serbestçe akışının sağlanması için modern enformasyon teknolojilerinin teşvik edilmesi öngörülmektedir. Dolayısıyla ABD emperyalizmi, NATO aracılığıyla bir ülkenin silahlı kuvvetlerinin verili yapısı (nerede ne kadar silahlı güç bulunduğu hangi askeri birimlerin nerede konumlandığı vs.) hakkındaki tüm bilgileri kolayca elde etmekle kalmamakta; bu yapının gerektiğinde kendi ihtiyaçları çerçevesinde yeniden planlandırılmasını da sağlamaktadır.
Bununla bağlantılı bir diğer hedef de, NATO operasyonlarında görev alabilmek için gerekli altyapıyı ve beceriyi edinmektir. Bu kapsamda, yine 2000-2001 Programı’nda iletişim ve enformasyon sistemlerinin ortak operasyonlara zemin hazırlayacak şekilde standardizasyonu öngörülmektedir. Dolayısıyla BİO üyesi bir ülke, silah envanterinden haberleşme sistemlerine varana kadar, kendini emperyalist yayılmacılığın ihtiyaçlarına göre düzenlemek zorundadır. En az bunun kadar önemlisi bu standardizasyon, iletişim sistemlerinin hem gerekli teçhizatın edinilmesi hem de haberleşmenin doğrudan denetlenebilmesi açısından ABD emperyalizmi kontrolünde olması anlamına gelir. Böyle bir ülkede nasıl bir ulusal güvenlikten ya da bağımsızlıktan bahsedilebilir?
Savunma güçlerinin sivillerce kontrolüne gelince; kuşkusuz buna “militer ile demokrat güçler arası savaşım”da dengenin ikincisi lehine değişeceği iddiasıyla sevinenler olacaktır. Oysa bu koşulun sonuçlarından biri, özellikle 1990’ların ilk yarısında birçok eski sosyalist ülkenin ordusunda İngiliz ve ABD’li yetkililerin üst düzey görevlere getirilmesi olmuştur. Her türlü emperyalist projeden “demokratikleşme perspektifi” türetebilenlerin gözünde, “küreselleşen dünyamızda” emperyalizmden asker ithal etmekten daha meşru ne olabilir?
BİO üyesi ülkelerin emperyalist projelere hizmette ne kadar geliştiklerini ispatlamaları için Balkan operasyonları ilk somut vesile oldu. Gerçekten de emperyalizm Balkanlar’ı kan gölüne çevirirken, BİO ülkeleri çok sayıda askeri birliği bölgeye gönderdi. Makedonya, NATO Hava Kuvvetleri Erken Uyarı Sistemi’nin kendi hava sahasında faaliyet göstermesine izin verdi. Emperyalist saldırganlığa ortak olmayanlarsa cezalandırıldı. Örneğin Bosna müdahalesinde BİO ülkeleri, Yugoslavya’ya silah ambargosu Sırbistan ve Karadağ’a ekonomik yaptırım uyguladı.
BİO ve AAOK, NATO’ya genişleme sürecinde birçok kapı açmıştır. Her şeyden önce, bu ortaklık tam da emperyalist yayılmacılığın hız kazandığı bir dönemde bunun gerektirdiği siyasi ve askeri-teknik altyapıyı hazırlamaktadır. Çünkü BİO üyesi olmak demek, operasyonlarda NATO’ya topraklarını açmak ve bu operasyonlara bizzat katılmak demektir. Balkanlar, Orta Asya ve Kafkaslar’daki tüm ülkelerin BİO veya AAOK üyesi oldukları düşünüldüğünde, ABD emperyalizminin NATO aracılığıyla ulaşamayacağı kritik bir coğrafya yok gibidir. BİO’nun koşullarından biri de, ülke silahlı kuvvetlerinin emperyalist operasyonlarda görev alabilecek şekilde reorganize edilmesidir. Bir başka deyişle, silah envanterinin NATO elindeki silahlarla standardize edilmesidir. NATO’nun askeri ve siyasi anlamda lideri konumundaki ABD emperyalizmi açısından bu koşulun anlamı büyüktür: Böylece, bir yandan büyük ölçüde kendisinin ürettiği silahların satın alınmasını zorunlu kılarak kendi silah tekellerini ihya etmekte, diğer yandan ise orduları tam anlamıyla kendine bağımlılaştırmaktadır. Yine BİO üyesi olmak demek, ulusal güvenliği emperyalizmin ihtiyaçlarının güdümüne sokmaktır. Böylece ABD emperyalizmi, bir ülkenin dış politika yönelimlerinden silahlanma stratejisi ve ulusal silah sanayisine kadar tüm kritik konularda doğrudan belirleyici olmaktadır.
Sonuç olarak, BİO bir yandan NATO üyesi olmayan ülkeleri emperyalist projelerin bir parçası haline getirirken diğer yandan bu ülkeleri NATO üyeliğine de hazırlamıştır. Çünkü NATO üyeliği demek, askeri yapılanma ve siyasi yönelimler itibariyle emperyalizmin dünya ölçeğindeki projelerinin bir parçası olmaya hazır ve uygun hale gelmek demektir. Bu ise, birbiriyle ilişkili iki koşulun yerine getirilmesi anlamına gelir: Bir, ulusal ordular NATO üzerinden ABD emperyalizmine her açıdan bağımlı hale gelmeli; bir başka deyişle yeterince küçültülmelidir. İki, silahlı kuvvetler küçültülürken, planlama ve karar alma mekanizmaları da NATO aracılığıyla ABD emperyalizminin tercihleriyle uyumlulaştırılmalıdır. BİO ise hem askeri-teknik yapılanmada hem de idari süreçlerde gerçekleştirdiği yenilenme ile bunun zeminini hazırlamıştır.
