Gelenek‘in bu sayısında başladığımız “çerçeve metin” ve “değerlendirmeler” modelinin ilk örneklerinden biri de bu yazı. Başlarken, ilk örneğin içerebileceği oturmamışlıklar, olası acemilikler için okuyucudan özür dilemeliyim.
Metin Çulhaoğlu’nun çizdiği çerçevedeki1 dört bölüm makul ve bütünlüklü bir kurgu izliyor. Çalışma eşitsiz gelişme yasasıyla ilgili bir genel tanımla başlıyor, eşitsiz gelişme yasasını kriz dinamikleri ve zayıf halka kavramı bağlamında açımlayarak devam ediyor, Türkiye kapitalizmine yine aynı yasadan hareketle göz attıktan sonra, devrimci siyaset üretimi ve pratiği açısından eşitsiz gelişme yasasının sunduğu çağrışımlarla sona eriyor.
Bu çerçeveye ben de seçilmiş kimi boyutlar üzerinden ekler yapacağım.
Gelenek’in formasyonu ve eşitsiz gelişme yasası
Eşitsiz gelişme yasası, Gelenek‘in kolektif formasyonunda özel bir yere sahip oldu. 1980’lerde, hem yenilgi sonrası olması ve derinlikli bir muhasebeyi gerektirmesi, hem siyasal tansiyonun düşük ve dolayısıyla muhasebeye zaman bırakan bir dönem olması nedenleriyle, Türkiye marksist çevrelerinde teoriye ilginin, bugünkü düzeyle karşılaştırılamayacak ölçüde yüksek olduğunu hatırlamalıyız. Teorik bir kavramın, bir siyasi hareketin kendini kurgulamasında başat yer tutmasına her zaman rastlanmaz. Eşitsiz gelişme yasası bizim hareketimizin kurgusunda özgün bir yere oturdu.
Gelenek‘in başlangıcından, hatta 1978 Sosyalist İktidar döneminden bugüne neredeyse doğrudan aktarılan kimi ilkesel konumlanışlarımız, örneğin sosyalist devrim, leninist örgüt ve uluslararası komünist hareketin tarihi gibi başlıkların her birinde eşitsiz gelişme yasası paha biçilmez katkıların kapısını açmıştır. Gelenek‘in sosyalist devrimciliği Türkiye solundaki başka örneklerden, en başta da Türkiye İşçi Partisi’nin sosyalist devrimciliğinden, bu kavram sayesinde farklılaşıyordu. TİP esasen sosyalist devrim tezini ülkenin kapitalist gelişkinlik derecesine referansla savunurken, Gelenek eşitsiz gelişme yasasının sosyalist devrim tezine evrensel geçerlilik kazandırdığını esas alıyordu.2
Yine leninist örgüt, Gelenek için, kendisini solun legalizme ve menşevizme çalan partilerinden ve dar kalıpçı örgütlerinden ayırt etmesini sağlayan bir başlıktı. Dar anlamda bir örgüt kalıbı değil derinlikli bir teorik tutum olarak leninist örgüt, işçi sınıfının eşitsiz gelişmiş dar bir öncü kesitinin esas alınmasına, bu kesite “boyundan büyük” görevler biçilebilmesine, parti öncülüğünün dar ve statik anlamdan kurtarılmasına indirgenmemesine, yine öncünün rolünü iktidarın ele alınmasından sonraki süreçlere yaymada, vb. bir dizi olanak yaratıyordu. Bütün bu ve eklenebilecek diğer boyutlarıyla leninist örgüt teorisi adeta eşitsiz gelişme yasasının önünü açtığı en kritik tarihsel keşif olarak ortaya çıkıyordu.
Reel sosyalizmin tarihini bir bütün olarak sahiplenirken, kusurları cımbızla ayıklama veya üzerini örtme yoluna sapmayan, olup biteni anlayan ve açıklayan, yanlışları meşrulaştırmayan, değerlendirme nesnesini sahiplenirken yapılabilecek olası en güçlü eleştiriyi gündeme getirebilen, eleştirirken gelenek gördüğümüz hattı çiğnemeyen bir tutum… Hareketimizin ilk gençliğinde sergilenen bu tarih anlayışı olgunluğunda eşitsiz gelişme yasasının katkısını görmemek mümkün değildir.
