Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin
8 Mart günü gerçekleşen toplantısından sonra
kamuoyuna açıklanan değerlendirme
1. Türkiye’nin savaş pazarlığı
Türkiye’nin ABD ile yürüttüğü pazarlıkların sınırları yapısal anlamda bellidir. Bu konuda ABD ve NATO ile, hatta batı ile köprülerin atılması olasılığını işleyen yorumcuların niyeti, Türkiye’nin batıya mahkumiyetini çarpıcı hale getirmek olarak okunmalıdır. Söz konusu mahkumiyet gerçektir ve düzen temsilcilerinin tüm pazarlıklarında asıl duvar burada dikilmektedir.
Ancak mahkumiyetin yalnızca tek taraflı olarak tarif edilmesi yeterli olmayacaktır. Türkiye burjuva düzeni, soğuk savaş döneminin jeo-stratejik önem argümanını canlandırmak için en uygun ortamı yakaladığı sezgisiyle davranmaktadır.
ABD’nin taahhüt ettiği miktarın azlığı/çokluğundan daha önemli nokta, Türkiye’nin bölgesel güç konumunu derinleştirme arzusudur. Bu açıdan ilke, elbette eninde sonunda ABD’ye layıkıyla hizmet üzerine oturtulacaktır.
Sorun ABD’nin dünyadaki tüm muhataplarının göreli önemini azaltmayı hedeflemesinden kaynaklanmaktadır. ABD açısından dönem, bölgesel güç odaklarının tahkimine değil, kayıtsız, sınırsız ve doğrudan egemenlik mekanizmalarına işaret etmektedir. Dolayısıyla bu gerilim kaynağı tüketilmiş olmaktan çok uzaktır. Önümüzdeki evrede ABD’nin Ankara’dan pazarlıkçılığın hesabını sormak isteyeceği, Ankara’nın ise hizmet-yerel güç dengesini gözetmeye çaba harcayacağı söylenebilir.
Düzenin üç önemli odağı büyük sermaye, askerler (ve cumhurbaşkanı ile yargının öne çıktığı bürokrasi) ve hükümet arasından ilki, yerel güç ve stratejik önem konularına en duyarsız tarafı oluşturmaktadır. Türkiye burjuvazisinin uluslararası sermaye ile bağları ve ülkemiz kapitalizminin dışa muhtaçlığı burada belirleyicidir. AKP hükümetinin egemen sınıfın bu niteliğine bağlı olarak emperyalizme acentalık ruhuyla iktidara geldiği biliniyor.
Asker ve sivil bürokrasi bu tabloyu düzeltmek için inisiyatif geliştiren ve inisiyatifi diğer kesimlere yayan özneyi ifade etmektedir. Kuşkusuz Türkiye’nin ABD ile pazarlıklarının arka planında söz konusu öznelerin iç rekabeti de rol oynamıştır. Ancak bu resimden hareketle TSK veya bir diğer bürokrasi kesimine kurumsal olarak “ulusal değer” atfedilmesi baştan aşağı saçma olacaktır. Genelkurmay Başkanı Özkök’ün tezkerenin Meclis’e takılmasından birkaç gün sonra yaptığı, daha doğrusu yapmak zorunda kaldığı “tezkerede yazılanlar bizim de görüşlerimiz” açıklaması bu açıdan son derece öğreticidir. Beklenilmesi gereken sistemin bazı kurumlarının daha fazla taşıyamayacağı kimi yurtsever öğeleri kusması veya savurmasıdır. Böylesi bir gelişmenin hem ölçek ve doğrultusunu belirleyecek hem de onu anlamlı kılacak faktör, sosyalizmin ideolojik ve örgütsel ağırlığı olacaktır.
