İnsan var, insancık var. Kitap var, kitapçık var. Farklılıkları ortaya koymakta, “ağırlığın” da bir (yeri ve) değeri var.
Ağır okumalar, kitabın yoğunluğu ile kalınlığı, kapsayıcılığı ile anlatımı, belge niteliği ile kurmaca niteliği hep birlikte “ağır” ise, daha bir okkalı oluyor sanki. Tıpkı Peter Weiss’in derya-metni, “Direnmenin Estetiği” gibi.
Bir dönem, Ayrıntı yayınevi “ağır kitaplar” diye bir dizi başlatmış, Elias Canetti’den “Kitle ve İktidar”ı, Ulrich Bröckling’ten “Disiplin”i, Ursula LeGuin’den “Hep Yuvaya Dönmek”i, Hardt ve Negri’den “İmparatorluk”u ve benzerlerini, bu kitapların neredeyse bir tek kalınlığını ve belki biraz da zor anlaşırlığını “ağırlık konusu” yaparak, bu diziye katmıştı. Örneğin bir “Komünist Parti Manifestosu”nun yeterince “kalın” olmadığı için bu dizide yer bulması imkansızdı. Diziye girecekse, tartıda kaç okka geldiğine ya da kaç tanesi üst üste konduğunda bir adam boyu ettiğine bakmalıydı.
“Direnmenin Estetiği” ise Ayrıntı’nın temel kriterini fazlasıyla yerine getiren, ama onu bir hayli aşan “ağırlıkta” bir kitap. Zira, tüm bir sanat tarihini ve ona eşlik eden estetik tartışmasını, direnenlerin cephesinden yeniden kurmaya çalışıyor. Zira, 20. yüzyılın ilk yarısındaki büyük çatışmaları, ezilenlerin cephesinden, yeniden değerlendiriyor. Zira, tüm bunları blok cümle ve paragraflarla yoğun bir anlatım biçimi deneyerek gerçekleştiriyor. Zira, mücadele tarihiyle mücadele estetiğinin nasıl buluşabileceğine dair ağır soruları yanıtlayabiliyor. Zira, Ayrıntı’nın tüm ağır kitapları üst üste çıksalar onun boyuna zor erişiyor!..
Yanlış anlaşılmasın, ağırlık, okumaya bir engel değil tabii ki. Tam tersine (kitap kafanıza düşmediği müddetçe) bir okuma çağrısı olarak anlaşılmalı. Ve garip bir ifade olacak ama, ağırlığının da bir ağırlığı var; bugün roman diye basılan onca kağıt yığınını “ezecek” kadar büyük bir yapıt olsa da, okurunu ezmiyor asla. Zira ezilmeye karşı, direnenlerin, mücadele edenlerin tarafında. Bizzat, mücadele ediyor aslında. Tüm bir insanlık, devrimler ve sanat tarihini, ezilenlerin ve direnenlerin perspektifinden yeniden inşa ederek tartışan, devasa ve bütünlüklü bir “destan” kaleme alınınca, mücadelenin dışında düşünülemiyor yazılanlar.
Örnekleriyle anlatmaya çalışırsak; Bergama’dan Almanya’ya taşınan eski Yunan freskleri üzerinde dolaşıp en sonunda Çin’e kadar uzanan, bir yandan insanlığın savaşlarla yoğrulan tarihine eğilen, öbür yandan dadaistlerin sanat anlayışlarının “uyarıcı” olup olmadığı tartışmasına kadar giden roman, “anlatılanların bugünü”ne, 1930’ların Almanya-sı’na gelindiğinde ise faşizme karşı direniyor. Üstelik bütün bunlar bir “kapsam sorunu”na yol açmıyor, bağlantıların kurulduğu bir zenginlik içerisinde anlatılıyor.
Örneklerden devam edersek; kitapta, resim ağırlıklı büyük bir estetik tartışması da geliştiriliyor aynı zamanda. Peter Weiss’ın sanat uğraşının ilk döneminde bir ressam olmasının, “resimlerde yaşananların kristalleşmiş halini görmesi”nin de bunda belli bir “ağırlığı” var elbette. Özellikle Gericault’nun “Medu-sa’nın Salı” tablosunun sayfalarca anlatıldığı bölümde, resimden yansıyan “ışık” çok iyi betimleniyor: 1800’lerin başında Almanya’dan devraldığı yeni sömürgesi Senegal’e, ilk subayları, valiyi vb. götüren Medusa adlı Fransız gemisinin batmasının ardından, filikalara doluşarak kurtulan zenginlerin dışında kalan ve ölüme terk edilip birbirlerinin bedenlerini yemek zorunda bırakılan tayfanın ve onların yaydığı ürkütücü ışığın resmi bu. Resim sanatını ilk defa ezilenlerden, dışlanmışlardan yana bu derece aydınlatan bir ışık.
