Tanımlama ya da tanımlanma-tanınma durumları ile aidiyet duygusu, sınıflı ya da sınıfsız toplumlarda her zaman var olagelmiştir. Esasında bunlar kimlik kavramının iki temel bileşenidir. Ancak, bu iki temel bileşen, özellikle modern-ulusal devletler dönemine gelinceye kadar, iktidar ve uyrukları arasında “ortak kimlik” kurma ve kendini buna göre tanımlama işlevini yüklenmemiştir. Bu durumda kimlik, cemaate ait kendiliğinden bir olgu olarak biçimlenmiştir. Modern-kapitalist toplumlarda ise, siyasal iktidarın meşruiyet bunalımları “ortak kimlik” tanımlama oluşturma ihtiyacına yol açmıştır.
Günümüzde kimlik-toplumsal kimlik tartışmaları yapılırken önemsenmesi, mücadele edilmesi gereken siyasal eğilim, tarz ve “ideolojiler” belirmiştir. Bunların içinden, sadece ulus-devletin çözüldüğü, ulusal sınırların daraldığı; buna karşılık cemaatlerin, halkların, cinsel gruplaşmaların, dil ortaklıklarının öneminin arttığı türü savlara dayanan mikro sosyal-psikolojik çerçeveli postmodern paradigmalar hedef alınmamalıdır. Hedefe ulusalcı, ulusal kimlikçi temalarla yüklü ideolojik, siyasal ve toplumsal hareketlerin tamamı yerleştirilmelidir. Çünkü, uluslaşma süreçlerinde herhangi bir ulusal kimlik meydana getirilirken, çeşitli kültürel ve ideolojik motiflerin ister sınıf dinamikleri üzerinden, ister “modernleştirici irade” tarafından kullanılmış olması, her tür ulusçu temayı, şu ya da bu dolayımla değişen ölçülerde hem pre-kapitalist hem de burjuva ideolojilerle sakatlamıştır.
Bu çalışmada, söz konusu motiflerin hangi toplumsal ve siyasal öznelerce nasıl ve hangi şartlarda kullanıldığı, sonuçta oluşan ulusal kimliğin nasıl bir bileşkeye tekabül ettiği gibi sorunlara kapsamlı bir yanıt verme amacı güdülmemektedir. Çalışmanın amacı, sadece ve sadece, Türk kimliğinin oluşum süreçlerine ve bu süreçlerin “ulusçuluk” (milliyetçilik), “ulusalcılık” ile olan ilişkisine değinmektir.
Farklı bir ifadeyle tekrarlayacak olursak bu konuya girme ihtiyacı iki temel nedene dayanıyor. Bunlardan ilki sosyalist siyasetin günümüz Türkiye’sinde ulus-ulusalcılık sorununa yaklaşırken postmodern paradigmalarla hesaplaşma adına; ikincisi ise devrimci sınıf siyaseti ve ulus-ulusalcılık arasındaki hem bugün, hem de geleceğin sosyalist Türkiye’sinde doğacak olan gerilimleri aşma adına modern-ulus devlet ile burjuva ve pre-kapitalist ideolojiler arasındaki ilişkiyi ıskalayarak ulusçu-ulusalcı temalara kapı aralama olasılığıdır.
Konuya yaklaşmanın elbette çeşitli yolları vardır. Bu süreçlerin analizi siyasal-tarihsel metinlere bakılarak yapılabileceği gibi, kültürel “metin”lere (sanat-edebiyat) bakılarak da yapılabilir. Burada, Türk kimliğinin Tanzimat’la başlayıp günümüze kadar süren oluşum süreçlerine, dönemlerin roman çalışmalarından hareketle bakmaya çalışacağız. Bu haliyle, bu çalışma bir “kültürel çalışma” olarak değerlendirilebilir.
Çalışma boyunca ele alınan romanlar incelenirken, edebiyat-roman tarihçilerinin ve kuramcılarının çoğunluğunun yaptığı gibi, Tanzimat döneminden günümüze kadar olan zaman dilimi üç ana evreye ayrılmıştır: Tanzimat döneminden Kurtuluş Savaşı’na, Kurtuluş Savaşı’ndan çok partili düzene uzanan dönemler ve çok partili dönem. Ancak elbette bu ayrıştırma dönemlerin siyasal-ideolojik atmosferinin, romancılarının ve ürünlerinin arasında mutlak kopuş olduğu anlamını taşımaz.
Ulus ve kimlik ilişkisi
Ulus ve kimlik kavramlarına bütünlüklü ve tarihsel bir çerçeveden bakmak, toplumsal sınıflar tarihinde ulus ve kimlik kavramlarının nereden çıktığını ve bu kavramların Osmanlı-Türk dünyasında hangi özgün süreçlerden geçtiğini anlamamızı kolaylaştıracaktır.
Sınıfsal bilinci silikleştiren bu kavramlar, özünde hayali bir içeriğe sahiptir. En kaba hatlarıyla ulus kavramının egemen sınıflar eliyle doldurmaya çalıştığı boşluk, belirli bir sınırı ve iktidar alanını kapsar. Sınırlılığı, kendi ötekisini yaratır ve bir toplumsal kimlik inşasının başlangıcıdır; üretim süreçlerine olan angajman ilk elde bir ulus yaratırken aynı zamanda yaratılan ulusal değerleri benimseyen bireyleri oluşturmayı hedefler. İktidar alanı ise, egemen sınıfların bu dolayım ilişkisi ile palazlandığı bir egemenlik bölgesine tekabül eder.