Üstelik bunu yaparken, BİO üyeliğinin belli bir vadede doğrudan NATO üyeliği anlamına gelmeyeceği şantajı da eksik edilmemiştir. NATO üyeliği için asıl koşul, teknik ya da idari ölçütlerin yerine getirilmesi değil, ülkedeki siyasi iradenin emperyalizme hizmete ne ölçüde hazır olduğunu göstermesidir:
“Size, yanlarına tek tek çentik atabileceğiniz ve sonuncusunu yerine getirdiğiniz takdirde üye olabileceğiniz birkaç koşuldan oluşan bir liste veremeyiz. Bu, daha ziyade politik bir süreçtir. (…) Bir, savunulmaya değer olduğunuzu bize gösterin. Bizim değerlerimizi paylaştığınızı ispat edin (…) İki, çorbada sizin de tuzunuz olabileceğini, ortak savunmaya katkı koyabileceğinizi gösterin (…) Aksi takdirde, Kuzey Atlantik Anlaşması’nın 5. maddesi (herhangi bir üyeye yapılan silahlı saldırının tüm üyelere yapılmış kabul edileceği taahhüdü), bir yandan savunma bütçeleri azalırken diğer yandan bu taahhüdün genişleyeceği düşünüldüğünde, bütçede büyük bir delik yaratacaktır.”9
Emperyalist NATO kan tazeliyor: Yeni üyeler
1995 yılındaki Amsterdam “Barış” Kongresi’nde Orta ve Doğu Avrupa’daki pek çok eski sosyalist ülke emperyalizm ile ilişkileri güçlendirmek konusunda bir siyasi irade beyanında bulunmuş olsalar da, ABD emperyalizmi ilk yeni üye alımı için 1999 yılını beklemeyi tercih etti. Bunun nedeni kesinlikle eski sosyalist ülkelerde kilit konumdaki kadroların samimiyetinden duyulan endişe değildi. Eski sosyalist ülkelerde siyasi karar mekanizmalarının kilit noktalarına yerleşmiş hain kadroların en ibretlik örneğini Çekoslavakya’da bulmak mümkün. Nitekim 1990 yılında Çekoslavakya derhal bir AGİT zirvesinin gerçekleştirilmesini ve tüm Avrupa ülkelerinin içinde yer alacağı bir Avrupa Güvenlik Komisyonu’nun kurulmasını önerdi. Kasım 1990’da olağanüstü AGİT Zirvesi toplanacak ve zirvenin hemen öncesinde Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması imzalanacaktı. Bu sürecin başını çeken ülkelerden Çekoslavakya’daki sosyalizmi tasfiye etmekte kararlı siyasi kadrolar, 1991 yılında ilan edilen Sivil Forum’da, NATO’nun bölgede barış ve özgürlüğün garantörü olduğu belirtiliyordu. Çekoslavakya ve NATO arasında resmi görüşmelere başlanması ise Varşova Paktı’nın dağılmasından hemen birkaç gün sonra, 1 Mart 1991’de karara bağlandı.
Ancak tüm bu beyanlara rağmen, Çekoslavakya Devlet Başkanı Havel’in 1991 yılında ABD’yi ziyareti esnasında üst düzey bir ABD’li resmi yetkili, ABD’nin Çekoslavakya, Macaristan ve Polonya’nın NATO üyesi olmalarına karşı olduğunu ancak derhal yakın ilişkiler kurulması gerektiğini açıkladı. Bu kapsamda, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile NATO arasında yakın temas ve diyalog sağlama adına Kuzey Atlantik İşbirliği Konseyi kuruldu ve NATO delegasyonları AGİT aracılığıyla bu ülkelere “ziyaretler”de bulundu. Kısa süre sonra ise Barış İçin Ortaklık Projesi ortaya atılacaktı. ABD emperyalizmi, NATO üyeliği talep eden üç ülkenin (Çekoslavakya, Macaristan ve Polonya) önce bu ortaklıkta “ısınması” gerektiğini belirtiyordu.
ABD’nin yeni üyeler konusunda frene basmasının nedenlerinden biri olarak, özellikle 1990’ların ilk yarısında “Rusya faktörünü” gözetmek zorunda kalmasından bahsedilebilir. Sovyetler Birliği’nin artık çözülmüş olduğu ve komünistlerin iktidardan indirildiği doğrudur. Ancak karşı devrim sonrası dönemin başlarında komünistlerin iktidarı geri alma olasılıklarının henüz tümüyle ortadan kaldırılamamış olduğu unutulmamalıdır. Dolayısıyla Sovyetler Birliği’nin bölgedeki askeri varlığı sona erdirilirken NATO ile ABD asker ve silahlarının bölgeye hızla yerleşmesi, Yeltsin liderliğindeki pro-emperyalist kadroların iktidarını ciddi şekilde sarsabilirdi. Bu nedenle Rusya’nın eski Sovyetler Birliği topraklarındaki fiziksel varlığını bir süre daha devam ettirmesine göz yumuldu. Örneğin Rusya’nın Transkafkasya’da AKKA’da belirlenmiş olan kanatlarla ilgili tavanları aşma çabalarına, 1996 yılına kadar ses çıkarılmadı.
Bunu yaparken, ABD emperyalizmi bölgeye yerleşmekten de geri durmamıştır. BİO, diğer işlevlerinin yanı sıra, Rusya içinde kapitalist restorasyon sürecinin sekteye uğratılmaması için NATO yayılmacılığının perdelenmesi açısından da değerlendirilmelidir. Nitekim Yeltsin’in “Rusya’nın hakkını yedirmeyen lideri”ni oynadığı 1994 yılında, Rusya ve onun en yakın müttefiği olarak görülen Ukrayna BİO’ya katıldılar.
Burada altı çizilmesi gereken, Rusya’nın bölgeyi kapitalist-emperyalist sistemden koparma potansiyeline ya da niyetine sahip olmadığıdır. Sorun, emperyalizmin “küçültme” politikasının bu pazarlıklar tarafından taciz ediliyor oluşudur. Yani reel sosyalizmin çözülüşü sonrasında görünüşte hala Sovyetler Birliği’ni oynamaya çalışan Rusya küçülmeden önce kendini emperyalist sistem içi misyonlar açısından önemli kılacak bir konumu garantilemeye ve bu ana kadar önemini arttıran kozları kolayca elden çıkarmamaya kararlıydı. Dolayısıyla, temelinde ABD karşıtı bir politika yatmasa bile, tek başına bu pazarlığın dahi emperyalizm ile belli gerilimlere yol açmasına şaşırmamak gerekir. Belirtmiş olduğumuz gibi, NATO üyeliği belli teknik kriterlerin karşılanmasını fazlasıyla aşan politik bir süreçtir. Bu süreçte NATO, yeni üyelerinin kapitalist-emperyalist sistemle entegrasyonlarının iktisadi ve siyasi ayaklarını bir bütün olarak gözetmektedir. Kısacası, emperyalizm Sovyetler Birliği’nin varolduğu dönemde “tahammül ettiği” pazarlıklara artık şans tanımayacağını ilan etmiştir.