Elbette, sırf resim tarihinin önemli kimi tablolarını anlatarak onlarla siyasal tarihin kimi dönemeç noktalarına dair bağlantılar kurarak akmıyor roman; İlahi Komedya’dan Don Kişot’a ve günümüze doğru gelindiğinde Körleşme’ye kadar uzanan edebiyat tarihinin önemli yapıtlarını da, tartışmaya, direnmenin estetiğine ve ezilenlerin tarihine dahil ediyor.
Üstelik, bu işi “metinlerarasılık” denen postmodern sıkışma içerisinde yapmıyor. Örneğin, Kafka’nın “Şato” romanı ile Brueghel’in “Karnaval ve Oruç” tablosunu birlikte anlatmak, gerçekliğe bakışımızı birlikte dönüştürmek anlamına geliyor. Bu iki eserden hareketle 1937 Almanya-sı’ndaki işçi sınıfına bakmak, tarihsel bilinci ve kültürel birikimi dönemin mücadelesine taşımak, okurun aklını bu şekilde uyarabilmek planında değerlendiriliyor. Benzer şekilde, ünlü mimar Gaudi’nin Barcelona’da inşa ettiği “bitimsiz” kilisesi Sagrada Famila’da, kitsch’le geleneği bir araya getiren mimari anlayıştan ve bu ayrı tarzlar arasındaki gerilimden, İspanya İç Savaşı’nda anarşizmle sosyalizmi bir araya getiren mücadele anlayışına ve bu ayrı akımlar arasındaki gerilime bir yol gidiyor. Bergama fresklerinde, ezilenlerin verdikleri savaşlarda Herakles’in çizdiği çelişkili ve ikircikli konumdan, Almanya’daki sınıf mücadelelerinde kurtarıcı ya da öncü sorununa giden bir diğer yol gibi. Sonuçta bütün bu bağlantılar, gösteriş amaçlı bir “metinler-arasılık” değil, bütünlüğü direnenlerin perspektifiyle yeniden kurma girişimi olarak çıkıyor karşımıza.
Tüm bu tartışmaları yürütenler ise faşizm koşullarında mücadele yürüten genç militanlar. Evet, anlatılanlar aynı zamanda Komünist Parti’nin ve onun faşizm koşullarında diğer toplumsal güçlerle birlikte direnişi örgütlediği illegal yapılarından biri olan Kızıl Orkestra’nın da tarihi. Romanın “gövdesi” buraya yerleşiyor ve ondan hareketle diğer tartışma “dalları”na uzanıyor. “Kökleri”ni ise, hep tarihsel bilinçte arıyor.
Kızıl Orkestra’nın genç üyelerinin tartışmalarında, Herakles (Hercules) önemli bir figür haline geliyor. Zira o, dünyevi olan ile tanrısal güç arasında gidip geliyor, ezilenlerin yanında ama şarabi ve tensel zevklerin cazibesine kapıldığında “öbür taraf”a da sarkıyor, güçlü ama sürekli olarak Hera’nın gücünü sınamak için karşısına çıkardığı engellerle uğraşmak zorunda, seviyor ama aldatıyor, bazen yoksullardan bazen zenginlerden yana, kısacası bir orada bir burada… Herakles’in bu çelişkili karakteri, bugüne doğru gelindiğinde, başka kahramanlar özelinde yeniden değerlendiriliyor.
Spartakist hareket ve sosyal demokrasinin ihaneti, illegalite koşulları ve sol içi ayrımların uzun uzun tartışılmasıyla, bir “eğitim materyali” özelliği de sergiliyor roman. Özellikle İkinci Dünya Savaşı arifesinde dünya siyasetindeki kritik kararların komünistler ve sosyal demokratlarca tartışılması, bu “eğitim”i daha da önemli kılıyor. (Eğitim demişken, metnin zaman zaman “akıp gitmemesi”, kimi bölümlere takılarak okuma zorunluluğu, zaten bir miktar “ödev gibi” kılıyor onu.)