“Ulus bir topluluk bir cemaat olarak hayal edilir, çünkü her ulusta fiilen geçerli olan eşitsizlik ve sömürü ilişkileri ne olursa olsun, ulus daima derin ve yatay bir yoldaşlık olarak tasarlanır.”1
Kimlik oluşturma ya da kimlik inşası, ilki kendini ifade etme isteğinin, ikincisi ise varoluşu anlamlandırma arzusunun yönlendirdiği iki temel itkiden beslenir. Süreç, inşa edilen kimliğin biçimini “öz farkındalık” ve “ötekinin farkındalığı” olmak üzere iki tür farkındalık hali üzerinden belirler. Bunun sonucu olarak temel ikilik “öteki olan” ile “ben” ya da “biz” arasında kurulur.2 Böylece kimlik, değişen derecelerde kişinin kendisi tarafından ve/veya başkaları tarafından atfedilen göndermelerden kaynaklanır. Burada, oluşumu sürecinde kimliğin ikili karakteri ortaya çıkar: Kimliğin oluşum-kurulma süreçlerinde “ötekileştirme” hem kurucu bir araç, hem de bir dereceye kadar hayali olarak kurgulanan şey olarak işlev görür.
Türk kimliğinin oluşumunda, özellikle Türklerin tarih boyunca karşılaştıkları diğer topluluklar ve inanç sistemleri karşısında öteki/biz ikiliğinden hareketle kendini tanımlama çabası göze çarpar. Buna göre “öteki”, başat olarak Sünni-Müslüman “Türk kimliği” karşısında Hıristiyanlık, Şiilik, “büyük Türk dünyası”nın dışında kalan Çinliler ya da bu dünyanın içindeki bir parça sayılan Kürtler olabilmiştir.3 Ancak bu karşıt konumlandırmada tarihsel ve siyasal ilişkilere göre değişimler yaşanmıştır. Nitekim, 19. ve 20. yy’da bu durum daha belirgin bir şekil alır ve sık sık yaşanan toplumsal kimlik sıkışmasının nedenleri daha açık görünür.
Konumuza bir adım daha yaklaşmışken Timur’un şu cümlelerine kalkış noktası olarak kulak verelim:
“Osmanlı romanı, kendi kendine yeterliliğini kaybederek uluslararası kapitalizme yarı sömürge konumuyla yerleşen bir düzenin yarattığı değer ikileşmesi ortamında benimsenmiş evrensel bir yazın biçimidir.”4
Toplumsal kimlik inşası süresince, tarihsel gerçekler yeniden yapılandırılır. Edebiyat (özellikle ulusçu edebiyat) bunu sağlamanın dolaylı araçlarından biri olarak işlev görmüştür.
Osmanlı’da sıkışan kimlik
Timur’un yukarıda aktarılan görüşü 1839’da başlayan batılılaşma çabalarının yarattığı toplumsal kimlik sıkışmasının kültür-edebiyat alanına yansımasına işaret eder. Timur’un işaret ettiği bu noktayla bağlantılı olarak kültür-edebiyat alanında görülen bir diğer önemli buhran ise dönüşümler boyunca toplum ile birey arasındaki ilişkinin bakışımsızlığıdır. Bu bakışımsızlık toplumun bireyden belirlendiği kadar ‘özerk bireyi’ belirleyememiş olmasıdır.5 Berna Moran bu durumu, 19. yy boyunca Osmanlı toplumunda ‘büyük kültür’ ile ‘küçük kültür’ arasındaki mesafenin açılarak değer kargaşasının oluşmasına bağlar.6
Bu kargaşa içinde zamana ana rengini, özentili yaşam biçimleriyle ortaya çıkan dar elit gruplar vermiştir. Bu dar elit gruplar, yeni tür “alafranga kibarzadeler” toplamı halinde toplumsal kimlikteki bunalımın, sıkışmanın su yüzüne çıkan kısmını oluşturmuştur. Toplumsal-kültürel alandaki bu görüntü hemen edebiyat alanına yansımış ve ilk ürünlerde bu tip karakterler yaratılarak “çarpık batılılaşma” ve toplum eleştirisi yapılmak istenmiştir.
Öte yandan yaşananların düşünsel alana ilk etkisi Türklerin geçmişlerinin keşfi üzerinde olmuş ve yine kimlik kurma çabaları yoğunlaşmış, roman karakterleri de bu düşüncelerin hem tartıştırıcıları hem de taşıyıcıları olarak kurgulanmıştır. Öyle ki, Türklerdeki kimlik arayışlarında o güne kadar hiç görülmeyen bir yoğunlaşma yaşanmıştır.
Türklerin geçmişlerini keşif çabaları ilk olarak 1870’lerde Batı Avrupa’da yayımlanan ve Osmanlı aydınları üzerinde büyük etki yapan çalışmalarla kendini göstermiştir. Örneğin Latin uygarlığının ve dillerinin Türk kökenli olduğu tezleri Paris’te yayımlanan Les Turcs Anciens et Modernes adlı yapıtta konu edilmiştir. Geçmişin keşfi çabalarına Kırım Savaşı’nın (1854-1855) Ayastefanos Antlaşması ve Berlin Konferansı’nın (1878), Balkan Savaşları’nın (1912-1913) eşlik etmesiyle Türk tarih yazımı ve ulusal bilinçlenme Cumhuriyet öncesinde büyük ivme yakalamıştır.7
Dönemin siyasal eğilimleri Avrupa aydınlanmasından yararlanamazken, edebi akımlar ilerleyen dönemlerde Alman romantizminin “halk ruhu” anlayışının etkisi altında daha çok kalmıştır. Alman romantizminin “halk ruhu” anlayışı, Fichte’nin ulusun ruhunu, dünyadaki üstün yanını aramayı amaç edinen düşüncelerini merkeze alır. Yine de bu ruh arayışı özellikle cumhuriyetin çok partili döneminde görüleceği gibi doğrudan halka dönüş şeklinde yaşanmamış, halk Ermeni, Rum, Türk vd. unsurları kapsayan bütün olarak Osmanlı biçiminde tasvir edilmiş ve değişimlerin yarattığı sıkışmanın halkın gündelik yaşamındaki yansımalarına bakılmıştır. Özetle, romanın genel karakteri dönemin siyasal konjonktürünce beslenmiş ve böylece romantizm ile gerçekçilik arasındaki salınım ve gerilimler içerisinde debelenen top1umun ve bireyin aynası olmuştur. Ancak roman ve romancının sadece bir ayna işlevi görmesi genel olarak sanatın doğasına ters düşer. Nitekim kimlik kurma çabalarının yoğunlaştığı kavşakta romanlar da ırkçı (“milliyetçi-ulusalcı”), İslamcı-Osmanlıcı ve Anadolucu doğrultularda yol almıştır.
