Görüntülerle çevrelenmiş durumdayız. Gerçeği(ni) fark edemeyeceğimiz ya da gerçeğ(in)e yönelip ona vakıf olamayacağımız kadar çok görüntüye maruz kalıyoruz. Görüntü bombardımanı, düşünceyi, soyutlamayı, sorgulamayı, analizi, dolayısıyla “gerçeği kavrayıp müdahale olanaklarını geliştirecek bir akıl”ı dumura uğratıyor, buna yarıyor.
Ancak görüntülerin içine çok girilmediğinde, bombardımana rağmen dışarıdan bakma yetisi kaybedilmediğinde, ilişkiler sorgulanıp “göründüğü gibi olmayanlar” deşilebildiğinde ve elbette gerçeğin bilgisine dair mümkün olduğunca kapsayıcı bir birikimle, yani bilimle görüntüye bakılabildiğinde; görüntünün tahakkümüne karşı durulabiliyor, gerçek bir devrimci dönüşüm için mücadele verilebiliyor. İcabında, görüntüleri takip ederek hem de!
Kısacası, görüntülere bakıyoruz, gerçeği anlamaya, gerçeği değiştirmeye çalışıyoruz. Örneğin,
12 Eylül sonrasında yeni dikilen apartmanların önemli bir bölümüne “huzur” ve “güven” adı verilmesi, aynı dönemde imam hatiplerin açılışında ve porno sektöründe büyük patlamalar yaşanması, ilk “demokratik” seçimin yan konusu olarak ikinci köprünün “yoluna koyulması”, “haydi Türkiye” dolduruşuyla “Türkiye buna henüz hazır değil” temkinliliğinin aynı dönemde sloganlaştırılması, korku filmlerinin yaygınlaşması, futbolun medyadaki ağırlığının artması vb. hepsi önemli birer görüntü/gösterge olarak değerlendirilebilir. Ancak o dönemde, “gerçek” o kadar güçlüydü ki; sıkıyönetimiyle, işkencesiyle, anayasasıyla, yasalarıyla, YÖK’üyle vb. o kadar etkili bir biçimde saldırıp kendisini dayatıyordu ki, görüntüleri analiz etmek neredeyse gereksizleşiyordu.
Oysa aynı başlıklardan devam edersek; söz konusu görüntüler, orta sınıfın “huzur ve güven” arayışına dönük toplumsal imajlar oluşturulmasına, depolitizasyonun ideolojik dayanakları güçlendirilirken dinin toplumsal dokuya daha çok ve etkin bir biçimde yayılmasına, vatandaşın “kültürel aklı”nın yalnızca belden aşağı çalışmasına ve aydınlığa açılan kapıların tümüyle kapanmasına, piyasa anlayışı ve liberal mantığın her alana yerleşmesine, halkın batıya dair umutlar ve doğuya dair çekincelerle birlikte terbiye edilmesine, adına sentez denen bu çorbanın üzerine her daim korku sosu eklenmesine, futbolun bir yandan ticarileşirken öbür yandan daha çok kişiyi uyutur bir hale getirilmesine ve benzerlerine hizmet ediyordu. Kısacası, söz konusu görüntülerin gerçeklikleri bunlardı ya da böyle okunup yorumlanabiliyordu.
90’lara geldiğimizde, “sosyalizmin çözülüşü” gibi bir büyük gerçekliği de arkasına alan sistem, yepyeni görüntülerle karşımıza çıktı. Yukarıdaki örneklere, paralellerini ve yenilerini ekleyecek olursak; huzur ve güven apartmanlarının yerini çiçek isimli siteler ya da uydu kentlerdeki harfler ve rakamlar aldı; mistisizm, romanın yanında tarot kartı dağıtacak raddeye vardı; genelde sponsorlar ve projelerle donandı kültürel alan; arka sayfa güzelleri türbanla örtülse de çıplaklık baki kaldı; futbolun her tür ve bu arada entelektüel cazibesi bile arttı; televizyon ve magazin patladı, otomotiv ve kozmetik çatladı; gurme tadında bir yemek kültürü yayıldı, manken tadında bir konfeksiyon ve kozmetik kültürü saçıldı; dünya lideri markaların yanına, yalnızca en yüksek tabakanın satın alabildiği çok daha özelleri yanaştı; gençler “clubber”, günlük mutsuzluklarından arınmaya çalışan plaza insanları “new yorker” olmaya başladı; borsa indi, borsa çıktı; “doğulu Türkler” indi, “beyaz Türkler”çıktı; IT ve iletişim derken hizmet sektörü iyice büyüdü, sektörün en tepedeki profesyonelleri rezidanslara yerleşti ve daha onlarca görüntü serpildi ve gelişti… (Tabii bu arada görüntü gürültüye de karıştı: Tüm bu görüntüleri gürültüyle boğan medya ve gürültüye getiren “eleştirel bir kuram” da gelişti).
Her ne olduysa, (ya da Reha Muhtar’ın akla ziyan anonsuyla) her nerede yaşadıysak ya da yaşatıldıysak; gözlerimizin önünden bir film şeridi gibi geçip duran bu görüntüler, özellikle orta sınıfların sistem tarafından nasıl “tutulacağı”na ve gerektiğinde nasıl “harekete geçirileceği”ne dair önemli işaretler de sundu. Üst orta sınıfların yeni bir yaşam tarzına doğru meyledip “yırtma” girişimleriyle, alt orta sınıfların elindekini koruyup idare etme çabaları, içinde küçük mobilizasyonlar da barındıran yeni tipte statükonun bileşenleri oldu.