Kahramanlar, büyük ve evrensel açılımlarla, ruhsal sıkışmalar arasında gidip gelen bir zaman dilimindeler. Mücadelenin güçlü insanı, kimi kesitlerde içine dönüp/kapanıp kırılgan benliğine takılabiliyor. Ancak en ağır baskı koşullarında dahi, sanatın duyarlığına sırtını dönmeden, yaşamın renklerini silikleştirmeden var olma, direnme ve mücadele etme çabasını sürdürebiliyor.
Gerçek kimi tarihi isimler de romana katılıyor zaman zaman. Örneğin İspanya İç Savaşı’nda cephe gerisinde bir hastanede geçen yaşamın ve tartışmaların ortasında, birden İlya Ehrenburg’un ziyaretiyle karşılaşıyoruz. Edebiyatın amacı ve Sovyet Rusya’nın durumu üzerine yaptığı konuşma, romana bir “belgesel havası” da katıyor.
Solun tarihinden bir başka büyük yazar Bertolt Brecht ise sırf “belge” özelliğiyle değil, canlı bir kahraman olarak giriyor romana. Hatta İsveç’teki sürgün yaşamının önemli karakterlerinden biri oluyor. Sürgünde yaşamı ve yaşayanları, “insan değil, gölgesi insanın” sözleriyle açıklayan Weiss, Brecht’in sol çevre içerisinde büyüyen gölgesini de anlatıyor.
Kitabın bir miktar “boğucu” bölümü de burası aslında. Çünkü (Brecht’in kaleme almayı düşündüğü oyunu için, malzeme toplama ya da “öğrenilenleri yeniden kurma” girişimi olsa da) “normal” okurun pek fazla ilgi duymayacağı, İsveç tarihinden, “nordik kıyılar”dan detaylara giriliyor. Ancak Brecht’in İsveç’ten de göç etmesi gerektiğinde, terk etmek zorunda kaldığı kitaplarıyla vedalaşma anı, birkaç tanesini daha yanına almak için bavullardaki kap kacakları çıkarması, giysilerin ya da tencerelerin arasındaki boşluklara yenilerini sığıştırması vb., eşsiz ve yürek burkan bir sahne olarak öyle bir resmediliyor ki, tüm bölümün “sıkıntı”sı dağılıveriyor.
Roman boyunca, göçler, sürgünler hep devam ediyor. Roman kahramanlarının geçtikleri tüm şehirler, Bremen, Paris, Barcelona, Valencia… mücadele tarihinin içerisinden de geçiyor.
Roman boyunca, solun tarihinden, herkesin bir şekilde “tanıdık” olduğu kimi isim ve olaylardan da “geçiliyor”. Üstelik bu kahramanlar, okuru kimi sorgulamalara itebilecek şekilde, “farklı” yerlere oturuveriyor: “Mayakovski’nin intiharı, Sovyetlerin üzerine çökmekte olan uğursuzluğun öngörüsü”1 olarak yorumlanıyor, “Kafka’nın yazmış olduğu roman proletaryanın romanıydı”2 gibi şaşırtıcı bir iddia atılıyor ortaya, Buharin “haydut bir filozof”3 olarak çıkıyor karşımıza, “Troçki’nin olduğu yerde hep macera ve anarşizm vardı, hem fanatik hem de bohemdi, ayaklanma stratejisi onu ne kadar ilgilendiriyorsa, Jarry, Kandinsky, Marinetti, Picasso Chirico hakkında tartışmak da o kadar ilgilendiriyordu”4 deniyor, Brecht ise “başarılarına dayanarak, bir işaretiyle çağırdığı herkesin ayağına gelmesini, ona yardım etmesini ve desteklemesini, onu can kulağıyla dinlemesini ve ihtiyaçlarını sağlamasını hak olarak görüyordu”5 sözleriyle burnu büyük bir kahraman olarak resmediliyor.
Son olarak militanların hayatı ve mücadelesinden de geçiliyor elbette: İllegal çalışmanın zorluklarından, o koşullara rağmen entelektüel zenginliği zorlayan militanlardan, bunalıma kapılanlardan, bunalımı aşanlardan, umutlardan, direnmeden, direnmenin estetiğinden… Ve örgütün büyük ölçüde çökertilmesinden, tutuklama ve idamlardan sonra, roman şu cümleyi hafızalara kazıyarak noktayı koyuyor: “Olması gereken için öldüler.”