Aynı dönemde her üç ideolojik pencereden ürün veren yazarlar bulunsa da, 1870 ile 1910 yılları arasında bu eğilimlerden Osmanlıcılığın öne çıktığı görülür. Osmanlıcılık bir ulus kimliğini değil, “Osmanlı kimliği”ni hem bir kalkış noktası hem de bir amaç edinir. Kimliğe dönük bu anlamlandırmanın en bariz örneği henüz “öteki”leştirme çabasının görülmemesi ve sadece “biz Osmanlı” vurgusuna yer verilmesidir.
Ahmet Mithat’ın Felatun Bey ile Rakım Efendi (1876) ve Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası adlı eserlerinde görüldüğü gibi bu ilk dönem romanlarında Batı örnek alınırken, geleneksel toplum yapısı eleştirilir. Bu tavır Osmanlı aydınlarının toplumsal değişimi batı taklitçiliği olarak değerlendirerek takındıkları eleştirel tavırdır. Bu tür eserlerde konunun işlenmesinde temel olay örgüsü ve buna eşlik eden düşünce, Batı’nın övülmesi, örnek alınması, ancak aynı zamanda da “alafranga batı züppeliği”nin eleştirilmesidir.
Öte yandan Moran 1920’lere kadar izlenen bu alafranga züppe tiplerin Peyami Safa ve Yakup Kadri’nin romanlarındaki batı hayranı yozlaşmış alafranga insanlarından büsbütün farklı olduklarını söyleyerek önemli bir noktaya dikkat çeker. Çünkü, görülen eğilimler arasında öndelik sırası değişmeye başlamıştır.
“Tanzimat züppeleri zararları kendilerine olan birer budala sayılırlar. 1914’ten sonrakiler ise, göreceğimiz gibi çıkarcı ve kurnazdırlar. Alafrangalık onlarda para yapma olanaklarını sağlayan bir zihniyete dönüşecektir.”8
Alafranga züppelikle temsil edilen kimlik bunalımı ve arayışının yanı sıra bu dönem kimlik sorunu romanda bir başka tema ekseninde de kendini gösterir. Tema aşkta dönüşümdür. Her iki tema çoğunlukla içiçe geçer. Nitekim Araba Sevdası’ndaki alafranga züppe Bihruz Bey’in yabancılaşması, en net şekilde bunalımlı bir aşk kurgusunda sergilenir.
Gerçekten de batılılaşma çabalarıyla Osmanlı’da aşk anlayışında da değişim gözlenmiş ve böylece cinsler arasındaki aşk konusu edebiyata konu olabilmiştir. Konularında aşk temasını işleyen Osmanlı romancısı, ecnebi mürebbiyeler, gayrimüslim kadınlar gibi figürleri eserlerinde kullanarak, modernleşme sancıları içerisinde toplumsal yansımaları da gözlemlenen cinsler arasındaki çarpıklaşan ilişkileri de anlatmıştır.9 Burada asıl dikkat çeken nokta, ilk kez kötülük atfedilen ‘öteki’ üzerinden (ahlaksız, düşkün, vb. biçimlerde betimlenen ecnebi, gayrimüslim kadınlar) kendini ‘çağdaş’ anlamda tanımlama çabasının belirmesidir.
Tüm bunlardan hareketle, bu dönem için temel bir ulusal kimlik kurma gayesinden söz edilemeyeceği açıktır. Keza özellikle ulusçu anlayışa yön veren “uluslardaki değişmez özün varlığı” düşüncesinden de söz edilemez. Henüz ulusal bir kimlik kurgulanamamakta, sadece sınırları oldukça belirsiz “biz” söylemi yer bulmaktadır ve bunun karşısındaki “öteki” ise daha çok Batı’dır. Ancak Batı çoğu yanlarıyla olumlanırken “biz” yer yer kıyasıya eleştirilmektedir.
Bu dönemin eserleri, daha sonraki dönemlerde kimlik sorununun aşılmasında-inşasında önemli yer tutacak kimi düşüncelerin ilk nüvesini taşıyabilmiştir. Bu durum dönemin yazar ve eserlerinin herhangi bir ekol-akım, taşıyıcısı olamayacak kadar tarihsiz, eklektik ve dönemin dergi çevreleriyle yakın ilişkide olmalarına bağlanabilir. Nitekim,
“Jön Türkler döneminin (1908-1918) Türk Derneği, Genç Kalemler, Türk Yurdu, İslam Mecmuası gibi büyük dergilerinde, bir yandan Kemalist tarih yazımının, diğer yandansa daha yakın zamanın ideolojisi olan Türk-İslam sentezinin doğuşuna yol açacak eğilimler ayırt edilmektedir.”10
Genç Kalemler dergisi Ömer Seyfettin gibi genç edebiyatçılardan oluşan kadrosuyla dikkat çekicidir. Nitekim Genç Kalemler hareketinin cumhuriyet sonrası uzanımı 1950’lere kadar H.R. Gürpınar, H.E. Adıvar, Y.K. Karaosmanoğlu, P. Safa gibi isimlerin öncülüğünü yaptıkları Milli Edebiyat akımı olarak sürmüştür.