Bu hatırlatmayı bir riske işaret etmek ve oradan Metin’in çerçeve yazısına yaklaşabilmek için yapıyorum.
Eşitsiz gelişme bir maymuncuk mu?
Değişik başlıklarda son derece yararlı ve ufuk açıcı olan böylesi bir kavramla ilgili olarak, üstelik bir kolektif teorik konumun oluşum döneminde, ortaya çıkacak risk, kavramın yerli yersiz veya aşırı kullanımı olabilir. Kaldı ki, eşitsiz gelişme kavramı kendi doğasında bu açık hata kapısını zaten barındırmaktadır. Neden-sonuç ilişkilerinin düz işlemediği her yerde, sözlüklere bakılırsa bir denksizlik, eşitsizlik var demektir. Varsayılan gelişim yasası, -en azından yalın, doğrusal biçimde- işini görmemiştir… İyi de eşitsiz gelişme yasası, “asıl” yasaların işlemediği, yani doğrulanmadıkları istisnaların kurtarıcısı mıdır? Ya da yasaların hükmünün geçmediği momentlerde devreye giren bir maymuncuk mu?
Kuşkusuz değil ve olmamalı. Bilimsel akıl yürütmenin zorlandığı, ciddi bir analizin sürprizlerle karşılaştığı her örnekte, akla eşitsiz gelişme yasasının getirilmesi, bilimden ve analizden caymaktan başka nereye varabilir ki? Eşitsiz gelişme yasası, kuralsızlığın adı değil, tarihsel hareket yasalarından bir tanesidir. Özel olarak kapitalist toplumsal ilişkilerle birlikte ortaya çıkan, yani modern kapitalizm çağının özgün yönlerinden birini ifade eden bir yasa.
“Çerçeve“de de ilk adımda bu boyuta açıklık getirilmekte, Metin’in ifadesiyle “kapitalist üretim tarzına içsel süreçler ve dinamikler sonucunda ortaya çıkan evrensel bir olgu” olarak eşitsiz gelişmeye ve “bu olguya ilişkin yasallıklar” olarak eşitsiz gelişme yasasına sınırlar çizilmektedir. Burada “içsel” terimini italik hale getiren benim. Metin Çulhaoğlu, (1) genel olarak kapitalist mekanizmalara dışsal olan durumları ve, (2) yasalaştırılmaları olanaksız rastlantısal eşitsizlik örneklerini, “eşitsiz gelişme” kavramının dışına çıkartmıştır.
Bu noktada marksist teoride mutlak bir yerleşikliğe sahip bulunmayan bir kavram hakkında konuştuğumuzu atlamayalım. Ansiklopedik bir yerleşikliğe ulaşmanın her zaman güç olması bir yana, eşitsiz gelişme kavramı tartışmaya fazla açık olmaya devam etmektedir. Böyle bir durumda farklı tanımlar her zamankinden daha meşru olacaktır.
Çulhaoğlu’nun çizdiği sınırların eşitsiz gelişme yasasının maymuncuk olmasını engellemeye dönük bir yararı var. Eşitsiz gelişmeyi, toplum ve doğa tarihinin yalnızca betimleyici ve en fazla zihin açıcı bir terimi değil de, güçlü teorik bir kavram olarak göreceksek, kapitalizmle organik ilişki içinde bir tanım getirmek yerinde bir girişim olacaktır.