Aynı görüntülerin orta sınıflara dönük karşılıklarına biraz daha bakacak olursak; “huzur ve güven arayışı”, sırf 12 Eylül’ün ideolojik salgısına değil, küçük burjuva beklentilere de cuk oturuyordu. Çok-satar mistik matbuat, o eski Yaşar ya da Orhan Kemal ciltlerine göre, büfelerin kitaplara ayrılan daracık bölümünü daha bir güzel süslüyordu. Pembe dizi ya da fotoromanların yerini televizyon dizileri, onun yetmediği noktalarda ikinci ve üçüncü sayfa haberleri ile son sayfa güzelleri doldurabiliyordu. Gurmelerin ve moda rehberlerinin tanıttıkları “yeni ve lezzetli ve keyifli ve çok özel ve çok şeker ve bir hayli ayrıcalıklı ve sair şeyler”, tadımlık ve seyirlik olana dair “bir gün belki biz de böyle…” özentisini yerleştiriyordu. Şehir dışındaki, otoyol kenarındaki devasa alışveriş merkezlerine ulaşmak için ayağı yerden kesmek, şehir yaşamının bir gereği haline geliyordu. Ve diğer örneklerle de birlikte, burada anlatılanların bir bölümü yaşantı ve deneyim anlamında, diğer bölümü özenti ve beklenti anlamında orta sınıfları kuşatıveriyordu.
Sonuçta, orta sınıflar; heveslere, özlemlere, güvenli bir ortama, rahata kaçan alışkanlıklara, bir ikinci arabaya, olabildiğince istikrar arayışına vb. dayanan “artılar”ın karşısında, sıkıntılara, endişelere, yarına dair belirsizliklere, krizlere, taksitlerin elde patlamasına ve en nihayetinde her şeyi kaybetme korkusuna dayanan “eksiler”in de yer aldığı, bir tür “oynak denge”de gidip geldiler. Denebilirse, “gelgitli bir statüko”ya ulaştılar.
Kimilerinin statükoyu daha üst bir seviyede kurmalarına, kimilerinin ise elindekileri kaybetmesine neden olan “girdiler”den bir diğeri de, son yıllardaki “küresel dalga” oldu. Zira neo-liberal aklın ya da piyasacı saldırının “her şeyin normali/ortası/ılımlısı” türünden geleneksel reflekslerle hareket eden orta sınıf temkinliliğine kattığı şey, “hız ve risk” oldu. Bu da, temkinliliği tümüyle elden bıraktırmasa da, (biraz da doğası gereği) güveni sarstı, çözülmeyi ve sonuçta çürümeyi hızlandırdı.
Evet, tüm bu yaşananlar bir şeyi daha, çürümeyi de tetikledi… İster elindekini muhafaza etme güdüsüyle olsun, ister küçük tasarruflarını yeni yaşam tarzlarıyla buluşturma hırsıyla olsun, her daim bozulmaya ve çürümeye elverişli “lekeler, bakteriler, bereler, kaypaklıklar vb.” barındıran bu sınıf, bu kadar dalgayı üst üste yiyince ve sosyal olan her şeyin dışlandığı, kültürel dejenerasyonun tırmandığı son bir dalgayla sersemleyince, söz konusu lekelerinin yayılıp tüm organizmayı sardığı bir çürümeye teslim oldu.
Yukarıda kimi görüntülerine değindiğimiz yaşantı ve beklentilerin naylonluğu, refah görüntüsünün kofluğu, elindekini korumak ve yukarı doğru tırmanmak için “çok yoğun” (“so busy” dururken, “kölece” nece) çalışmanın zorunluluğu, boş zaman uğraşlarının ölçülülüğü ve hoşluğu, televizyon kültürünün hoş ama boşluğu ve tüm kültürel müdahalelerin aptallaştırıcı boyutu, çürüyüşün “ortadaki” yürüyüşü oldu.
Arada kalan “bazı okumuş kesimler” ve özellikle de üniversiteli/meraklı ama boş vermiş gençler, zaman zaman “durumun farkında olma” refleksi gösterse de, bilinçlerin uyarılmasına, eleştirinin gerçeğe, eleştirenin ise mücadeleye yönelmesine dair bariyerler koyarak anneleri babaları gibi “kendilerini korumaya” dikkat ettiler. Korku ve korunma bencilleştirdi. Bencillik ise çürüğü tüm bir gövdeye yerleştirdi.
Korunma ve güvenlik, orta halli ve orta yaşlı orta sınıflar için her zaman önemli bir konu. Sanki onlar için işleyen daha geleneksel bir “yasa” da var: “Yukarıdakiler” voliyi vuracakları belirsizlikleri kollar, “aşağıdakiler” bir ihtimal yukarı çıkabilecekleri ihtimalleri zorlarken, ortadakiler “aman böyle gitsin” diye panjurlarını kaparlar. Ancak bir başka yasa daha var; kapalı ortamlarda sırf korunma değil, çürüme ve bozulma da artar. (Sistem dışına çıkanları ya da oyunbozanları buraya dahil etmediğimiz ise umarım aşikar).
Neyse sözü fazla dağıtıp uzatmayalım, Gelenek’te bundan sonra belli aralıklarla ve farklı boyutlarına bakarak işleyeceğimiz bu “çürüme” başlığına dair, orta sınıfların çevresinde oluşan kimi görüntülere biraz daha ayrıntılı bakalım.
Yeni yuvalar, yeni yaşam tarzları
Asıl işi zamanla ve tarihle olanların, mekanlara, zemin etütlerine, arkeolojiye, yer değiştirmelere dair hep bir soğuklukları vardır. Sırasıyla Benjamin’in, Hobsbawm’ın ve Foucault’nun kimi “görüntü analizleri”nde yaptıkları türden; Paris pasajlarından Fransa’da sınıf mücadelelerinin seyrini, Barcelona’daki bulvarların genişliğinden anarşist başkaldırının olanaklarını ya da arkeolojiden bilgi kuramının temellerini çıkarmazlar, ama bu türden anlamlı entelektüel çabaları da tümüyle boşlamazlar. Sonuçta, mekanlardan yansıyan görüntüler, zamanın/tarihin gerçek akışına dair işaretler verdiği müddetçe, ilgi alanlarına girer elbette.