Osmanlı döneminin yazarları için belli bir tarihten sonra temel toplumsal sorun Türklük vurgusu ve buna koşut olarak geliştirilen etnik sorun olmuştur. Başka bir deyişle, yeni kimlik sorunu nitelik değiştirmiştir. Bundan sonra bu sorun kültürel krizden kurtulma sorunu olmaktan çıkmış, önce imparatorluğun çözülmesini önlemek için, sonra işgalden kurtulmak için ve daha sonra da yeni bir ulus-devletin yapılanması için artan oranlarda “öteki”leştirme ve karşısında da “biz”i tanımlama çabası olarak, yeni kimlik sorunu biçiminde gündeme gelmiştir.
Özetle “yeni bir kimlik” sorunu Tanzimat dönemiyle başlayıp Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişte de toplumsal, siyasal ve kültürel açılardan önemini artırarak sürdürmüştür. Bu açıdan bir süreklilikten bahsedebiliriz, ancak bu kimlik arayışı cumhuriyetin kuruluş yılları ve sonrasında ulusal kimliğin kurulması sırasında karşıtına yerleştirilen “öteki” kimlik bağlamında tamamen konjonktürel siyasetin gölgesi altına girmiştir.
Kurtuluş savaşı ve kemalizmin etkileri
Kurtuluş savaşı ve sonrasındaki tek parti iktidarında Türk romanına hakim rengini ulusçu ve İslamcı bakış açıları vermiştir. Bu uzun zaman dilimi içerisinde bu renkler konjonktürel olarak artan ya da azalan dozlarda etkisini gösterir.
Ulus kavramı hem dünyayı algılamak hem de algılanan bu dünyayı kendine bir yer, konum kazandırarak anlamlandırmak için kullanılagelmiştir. Ulusçu bakış ise toplumsal-siyasal planda Jön Türk hareketiyle başlayıp edebiyat alanına da yansımış ve etkisini günümüze kadar sürdürmüştür. Bu bakışın ortaya çıkardığı ötekileştirme anlayışı siyasal meşruiyeti pekiştirme projesinin sonucu ve uzanımıdır.
Öte yandan ulus kavramının içinin doldurulmasında ulusçu cenah içinde hararetli tartışmalar yaşanmış ve bu cenah kendi içinde kompartımanlara ayrılmıştır. Kompartımanlar arasında yolculuk etmek serbesttir. Bu ayrışmalar sırasında Hakimiyet-i Milliye, Yeni Gün, Cumhuriyet gazetelerindeki yazılarında Gökalp, milliyetçilik, halkçılık, batı medeniyetçiliği ve cumhuriyetçiliğin “dört büyük mefkure”11 olduğunu ifade ederken, 1924-1925’te yayınlanan Anadolu dergisi Gökalp milliyetçiliğini reddetmiştir:
“Türk, bir ulusun adı değildir. İçinden birçok millet çıkmış bir ırkın adıdır: Anadolular Azeriler, kuzey Türkleri, Türkistanlılar vb. bunların hepsi tartışmasız Türk’tür; ama bir ulus oluşturmamaktadırlar. Eğer kültürleri ve vatanları aynı olsaydı bu gerçekleşirdi. Ama vatanları farklıdır ve kültürleri bile aynı değildir.”12
Böylece ulusçuluğun içinden onu eleştirerek Anadolucu eğilim doğmaktadır. Anadolucu eğilime daha sonra tekrar dönmek üzere devam ediyoruz.
Türk edebiyatında ulusçu bakış açısı deyince ilk akla gelen isimlerden olan H.E. Adıvar, Ateşten Gömlek (1922) eserini daha çok Türkçülük çizgisinde yaratmış ve “Her vakit nazik, her vakit etrafındakilerin rahat ve arzusunu düşünen yeni bir Osmanlı örneği. Türk demiyorum. Çünkü yeni Türk genci daha mütecaviz, daha dalgalı, daha isteği çok olan bir mahluktur.”13 sözleriyle Osmanlı kimliğinden Türk kimliğine geçiş sırasındaki kimlik tasvirini yapmaya çalışmıştır. Adıvar, cumhuriyet döneminde yazdığı Sinekli Bakkal’da (1935) ise dini ideolojiyi öne çıkarırken, eserleri bir bütün olarak değerlendirildiğinde onun duruşundan yeni kurulacak olan rejimin resmi anlayışının nasıl şekillendiği anlaşılabilmektedir.
Resmi anlayışa göre Sevr’i takiben imparatorluk topraklarının paylaşılması ve Kurtuluş Savaşı döneminde Rumlar, Ermeniler, Araplar ve hatta Kürtler yüzlerce yıldır “güvencemiz altında yaşayıp” ve neredeyse bir parçamız olmalarına rağmen “emperyalistlerin kuklası” haline gelerek ihanet etmişlerdir. Bu gerekçeyle cumhuriyetin hemen öncesinden başlayarak tüm cumhuriyet tarihi boyunca bu halklar “öteki” olarak tanımlanmış ve bunun karşısında biz’in tanımlanması yoluyla ulusal bir kimlik inşa edilmeye çalışılmıştır.