“Rusya faktörüne” bu gerilimlerin ötesinde bir anlam atfederek, Rusya’nın ABD emperyalizminin bölgedeki yayılmacılığını karşı blok kurmaya çalıştığı iddiası, bizzat ABD emperyalizmi tarafından bilinçli olarak ortaya atılmıştı. Buradaki kaygı, Varşova Paktı’nın dağılması ve Sovyetler Birliği’nin çözülmesi sonrasında ABD emperyalizminin bölgedeki varlığını arttırmasının Avrupalı emperyalistlerin ve halkların gözünde meşrulaştırılmasıydı. Bu iddialar, bir yandan ABD emperyalizminin siyasi iktidarları bir an önce kendi yanında konumlanmaları için sıkıştırmasına yarıyor, diğer yandan da kapitalist restorasyon ve ABD emperyalizmi ile yakınlaşma misyonlarını üstlenen siyasi iktidarlara önemli bir bahane sunuyordu: Belki Sovyetler Birliği dağılmıştı; ancak Rusya yayılmacılığı hala tehdit olmaya devam ediyordu!
Burada Rusya’ya düşen, ABD yayılmacılığın dışında ve karşısında konumlanarak değil tam da içinde yer alarak süreçte rol kapmak derdinde olduğunu göstermekti. Bir başka deyişle, hala fiziksel varlığını devam ettirdiği bölgelerin emperyalizme bağlanması misyonuna adaylığını koyuyor, bunun karşılığında da bir miktar pay talep ediyordu. Rusya, ABD karşıtı bir bloğun liderliğine soyunmadığını göstermek için yoğun çaba sarf etti. Örneğin Rusya’dan, Çek Cumhuriyeti’nin NATO’ya üyeliği durumunda bölgedeki enerji kaynaklarının ya da askeri varlığın ABD kontrolüne geçmesine karşı herhangi bir tepki gösterilmeyeceği açıklamaları yapıldı.
Yeni üyeler için 1999 yılının beklenmesi, sadece Rusya etkenine dayanmıyordu. Bu aday ülkelerin NATO üyesi olabilmeleri için genel siyasi iradenin ötesinde atılması gereken adımlar vardı. Örneğin sosyalizm döneminden kalma üst düzey askeri kadroların derhal tasfiye edilmesi ve karar mekanizmalarının hızla emperyalizmin doğrudan kontrolüne tabi kılınması gerekiyordu. Ayrıca yine sosyalizm döneminden kalma silahların elden çıkarılarak standardizasyon adı altında ABD silahlarının satın alınması şart koşuluyordu.
Bu adımlar üye olduktan sonra atılamaz mıydı? Eğer bu ülkeler üyeliğe kabul edilmediği için ABD emperyalizmin bölgede yayılması gecikmiş olsaydı, belki bu tür bir geçiş süreci tercih edilebilirdi. Ancak ABD emperyalizmi, bölgeye NATO üyeliği olmaksızın girebildi. Örneğin BİO imzalanır imzalanmaz, birkaç ay içinde, hem ülke “savunması” hem NATO birlikleri ile işbirliği konularında görevli tugaylar faaliyete başladı. Yine aynı yıl içinde NATO birlikleri ile İşbirliği Tugayı 94 adındaki BİO orduları, Polonya’da ortak tatbikata başladı. Dolayısıyla bu süreci, emperyalizm adına misyon üstlenebilmek için bir “eğitim” ve dönüşüm süreci olarak tanımlayabiliriz. Ve tüm bu süreç içerisinde sadece askeri değil, aynı zamanda siyasi ve toplumsal açılardan önemli değişimlerin temelleri atıldı:
“Son beş yıl içinde, bu reformlar silahlı kuvvetlerin sadece yapısını, komuta, kontrol, iletişim ve istihbarat sistemleri ile operasyonel prosedürlerini değil; aynı zamanda askeri eğitim sistemini ve personel yapısını da temelden değiştirmiştir. Bu değişimler sadece silahlı kuvvetler açısından aşırı derecede karmaşık olmayacak; aynı zamanda neredeyse kaçınılmaz şekilde toplumsal gerilimler yaratacak ve ordu ile toplum arasında farklı bir ilişkinin kurulmasına yol açacaktır.”10
Üyeliğin hemen ardından atılan adımlara baktığımızda, üyelik öncesi dönüşümlerin nereye oturduğunu görmemiz de kolaylaşmaktadır. NATO üyeliği söz konusu ülkenin artık NATO’dan ve ABD emperyalizminden bağımsız tek bir adım dahi atamayacağı bir aşamada gerçekleşmektedir. Ve üyelikle birlikte artık yeterince küçültülmüş olan silahlı kuvvetlerin bağımsız bir ordu olarak değil, NATO kuvvetlerinin bir bileşeni olarak örgütlenmesine geçilmiştir. Örneğin Polonya ordusunun yeniden yapılandırılması sürecinde, silahlı kuvvetlerin üçte birini oluşturacak olan acil müdahale güçlerinin diğer NATO ordularıyla operasyonel birliktelik sağlaması gündeme gelmiştir. Bunun yolu ise NATO standartlarına uygun silahlanma ve ekipmanın tamamlanması ve bu birimlerin Polonya sınırları dışında müdahaleye hazır şekilde örgütlenmesidir. Yine bu sürecin bir parçası olarak profesyonel orduya geçilmesi tasarlanmaktadır. Bunun adımları da atılmaya başladı: 2001 yılı sonunda ordu personelinin sayısı yüzde 13 oranında azaltıldı. Bunun sonucu olarak Polonya silahlı kuvvetlerinde 180 bin kişilik personelin yarısı profesyonel asker kapsamına alındı. 2003 yılı sonunda ise toplam sayının 150 bine düşmesi ve bunun 75 bininin profesyonel asker olması şart koşuluyor.11
Bu dönüşümün tek bir anlamı var: Artık NATO üyesi ülkelerin ordularının ana görevi, emperyalizm adına gerektiğinde kendi toprakları dışında da savaşabilir hale gelmektir. Yani artık bağımsız bir Polonya ordusu ya da Çek ordusundan bahsetmek imkansızdır; bunların hepsi NATO ordusunun bir parçasıdır. Ve NATO ordularının hedeflerinden birinin de farklı ülkelerdeki devrimci kalkışmalar olduğu asla unutulmamalıdır. Bunun komünistler için anlamı ilk bakışta görünenden çok daha önemli. ABD emperyalizmi bir yandan ulusal orduları küçültür ve kendi başlarına hareket edemez hale getirirken, diğer yandan NATO ordusunu gerektiğinde bu ülkelerdeki siyasi iktidarların hizmetine sunmayı taahhüt etmektedir. Yani bu ülkede düzeni sarsan bir kalkışma veya devrimci durum oluştuğunda, karşımızda Çek, Polonya ya da bir Balkan ülkesinden gelen profesyonel askerleri de bulacağız. Dolayısıyla profesyonel orduya geçişin sayısal olarak ordularda bir küçülme yaratacağı ilk bakışta doğru görünmekle birlikte, önemli bir ayrıntı atlanmamalıdır. Bu ordular, sınır ötesi operasyonlara her an hazır olacak şekilde eğitilmektedirler. Daha da önemlisi, profesyonel ordu, askerlerin ülkedeki tüm siyasi gelişmelere duyarsızlaştırılması ve “görev adamları” haline gelmesidir. Yani “profesyonel asker” için kurşun sıktığının kendi halkı olması ve hatta emrin doğrudan emperyalistlerden gelmesi hiçbir şeyi değiştirmez. Böyle bir ülkede devrimin ordunun alt kademelerinde bir yarılma yaratması çok daha zordur.