Özellikle mesele orta sınıflara ve genel anlamda kültürel çürümeye geldiğinde ise mekanlar baş köşeye kuruluyor neredeyse. Son dönemde şehir merkezlerinin ve banliyölerin, çalışma ve yaşama mekanlarının ıcığına cıcığına irdelendiği, “yeni yaşam biçimleri”nin hem reklam hem de radikal eleştiri konusu haline geldiği bir “düşünce seti” de iyice yaygınlaştı.
Öncelikle, bu işi hakkıyla yapan ve tabii ki sırf mekan analizleriyle sınırlı kalmayıp, 90’larda yaşanan değişimi, orta sınıfların “seçkin ve yönetici” kesimi özelinde değerlendiren ama asıl olarak da bunun medyadaki yansımalarını analiz eden Rıfat N. Bali’ye değinebiliriz. Bali’nin çok sıkı bir medya takibiyle kaleme aldığı “Tarz-ı Hayat’tan Life Style’a” adlı, son 15 yılı tarayan çalışmasında; rezidanslarda ikamet edip sürekli beş yıldızlı otel konforuyla yaşayan “yuppie”lerden, şarap ve tenis tutkusunu keşfeden yeni burjuvalara, 3C’li (cigar, champagne, caviar) arayışlardan, BMW yeni 3 serisi reklamındaki “yeni insan” tanımına, “kozmopolit, kültürlü, genç, kentli elitler için yeni yüzyıl” tasvirleri geliştiriliyor. En anlamlı özeti, Ertuğrul Özkök’ün “zihniyet iklimlerini etkileyen bir insan mozaiği” türü sözlerine cuk oturan Esquire dergisinin düsturu sunuyor: “Bu dünya bizim!.. En şık giysileri giyin… En lezzetli yemekleri yiyin… En güzel kadınlarla sevişin…”
Bali’nin kitabında, özetin özeti şöyle:
“Gündüzleri geç saate kadar iş merkezleri ve Medya Towers’larda çalışan, akşamları ve hafta sonları kentin şık ve bohem semtlerinin eğlence ve yemek mekanlarının müdavimleri arasında yer alan, gecenin ilerleyen saatlerinde residence, country veya city’lerdeki evlerine dönen, yaz aylarında Ege veya Güney sahillerindeki yazlık konutlarına özel uçakları veya yatlarıyla giden, erken emekli olup New York’a yerleşmeyi hayal eden, birer ‘kanaat önderi’ olduklarına inanan, bu nedenle de her konuda ve her ortamda düşüncelerini beyan etmek için can atan bu yeni kuşak işadamları ve medya seçkinleri, Özal’lı yılların yarattığı yeni sınıfın müstesna örnekleri. Onlar yeni aristokratlar…”1
Kitabıyla ilgili bir söyleşiden öğrendiğimize göre “Tarz-ı Hayattan Life Style’a” yayınlandıktan sonra Bali’yi arayıp tebrik eden “bizi çok iyi çözmüşsünüz” diyen isim ise (sürpriz değil) bizzat Ertuğrul Özkök oluyor.
Özkök’ün Akşam’daki muadillerinden Engin Ardıç da, yine “bizi -bu kez bizzat içeriden- çözenler” arasında. Ardıç, Cem Uzan tipi müdahaleci medya patronlarına bağımlılığı azaldığı için eskisine göre çok daha rahat yazdığı ve elbette o meşhur küstah üslubuyla kaleme aldığı, her yöne saldıran “leziz” yazılarında “yer yer” yeni mekanların en kralları arasında yer alan uydu kentlere de “giydiriyor”. Arkasındaki temel düşünce “burjuva dediğin Fransa’daki gibi şehir merkezinde yaşar, bulvarlarda dolaşır, o ne öyle, uydu kentlere falan kaçmak” olsa da, buradaki alternatif olduğu söylenen yaşamı “yere sermek” konusunda bir hayli mahir olan Ardıç, “Otum Saraylar Botum Konaklar” başlığını attığı fıkrasında şöyle çeviriyor topu:
“İstanbul’un, içinde yaşanılır bir şehir olmaktan günden güne uzaklaşması, ucuz banka kredileri ve şu yılan öyküsüne dönen ‘mortgage’ beklentisiyle de tetiklenince, ‘şehir dışı sitelere kaçma’ eğilimi iyice aldı yürüdü. Bunların kimisi villa kimisi bildiğiniz apartmanlardan oluşuyor. Bir de ön tarafı ‘müstakil’ villalar arkası apartman en dibinde de gökdelenler yükselen ‘kombine kasabalar’ çıktı ortaya. Çok lüks olduğu söylenen apartmanlar (kıro müteahhit imlasıyla ‘lüx’ yazılıyor) uygar ülkelerde alt tarafı ‘sosyal konut’ niteliği taşıyan büyük ve sevimsiz yapılar. (…) Tabii üç bin kişinin oturacağı bir kasaba yavrusunun yirmi kişilik havuzuna nasıl girileceği ‘fitness center’dan’ yararlanmak için kaç yüz metre yürüneceği reklamlarda gösterilen beygirin nereden bulunup da binileceği falan düşünülmüyor. Şehre gidip gelmek daha kolay çünkü herkesin ‘altında araba’ var. Bunun aslında böyle olmadığı da kış bastırınca anlaşılıyor ama iş işten geçmiş oluyor. Git otur yüz bin liralık ev sekiz yüz bin lira fe blok kat noo yirmi iki daire noo kırk sekiz ay şekerim yeni aldık masanın üstünde amuda kalkarsan uzaktan deniz bile görünüyor… Özel güvenlik sistemi yani iki metrekare beyaz bir kulübe içinde uyuklayan sarsak köylümüz bile var! Kısa bir süre sonra da ay şekerim biz ne halt ettik… Bunlara bu kasaba yavrularına İngilizce ve Osmanlıca karışımı piç isimler koyuyorlar. Amerikan filmlerini çağrıştıracak ‘Paradise Hill Steep Courts’ ‘Blue Sunshine Resort Mansions’ gibilerden saçmasapan isimlerle ‘Çemişlerköy Trend Malikaneleri’ ‘Kurtini Residence Evleri’ ‘Hamsilikıyı Dream Town’ gibi yozluklar üstelik ‘Hanedan-ı Letafet Sarayları’ ‘Zevk-ü Neşe Konakları’ ‘Abüzittinoğulları Hisse-i Muhabbet Palace and City’ ‘Lalezar-ı Temaşa Outer Space Center’ gibi hışırlıklar sağda solda pıtırak gibi çoğaldı… Verilmek istenen Osmanlı tadı sanırım evi alacak olan paralı ayıya ‘alt tarafı bir yeni zengin’ olduğunu unutturmaya yamyamda ‘sanki köklü bir aileden geliyormuş da o villa kendisine rahmetli paşa dedesinden kalmış’ gibi bir his uyandırmaya yönelik (…) Gidin gidin bu sitelere gidin de İstanbul da bize kalsın.”2
İstanbul’un kime kalacağı bir tarafa, yeni aristokratların, yeni mekanları için daha fazla söze gerek var mı? Yoksa ne kadar “eleştiri” getirilirse getirilsin, biraz da şu “biz Türkler” noktasına mı takılmalı?