Diğer yandan bu duruma dinin sekülerleştirilmesi çabaları eşlik etmiştir. Ancak her şeye rağmen Tanzimat döneminin başından beri kökten bir batı karşıtlığının oluşturulmaması Türk halkının değişmez özü olarak biçimlendirilmiştir.
Cumhuriyetin tek partili döneminin ilk yıllarında roman kahramanları arasında küçük burjuva reformizminin temsilcisi bir tip sahne alır. Bu kahraman kah laisist bir aydınlamacı olarak din sorunlarıyla mücadele ederken, kah aydın-halk ikiliğindeki gerilimlerde, kah çıkar çevreleriyle çatışırken görülmektedir. Bu karakterlere tamamlanmamış burjuva devrimi ve bu devrime olan inançları yön vermektedir.14
Örneğin, Aydın-halk gerilimini konu edinen Yaban (1922) romanında Yakup Kadri cumhuriyetçi-ulusçu çerçeve çizmeye çalışmıştır. Türkler ile Antik Yunan arasında ilişki ve benzerlikler kuran Kadro’cu Yakup Kadri bu romanında Mustafa Kemal’i İsa’ya benzetir. Bu benzerlikler öyle zorlama biçimde kurulmaya çalışılır ki, merinos koçları Pan’a benzetilir, hatta Panorama’da (1954) Mustafa Kemal Promete’ye de benzetilir. Bu tavrın kökeninde Türk Tarih Tezi’nin etkileri belirgindir. Bu tezde olduğu gibi eserlerde dolaylı olarak eski Yunan’ın çağdaş Yunan’la ilişkisi olmadığı, Antik Yunan’ın da aslında Türk kökenli olduğu iddia edilir.
Dönemin bu tür yazarları eserlerini üretirken daha çok bir görev bilinciyle, cumhuriyetin meşruluğunu pekiştireceği düşünülen ideolojik girdiler yapmak için çabalamışlardır.
Diğer yandan bu dönem aynı zamanda sentezciler dönemidir de. Bu dönemde çeşitli sentez aranışçıları içerisinde özellikle iki isim dikkat çeker: A.H. Tanpınar ve P. Safa. Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde (1962) bürokrasiyi eleştirerek “zaman” kavramı ve yaşanılan zaman üzerine düşüncelerini dile getirirken, Doğu ve Batı sentezi üzerine düşünceler de sergiler. Özellikle Safa’nın Fatih-Harbiye’sinin (1931) adı bile Doğu-Batı sentezcisi bu yazarın Müslüman/Hıristiyan, Türk/Rum (Yunan) ötekileştirmeciliğini çağrıştırmaktadır. Bu tür sentezci eserler kurgusunu karşıtlık üzerinden kimlik kazanma ya da kimliğe dönme aranışı üzerinden sağlar. Fakat her ikisinin sentezciliklerinin altında gizil bir batıcılık izlenebilir.
Gerek bu dönemde gerek daha sonra Türklük anlayışı bir birlik içinde tarihin derinliklerinde doğan değişmezlik görüşünden ilham almaktadır. Bu dönemin ilk yılları itibarıyla uluslaşma ve ulusal meşruiyet kaygılarıyla ulusalcı kimliğin kurulmaya çalışıldığı görülür. Ne var ki ilerleyen dönemlerde egemen kültürel ve ideolojik yapının unsurları arasında kimi yaklaşım farklılıklarının oluştuğu kabul edilmelidir. İlk kuruluş yılları atlatıldıktan sonra kimi sentezci aranışların ortaya çıkması bu bağlamda anlaşılmalıdır.
Tek parti dönemi sonrası: “köy romanı”, Anadoluculuk ve İslamcılık
Herhangi bir ulusal kimliğin kurulması, şekillendirilmesi, o ulus devletin ilanı ve kuruluş yılları sırasındaki kurucu-resmi ideolojiyle işlenip tamamlanmış bir sürecin ürünü olmamıştır. Kurucu irade ve resmi ideoloji her adımda önceki ideolojik motifler ve aranışlarla eklemlenir. Bu durum yaşadığımız coğrafyada modern-ulusal bir kimlik kurma sırasında ulusçu-ulusalcı kimlik arayışının salt hümanist söylemlerle hareket eden, bütünleşmiş, kaynaşmış, barışçıl bir Anadolu kültürüyle yoğrulan Anadolu kimliği aranışlarıyla olduğu kadar, İslamcı kimlik aranışlarıyla da etkileşmesine neden olmuştur.
Ancak siyasal-ekonomik konjonktür gereğince söz konusu etkileşimlerde ağırlık yer değiştirebilmiştir. Kimi durumlarda ulusal kimlik Anadolucu bir yönelişle kurgulanırken, başka durumlarda daha çok İslamcı motiflerin belirtik kılındığı bir kimlik vurgusu yapılmıştır. Genel planda bakılacak olursa, çok partili döneme geçişle birlikte kimlik kurma çabalarının-aranışlarının iki ana eğilim ve bir tarz üzerinden kültür-edebiyat alanına da yansımaları bariz biçimde görülür. Bunlar İslamcı ve Anadolucu eğilim ile “köy romanı” tarzıdır.
Uluslararası konjonktür gereği gerçekleşen “demokratlaşma” süreci “köy romanları” tarzını yaratmış ve böylece 1950’ler ve ‘60’ların edebiyatına “köy romanı” damgasını vurmuştur. Köy romanına bakıldığında, Türk köylüsünden hareketle Türk halkının ortak özünü, ruhunu bulma çabalarının amaç edinildiği görülebilir. Bu durum daha önce işaret edildiği gibi Tanzimat dönemi eserleriyle başlayan Alman romantizminin etkisinden kaynaklanır. Bu etkinin yanı sıra Rousseau’cu anlayışın da belirli bir etkisi vardır. Buna göre köylüler uygarlığın yozlaştırıcı etkilerine uğramamış kesimdir ve bu nedenle halkın gerçek öz ruhu ancak köylülere yönelerek halk kültürü araştırmaları yapmakla öğrenilebilir. Ancak köy romanının bu havadan ve amaçtan kafasını kaldırıp soluk alabilmesini sağlayan bir şey vardır. Bu romanlar aynı zamanda devlete ve yönetime karşı duruşları dile getirerek, mücadele içerisinde Türk köylüsünün bütün olarak oluşumunu anlatmaya çalışmıştır.