NATO üyeliği kapsamında Polonya silahlı kuvvetlerinin silah envanterinde ve askeri örgütlenmesinde 2006 yılına kadar yerine getirmesi gereken koşullar listesine baktığımızda da, aynı doğrultuda adımlar atıldığını görüyoruz. Polonya’nın üye olduktan sonra alması gereken silahların çoğu, sınır ötesi operasyonlarda saldırı amacıyla kullanılmaya yöneliktir. Ayrıca Polonya’da 2006’ya kadar yedi hava üssü açılması şart koşulmaktadır.
Emperyalizmin toplumsal gerilimler çıkabileceği ve ordu ile toplum arasındaki ilişkinin değişeceği konusundaki uyarıları boşuna değildir. NATO üyesi ülkelerin halkları emperyalizme karşı yurt savunmasında değil, emperyalizm adına başka ülkelerin halklarına saldırılar sırasında ölen askerlerinin tabutlarını karşılayacaklardır.
11 Eylül sonrasında NATO
11 Eylül saldırılarının ardından bir kere daha NATO’nun önemsizleşip önemsizleşmediği tartışmaları yaşandı. Bu sefer tartışmaların kaynağında, ABD’nin 11 Eylül sonrasında Afganistan’a düzenlediği saldırılarda NATO’yu kullanmayarak kendi başına hareket etmesi vardı. Hemen sonrasında Irak Savaşı gündeme geldiğindeyse, ABD yine özel ittifaklar kurmaya girişiyor; ancak saldırı planlarında NATO’nun adı geçmiyordu.
Gerçekten de ilk bakışta tüm gelişmeler, ABD emperyalizminin NATO’yu devre dışı bıraktığı izlenimini doğuruyor. Ancak 11 Eylül saldırılarına cevaben yapılan operasyonlarda NATO, saldırı kararının alındığı organ olarak olmasa da, ABD emperyalizmine askeri ve siyasi destek sunma açısından üstüne düşeni yapmıştır. Saldırının hemen ardından Orta Asya’daki Avrupa-Atlantik İşbirliği Konseyi üyesi Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Türkmenistan ABD’nin “terörizme karşı savaş” adı altında yürüttüğü saldırgan politikaya desteklerini açıkladı. Özbekistan ise hava sahasını ABD uçaklarına açarak Afganistan operasyonunda rol aldı. 11 Eylül’ü takip eden operasyonlarda kullanılan üslerin NATO değil ABD üsleri olması, NATO’nun önemsiz olduğu anlamına gelmemektedir. ABD, bu üsleri BİO ve AAİK aracılığıyla bölgeye yayılması sayesinde elde etmiştir.
Ayrıca tüm NATO üyeleri, ittifaka ait olan hava erken uyarı ve kontrol sistemlerini (AWACS) ABD’nin kullanımına sundu. AWACS hava gücü kapsamında Belçika, Almanya, Yunanistan, İtalya, Portekiz, İspanya ve Türkiye’den mürettebat da görev üstlendi. Yine NATO’ya ait Akdeniz Daimi Deniz Kuvvetleri, ABD’nin “terörizme karşı savaşına” destek sunmak adına Doğu Akdeniz’e gönderildi.
11 Eylül’ün bir diğer önemli sonucu da Rusya-NATO ilişkileri özelinde yaşandı. 11 Eylül sonrası ABD dış politikası, Rusya kapitalizmi açısından bulunmaz bir fırsat sundu. Rusya ile ABD arasında NATO özelinde yaşanan pazarlığın içeriğinden daha önce bahsetmiştik: Eğer ABD emperyalizmi Rusya’nın hala bir etkinlik alanına sahip olduğu Orta Asya ve Kafkaslar’da varlığını daha ileri düzeye taşıyacak ve bölgeyi kendine daha doğrudan bağlayacaksa, Rusya da burada misyon sahibi olmalıydı. ABD emperyalizmi 11 Eylül saldırıları sonrasında artık vaktin geldiğine kanaat getirmiştir. Üstelik ekonomisi küçülmüş olan ve Dünya Ticaret Örgütü’ne girmek için çırpınan Rusya’nın bölgeyi emperyalizme bağlamada “aracılık”ın ötesinde bir misyona göz dikmesi imkansızdır. Rusya ise ABD emperyalizminin sistem içinde kendi konumunu güçlendirmeye ve mutlaklaştırmaya yönelik olarak atacağı adımların kokusunu iyi almıştır. Artık emperyalist sistem içinde ayak sürümenin nesnel zemini daralmaktadır. Geleceğini kapitalist-emperyalist sistemin önemli bir öznesi olmaya bağlarken, bu sistemin en tepesindeki ülkeyle sıkı pazarlık yürütebilmenin şartı, hiyerarşide merkezi paylaşıyor olmaktır. Avrupalı emperyalistlerle ABD emperyalizmi arasında Irak Savaşı ve BM başlıklarında çıkan tartışmalarda, Avrupalı emperyalistler bu konumlarından faydalandılar. Kaldı ki ABD emperyalizminin merkezi paylaşan ülkelerle arayı bu ölçüde açtığı bir dönemde onların bile bu pazarlıkta ne kadar etkili olabildikleri ortada.
Rusya ve ABD emperyalizmi arasında uzun süredir devam eden arayışlar, 11 Eylül sonrasında Rusya-NATO Ortaklık Konseyi’nin kurulmasıyla sonuçlandı. Bu Konsey, Rusya’ya veto ve 5. maddeden yararlanma hakkı tanımamakla birlikte, aradaki ilişkinin ilerletilmesi açısından önemlidir. Zaten bu iki hakkın Rusya’ya kısa vadede tanınması beklenmemelidir. ABD emperyalizmi Rusya’ya kendi açısından önemli bir bölgeyi emperyalizme doğrudan bağlama görevi verirken, bunun bir koz haline gelmesini engellemek için gerekeni yapacaktır.