Kapitalizme dışsal ve rastlantısal olanlar ile kapitalizme içsel olanlar… Böyle bir tasnife gerek duyulduğuna göre eşitsiz gelişme olgularının tamamının bizim marksist kategorimize tıkıştırılamayacağını, yani marksist eşitsiz gelişme yasasına konu olmayan eşitsiz durumların söz konusu olduğunu kabul etmiş oluyoruz. Ancak kuşkusuz marksist düşünür ve yazarlar, önlerindeki eşitsiz durum ve gelişmeler karşısında, ilgilerini Metin’in tasnifine göre sınırlamadılar. Pekala kapitalizmle ilişkilendirilemeyen “yalın” eşitsizliklere de atıfta bulundular. Örneğin bizzat Marx ve Engels, toplumların gelişimine ilişkin yaptıkları genel sıralamayı özel olarak Batı Avrupa ile sınırlı tuttuklarını vurgularlar. Kapitalizmin, insanlığın bütün parçalı pratiklerini birleşik bir dünya tarihi olarak tekleştirmesinden önce, farklı coğrafyalarda sınıf mücadelelerinin farklı yollar izlemesi olağandır. Bu farklılaşma veya eşitsizlik durumu genel yasalarla açıklanamayacaktır. Bu tür örnekler, bilimsel aklın ufkunu genişleten, gerçek hayata içkin diyalektik eşitsizlik durumlarıdır ve Metin Çulhaoğlu’nun tanımına göre konumuz olan eşitsiz gelişme kategorisine girmemektedir. Öte yandan, tartışmasız, bu tür gözlemler marksist düşüncenin kapitalizme özgü eşitsiz gelişme yasasını keşfetmesini kolaylaştırmıştır.
Yine Marx ve Engels’in değinilerini düşünürsek, aynı tarihsel dönemde Avrupa’nın üç ayrı ülkesinde, Britanya Fransa ve Prusya’da üç ayrı kapitalistleşme ve burjuva devrim türünün gerçekleşmesi, Fransa’daki sürecin devrimci tonlarının gücüne karşılık İngiltere’de devrimciliğin zayıf kapitalist ekonominin karşılaştırılamaz bir derinlikte olması, Almanya’da devrim değil bir tepeden düzenlemenin yaşanması, bizim “çerçeve”mize uygun düşmektedir. Artık, eski toplumların parçalı özgünlüklerinin, genelleştirilmesi olanaksız kendine özgü yasalarının karşısında, sermaye birikimi, rekabet, uluslaşma, ulus-devletin oluşumu, modern sınıflar ve bu sınıfların mücadeleleri gibi kategorilerin ağırlığı hissedilmektedir.
Yasanın marksist düşünceye gecikerek girdiği bir gerçektir ve aslına bakarsanız, kaçınılmazdır. Gelişmenin ortaklaşması, ilk elde dünya çapında “lokal”lerden evrensele geçiş, yakınsama farklılıkların dolayısıyla da eşitsizliklerin törpülenmesi beklentisini yükseltti. Gerçekten de sanayi devrimi, daha önceki tarihle karşılaştırılırsa, sınır tanımaz atılımlara imza attı. Fransız Devrimi, Napolyon savaşlarıyla bütün Avrupa’yı, hatta kimi sömürge imparatorluklarını sarsma yoluyla uzak kıtaları bile etkisi altına aldı3 . Burjuva özgürlükçülüğü, değil önceki çağdan kalan titrek yapılar üzerinde devrim yaratmak, kendi maddi koşullarını sunan kapitalizme has üretici güçleri bile solluyor, insanlığın Avrupa’nın gerisinde kalan her hücresini tutup zorla eş düzeye çekiyordu.
18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başlarında, tarih eşitsizlikler üretmemekte tersine düzlemektedir. Toplumun hareketini evrensel ve bilimsel yasalarla açıklamaya yönelen “marksist devrimcinin”, Avrupa’ya damga vuran altüst oluşun içinde gizli kalmış ve daha güçlü çalkantılara olanak vaat eden eşitsiz gelişme dinamiklerini araması için bir neden yoktu. Eşitsiz gelişme yasasının, devrim coğrafyasının Rusya’ya doğru kayma göstermesi ile birlikte bu ülkenin marksistleriyle birlikte anılır hale gelmesinin dayandığı nesnellik güçlüdür.
Eşitsiz gelişme yasası, devrimci bilim adamları Marx ve Engels’in gündemine ancak burjuva devriminin tökezlemesiyle, yukarıda değinilen düzleyici, eşitleyici gücünü yitirmesiyle ve önce siyaset analizlerinde girecektir. 1848 devrimleri üzerine çalışmalarında artık sınıf mücadelelerinin akışında ve toplumsal yapının evriminde, eşitsiz gelişmenin yalnızca betimleyici değil analitik bir araç olarak, toplumsal ve siyasal süreçlerin dinamik bir yasası olarak sergilendiğini görebiliyoruz. Louis Bonaparte‘ın 18 Brumaire’i , Fransa‘da Sınıf Mücadeleleri Alman devrimi üzerine çeşitli yazılar, Merkez Komitenin Komünist Liga‘ya Hitabı bir de bu gözle okunmalıdır.