Örneğin Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü’nde (1959) köylülerin ortak özellikleri, ağa ve devlet güçleriyle olan mücadelelerinde, birbirleriyle olan ilişki ağları içerisinde, bir oluşum süreci biçiminde ele alınmıştır. Bu yapılırken romantik tonlamalı bir gerçekçilik ağır basmış ve köylülere sempatiyle bakılmıştır. Diğer yandan Yaşar Kemal ve Kemal Tahir gibi romancılarda ise topraksız-yoksul köylülerin merkeze konduğu “halk”a dayanılarak ulus, ulusal bilinç tanımlamasının yapılmaya çalışıldığı gözlenir.
Önceki bölümde değinilen Anadolu dergisi, 1925 yılında ulusçu çizgiyi eleştirerek aşmaya çalışırken, Anadolucu eğilimin tohumlarını atmıştır. Türk kimliğinin köklerini Anadolu topraklarında arayan bu eğilim, ‘60’lı yıllarda önemli edebiyatçıların eserlerine hakim olmuş ve köy romanıyla hısımlık kurmuştur.
Anadolucu eğilimin ortaya çıkmasında hem 1960 darbesinin, hem de geniş kitlelerde yankısını bulan sol söylemlerin ve duyarlılığın yükselmesinin sağladığı hümanist algının payı inkar edilemez. Bu tür eserlerde tüm etnik unsurların potansiyel halde Türkleşmiş oldukları önsel olarak kabul edilir. Bu nedenle de “Anadolu kimliği” olarak altı doldurulmaya çalışılan ulusal kimlik karşısına “olumsuz” Batı yerleştirilir. Ancak Batı’nın olumsuzluğunun ne olduğu, nereden kaynaklandığı sorusunun yanıtı her zaman muğlak bırakılmıştır. Bu yanıt aranırken ilericilik adına en fazla batının sömürgeci tarihine, kültürleri talanına, kendini doğudan üstün görmesine dayalı kendince bir “emperyalist batı” tarifi yapılabilmiştir. Yani esasında bu kez Doğu-Batı ikiliği bir kenara konarak, Doğu’nun içini Anadolu’yla dolduran Anadolu-Batı ikiliği ele alınmıştır. Özünde kök arayışlarından kaynaklanan bu görüş:
“Homeros ile Heisodos’u Yunus Emre ve Pir Sultan ile uzlaştırmayı öngören bu yaklaşım, halkın üreticiliğini ve yaratıcılığını yücelttiği için, sadece ezilen/sömürülen sınıf ve kesimlerin kültüründe özgünlük ve ilericilik bulan o dönemin solcu söylemiyle de hısımlık kurmaya çalışır.”15
Keza bir tür Anadoluculuk yapan yazarlardan Kemal Tahir, Devlet Ana (1967) romanıyla aynı zamanda ATÜT tartışmalarını da romana taşımış ve dönemin solcu söylemleriyle Anadolucu anlayışın hısımlık kurma kanallarından birisini açmıştır. Kemal Tahir hem bu romanında, hem de Yorgun Savaşçı (1965) romanında Doğu’nun Batı’dan temel farkının devlet yapısı olduğunu anlatmaya çalışır. Doğu’nun farklılığının devlet geleneğinin din, dil ayrımı gözetmeksizin 500 yıldır kurumsallaşarak varlığını devam ettirmesi olarak çerçevelendirir. Diğer yandan bu devlet geleneğinin zaman zaman sergilediği despotik uygulamalar ‘ihya edici’ amaçlar doğrultusunda anlamlandırılarak meşrulaştırılır.
Daha önceki yıllarda da var olmakla birlikte 1970-80 yılları arasında İslamcı eğilimin kendini daha belirtik kılmaya başladığı gözlenebilir. Bu bağlamda Copeaux’nun verdiği bilgi oldukça anlamlıdır. Buna göre 1961’de kurulan Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü’nün Türk Kültürü isimli aylık yayın organı 1970’den sonra Türk-İslam sentezi ideolojisinin yayılmasında önemli araçlardan biri olmuştur.16 Türklükten çok İslamcı değerlerin gündeme getirildiği bu tür eserlerin ana karakteri devlete, kemalizme ve rejime karşı yapılan eleştiridir. Hıristiyan Batı karşısında Müslüman Doğu’nun üstün bulunan değerleri övülürken, demokrasi gibi batıdan örnek alınması gereken kimi değerler olduğu da söylenebilmiştir. Bu türün rejim eleştirisi özellikle 12 Eylül sonrası Türk-İslam sentezciliği biçiminde karşımıza çıktığı gibi, “sosyalist-İslam” sentezi biçiminde de ortaya atılmıştır. Bu ikinci tür sentezcilik “muhalifliğin” sentezini kurmayı amaçlarken, “sosyalizmin ve İslamın düşmanı, aynı emperyalist Batı”dır söylemini kalkış noktası almıştır. Bu tür sentez aranışlarının sosyalist örgütlenmelerin zayıfladığı ve solun sivil toplum tartışmaları içine gömüldüğü bir dönemde yoğunlaşmış olması yerel ve evrensel ölçekte yaşanan ideolojik-politik değişimler düşünüldüğü zaman oldukça manidar görünmektedir.