Rusya-ABD ilişkilerinde yaşanan bir diğer önemli gelişme, nükleer silahlar alanındaydı. Varılan anlaşmaya göre, Rusya’nın şu anda elinde bulunan 6 bin nükleer başlığın sayısı 1700-2000’e indirilecek, ABD emperyalizminin ise on yıl boyunca 10 bin başlığı bulunacak. Belarus ve Kazakistan’dan nükleer silahların aşamalı olarak çekilmesi de alınan kararlar arasında yer almaktadır. Buna göre Rusya elinde belli bir miktar nükleer silah bulundurmaya devam edecek; ancak bu silahların kontrolü ABD tarafından sağlanacak. Yine ABD ile Rusya arasında çıkan ABM tartışmalarına son nokta koyuldu. Buna göre kıtalararası balistik silah başlıklarını yasaklayan eski anlaşmalar yürürlüğe konmayacak. Bu, Rusya ile ABD arasında ciddi pazarlıklara yol açan NMD (Ulusal Füze Savunma) Sistemi’nin Kafkaslar ayağının tamamlanması anlamına gelmektedir. Rusya, Orta Asya ve Kafkasya’daki kozlarını da bir bir elden çıkarırken, belli bir etkinliğe sahip olduğu Baltık’ta da ABD emperyalizminin önünü açmak konusunda taahhütte bulundu.
Tüm bunlar, NATO’nun 11 Eylül’ün ardından boş durmadığını gösteriyor. Ancak yine de operasyonların neden NATO bünyesinde gerçekleştirilmediği sorusu önemlidir. Birincisi, ABD emperyalizmi kendi başına gerçekleştirebileceği operasyonlarda NATO’yu mali bir yük olarak görmektedir. Çünkü NATO’nun harcamalarını hala büyük ölçüde ABD emperyalizmi üstlenmekte, oysa operasyon sonrasında NATO’nun tüm büyük ülkeleri, katılım karşılığında paylaşımdan pay istemektedir. Yani birlikte yapılan operasyonun pastası da birlikte yenmek zorundadır. 11 Eylül’ün hemen ardından NATO bütçesinin yeniden gündeme getirilmesinin arkasında bu yatmaktadır. Diğer yandan ABD emperyalizmi 11 Eylül sonrasında enerji kaynaklarını ele geçirmeye yönelik olarak ardı ardına saldırı planları yaparken, bu pastayı Avrupalı emperyalistlerle paylaşmamaya kararlıdır. Üstelik ABD’nin emperyalist saldırılarında NATO çatısını kullanmaması, belli olanaklara ulaşmasını engellememektedir. ABD, operasyon hangi çatı altında yapılırsa yapılsın, NATO aracılığıyla edindiği üsleri ve yerleştirdiği sistemleri kullanabilmektedir. Dolayısıyla NATO’nun bundan sonra pek çok askeri operasyonda kullanılmaması olası gelişmelerden biridir ve bu asla NATO’nun önemsizleşeceği şeklinde yorumlanmamalıdır. NATO, tam da “uluslararası terörizme karşı uluslararası savaş” konseptine uygun bir araçtır. ABD emperyalizmine geniş bir coğrafyada sunduğu teknik ve askeri olanaklar, her an kullanıma hazır bir şekilde, el altında bekletilmektedir.
NATO neden önemsizleşmedi, sorusunun sadece askeri ve teknik yanıtları da yok. Sürekli vurguladığımız gibi NATO bir askeri örgüt olmanın çok ötesinde misyonlar üstlenmiştir. Örneğin örgüt bünyesinde faaliyet yürüten Politik İşler Birimi’nin faaliyet alanları, NATO’nun ABD emperyalizmi açısından neden kritik önemde olduğunu açıkça ortaya seriyor: üye ülkelerde ve BİO, AAİK ve Akdeniz Diyaloğu’na dahil ülkelerde NATO’yu ilgilendiren gelişmelerin ve Orta ve Doğu Avrupa’daki tüm politik gelişmelerin izlenmesi; akademik çevreler ve düşünce kuruluşlarıyla temas kurulması; NATO’nun Yugoslavya’daki politik rolünün gözden geçirilmesi; kriz yönetimi ve tatbikat planlaması. 11 Eylül sonrasında ise bu başlıklara, “terörle mücadele” bahanesi üzerinden yenileri eklendi; Prag Zirvesi’nde bu konuda atılacak somut adımlar belirlendi.
Prag Zirvesi
2002 yılı Kasım ayında düzenlenen Prag Zirvesi, gerek Balkanlar’daki ve Baltık bölgesindeki pek çok yeni ülkeyle üyelik görüşmelerine başlanması, gerek Avrupa Ordusu’ndan Rusya ile işbirliğine kadar pek çok tartışmalı konuda önemli mesafe kat edilmesi, gerekse NATO’nun “terörle mücadele”de üstleneceği rolün belirlenmesi açılarından oldukça önemliydi.
Prag Zirvesi’nde alınan kararlar arasında Romanya, Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Slovakya ve Slovenya ile üyelik müzakerelerinin başlatılması bulunuyor. Bu sayede NATO üyeliği aracılığıyla ABD emperyalizminin Balkanlar’da ve hatta Baltık bölgesinde varlık edinmediği ülke neredeyse kalmadı. Emperyalizm açısından krizin hâlâ tam anlamıyla çözülmediği eski Yugoslavya’dan kopan devletçiklerin pro-emperyalist liderliklerine ise cesaretlendirici vaatler düştü: Buna göre, bu ülkeler USSM gibi konularda emperyalizm ile işbirliğine devam ettikleri takdirde, yakın zamanda üyelikleri gündeme alınacak. Onun öncesinde ise, Federal Yugoslavya ile Bosna Hersek’in AAİK’ya dahil edilmesi gündeme geldi.
NATO’nun Baltık bölgesine açılma zamanlaması tesadüfi değil. Son bir yıldır Rusya-NATO ilişkilerinde yaşanan gelişmeler, bölgede ABD emperyalizminin elini oldukça rahatlatmış oldu. Prag Zirvesi ise, Türkiye’de Rusya’nın NATO ile yakınlaşmasını “NATO’yu kuşatma politikası” olarak tanımlayanlar için ibretlik bir ders niteliğindeydi: Buna göre Rusya-NATO ilişkilerinin gelecekteki en önemli gündemleri savunma reformunun gerçekleştirilmesi, Rusya’nın barışı koruma operasyonlarına daha etkin katılımı, sivil acil durum planlamasının geliştirilmesi ve füze savunma sistemleri konusunda adım atılması olacaktır. Acil durum planlaması deyince “teröre karşı işbirliği”nin, füze savunma sistemleri deyince ise NMD konusunda atılacak adımların akla gelmemesi imkansızdır.