Bir başka deyişle ülkenin içinde bulunduğu süreç, düzenin işbirlikçilik-yurtseverlik ekseninde bölünmesini gündeme getirmemiştir; böyle bir olasılık yoktur. İşbirlikçi düzen cephesinde ortaya çıkan gerilim, daha çok, Türkiye kapitalizminin kriz dinamiklerinden beslenen yakın gelecek belirsizliklerinden kaynaklanmaktadır. Tartışmaların burjuvazinin terk ettiği ulusal çıkarlar kavramına referansla yapılması ve sık sık kaçınılmaz biçimde düzenin meşruiyetini konu edinmesi, çaresizliğin sonucudur ve ülkenin sola duyduğu ihtiyaca kanıt olarak görülmelidir.
2. Türkiye’nin Kuzey Irak perspektifi
Türkiye bölgede uzun süredir en önemli askeri tarafı oluşturmakta, bu varlığını yalnızca KADEK referansıyla meşrulaştıramayacağı için KDP-KYB tehditlerini de sık sık gündeme getirmektedir. Türkiye, stratejik önemini korumak adına çeşitli ülkelerle girdiği (askeri eğitim ve teknoloji tabanlı) ilişkilerin dışında, özel olarak iki alanda, Kıbrıs ve Irak’ta devre dışı kalmamayı ilke haline getirmiş görünmektedir.
Bir dizi faktöre bağlı olmakla birlikte Türkiye’nin ana eğilimi Kuzey Irak’ta kalıcı bir varlık göstermektir. Bu ilhakçı bir perspektiften ziyade yıllardır Kuzey Kıbrıs’ta uygulanana benzer bir fiili durum anlamına gelir.
Kürt ulusal birikiminin bugünü itibariyle bölgede böylesi fiili bir durum mutlaka bir “konsensüs” durumunu içerecektir. Kürtlere rağmen Türk varlığı istisnai ve konjonktürel olabilir yalnızca. Her durumda Güneyli Kürt hareketlerinin bugüne kadar olduğu gibi Türkiye’ye tamamen dışsal nitelikte kalmaları beklenemeyecektir. Kuzey Kürtleri üzerindeki emperyalist etkinlik, Türkiye’nin Türkmen kozundan çok daha güçlü bir yaptırım ve pazarlık gücüne sahiptir.
Dolayısıyla Türkiye’nin oturmuş bir perspektife sahip olmaktan ziyade, şimdilik bölgede gücünü sürdürmeyi gözettiğini söyleyebiliriz.
3. Kürt sorununun yakın dönem geleceği
Ankara, Irak savaşına mazeret üretmek amacıyla KADEK’i yeterince provoke etmiş bulunmaktadır. Bu kaynaklı bir Kürt tehdidi ortaya çıkartılamamış olsa da, KADEK’in gücünün hangi sınırlara çekildiği açıkça görülmüştür. Egemen güçlerin içi çok rahatlamış olmalıdır. Bugün Kürt hareketinin ülke içi eylem gücü çok düşmüş, Ortadoğu ve batı ülkelerindeki hala güçlü potansiyelleri ise diplomatik alandan tecrit olmuştur.
Giderek yaygınlaşan “İmralı vesayetinden kurtulma” sloganının ağırlıklı kadrolarda sadece ve sadece sağ çağrışımlar yapmasıdır. Bu süreçten sol bir dinamiğin çıkma olasılığı zayıftır. Bir bölünme halinde ortaya çıkacak en az iki kanattan biri açıktan sağcı olacak, diğeri ise bugüne kadarki geleneksel ortalamacı çizgiye oturacaktır.
Güneyli hareketlerin Türkiye içinde bir etki sahibi haline gelmeleri bir diğer olasılıktır.
Toplam olarak Kürt faktörünün Türkiye’de siyaset alanında doldurduğu hacim daralmaya devam edecektir. Hacim daralması Kürt hareketinin sınıfsallığı gölgeleyen özelliklerinin geri düşmesini de içerecek ve sosyalist müdahaleler için daha elverişli bir ortam şekillenecektir.