Kitap bu kadar “ağır” olunca, anlatılabilecek daha çok şey kalıyor geriye. Tabii bazı soru işaretleriyle birlikte.
İlki şöyle; insan emeğinin, “efendiler” karşısındaki yüzlerce yıllık mücadelenin anlatımı, bütünlüğün yeniden kurulması tamam da, solun başarılı romanları illa ki savaşları mı anlatmak zorunda? Bu genelde “bizim romanlar”a yöneltilen, içinden eleştiri de geçen bir soru olmakla birlikte, “yersiz” kaçıyor “Direnmenin Estetiği”nde yakalanan zenginlik düşünüldüğünde.
Ve bir ikinci soru: Tarih anlatımı-aktarımı, romanı yer yer kısıtlar mı; roman tarihin yerini alır mı?
Gerçekten de, romanın tarihle imtihanı “onun yerini alma girişimi”ne dönüşürse ciddi bir sorun çıkıyor ortaya. Örneğin Vedat Türkali’nin “Güven” romanında, böyle bir eksik, daha doğrusu romana fazlasıyla tarih katılmaya çalışıldığı için, ne roman ne de tarih olabilen bir “fazla” var kanımızca. “Direnmenin Estetiği” ise, bu zorlu soruya da başarıyla yanıt veren bir roman. Meseleyi bir “denge sorunu” olarak görmeyip “tarih yazıyorum”dan çok “tarih bilincini uyarıyorum” noktasına yöneldiği için, anlatılanlarla anlatım biçiminin birbirine tam-uyarlığını gözettiği için ve bir de yeni olanı zorladığı, yeni biçimler geliştirdiği için. (Bu arada kitabın akademiden gelen başarılı çevirmenlerinin, “nehir roman” adlandırması yerine telaffuz ettikleri “derya-metin” de son derece anlamlı. Tarih, belge, kurmaca, eleştiri ve estetik tartışması iç içe geçince, bir derya çıkıyor ortaya gerçekten de.)
Üçüncü soru, kitabın akımını, tavrını dert ediyor; “şimdi bu roman sosyalist gerçekçi mi, yoksa Kafka’dan mı etkileniyor, ne yapıyor” diye soruyor saf saf.
Üçüncü yanıt, bu meseleye “takmamayı” öğütlüyor. İşçi romanı, militanların romanı, solun romanı diye kategorilere yerleştirmek ya da sosyalist gerçekçi mi, değil mi diye “tartmak” bir noktadan sonra gerçekten de saflık oluyor. Yukarıdaki iki yanıtla birlikte; geniş anlamıyla mücadelenin önemli kimi duraklarını, duraklamalarını, ilerlemelerini, gerilemelerini, sorunlarını, çözümlerini vb. estetik bir anlatımın içine yerleştirmek ve elbette mücadele veren insanlarını (adanmışlarını, hainlerini, kurmaylarını, neferlerini, cesurlarını, korkaklarını vb.) enine boyuna irdelemek, bu türden kategori ya da akım tartışmalarını gereksizleştiriyor.
Ve sıra son sorumuza geliyor; o da kitabın yayınlandığı “gerçekliği” ya da yer aldığı mecrayı sorgulayan bir saflığa ve kabalığa sahip: “Goethe Enstitüsü’nün katkılarını ve Yapı Kredi Yayınları’nı nasıl yorumlamalı?”
Ve son yanıt, bu meseleye tüm saflığı ve kabalığıyla muhakkak “takmak” gerektiğini söylüyor. Evet, benzerleri 50 YTL’lerde dolaşırken bu boyutta bir kitabın 25 YTL olmasının yanıtı, 4. sayfadaki “Bu eserin baskısı Goethe-Institut Inter Nationes’in kaynaklarıyla teşvik edilmiştir” ifadesinde gizli. Ucuz olmasında, herkesin satın alıp okuyabilmesinde bir sakınca yok da, Alman devletiyle ilişkili bir kurumun katkıları, aynı devleti sosyalist bir dönüşüme uğratmak için mücadele edip öldürülen militanları anlatan bir roman düşünüldüğünde, “kim neyi evcilleştirmeye, hangi değer ve sembollerimizi etkisizleştirmeye çalışıyor” türünden soruları da beraberinde getiriyor.