Prag Zirvesi’nde 11 Eylül saldırılarına atıfta bulunan pek çok karar alındı. Bu atıflar, ABD’nin 11 Eylül’ü bahane ederek düğmeye bastığı Irak ve her yere anında müdahale etme kapasitenin geliştirilmesi planlarında NATO’nun da önemli misyonlar üstleneceğini göstermektedir. Bilindiği gibi ABD emperyalizmi son bir yıldır terörist saldırılara nereden gelirse gelsin derhal müdahale edilebilmesinin ve kitle imha silahlarının imha edilmesinin öneminden bahsetmektedir. Bu bağlamda Prag Zirvesi’nden Irak operasyonuna destek ve bir Acil Müdahale Gücü oluşturma kararları çıktı.
Irak konusunda açıklanan karara göre, tüm NATO ülkeleri, bizzat operasyona katılmasalar da, ABD’ye gereken desteği sunmak (örneğin hava sahalarını açmak) zorunda kalacak.
Acil Müdahale Gücü ise, gereken anda gereken bölgeye asker gönderilmesi politikasında atılması planlanan en geniş kapsamlı adımlardan biri olarak öne çıkıyor. 20 bin askerden oluşması gereken bu gücün çok kısa sürede ve hızla harekete geçebilir olması ve ileri düzey teknolojik silahlarla donatılması düşünülüyor. NATO üyelerinin bu güce katkı koyabilmeleri içinse, her zaman olduğu gibi modernizasyon ve silah alımı yeniden gündeme getiriliyor. Dolayısıyla ABD emperyalizminin, üye ülkelerin cephanelikleri arasındaki farkları gidermeleri konusundaki baskılarını arttıracağını söyleyebiliriz. Nitekim acil olarak tüm üyeler tarafından edinilmesi gereken silahlara baktığımızda, niyetin ulusal orduların her an ABD emperyalizminin hizmetine koşulmaya hazır hale getirilmesi olduğu kolayca anlaşılabiliyor. Örneğin bunlar arasında, askeri personel ve ekipmanı sorunlu bölgelere bir an önce ulaştırmayı sağlayacak büyük kargo uçakları yer alıyor.
Bununla ilişkili bir başka karar da, ABD emperyalizminin son 10 yılda ilk adımlarını attığı ulusal orduları tek başına hareket edemez hale getirme politikasının bir ürünü. Prag Zirvesi sonrasında açıklanan bildirgede, NATO üyesi ülkelerin ordularının kendi aralarında bir işbölümüne ve rol paylaşımına gitmesi, bu bağlamda da her ülkenin belli bir alana öncelik vererek orada uzmanlaşması yer alıyor. Bildirgede bunun gerekçesi, tek tek ülkelerin tüm alanlarda gerekli teknolojik gelişmeyi sağlamak için gerekli mali kaynaklara sahip olmaması olarak ifade ediliyor. Oysa, bu kaynakların zaten emperyalizmin kendisi tarafından emiliyor olması bir yana, ABD emperyalizminin ihtiyaçları gözetilerek yapılan silahlanma harcamaları için ayrılan kaynaklarla, bir ülkenin bağımsızlığını koruyarak kendi savunmasını güçlendirmesi pekala mümkün. Ancak NATO üyesi bir ülkenin silahlanma harcamaları ülke savunmasına değil, ABD emperyalizminin ordularından biri olarak saldırmaya dayanıyor; bir. İki, Bush yönetiminin geçtiğimiz yıl içinde yaptığı açıklamalara da paralel olarak, ABD’den bağımsız ve güçlü bir askeri gücün varlığı, ABD emperyalizminin çıkarlarıyla çatışıyor. Dolayısıyla NATO üyesi her ülkenin emperyalizmin çıkarlarına göre ve kendi ihtiyaçlarından bağımsız olarak belli alanlarda uzmanlaşması ve bu alanlarda da ABD emperyalizmine bağımlı olması isteniyor.
Prag Zirvesi’nin bir diğer önemli gündemi, Avrupa Ordusu oldu. Uzun zamandır ABD ve Batı Avrupa emperyalizmi arasında tartışma konusu olan Avrupa Ordusu hakkında karara varıldığı biliniyordu. Balkan operasyonlarında Avrupalı emperyalistlerin askerlerini tercih edenlere “müjde”, Prag Zirvesi’nde açıklandı: Buna göre Avrupa Ordusu, NATO içi işbölümünün bir gereği olarak, Balkanlar ve Doğu Avrupa’da NATO’nun Avrupa ayağı olarak görev üstlenecek. Yani eski sosyalist topraklara, belli bir vade içinde, emperyalizm adına Avrupa Ordusu bekçilik yapmaya başlayacak. Ayrıca bu ordu, NATO’dan lojistik ve planlama konularında destek alabilecek.
Bu karar karşısında Türkiye’den ses çıkmaması ise şaşırtıcı ya da beklenmedik bir gelişme olarak görülmemeli. Tartışmaların başından bu yana dediğimiz gibi pazarlık, ABD ile Avrupalı emperyalistler arasında dönmektedir. Türkiye ise, gerek ABD emperyalizminin tartışmalarda elini güçlendirme vesilesi olarak gerekse tartışmadan faydalanarak bir şeyler kapma niyetiyle hareket etmiştir. Zaten silah sanayisinden dış politikaya her yönüyle ABD’ye bağlanmış olan Türkiye’ye bu tartışmada ABD emperyalizminin kuyruğu olmaktan öte bir rol düşmesi beklenemezdi.
Avrupa’nın NATO olanaklarını kullanma konusunda kazandığı hak ise, Avrupa adına bir başarı olarak görülebilir. Ancak bu, “ABD’ye karşı” kazanılmış bir başarı değildir. Yani kendi olanakları bu tür bir orduyu beslemeye yetmeyecek olan Avrupalı emperyalistler böylece misyonlarını gerçekleştirmek için muhtaç oldukları ABD emperyalizminden destek almışlardır. Avrupalı emperyalistlerin ABD’nin olanaklarına muhtaç olmasından, “Avrupa ABD’yi devre dışı bıraktı” sonucu çıkarılamaz.
NATO genişlerken Türkiye…
Soğuk Savaş yıllarında NATO, Türkiye kapitalizmi açısından, emperyalizmin Sovyetler Birliği’ne yönelik saldırılarında bir misyon üstlenebilmek açısından oldukça önemliydi. Tüm ülkelerin konumunu belirlediği iki kutuplu dünyada NATO üyeliği, Türkiye’deki egemen sınıf tarafından ABD desteğini arkaya almanın bir aracıydı. NATO aracılığıyla bu ülkede açılan NATO ya da ABD üsleri, bu topraklara yığılan nükleer ve diğer silahlar Türkiye kapitalizminin gözünde emperyalizmin kendisine verdiği desteğin birer göstergesiydi.