Bali’nin yaptığı analizi, mekanlarla birlikte “statü sahibi” insanlara da taşıyarak geliştiren ve “yeni orta sınıf”ı özet de olsa enine boyuna irdeleyen Ali Şimşek, yukarıdaki Engin Ardıç tipi alaycı eleştirelliği de, mizah dergileri özelinde ele alıyor. Ve sonuçta, “biz Türkler” yakınması/dalgasıyla yeni köşe yazarlarının birinci tekil şahıs tutkusu ve “ben sizi çözdüm” bilmişliğiyle, “itiraf ettim, rahatladım” vurdumduymazlığıyla, “eski mahallelerdeki/geleneksel orta sınıflardaki yurdum insanları” manzaralarıyla ve groteskleşen “magandalık” kavrayışıyla vb. orta sınıfı kimi kırılgan halkalarından tutup, “mizah”ıyla birlikte can evinden vuruyor. Mekanlara geri dönersek, Şimşek’in kitabına adını da veren, yeni orta sınıf, “İçinden geldiği mahalleliği başka bir düzlemde yeniden hayal ederken, aynı zamanda mahalleyi parodileştirerek toplumun alt ve orta sınıflarına karşı imtiyaz kazandıran bir kültürel sermaye ediniyor.”3
İşte, içinde her şeyi gülünçleştirmeye yarayan bir güç de barındıran söz konusu kültürel sermaye ya da adlı adınca “kaşıntı”, tam da çürümeden, onun yol açtığı yaralardan kaynaklanıyor.
Kaşınıyor, kıvranıyor. Kıvranıyor, korkuyor. Korkuyor, korunuyor. Korunuyor, çürüyor. Eskiden evini komşularına açan, arada evine panjur yaptırıyor, şimdi “yeni mahallesi”ni kalın duvarlara ve (gece bekçiliği kamusal bir hizmet olarak nihayete erdirildiği için) özel güvenlik şirketlerine devrediyor. Eskiden çocuğunu bahçeye çıkaran, arada onu sokaktan uzaklaştırıyor, şimdi özel servis olmadan okulu bile düşünemiyor. Eskiden aklını romanla, felsefeyle zorlayan, arada sinemaya, müziğe bağlanıyor, şimdi tümüyle özel televizyonlara teslim oluyor…
Örnekler ve görüntüler artabilir ama; orta sınıflar, bugünkü çıkarlarını, bugünkü maddi birikimlerini koruyup büyütmeye çalıştıkça, her tür dayanışma kültürünün uzağında ayrıcalıklarına tutunup alaya başvurdukça, daha fazla korunuyor, daha fazla kapanıyor ve daha fazla çürüyor sonuçta.
İktisadı bırakma: İstikrarı ara ama iyi de harca
Bu arada, yeni mekanlara sığınmanın ekonomik bir boyutu da var mutlaka. Son dönemde konut kredileri, yüzde birlik kredi faizleri sayesinde orta sınıf yaşamın vazgeçilmezleri arasına yerleşiyor. Küçük ya da orta ölçekli birikim, yatırım ya da tasarruflarını yıllar boyunca, enflasyonist ortamda bir oraya bir buraya yönelterek “tırmalayan” orta sınıf girişimci ruhu, yeni dönemde “emlak” diyor, başka bir şey demiyor.
Aslında, diyor. Krediyle borçlanmanın, ilk krizde tüm güvenli yol ve beklentilerin önüne ne gibi engeller çıkarabileceğini bildiği ya da sezdiği için, “korkuyorum” diyor. Yeni mahalle ve yaşam biçimlerinin her an gerileyebilmesi, değersizleşebilmesi ihtimalini gördüğü için “aman istikrar bozulmasın da gerekirse örtünürüm bile” diyor. İşten eve, evden işe ve aralarda alışverişe giderken trafikte saplanıp kaldığı, özel sigorta primlerinin sonu ve kapsamı soru işaretleriyle dolduğu, özel okullar çıldırırken çocuk okutmak dert olduğu vb. için “her şeyi bırakıp uzaklara kaçabilsem ya” diyor.