Öte yandan konjonktürel olarak değişen oranlarda zararlı olduğuna kanaat getirilen “öteki”nin yelpazesine İslamcı-ulusalcı eğilimiyle tanınan İsmail Hekimoğlu’nun Minyeli Abdullah (1968) romanındaki gibi gayrimüslimlerin yanı sıra sosyalistler de yerleştirilebilmiştir. İslamcı eğilimin edebiyatta daha tanınmış bir diğer ismi olan Tarık Buğra ise Küçük Ağa (1963) romanını İslam temeline dayanan Osmanlı düzenine övgü olarak yazmıştır. Buradaki Salih ve Niko karakterleri arasındaki ilişkide vatan sevgisi ve “öteki” düşmanlığının, modern ulusal devlete gidiş yolunda beraberce geliştirildiği görülür.
Sonuç öncesinde bu bölüm için de bir toparlama yapmak yerinde olacak. Çok partili dönemin başlamasından yakın zamana kadar romanlarda kimlik sorunu belirtik sorunlardan biri olmaya devam etmiştir. 1970’lere gelene kadar kimlik sorunu romanlarda iki ana koldan dile getirilmeye aşılmaya çalışılmıştır. Bunlardan birisi ulusçuluk iken, diğeri Anadolu’cu koldur. Özetle, iki kol arasındaki farklılık ve benzerlik:
“Ulusçu projede uzlaşma olanaksız bir çözüm olarak ele alınırken;… Anadolucu meşruiyet projesinin önerisi (ve yorumu) farklıdır. Türk devletinin meşruiyeti bir askeri zafer üzerine ya da karşı tarafı yok etme üzerinde bina edilmez. Bu devlet ‘ortak’ bir devlettir ve ‘karşı tarafın rızasıyla, gönüllü isteğiyle kurulmalıdır.”17
Ulusçuluk ya da Anadoluculuk olsun, her ikisi de meşruiyet kurma ve pekiştirme amacıyla bir kimlik inşası-arayışı içindedir. Öte yandan İslamcı-“Osmanlıcı” eğilim, romanda özellikle 1960’ların sonlarından itibaren “öteki”leştirme üzerinden kimlik inşasının ana üreticisi ve taşıyıcılarından birisi olmaya tekrar aday olmuş ve sonuçta 12 Eylül sonrasında Türk-İslam sentezi aranışlarıyla bu misyonunu yerine getirmiştir. Böylece, bu eğilimin işaret ettiği gibi “öteki” olarak, sol-sosyalist görüşler, yaşam tarzı, bireyler, halklar tanımlanmıştır.
Sonuç
Batı’da romanın bir edebiyat alanı uğraşısı olarak ortaya çıktığı koşullara ve zamana bakarak Türk romanının daha ortaya çıkışında kimi handikapları, gerilikleri beraberinde yaşattığını söyleyebiliriz. Bundan kesinlikle evrensel düzeyde edebi nitelikler ölçüsü kastedilmemektedir. Anlatılmak istenen şudur: Roman Batı’da ortaya çıkarken aristokrasi tarafından burjuvazinin yarattığı ve “halka” ait olan bir “popüler sanat”, iletişim aracı olarak değerlendirilmiş ve dışlanmıştır. Siyasal iktidarı alınmasıyla Batı ülkelerinde roman kültürel alanın üzerinde egemenlik mücadelesi verilen bir parçası olmuş ve 20. yy’ın ikinci yarısına kadar bu özelliğini korumuştur.
Oysa genç modernleşme süreçlerinden geçen ulus devletlerde romanın gelişimi böyle yaşanmamıştır. Bu bağlamda Türk romanı Osmanlı’da Tanzimat’la başlayan batılılaşma çabalarının doğurduğu sonuçların eleştirisinin yansıdığı bir kültür alanı olarak şekillenmiş, Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte daha öncesinden içine düşülen kimlik sıkışmasının aşılarak, yeni bir kimlik aranışının-inşasının yansıdığı ve üretildiği ana araçlardan birisi olmuştur. Bu nitelik Cumhuriyet döneminin başlamasından sonra da uzun zaman başat olarak korunmuş ve roman, üzerinde egemenlik mücadelesi verilecek bir zemin haline gelmemiştir. Böyle bir zeminin oluşması toplumdaki üretim ilişkilerinin ve üretici güçlerin belirli bir olgunluğa erişmesiyle sağlanabilmiştir. Ancak bu demek değildir ki bu zamana kadar sömürülen sınıfın yaşantısını, tepkilerini, “kültürünü” ve “kimliğini” romanlarda dile getirme çabaları hiç olmamıştır. En başta Orhan Kemal ve Sabahattin Ali’nin eserlerinde bu çabayı görmek mümkündür. Bu tür çabalar ancak ‘60’lardan sonra Türkiye’de sınıf mücadelesindeki hareketlenmeyle birlikte daha geniş bir kitleyle buluşmuştur. Böylece,
“…ilk kez işçiler, yoksul insanlar küçük, zararsız, restore edici hayıflanmalar kınamalar biçiminde değil, isyan yaratacak, başkaldırı yaptıracak, güçlü gerçekçi bir anlatımla ortaya” çıkmıştır.18
Türk romanı üzerinde oluşturulan kimlik kurma çabasında Kurtuluş Savaşı yıllarıyla birlikte ulusal kimlik kurma tonu artarak ağırlık kazanmıştır. Bu işlev bundan sonra da uzun zaman egemen siyasetin ihtiyaçlarına göre şekil almıştır. Bu nedenle yaratılan “biz” daha çok siyasal meşruiyet arayışı ile bağlantılı olmuştur. Oysa kimlik olgusunda “biz”, “kültür söylemiyle” doldurulmalıdır.19 Batı’da bu tür bir kurgu varken bizim gibi coğrafyalarda kurgu, roman karakterlerine olumluluk ve olumsuzluk yüklenerek yapılmak istenmiştir.