Bu başlıkta üzerinde durmamız gereken bir diğer olgu, aylardır partimiz tarafından dile getirilen “Kürt kartı”dır. Yukarıda değinildiği gibi, Türkiye’nin KADEK’i ve güneydeki Kürt oluşumlarını provoke ederek, kendi bölgesel hesaplarını canlı tutma isteği tek taraflı işleyen bir mekanizmaya sahip değildir. “Kürt kartı”nı öne çıkartmak, Türkiye’nin pazarlık gücünü kırmak için ABD tarafından da benimsenmiştir. Tezkerenin TBMM’de reddinden sonra Erbil ve başka Kürt kentlerinde düzenlenen gösterilerdeki teatral sahneler, ABD’nin bu dönem her alanda “göz çıkarmak”tan başka bir şey denemeyeceğinin kanıtıdır ve ilginçtir bu görüntüler hem Kürt siyasetçisinin, hem Washington’un, hem Ankara’nın çıkarlarına hizmet etmektedir. Kaybedecek olan ise hiç kuşku yok, Kürt halkı olacaktır.
4. Dünya konjonktürü: ABD atağına tepki
“Yeni dünya düzeninin” yarattığı eşitsizlik uçurumlarının henüz devrimci sınıfsal dinamikleri tetiklemediği açık olmakla birlikte, savaş atmosferi orta sınıf tepkiselliğini kitlesel olarak kışkırtmıştır. Bu kışkırtmada kapitalist ülkelerin iç rekabetinin de önemli bir payı bulunsa bile, söz konusu kitlesellik önemsenmelidir.
Ortam iki çelişik eğilimi birlikte gündemde tutacaktır: Bir tarafta sistemin kısmi reformlara tabi tutulması, çelişkilerin yumuşatılması ve emperyalist uzlaşmalar; diğer tarafta ABD saldırganlığının yola devam etmesi, eşitsizliklerin derinleşmesi ve emperyalist paylaşım.
Bu koşullarda ABD’nin atağı sürecektir. Güçlenen taraf, ABD’nin ve temsil ettiği yönelimlerin karşısına çıkartılan ve aynı anda hem reformizmi hem de paylaşımcı rekabetin derinleşmesini içeren damarlar olacaktır. ABD’nin atağının ön planda duracağı bu sürece, söz konusu doğrultudaki tepkilerin damga vurması beklenebilir.
Bu tepkiler kapitalist dünyada işçi sınıfı siyasetinden uzak bir zemine oturmaktadır. Ancak ABD atağına tepki konjonktürünün devrimci uçlar vermesi güçlü bir olasılıktır.
5. Pazarlıktan stratejiye, stratejiden meşruiyet krizine
Türkiye egemen güçleri ABD’ye tepki vermenin “ucuzladığı” ve üstelik kendilerini son derece sıkışmış hissettikleri bir konjonktürde Irak savaşı pazarlığında ısrarlı davranabildiler. Açıkçası, olayın arka planında Türkiye kapitalizminin geleceğine ilişkin stratejik mülahazalar olmasaydı pazarlığın bu denli çetin geçmesi de mümkün olamazdı.
Sol açısından asıl önem taşıyan boyut, strateji başlığında Türkiye kapitalizminin sahip olduğu pratik zenginliklere karşılık, ana tanımlarda son derece kısır olmasıdır. Bu kısırlık, ara dengeler kurulamadan, strateji aranışlarında tartışmanın sıçramalı olarak yol almasında ve hızla düzenin meşruluğunun sorgulanabilmesinde dışa vurulmaktadır. NATO üyeliğinin ulusal savunma için ne derece anlamlı olduğu, NATO’nun bir savunma örgütü olup olmadığı, ABD’nin kirli çıkarları için mücadele eden bir emperyalist olduğu yolundaki sorgu ve argümanlar, aslında Türkiye’nin siyasi stratejisinin ötesine geçmekte ve doğrudan Türkiye kapitalizminin varlık temellerine yönelmektedir.