Aslında orta sınıfların “ekonomik açıdan” neler umup neler bulduklarına ve genel anlamda nerede durduklarına dair çok şey söylenebilir. Daha önce Kavram Karmaşası kitabında ele aldığımız için tekrar etmiyoruz4 ama, son beş yıllık dönemde (işler göreceli olarak “yolunda” gittiği için) emekçi kimliklerinin dışında “girişimci ruhları”yla anıldıklarını, üst-orta sınıf olarak öne çıkarıldıklarını görüyoruz.
İşler tıkırındayken (sıkıntılara rağmen) gününü gün etmek ve arada biraz para biriktirmek, her tür çalkalanmada (sıkıntılar bir yana) “arada bizim cebimize de bir şeyler girer” diyerek beklentilere girmek ve her durumda (sıkıntı olsun, olmasın) girişimci ruhu temsil etmek; orta sınıflara atfedilen birer değer ve işlev aslında.
Orta sınıflar, bu girişimci ruhlarıyla, sırf kendi adlarına değil, burjuvazi adına da “sağlıklı” refleksler verebilir, kimi işlevler üstlenebilir: Devletin kimi kurumlarını vazifeye çağırmak, halkın nabzını tutma(görüntüsü verme)k, siyasilere uzlaşı mesajı iletmek, toplumsal gerilimlere ılımlılık dozu gerektiğinde devreye girmek, ülkenin hassas gündemlerinde sınırlı da olsa sokağa çıkıp tavrını belirtmek vesaire…
En son geçtiğimiz ay, asıl krizin habercisi olan hafiften bir çalkalanma yaşandığında, burjuvazinin siyasi temsilcilerini tüccarlar odasında birlik beraberlik görüntüsü içinde veren fotoğraf, bu ruhun bir yansıması olarak değerlendirildi. Taha Akyol 29 Mayıs tarihinde Milliyet’te yer alan “Orta sınıf bu işte” başlıklı makalesinde, açıkçası, burjuvaziye orta sahadan bir pas kesmeyi ve elbette güven vermeyi de denedi:
On yıllardır böyle bir fotoğraf verilemiyor ama “Şimdi, TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, çatışan siyasi liderlerle el ele tutuşuyor ve ‘asrın fotoğrafı’ veriliyor! Gerçekten ‘asrın fotoğrafı’; çünkü yüz yıldır, hatta yüz elli yıldır inşa etmeye çalıştığımız ‘girişimci orta sınıf’ ilk defa siyaseti dengeleyebilecek bir güce ulaşıyor! (…) ‘Anadolu kaplanları’nı çıkaran girişimci orta sınıfın ulaştığı boyutları, bilinçlenmeyi ve heyecanı yansıtıyor bu tablo. (…) Elbette TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu, karizmatik kişiliği ve vizyonuyla orta sınıfa yeni bir heyecan ve dinamizm kazandırdı, siyasi ağırlığını da güçlendirdi; onun bu kişisel katkısı açık… Ama o, teşekkül etmiş bir sosyolojik kudretin ‘başkan’ıdır. O kudret, gelişmekte olan girişimci orta sınıftır. Bu sayede artık modernleşmenin öncüsü devlet değil, millettir. Bu sayede demokrasi dünkünden daha güçlüdür.”5
Fotoğraf ya da görüntü böyle. Gerçeğine bakıldığında, halkın mutluluğu ve refahı için değil, sermayenin kâr güdüsü için siyaset güdenlerin, çoğu noktada ve en temelde ortak oldukları, kol kola durdukları biliniyor aslında. Her tür dalgalanma belirtisine karşı, “programdan taviz verilmemeli,ekonomik ve siyasi istikrar bozulmamalı” uyarısını yapan büyük aktörler, bazen kendilerine daha aşağılardan, ortalardan sözcüler buluyorlar yalnızca. Kaynaşma görüntüsü de pekişiyor bu arada. Türkiye’de toplum farklı noktalardan “yarılıp dururken”, eşitsizlikler, yoksullaşma ve uçurumlaşma tırmanırken; birleştirici harçları bulmaya çalışmak, ortadakilerin “girişimci” çabalarına ve “medya önderleri”ne kalıyor. Sonuçta, sermayede, girişimcilikte ve medyada; kârdan ve dolayısıyla kirden başka bir şey birikmiyor.
Görüntünün gerçeğine dair bir diğer okuma, yakında ve çok yoğun bir şekilde günlük gazete alanına giren sol.org.tr sitesinde, “baskın basanındır” köşesinde yapılıyor. Akyol’un yücelttiği bu fotoğrafla, artık ilk sayfalara taşınan lise cinayetleri arasında bir bağlantı kuruluyor. Daha doğrusu, orta sınıflar ile korku kültürü, korunma ve çürüme arasındaki bağlantı bir başka bağlamda, yeniden açığa çıkıyor.
Lise cinayetleri kastedilerek şöyle deniyor:
“Bu tür haberlerin manşetlere taşınmasının en önemli etkisi, sevgili Taha Akyol’un nabız atışını hızlandıran orta sınıflarımızda korku yaratmak ve toplumun korunmacı, baskıcı ve otoriter bir iktidar çizgisini kabullenmesini kolaylaştırmak olarak görülmeli. ABD’de iletişim fakültelerinde ‘kamuoyu oluşturma’, devlet kuruluşlarında ise ‘psikolojik harekat’ olarak adlandırılan faaliyetler içinde önemli bir yer kaplayan korku ve panik yaratmaya dönük yayıncılığın en tipik örneğiyle karşı karşıya bulunuyoruz. Anlaşılan o ki, olası bir İran saldırısı ve olası bir CHP-MHP hükümeti için basınımız oldukça kapsamlı bir şekilde hazırlanıyor.”6
Değerlendirmenin güncel-siyasal uzanımlarını bir kenara bırakalım, eskiden üçüncü sayfalara sığıştırılan haberlerin ya da kirliliğin ilk sayfalara taşınmaya başlaması, gerçekten de “ortadan geçen” korku kültürünün önemli bir bileşeni haline geldi. Gazetelerden ve tv kanallarından taşan şiddete “vah vah” çekmek, acıma duygularıyla kanal değiştirmek artık yetmiyor: Binalarımızı daha güvenlikli kılmamız, kendimizi daha fazla yalıtmamız, bireyselleşme kılıfında atomlaşmayı pompalamamız, otomobillerimizi tank gibi yapmamız, konforumuzu artırmamız vesaire vesaire gerekiyor.