Bütün bunlardan hareketle şunlar söylenebilir: Toplumsal iktidarın siyasal iktidarı öncelediği Batı’da ulusal bilinç, ulusal değerler, ulusal kültür, ulusal kimlik siyasal iktidarın alınmasıyla birlikte egemen ideoloji tarafından hızla fethedilerek yeniden üretilen motiflerdir. Oysa ilkin siyasal iktidarın alındığı burjuva devrimi örneklerinde geç uluslaşma sancısı, moderni ulaşılmak istenen hedef olarak alan, ilerlemeci, kalkınmacı paradigmalara olanak tanımıştır. Bu durumda söz konusu motifler “uzunca bir süre” baştan aşağıya inşa edilmek zorunda kalmıştır. Bu süreçler hep bir ileriyi yakalama güdüsü ve siyasal-tarihsel sıkışmalar, gerilimler, salınımlar üzerinden şekillenmiştir. İleriyi yakalama güdüsü bir yanda Batı’yı örnek alırken, bir yandan da Batının sınıfsal-siyasal deneyimlerinden dersler çıkararak ulus kimliğini, bilincini, ruhunu yaratma omurgası değişmemek üzere konjonktürel olarak kimi eğilim farklılıkları gösterebilmiştir. Bu nedenle işçi sınıfı çıkarları için bu motiflerden medet ummanın fazla bir kıymeti harbiyesi olacağı sanılmamalıdır.
Son bir söz… Kitle iletişim araçlarının devasa bir gelişkinlik gösterdiği günümüzde romanın kimlik kurma ya da yeniden üretme açısından erişim sınırlılığı bizde de azalmakla birlikte, roman, postmodern söylem üzerinden birey, ideoloji, kültür ve kimlik bütünlüğünün parçalanarak kimliksizliğin kimliğinin yaratılmasına olanak da sağlamaktadır.
Örnekler mi, elbette “pamuk” gibi akça pakça, hafif uçuşkan, burnunuza değdi miydi iç gıcıklayan…
İncelenen Romanlar
Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü (1962), İstanbul, Dergah, 1987.
Ahmet Mithat, Felatun Bey ile Rakım Efendi, İstanbul, Yurttaş, (tarihsiz).
Fakir Baykurt, Yılanların Öcü, İstanbul: Remzi, 1959.
Halide Edip Adıvar, Ateşten Gömlek (1922), İstanbul, Atlas, 1990.
Halide Edip Adıvar, Sinekli Bakkal (1935), İstanbul, Atlas, 1989.
İsmail Hekimoğlu, Minyeli Abdullah (1968), İstanbul, Timaş, 1991.
Kemal Tahir, Devlet Ana (1967), İstanbul, Tekin, 1993.
Kemal Tahir, Yorgun Savaşçı (1965), İstanbul, Tekin, 1993.
Peyami Safa, Fatih-Harbiye (1931), İstanbul, Ötüken, 1972.
Recaizade Mahmut Ekrem, Araba Sevdası, İstanbul, Kanaat, 1979.
Reşat Nuri Güntekin, Çalıkuşu (1922), İstanbul, İnkılap, 27.baskı, (tarihsiz).
Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf (1937), İstanbul, Cem, 1980.
Dipnotlar ve Kaynak
- Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, (çev. İskender Savaşır), s. 22, İstanbul, Metis Yayınları, 1995.
- B.Çukurova ve M.Yüksel, “Öteki Üzerinden Kurulan Bir Kimlik Olarak Milliyetçilik”. Tarih ve Milliyetçilik -1. Ulusal Tarih Kongresi Bildirileri-, s. 1, Mersin, Mersin Üniversitesi Yay., 1997.
- Etienne Copeaux, Türk Tarih Tezinden Türk-İslam Sentezine, (çev. A.Berktay), s.201, İstanbul Tarih Vakfı Yurt Yay., 2000.
- Taner Timur, Osmanlı-Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik, s.306, Ankara, İmge Yay., 2002.
- Hayati Baki, Tanzimat Edebiyatında Roman ve İnsan, s.51, Ankara, Promete Yay., 1993.
- Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış I, s.19, İstanbul, İletişim Yay., 1999.
- Etienne Copeaux, a.g.e., s.16-17.
- Berna Moran, a.g.e., s.38, 67.
- Bu dönemde romanlardaki kadın tiplerinin bir sınıflandırması için bkz. Hayati Baki, a.g.e.
- Etienne Copeaux, a.g.e., s.25
- Şükran Kurdakul, Çağdaş Türk Edebiyatı II, İstanbul: Broy, 1987.
- akt. Etienne Copeaux, a.g.e., s.262
- akt. Taner Timur, a.g.e., s.70
- Bunlardan ilkine R.Nuri Güntekin’in Çalıkuşu’nda (1922), ikincisine Y.Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban’ında (1922) ve üçüncüsüne Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’unda (1937) rastlanabilir.
- Ahmet Oktay, a.g.e., s.227
- Etienne Copeaux, a.g.e., s.55
- Herkül Milas, Türk Romanı ve “Öteki”, Sabancı Üniversitesi Yayını, İstanbul, 2002, s.151.
- Tufan Ünlüeser, “Orhan Kemal ve Romanları Üzerine”, Sosyalist Politika 23, Aralık 99, s. 73.
- Herkül Milas, a.g.e., s.345.