Siyaset alanının zenginliği ile burjuva siyasetinde hüküm süren sessizlik arasında görünür bir çelişki bulunuyor. Açıkçası bu zenginlik burjuva partilerine yaramamaktadır. CHP mecliste bulunduğu için mecburen siyaset yapmakta, GP acele etmeksizin hazırlık yürüttüğü izlenimini vermektedir. İP’in askerlerden ayrı düşünülmesi mümkün olmaktan çıkmıştır. Bunların ötesi çarpıcı biçimde çoraklaşmıştır.
Oysa bu tartışmaları şiddetlendiren olayların seyrelmesi değil yoğunlaşması beklenmelidir. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde benzeri tartışmalara donanımlı, hazırlıklı ve cesur giren bir sol hareket, yeni ideolojik mevziler elde etme şansını yakalayacaktır. Gündem burjuva siyasetine değil, sola alan sunmaktadır.
6. Devrimci olanaklar
Sözünü ettiğimiz olanaklardan herhangi bir taban dinamiği beklentisi anlaşılmamalıdır. Her zaman olasılık dahilinde olan kimi kendiliğinden hareketlenmelerin kalıcı siyasal etkilere kaynaklık edebileceği sanılmamalıdır. Partinin açılımlarında da siyasal ve ideolojik alana müdahale gücünü arttırıcı yanlar önemsenmeye devam edilmelidir. İşçi sınıfı, öğrenci hareketi ve aydınlara yönelik mevcut araçlarımızın niteliği bu yöndedir ve bunların tahkim edilmeleri, hızlandırılmaları gerekmektedir.
Parti örgütünde dönemin ortaya çıkardığı devrimci olanaklar tartışılırken, aşağıdaki noktaların üzerinde özellikle durulması sağlanmalıdır:
–1 Mart günü tezkerenin reddedilmesi, sistemin çeşitli özneleri arasındaki uyumun teknik nedenlerle kesintiye uğramasına indirgenemez. Türkiye burjuvazisinin 1923 paradigmasının pili bitmeye başlamıştır. Stratejik ortak ABD “ulusal çıkar”ların içine eskisi kadar kolay emdirilememekte, milliyetçi demogojinin “hür dünya”ya sırtını yaslayarak işaret ettiği “batılılaşma” hedefi “mutlak teslimiyet” talep etmektedir. Sistemin bu sorunu çözmesi mümkün değildir. Bir başka deyişle, Türkiye burjuvazisinin sorunun temel nedenlerinden birisi olan “özgün çıkarlarla, emperyalizmle entegrasyon süreci arasındaki gerilimi”, yeni bir denge yaratarak çözüme kavuşturması olanaksızdır. Türkiye’nin önüne yeni bir paradigma çıkartılabilmesi “sosyalist devrim süreci”ne bağlıdır.
–Söz konusu gerilimin sosyalist devrimci bir perspektifin önünü açması, ancak ve ancak bu gerilimin merkezinde duran emek-sermaye çelişkisinin üzerindeki örtünün kaldırılması veya daha doğru bir ifadeyle paslanmanın giderilmesi ile mümkündür. İşçi sınıfının sistemi tıkayan başlıkların uzağında kimlik edineceğine ilişkin beklentiler, paslanmayı artırmaktan başka bir şeye yaramamaktadır. Örneğin son tezkere başlığında “barışçı hareket”e emekçi karakteri vermedeki yetersizliğimizin sonuçları alınmaya başlanmıştır. Barış hareketin küçük burjuva kollarının hükümet tarafından açıklanan bütçeye itiraz etmek yerine “biz razıyız, yeter ki savaş olmasın” açıklaması yaparak yoksul halkı “savaş” cephesine ittirmeyi göze alması, kimseyi şaşırtmamalıdır. Bazı sendikalardan gelen “tezkere geçmedi, bundan işçiler zararlı çıkacak” tepkisi şimdilik bu sendikalardaki gerici yığılmayla açıklanabilir olsa da, ortada bir gerçek vardır: Savaş karşıtlığı ve daha genel bir ifadeyle anti-emperyalist mücadele gündeminin işçi sınıfına taşınması acil bir görevdir. Bu görev, gündemin bize dayatılan “çelişki” başlıklarıyla değil, bizim tercih ettiğimiz “çelişkiler” üzerinden ele alınmasını gerektirdiği açıktır. Savaş tehdidinin sınıfsal özünü anlatmak ve bu özü görünür kılmak zahmetine katlanmadan işçi sınıfını hareketlendirmek ve örgütlemek mümkün olmayacaktır. Anlaşılması ve anlatılması daha az zahmetli olduğu düşünülen başlıklarda etkili olmanın da başka yolu yoktur. Sermaye iktidarının kriz başlıklarına işçi sınıfının müdahale etmesi, sınıfın öncü gücü komünist partisinin baş görevidir.