Eşitsiz gelişmenin ekonomi alanına taşınmasında da bir zorluk söz konusu değildir. Marksist yöntemde bir yasa değerine kavuşmak için “maddi yaşamın yeniden üretimi”nden vize alınması gerekir. Üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki, kapitalist rekabet, kâr oranlarının düşme eğilimi, aşırı üretim krizleri gibi temel kavramlaştırmalar eşitsiz gelişme olgusu ve yasasının bu alanda da hükmünü icra ettiğini yeterince kanıtlamaktadır.
Türkiye notları
“Türkiye burjuvazisi … büyük yapısal dönüşüm perspektifleri açısından bakıldığında bir başarısızlık ve beceriksizlik abidesidir. Oysa aynı egemen sınıf, yapısal zaaflarının düzeni yıkıma götürecek krizler olarak derinleşmesinin karşısına, gelişkin bir siyasal manipülasyon yeteneğiyle çıkabilmektedir.”4
Okur, 1999’da yazdığım bu formülün Türkiye’nin son büyük dönüşümü olarak Avrupa Birliği süreci nedeniyle, içinde bulunduğumuz konjonktürde sorgulanması gerektiğini düşünebilir. Kuşkusuz AB süreci Türkiye kapitalizminin makus talihinin yenileceğine dair beklentileri canlandırdı. Ancak kendi payıma, ben Türkiye burjuvazisinin AB sürecinde de, yukarıdaki yaklaşımı doğrulamaktan kurtulamayacağını düşünüyorum.
Zira, “Sistemin bütünündeki eşitsiz gelişme, herhangi bir yere değil, kendi eşitsiz gelişmesi esasen eğreti bir dengede duran toplumsal formasyona birikerek yansıyacaktır.”5 Ve Türkiye dünya kapitalist sistemi içindeki konumu eğreti sayılabilecek bir ülke olarak, eşitsiz gelişmenin birikerek yansıdığı toplumlardandır. Türkiye burjuvazisinin yapısal, köklü, büyük dönüşüm projeleri karşısındaki başarısızlığı, bir öznel beceriksizlik değil, eşitsiz gelişmenin egemen sınıfın önünde aşılması neredeyse olanaksız, ya da son derece güç engeller biriktirmesinden ileri gelmektedir. Burjuvazi kendisini zor durumda bırakan bir eşitsiz gelişme olgusunu, yine aynı yasaya basarak aşmaya çalışmakta ve büyük proje zaaflarını kısa vadeli “yönlendirme” yeteneği ile örtmektedir.
Örneğin Türkiye kapitalizminin demokrasi ile ilişkisine liberal yaklaşım, aynı zamanda yöntemsel olarak eşitsiz gelişme yasasını ihmal etmektedir. Buna göre elde evrensel bir model olan ve her “çağdaş” toplumda homojen biçimde uygulamaya konması beklenen bir normlar bütünü olarak demokrasi vardır. Türkiye ise çeşitli arkaik gelenekler, aşılması gereken devletçilik veya eski kafalı bürokratlar nedeniyle bu modelden sapma göstermektedir. Böylece bir yandan evrensel burjuva demokrasisi, öte yandan da Türkiye kapitalizminin yeterince demokratik olmayan rejimi “derin devlet” gibi terimlerle mistifiye edilmektedir.
Zayıf halka kavramı doğumunu eşitsiz gelişme yasasına borçlu. Bu kavramın, belirli bir ülkede bir kez gündeme geldiğinde kalıcı nitelik kazanacağını düşünmek, aslında bu kökene aykırıdır. “Zayıf halka” konjonktürel sınırları olan bir siyasal analiz kavramıdır. Konjonktürel sınırların ötesine geçip dönemsel diyebileceğimiz daha geniş zaman dilimlerini düşündüğümüzde, belirli bir ülkeyi olsa olsa “zayıf halka adayı” olarak değerlendirebiliriz. Elbette bu konumun da kural olarak kalıcı bir kategori olamayacağını atlamaksızın.