Eduardo Galeano’nun “korku üzerine açtığı pencere”den bakarak medyaya doğru geçersek, burada çizilen portre orta sınıf bireyin sınır ve çekincelerini de özetliyor:
“Eğer aşık olursanız, AIDS olursunuz. Sigara içerseniz, kanser olursunuz. Nefes alırsanız, zehirlenirsiniz. İçki içerseniz, kaza yaparsınız. Yemek yerseniz, kolesterolünüz yükselir. Konuşursanız, işsiz kalırsınız. Yürürseniz, saldırıya uğrarsınız. Düşünürseniz, acı çekersiniz. Şüphe ederseniz, delirirsiniz. Hissederseniz, yalnız kalırsınız.”7
Medya, kültürel özenti ve altlı üstlü yaşam biçimleri
Evet, tüm bu görüntüler ve çürüme, en çok ve en iyi, medyadan “izleniyor”. Aslında “alelade” bir haber koyup başka da bir şey yazmamak mümkün (ama insan yine de yazmadan duramıyor):
“Japon mutfağını Güney Amerika tadıyla birleştiren Nobu, İstanbul’da bir şube açma kararı aldı. Etiler’de inşa edilen Bellevue Residences By Kempinski’de açılacak olan Nobu’nun kurucularından biri de ABD’li aktör Robert de Niro (63). Tom Ford, Madonna, Nicole Kidman, Tom Cruise gibi isimlerin müdavimi olduğu Nobu, adını ünlü şefinden alıyor. Dünyanın en gözde Japon restoranları arasında gösterilen Nobu’nun, ABD ve Londra şubeleri ilk açıldığında yer bulabilmek, ana salonda masa ayırtabilmek bir ‘statü’ meselesiydi. Londra’daki ilk şubesi 1998 yılında Michelin Guide yıldızı takan lokanta, Avrupa’nın en iyi mekanı seçildi. New York şubesi de 1995’te James Beard Vakfı ödülünü kazanmıştı.”
Neresinden tutacaksınız ki, en sonda ismi zikredilen ödül ve yıldızların ne tür şeyler olduklarından mı,en başta ismi zikredilen Hollywood yıldızlarıyla aynı mutfaktan beslenmenin dayanılmaz cazibesinden mi, Etiler’de inşa edilen Bellevue Residences By Kempinski’nin adından mı, kira koşullarından mı?
En iyisi, “seçkin mekanlar/insanlar, seyredilen mekanlar/insanlar, başarı öyküleri denen masallar ve pazarlama mantığı, medyanın köşe taşları haline geldi” belirlemesi eşliğinde, Nobu’nun menüsüne bir göz gezdirmek. Ama bunu da Milliyet’in pazar ekindeki “aşmış” gurmeye yaptırmak lazım. Tuğrul Şavkay gibi eskileri bir hayli aşıp, önüne konan kaz ciğerinin, hangi şarapta kaç dakika bekletildiğini anlayabilecek kadar Fransız damağına sahip olan bu kişi, New York’ta biftek yemeğe gittiğinde aynı lezzeti alamasa da, farklı tatlar arasındaki asimetriyi takdir edebilmekte!
Üst orta sınıfları zaman zaman doyurup, alt orta sınıfları sık sık acıktıran bu türden haber, görüntü ya da menüler, lise cinayetleriyle korkanları, “hayatın lezzetli tarafları”yla teskin ediyor bir bakıma. İlkinden korkanların, güçleri yeterse nereye kaçmaları gerektiği de medya marifetiyle belirleniyor.
Öte yandan, “özgür tüketen birey” eksenli her tür kültürel özenti, iştahı kabarttığı oranda, onu doyurabilmenin zorluklarını da çıkarıyor orta sınıfın karşısına. Başka sözcüklerle ifade edilecek olursa, kriz dönemlerinde iştahın tıkanması ya da sadece sandviç tıkınılması, başlı başına bir sorun oluyor. Ama uzatmamak adına, Ali Şimşek’in söyledikleri durumu çok iyi özetliyor: “2001 krizi, yeni orta sınıfı, ağzında suşi tadıyla bırakıveriyor.”8
Tadı damağında kalınca, daha çok seyretmeye başlıyor insanlar; o şaşalı eğlenceyi, o doymak bilmez iştahlarıyla tüketenleri, o bir gecede emekçilerin bir aylıklarını yiyenleri, o “ahlak mı kaldı artık” yakınmaları eşliğinde pantolonları indirenleri, o “bizim toplum bu kadarını kaldıramaz” uyarıları eşliğinde kaldıranları, o her yönleriyle çürüyenleri, çürütenleri…
Evet, bu türden betimleme ya da belirlemelerin, çürüme ve hatta yıkımla çizilebilecek bir karakteri var. Ve anlatılanlar, gerekirse sayfalarca uzar. Ancak betimlemelerden bir süre sıyrılıp meseleyi (medya özelinde) analiz edenlerin düşüncelerine de eğilebiliriz biraz.