–Türkiye Komünist Partisi’nin “Irak Savaşı”na ilişkin bir yılı aşkın bir süredir çeşitli araçlarla dile getirdiği değerlendirmeleri ne yazık ki büyük ölçüde doğrulanmıştır. Parti, (Türk ve yabancı) kamuoyunda bu savaşın gündeme gelmeyeceğine ilişkin beklentilerin yanlışlığı üzerinde durmuş ve haklı çıkmıştır. Parti, Türkiye burjuvazisinin ve onun etkili kurumlarının bu savaşa ortak olmayacaklarına ilişkin yine içeride ve dışarıda yaygın olarak ortaya çıkan düşünceye karşı koymuştur. Yine haklı çıkmıştır. Partinin doğrulandığı bir başka konu, “Kürt kartı”na ilişkin 11 Eylül 2001 öncesinden itibaren yaptığı uyarılardır. Bu uyarılar doğrudan muhataplarına iletilmeye çalışılmış ardından parti yayınlarında konu etraflıca işlenmiştir. Emperyalistler eliyle özgürlük ve demokrasi geleceğine ilişkin her tür düşüncenin yıkıma götüreceği, bu düşünceye dayanan stratejilerin büyük trajedilere yol açacağı defalarca vurgulanmıştır. Yaklaşımımız, Kürt yayınlarında zaman zaman “Saddamcılık” veya “politika bilmemek”le eleştirilmiş, kimi Kürt yazarları işi hakkımızda “geleneksel Amerikan düşmanlığından kurtulamamak” suçlamasına kadar vardırmışlardır. Ancak bugün gelinen noktada, Türkiye’nin Irak Savaşı’na Kürt sorunu bahane edilerek ortak edilmek istendiği herkes tarafından görülmüştür. Türkiye burjuvazisinin bu “bahane”nin peşinde koştuğu sırada, Türkiye’ye savaş ilan edenlerle Erbil’de bayrak yakanlar bilerek ya da bilmeyerek savaş cephesine eşsiz bir hizmette bulunmuşlardır. Demek ki bu kesimlerin “bildiği politika” böyle oluyormuş.
–Partimizin, anti-emperyalist mücadeleyi yükseltirken, seçim dönemi boyunca az-çok başarılı bir biçimde gerçekleştirdiğimiz gibi, “bütünlüklü” bir çerçeveyle hareket etmesi zorunludur. Savaş ve bağlantılı gündemlerin yarattığı özel olanakları ihmal etmeden, sömürü mekanizmalarını, yoksulluğu, ekmek kavgasını, işsizliği anti-emperyalist mücadelenin sosyalist devrimci temeline yerleştirmek durumundayız.
–Yakın gelecekte emperyalist dayatmaların bir başka unsuru, Avrupa Birliği, yeniden ön plana çıkacak bir gündem maddesidir. ABD’nin kaybettiği prestijin Avrupalı emperyalist odaklara devredilmesi için yürütülen faaliyete çomak sokulmalıdır. Parti bu görev için gerekli teorik, ideolojik, siyasal ve örgütsel donanımı hızla hazır hale getirmelidir.
–Bu dönem, yurtseverliğin, komünist kimliğin baskın öğelerinden biri olacağı açıktır. Komünistler yurtseverliği bir “görev” ya da olanak değil, bir siyasal ve ahlaki varoluş biçimi olarak görerek mücadelelerine devam edeceklerdir.