Çerçeve yazıda Metin Çulhaoğlu, Türkiye için 1980 sonrasını kırılgan ve sallantılı konumun şekillenmesiyle betimliyor:
“Dengeler ve eklemlenmeler, 1980’lerden başlayarak ve günümüze doğru artarak sallanmaya ve kırılganlaşmaya başlamıştır. Bu değişimi yaratan, Türkiye kapitalizminin dışa daha fazla açılması, bunu izleyen AB süreçleri ve sosyalist sistemin çöküşünden sonra dizginlerinden sıyrılan ABD emperyalizminin girişimleri karşısında yaşanılan açmazlardır. Burada, önemli bir nüansa dikkat etmek gerekiyor: Türkiye’de sistemin kendi içindeki eşitsiz gelişmenin yerleşik denge ve eklemlenmeleri zorlayan boyutlara varmasını durup dururken dış odaklar ve dinamikler yaratmamıştır; sistem, başka koşullarda koruyup onarabileceği dengeleri dışa açılma ve dışarıyla entegrasyon yüzünden tutturamaz duruma gelmiştir. Özetle, bugün gelinen noktada, dünya kapitalist sisteminin kendi gelişme eşitsizlikleri artık Türkiye’deki toplumsal formasyona daha fazla birikerek yansımakta, yerleşik denge ve eklemlenmeleri zorlamaktadır.”
Eşitsiz yeteneklere sahip Türkiye kapitalizminin son büyük açılımı Avrupa Birliği üzerinden dünya kapitalizmiyle daha bütünlüklü bir entegrasyona dayanmaktadır. Aslında işin özü, bütün Cumhuriyet tarihine damga vuran eksenle özdeştir. Kapitalizmi seçen Türkiye, başından itibaren bu sistem içinde ağırlık kazanmanın yollarını aramıştır. Kemalist adlandırmada bu arayışa “muasır medeniyet seviyesini yakalamak” denmesine karşın Mustafa Kemal’in bizzat damga vurduğu dönemde, sıçrama yerine yalnızca biçimsel “inkılaplar”ın öne çıkabilmesi manidardır.
1980’lerle birlikte entegrasyon arayışı, gerçekten de önceki on yılların daha statik modellemelerinden kopuşu ve sıçramaları gündeme getirdi. Burada statik modellerin ekonomik, toplumsal ve siyasal krizlere kapalı olmadığı, tam tersine kriz dinamiklerine karşı güvence oluşturma çabalarının egemenliğinde geliştirildiği atlanmamalıdır. Sanırım Türkiye’nin 1960-80 dönemi, kapitalist dünya ile daha bütünlüklü bir entegrasyon için hamle yapmak yerine, krizi kontrol altında tutma merceğinden bakıldığında daha doğru okunacaktır. 1980 darbesi burjuvaziye sıçrama ve bunun serbest bırakacağı risklere daha cesur yaklaşma olanağı verdi. Ama daha ilk adımlarda, yani verili zeminde yapılacak sıçrama denemesinin “yeni riskleri”6 olgunlaştırmasına fırsat kalmadan, erteleme gerekçeleri sökün etti. 1980’lerin ortalarında yükselişe geçen Kürt hareketi, on yılın sonlarında etkinlik kazanan işçi sınıfının ekonomik mücadelesi, 1990’ların başlarından itibaren dinci gericilik, büyük açılımı ertelettirmiştir.
AKP hükümeti Türkiye burjuvazisinin yirmi yıl aradan sonra cesaretini bir kez daha toplamasını temsil etmiştir. Bu cesaretin kaynaklarını önceki kriz dinamiklerinin kontrol altına alınması anlamında 1999’da Öcalan’ın hapse konmasında, 2001’de dinci gericiliğin bozucu özelliklerinin büyük ölçüde dışlandığı AKP oluşumunda buluyoruz. Bu dönemeçlerin ardından, sonraki yılların AB entegrasyonu için elverişli hale gelmesi rastlantı sayılamaz.