Terry Eagleton’un sözleriyle “bir toplumsal kontrol biçimi olarak”9 ya da Ünsal Oskay’ın ifadeleriyle “dış dünyanın evimizin içindeki imgelem yeteneğimizi de kısıtlaması ve disipline etmesi”10 olarak televizyon, Guy Debord’a göre,otomobille birlikte,“yalnız kalabalıkların tecrit koşullarını sürekli olarak güçlendiriyor.”11 Tüm bu cümlelerden ya da onların referans aldığı görüntülerden fışkıran bir yalıtlanma, manipülasyon ve denetim var. Sonuçta, bu türden “kapanma biçimleri” arttıkça, çürüme de artar. Ta ki, televizyonu bütünüyle kapatana kadar.
Zira, bütünüyle kapanmadıkça, eleştirmek bile mümkün değildir onu aslında. Tıpkı kendisine dönük eleştirileri de alay konusu haline getirip korunabilen mizah dergileri gibi, tıpkı “komünizm gelecekse onu da biz getiririz” diyen uyanık burjuva aklı gibi, medyanın gücü de “gösteri eleştirilecekse, onu da gösteri eleştirir” noktasını zorlamaktadır. Yine Debord’un sözleriyle: “Gösteri, yani dünyanın sahiplerinin yaptıkları şeyler hakkında yürütülen boş tartışmalar da, böylece bizzat gösteri tarafından düzenlenmiş olur.”12 (Biraz önce adını andığımız Profesör Oskay’ın bu şekilde bir medya eleştirmeni haline gelmesi, ünlü şov programlarında “danışman” rolü üstlenmesi, “eleştirenlerin eleştirilmesi” planında düşünülebilir).
Eleştirinin başlıca unsurlarından biri ise medyanın ve özellikle “aptal kutusu”nun neredeyse bütünüyle bir pazarlama mecrası/aracı haline gelmesidir. (Bu arada sıklıkla parantezler açmaya başlamışken, “televizyon bildiğimiz aptal kutusu da, bu kadar bağımlısı haline dönüştüğümüz bilgisayar neyin kutusu” sorusunu da sıkıştıralım son bir paranteze.) Beyin iğfal şebekesi ya da “kapitalizmin resmi sanatı” olarak reklam, pazarlamanın günlük imgelere sinmiş bir hali olarak iş görmekte, özentiyi hayatın içerisine, neredeyse eksiksiz bir biçimde yerleştirmektedir. Ve elbette çürümeyi de… “Hizmet sektörü büyüdü” diye diye genelde “pazarlama ve satış”a yaslanan bir sistemden, onun her şeyi metalaştıran kültüründen, çürüme dışında ne beklenir ki zaten? Sonuç ya da çürümenin en sonu, ülkeyi satıp pazarladığını söyleyenlerin bile “normal” karşılanabilmesi değil midir?
Orta sınıfların bir işlevi de, sapmaları marjlara itmek, “normal” olanları merkeze yerleştirmektir. Merkez ise artık “küreselleşmiştir”. Ve döngüyü tamamlarsak, büyük bir aynılaşma ve tek tipleşme içinde (en fazla “ötekini tanıma” gevezeliğinde) yol alınırken, “küreselleşme” denen görüntü ya da gerçek,en çok marka ve pazarlama düzleminde -üstelik “küreselleşme”nin bütün dikey ilişkilerinin tersine, ülkeler arasında yatay bir biçimde- iş görmektedir:
“Yemek, mutfak alışkanlıkları, müzik, televizyon, eğlence türü şeyler aracılığıyla günümüzde dünya coğrafyasını dolaylı biçimde, bir benzeş olarak yaşamak mümkündür. Günlük hayatta benzeşlerin iç içe örülmesi (metalardan oluşan) farklı dünyaları aynı mekan ve zamanda bir araya getirir. Ama bu öyle yapılır ki, işin kökenine, bunları üreten emek süreçlerine ya da üretilmelerinde geçerli toplumsal ilişkilere dair bütün izler mükemmel biçimde gözden gizlenir.”13
Normalleşme ve aynılaşmanın riskleri de var. Hep orta sınıflar ve orta sınıf ideolojisi kuşatacak değil ya proletaryayı, sular bazen tersinden de akar. Farklı bir tüketim arayışına yönelen, tüketecek maddi gücü olmadığında -medya eliyle- yaratılan özentiye sığınan ve her durumda proletaryadan uzaklaşmaya çalışan orta sınıflar belli açılardan zorlanmaktalar.