Bu yıllarda Türkiye ile ABD arasında NATO gözlemciliğinde birçok ikili anlaşma imzalandı. Bu anlaşmalar, ABD emperyalizminin Sovyetler Birliği’ni kuşatma politikalarının bir parçası olarak Türkiye topraklarına yerleşmesine hizmet ediyordu. Yine bu yıllarda Türkiye’de pek çok ABD ve NATO üssü açıldı; Türkiye’ye ait üslere ABD’nin askeri personel ve ekipmanı yerleştirildi. Bu ekipmanlar arasında, nükleer silahların yanı sıra, Sovyetler Birliği’ni gözetlemek için kurulmuş olan elektronik istihbarat sistemleri de bulunmaktaydı. Türkiye genelindeki ABD askerlerinin sayısı, 1968 yılında 25 bine ulaşmıştı.
1990’lara gelindiğinde ise, Türkiye Sovyetler Birliği’ne komşu olmaktan kaynaklanan “jeostratejik önem”ini yitirirken, emperyalizmin gözünde “değerini” kaybetme endişesiyle yüz yüze kaldı. Ancak yeni dönemde emperyalizme hizmet etmenin yolu kısa süre içinde belirginlik kazanacak ve NATO üyeliği de bunun araçlarından biri olacaktı. İlk örnek, Körfez Savaşı ile yaşandı. Türkiye’ye ait olan, ancak esasen Soğuk Savaş yıllarında ABD emperyalizminin bölgedeki ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla kurulmuş olan Malatya ve Erzincan üslerinden Türk ordusuna ait birlikler Irak sınırına gönderildi.
Bunun bir ikinci örneği, bugün Irak krizi ile ilgili olarak gündeme gelmektedir. Türkiye ile ABD arasında Irak operasyonu konusunda dönen pazarlıklarda ABD emperyalizminin pazarlık sınırlarını çizmek için kullandığı argüman oldukça önemlidir: Türkiye bir NATO üyesidir ve bu, Türkiye’nin dış politikasının ABD emperyalizminin ihtiyaçları gözetilerek belirlenmesi gerektiği anlamına gelir. Çünkü NATO üyeliği, hem siyasi hem askeri açıdan Türkiye’yi ABD emperyalizmine bağlamaktadır.
Nitekim genişleme dönemi, bu bağımlılık nedeniyle, NATO ve diğer emperyalist örgütler gibi Türkiye kapitalizminin farklı kurumlarında da yeni dönemin ihtiyaçlarına göre düzenlemeler yapılan bir dönem oldu. Özellikle Körfez Savaşı’nın göstermiş olduğu gibi, emperyalizm, sosyalizmden boşalan alanlara doğru hızla yayılmaya başlıyor ve Türkiye kapitalizmi de bu yayılmacılık ihtiyacına göre askeri örgütlenmesini yeniliyordu. Yeni dönemde emperyalizmin ihtiyaçları açısından Türkiye ordusunun edinmesi gereken en önemli özellik, askerlerini, üslerini ve ekipmanını sınır ötesi operasyonlarda hızla devreye sokulabilir hale getirmekti.
Bu bağlamda 1994 yılında TSK’nın aldığı karara göre Türkiye’de bugün 4 askeri bölge bulunmaktadır: Birinci askeri bölge Trakya, Boğazlar ve Balkanlar’ı, ikincisi Malatya merkezli olarak Suriye, Irak ve İran sınırlarını, Erzincan merkezli üçüncüsü Gürcistan ve Ermenistan sınırlarını, merkezi İzmir’de bulunan dördüncüsü ise Ege ve Kıbrıs’ı görev alanı olarak tarif etmektedir. Bunların ilk üçü, NATO acil durum alarmı verdiğinde NATO komutasına verilecektir. Ancak ABD emperyalizminin NATO bünyesi dışında yaptığı operasyonlarda da buralarda bulunan ordular savaşa sürülmektedir. Nitekim Körfez Savaşı’nda Irak sınırına gönderilen askeri birlikler, ikinci ve üçüncü bölgedeki ordulardan gelmişti.
Aynı şekilde ABD ile Türkiye arasındaki ikili anlaşmalar vesilesiyle emperyalist saldırılarda kullanılan üsler, Türkiye’nin bağımsız dış politika geliştirebilmesinin önünde önemli bir engel teşkil etmektedir. Bu noktada üslerin ABD’ye ya da Türkiye’ye ait olması pek bir şey değiştirmemektedir. Çünkü NATO üyesi bir ülke olan Türkiye’yi üsleri gerektiğinde emperyalizme açmaya zorlayan pek çok baskı aracı vardır. Bunların bir kısmı silah sanayisindeki bağımlılık benzeri daha dolaylı araçlar. Ancak NATO üyesi olmanın getirdiği doğrudan yükümlülükler de unutulmamalıdır.
Bugün Savunma Sanayisi Destekleme Fonu tarafından Türkiye silah sanayisinin geliştirilmesi adı altında teşvik edilen projelerin çoğunda yabancı ortaklar bulunmaktadır. Bu bağımlılaştırma politikası, özellikle 1980’li yıllarla birlikte bilinçli olarak hızla ilerletilmiştir. Örneğin Türkiye’de en büyük silah üreticisi, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’na bağlı Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu (MKEK) iken 1988 yılında bu kurumun üretimi hafif silahlarla sınırlanmış ve roket ve füze üretimi ROKETSAN’a devredilmiştir. ROKETSAN’da, 4 Avrupalı şirketin oluşturduğu bir konsorsiyum ile ABD şirketi LTV Corporation hisse sahibidir. Bu, ülke silah sanayisinin önemli kollarının emperyalist sermayeye devri anlamına gelmektedir. Yine F-16’ların üretimi de ABD şirketlerinin oluşturduğu bir konsorsiyumun elindedir (yüzde 42 General Dynamics, yüzde 7 General Electrics).
Türkiye ordusunun silah envanterine bakıldığında ise yine, ABD emperyalizmine tam boy bağımlılık söz konusudur. Silahların çoğu ABD’den satın alınmaktadır. Kimilerine göre Kıbrıs’ta emperyalizme “kafa tutan” Türkiye ordusunun adadaki tankları, ABD yapımı M-48’lerdir.