Ancak bu noktada Türkiye kapitalizminin eşitsiz gelişimindeki en kritik mekanizma yeniden işbaşı yapmıştır. Entegrasyon açılımı, içinden çıkılması olanaksız bir sorunsalın üzerindeki örtüyü kaldırmaktadır. Entegre olunmak istenen dünya kapitalizmi, Türkiye’yi kendi sistematiğine uyumlu bir birim olarak kabul etmekte zorlanmaktadır. Burada milliyetçi statükoculuğun ara sıra başvurduğu din ve kültür referansları açıklama yeteneği açısından son derece yetersizdir. Açıkçası entegrasyon Türkiye’nin yalnızca kendine ait manevra alanını dramatik biçimde aşağı çekmekle kalmamakta, çok daha derin bir güçsüzleştirme, hatta tasfiye sürecini ima etmektedir. Bu kapitalist Türkiye’nin 20.yüzyıl başında berraklaşan tanım alanının en azından değiştirilmesi demektir. Böylesi bir sarsıntının nereye varacağını kestirmek ise kanımca mümkün değildir.
Türkiye eşitsiz gelişme yasası açısından son derece çarpıcı bir örnek alan sunuyor. Öyle ki, sermaye düzeni tarihsel stratejisi doğrultusunda yol aldığı ölçüde, kapitalizm ile Türkiye toplumu arasında düpedüz bir doku uyuşmazlığı kendini göstermektedir. Sermaye sınıfı, erteleme gerekçelerinin geçersizleşmesiyle bir saadet dönemine girdiğini zannederken, aslında bu doku uyuşmazlığının mekanizmaları harekete geçmiştir.
Dipnotlar ve Kaynak
- Metin Çulhaoğlu “Eşitsiz Gelişme: Bir Tartışma Çerçevesi”
- Geçerken bir hak tesliminde yarar var. TİP Genel Başkanı Behice Boran’ın kimi çalışmalarında eşitsiz gelisme yasasının katalizörlüğünde ulaşılan değerlendirmelere rastlanır. Örneğin Boran dünyanın en ileri kapitalist ülkelerinde bile feodal kalıntıların var olabileceğini, hem kapitalist gelişmenin bu anlamda doğrusal ve mutlak bir ilerlemeyi temsil etmediğini, hem de eski toplumun bakiyesinin işçi sınıfı partisinin siyasal hattını geri çekmesinin kabullenilemeyeceğini çeşitli yazılarında vurgular.
- Yeni yayınlanan bir kitapta rastladığım ve Türkiyeli okurun genel olarak uzak olduğunu sandığım bir bilgiyi aktarmak istiyorum: 1810’da “Napolyon Bonaparte’ın İspanya’ya saldırısını fırsat bilen Venezüellalı yurtseverler bağımsızlıklarını ilan ederler.” (Ali Mert(editör), Venezüella’da Neler Oluyor?; NK Yayınları, İstanbul, Şubat 2005; s.171)
- Aydemir Güler, Son Kriz… 1990’lar Türkiye’sinde Toplumsal Dinamikler, Gelenek yay., İstanbul, Mayıs 1999; s.38
- Metin Çulhaoğlu, a.g.y.
- “Kısa örneklerle yetinirsek, tarımdaki nüfusun yüzde 10’lara indirilmesi; enformel sektörün düzenlenmesi ve ‘küçültülmesi’; işsizlik sorununa neoliberal politikalarla yaklaşılması; sağlık hizmetlerinin elden geçirilmesi; sosyal güvenlik sistemindeki ‘kara deliğin’ kapatılması; yönetimde ademi merkezileştirme/yerelleştirme; dinci ideoloji-resmi ideoloji-burjuva ideolojisi arasındaki dengelerin yeniden oluşturulması; geniş halk kitlelerindeki beklentilerin karşılanması; AB ve ABD’nin baskılarının iç dengelere kırılarak/yedirilerek yansıtılması ve bunlar gibi daha pek çoğu, altından kalkmak şöyle dursun, çözüm için zorlanan girişimlerin bile dengeleri büsbütün bozacağı başlıklardan kimileridir.”Entegrasyon açılımının “yeni riskleri” derken ne kastettiğime Çulhaoğlu’nun bu pasajını aktararak açıklık getirebilirim.