“Günümüzde, yönlendirilen tüketim toplumunun orta tabakaları, kendilerini, belli belirsiz bir biçimde proletaryanın genelleşmesi tarafından yutulacak avlar olarak hissediyor. Beyaz yakalılar, küçük teknisyenler, memurlar ve orta dereceli kadrolar, ısrarla bu duruma ve bu bilince karşı direniyor. Bu durum, ideolojik baskı yoluyla değil, benzer bir gündelik hayatın ve gündelik hayattan tatile çıkmaya doğru aynı türden bir kaçışın algılanması yoluyla kuşatıyor onu. Savunmaya geçen orta sınıf üyesi, tüketim toplumunda tüketilen şeyin tüketici olduğunu önceden seziyor. Etiyle kemiğiyle proletarya kadar özgür kalan orta sınıf üyesi değil, onun sahip olduğu yaşama zamanı tüketiliyor.”14
Proletarya tarafından yakalanmamaya çalışırken, çözüm olarak, cüzdanı yettiğince “farklı bir biçimde” tüketmeye, gündelik hayatını farklı kılmaya yöneliyor orta sınıflar. En başta değindiğimiz “alternatif yaşam biçimleri/mekanları ve kaçışları”, bu işe yarıyor. Yetmiyor; daha üst düzeyde arayışlara, özel pazarlama stratejilerine yöneliyorlar. Küçük farklılıkları ya da kendine özgü ayrıcalıkları bulabilecekleri “niche marketler”e koşuyorlar. O da yetmezse, gerçek bir varlıklı gibi görünmeleri icap ederse, “massclusive” (“kitleleri dışlayan”) ürün ve hizmetlere kaçıyorlar:
“Örneğin ‘kitle sınıfı’na karşı, ‘kitle dışlayıcılığı’ (massclusivity) açığa çıkmaktadır. Kitle içinde bir miktar ayrıcalık ve statü sahibi olmaya dönük aniden beliren güçlü isteği hızlı bir biçimde karşılamaya çalışanlar da, bu alana yöneliyorlar. Örneğin havaalanlarında sınırlı giriş hakkı sağlayan yeni salonları kendilerine model alıyor ve yeni bir hizmet türü oluşturuyorlar. Ancak burada bile, o ‘eski tipte şirketler’, yine o eski ‘orta sınıf’ın tüm bir alanı dolduramadığını görüyorlar: Kendi nazik hizmet seviyeleri yüzünden, ne ayrıcalık yaratabiliyor ne de gerçek anlamda kitle sınıfı değeri oluşturabiliyorlar. Tekrar ifade etmek gerekirse, bu trendin birçok farklı yüzü var ve çok sayıda alt-trendi de bir araya getiriyor. (…) Krallara layık havaalanı salonlarının popülerliği ve yalnızca davetle dahil olunan Centurion kredi kartları,modern insanın o sınırsız ayrıcalık ve saygınlık gereksiniminin sadece iki örneği. Son derece kaliteli mal ve hizmetlere daha fazla sayıda insan ulaştıkça (örneğin oturma odanızdaki DVD player ile Kraliçe Elizabeth’in torununun ‘Yüzüklerin Efendisi’ filmini izlediği cihaz arasında muhtemelen pek bir fark yoktur), bazı kesimler de daha fazla ayrıcalık ve statü talebinde bulunuyor. Bunu sağlayabilen öyle bir tür olmalı ki, sizi kitlelerden ayırmalı ve diğerlerinin ulaşamayacağı bir ayrıcalık sunmalı. ‘Kitlelerin dışında olmak’ ya da ‘kitle dışlayıcılığı’, şu an herkese açık çoğu hizmet alanı için gelirleri güçlendiren, ani bir kazanç alanına dönüşebilir. ‘Kitle dışlayıcılığı’, Harrods’un ya da Macy’nin pazar geceleri yalnızca Hollywood yıldızlarına açılması ve özel giysilerle katılınan son dakika partileri vermesi değildir, ama özel kahve salonlarının ya da lüks giysi mağazalarının sadece seçkin üyelerin girebileceği bir yer haline getirilmesi olabilir. Ayrıcalık ve saygınlık bugünlerde ender rastlanan bir şey haline geldi. Bu da onu sunabileceğiniz bir hizmet haline getirmek için yeterli bir nedendir.”15
Aslında bu tür bir “kitle dışlayıcılığı”nda gerçekten de yarar var diye düşünülebilir. Hiç değilse, çöpler kendi mekanlarında çürüyüp kokuşurlar!
Bitirirken son bir not; mücadele verenler için ise başka bir güçlük var. Medya ve görüntü bombardımanına maruz kaldığında, son alıntıyı yaptığımız türden neşriyatla karşılaştığında, kendisini çok güçsüz ya da ümitsiz hissedebiliyor “mücadelenin insanı”. Ya da örneğin gazetelerin pazar eklerini üst üste karıştırdığında, orta sınıf mensupları gibi “kaptırıp gitmiyorsa”, “nerede yaşıyoruz sahiden” diye düşünmeye başlayabiliyor istemeden. “Gerçi gerçekliği dönüştüreceğiz ama, bunlar gerçekse, bizimkisi şüpheli” diye bir zayıflık dahi yaşayabiliyor.
“Moralsizliğe yer yok” diye bir “dolduruş”la işin içinden sıyrılıp çıkmak da kolay değil her zaman. Ancak bir dolduruş değil de bir doluluk var: Gerçekten mücadele edenler için, mücadelenin kendisinden başlayarak, farklı dayanaklar ve güven kaynakları açığa çıkar. Sığınmak için ya da “kitleden dışlanmak” için değil elbette, üretip çoğaltmak, çürümeyi durdurmak için: Kuramları, kitapları, sokakları, düşünceleri, ümitleri, sevgileri, eylemleri, görgüleri, bilgileri, partileri…
Dipnotlar ve Kaynak
- Rıfat N. Bali, Tarz-ı Hayattan Life Style’a, İletişim Yayınları, s. 362.
- Engin Ardıç, “Otum Saraylar Botum Konaklar”, Akşam, 13 Mayıs 2006.
- Ali Şimşek, Yeni Orta Sınıf, L & M Yayınları, s. 56.
- Ali Mert, Kavram Karmaşası, Nazım Kitaplığı, s. 113-126.
- Taha Akyol, “Orta Sınıf Bu İşte”, Milliyet, 29 Mayıs 2006.
- “Baskın Basanındır” köşesi, www.sol.org.tr, 30 Mayıs 2006.
- Eduardo Galeano, Yürüyen Kelimeler, Çitlembik Yayınları, s. 162.
- Ali Şimşek a.g.y., s. 119.
- Terry Eagleton, İdeoloji, Ayrıntı Yayınevi, s. 61.
- Ünsal Oskay, Tek Kişilik Haçlı Seferleri, İnkılap Kitabevi, s. 142.
- Guy Debord, Gösteri Toplumu, Ayrıntı Yayınevi, s. 21.
- a.g.y., s. 126.
- David Harvey, Postmodernliğin Durumu, Metis Yayınevi, s. 335.
- Henri Lefebvre, Modern Dünyada Gündelik Hayat, Metis Yayınevi, s. 97.
- Reinier Evers, “Yeni Trendler: Kitle Sınıfı ve Kitle Dışlayıcılığı”, Capital, Mayıs 2006.