Türkiye, genişleme döneminin bir diğer önemli başlığında, NATO’nun Orta ve Doğu Avrupa ülkeleriyle üyelik ve ortaklık ilişkisi kurma çabalarında da kendine yer bulmaya çalışmaktadır. Bu konuda Türkiye’nin soyunduğu misyon, eski sosyalist ülkelerin emperyalist sisteme entegrasyonlarında aracılık yapmaktır. Bu aracılık misyonu, eski Çekoslavakya, Macaristan ve Polonya’nın NATO üyeliğinde Türkiye’ye düşmedi. Çünkü Türkiye’ye, bu büyüklükte ülkeleri emperyalizme bağlama misyonu fazla bol geldi. Ancak Balkan operasyonlarında, bombalamalara bizzat katılarak, kendine yer bulabildi. Bombardıman sonrasında “kriz yönetimi” adı altında bölgede emperyalizmin bekçiliğini yapma işi de, tüm siyasi ve askeri geleceğini ABD emperyalizminin bölgesel politikaları üzerinden tanımlamaya çalışan Türkiye kapitalizmine yakıştı.
Ancak genişleme süreci, Türkiye açısından belli gerilimleri de gündeme getiriyordu. Türkiye’nin, Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle “tarihsel bağlara” sahip olduğunu düşündüğü Orta Asya ve Kafkas ülkelerinin emperyalizme bağlanması işini üstlenme planları da vardı. Ne var ki, bununla birlikte, sosyalizmden kopan Rusya’nın bölgede Türkiye’nin olası misyonlarına adaylığını koyacağı endişesi söz konusuydu. Türkiye, Rusya’nın ABD emperyalizmi ile yaptığı pazarlıklardan hem memnuniyet hem de rahatsızlık duyuyordu. Çünkü bu pazarlıklar hem Rusya’nın bölgede emperyalizme aracılık yapma ihtimalinin en azından bir süre için geçersiz olduğunu, ama diğer yandan Rusya’nın bölgeyi kolay kolay terk etmeyeceğini gösteriyordu. Özellikle ABD’nin AKKA’da Kafkaslar için belirlenen üst sınırın Rusya tarafından aşılmasına bir süreliğine göz yumması ve Rusya ile işbirliği yolu araması, endişeleri daha da körükledi.
Gerçekten de, Rusya ile ABD arasında son süreçte yaşanan gelişmelere bakıldığında, emperyalizmin bölgeye yayılmasında aracılığın Türkiye’ye kalmayacağı görülmektedir. Kafkas ülkelerinden birkaçında askeri eğitim işlerinin üstlenilmesi, bu bağlamda çok abartılmamalıdır. Kafkas ülkeleri, Bosna-Hersek ya da Kosova gibi değildir. Önemli doğal kaynaklara sahip olan bu ülkelerin kuşatılarak emperyalizme bağlanması misyonu, Türkiye’nin boyunu aşmaktadır. Türkiye, en fazla, emperyalizmin gerektiğinde bu bölgedeki gelişmeleri kontrol altına almak için kullanacağı bir toprak olacaktır. Üstelik bu bölgenin kuşatılması için Rusya dolayımı, ABD emperyalizmi açısından daha tercih edilir bir opsiyondur. Bu aracılık karşılığında Rusya’nın bölgede ABD emperyalizmine sunabileceği pek çok olanak vardır. Türkiye kapitalizminin ise, “Türk dünyası ile tarihsel bağları” dışında elinde tuttuğu ve pazarlığını yapabileceği hiçbir kozu yoktur. Bu koşullarda tek koz, ABD emperyalizmi tarafından kendisine verilen bekçilik rolünü reddetmek olabilirdi. Ancak Ortadoğu’dan Balkanlar’a tüm yakın coğrafyasında geleceğini ABD emperyalizminin açılımlarına bağlayan Türkiye kapitalizmi açısından böyle bir olasılık söz konusu bile olamazdı. Olmadı da…
Kafkaslar’da aradığını bulamayan Türkiye, Romanya ve Bulgaristan gibi ülkelerin NATO üyeliğinin gündeme gelmesiyle yeniden heyecanlandı. Gerçekten de, özellikle BİO’nun devreye sokulmasıyla, Türkiye ile bölge ülkeleri arasında ABD emperyalizminin öncülüğünde ciddi bir işbirliği süreci başlamıştır. 1995 yılından beri, Türkiye ve Yunanistan gibi üye ülkelerin yanı sıra Romanya ve Bulgaristan gibi ortak ülkelerin de katıldığı çok sayıda tatbikat yapılmaktadır. Bu işbirliği Balkan komünistleri için çok ciddi bir tehdit içermektedir. Çünkü Balkanlar’da emperyalizm eliyle tam anlamıyla karşı devrimci bir bölgesel birliktelik örülmektedir. ABD emperyalizminin NATO üyesi ülkelere ülke içi siyasi krizlerde “NATO ordusu” vaat ettiğini belirtmiştik. İşte Türkiye ya da bir başka Balkan ülkesinde yükselecek bir devrimci hareketin karşısına, ilk başta Balkanlar’da yetiştirilen özel birlikler çıkacaktır. Yapılan ortak tatbikatların bir kısmının “kriz yönetimi” adını taşımasının anlamı budur.
Bugün dünya solunun NATO’yu önemsememe lüksü bulunmamaktadır. Her şeyden önce, NATO solu önemsemektedir. NATO stratejik konseptine krizi önleme, kriz yönetimi vs. başlıklar ekliyorsa, sol bunları “üzerine alınmak” zorundadır. Bir emperyalist örgüt, ülkeler içinde çıkabilecek krizlere karşı önlemler almaktan bahsediyorsa, solun bunu kendi gündeminin dışında tutma şansı yoktur. Emperyalizm açısından devrimci bir yükselişten daha büyük kriz olabilir mi? Sol açısından devrimci yükselişlere karşı dört koldan ideolojik, siyasi ve askeri hazırlığa girişen bir emperyalist örgüt önemsiz olabilir mi?
Dipnotlar ve Kaynak
- Jamie SHEA, NATO 2000: A Political Agenda for a Political Alliance, ed: Nicholas Sherwen, Brassey’s, 1990, s. 42.
- a.g.y., s. 31.
- www.nato.int.
- Daniel N. NELSON, “Europe’s Unstable East”, Foreign Policy, 82, Spring 1991, s. 147.
- Stanley R. SLOAN, “An American Perspective”, International Affairs, V. 66, Nr. 3, June 1990, s. 48
- www.socialistworker.co.uk.
- www.emperors-clothes.com/analysis.
- Esra ÇAYHAN-Nurşin Ateşoğlu GÜNEY, Avrupa’da Yeni Güvenlik Arayışları NATO-AB-TÜRKİYE, Afa Yay., 1996, s. 54.
- John BORAWSKI, “Partnership for Peace and beyond”, International Affairs, V. 71, Nr. 2, April 1995, s. 242.
- Bronislaw KOMOROWSKİ, “Reforming Polond’s Military”, NATO Review, Summer 2001, s. 28.
- a.g.y., s. 29.