Kitabın Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkması da öyle. Evet, mücadele kimi sembol ve değerlerle yürütülüyor. Örneğin bizim mücadelemiz için, Nâzım böyle bir sembol ve değer. Para ve onun en yüksek kurumsal ifadelerinden biri olan banka ise sermaye için bir sembol niteliğinde. Yapı Kredi adlı banka, Nâzım’ı yayınlayınca gürültü çıkarma ihtiyacı hissediyoruz o yüzden böyle. Aynı “ihtiyaç”, “Direnmenin Estetiği” için de geçerli. Bankanın arkasındaki yeni sermaye grubu olan Koç’un, Tüpraş’ı alıp kamusal bir değeri özel ellerine geçirdiği, yani açıkçası işçi sınıfına saldırdığı bir dönemde, işçi sınıfının tarihsel mücadelesini anlatan en önemli romanlardan birini yayınevinden yayınlaması bizi daha “zorlama” bağlantılar kurmaya da itiyor.
Yapı Kredi Yayınları’nın artık “piyasa”ya yerleştiği, bu konuya neden bu kadar “kafayı taktığımız” sorgulanabilir ama (Peter Weiss’ın da yolundan giden) eleştirel bir aklın sorması gereken sorular, kurması gereken bağlantılar olduğu ortada. Zira Weiss da, edebiyat denilen en incelikli anlatım yoluyla olsa da, eninde sonunda bu bağlantıları anlatıyor kabaca.
Bitirirken yine aynı cümle; “kitap bu kadar ‘ağır’ olunca…” Evet, kitap bu kadar “ağır” olunca, üzerine yazılanlar da birer araştırma ve hatta kitap boyutlarına ulaşıyor. Bunlardan biri de Türkiye’de yayınlanıyor, kitapla hemen hemen aynı günlerde çıkan onu karşılaştırmalı edebiyat planında Vedat Türkali’nin “Güven”iyle birlikte ele alan önemli bir çalışma bu: Mediha Göbenli’nin kaleme aldığı “Direnmenin Estetiği’ne Güven” de bu ağır okumanın bir parçası olarak değerlendirilmeli.
Çalışmanın birinci kısmı, karşılaştırmalı edebiyat ve eleştiri tarihi açısından sıkı bir özet sunuyor. Türkiyeli okurun tanımadığı Krauss ve Auerbach gibi Marksist edebiyat eleştirmenlerine uzanması, özellikle merak uyandırıyor.
İkinci bölümde ise paralellikleri ve aykırılıklarıyla, iki yazar ve iki “ağır” eseri anlatılıp karşılaştırılıyor. Yukarıda Türkali’nin “Güven”ine dair bir “kayıt” düşmüştük, Göbenli’nin çalışmasında ise özellikle kadın kahramanların mücadele tarihinde tuttukları yere dair bir başka “kayıt” düşülüyor.
Bu arada tabii ki “Direnmenin Estetiği”nin, denebilirse “perde arkası” da Göbenli’nin çalışmasında özetleniyor; roman kahramanlarının gerçek birer tarihi kişilik olduğunu, Weiss’ın yaşananlara dair kayıtları araştırıp hayatta kalanlarla görüştüğünü, yazarın ressamlığı ve sinemacı yönünün eserlerine katkısını vb. “Direnmenin Estetiği’ne Güven”den öğreniyoruz.
Son olarak, “Direnmenin Estetiği”nden, iki “ağır” alıntıyla bitirelim. Biri, direnenlerin yaşadıkları “ağır” maddi koşullara ve buna rağmen buldukları morale dair, diğeri bu koşullarda dahi açığa çıkan sanatın gücüne dair:
“Bu koşullar içinde de her şey her zamanki gibi temiz ve düzenliydi, çok sayıda insanın üst üste yaşamak zorunda kaldığı odalar hiçbir zaman çözülmeye izin vermemişti; kıt kanaat yaşamak, moral bozma ve sersemleştirme bombardımanının karşısında, suskun ve güçlü bir başkaldırının ifadesiydi.” 6
“Yaratıcılığın, ancak dünyanın kargaşasından uzak kalarak mutlak sessizlik içinde ve rahatsız edilmeden mümkün olduğunu söyleyen Goethe’ye katıldığını söyleyecek değildi gerçi, ama fırtınanın merkezinde, güncel gelişmelerin kapsadığı, ama açığa çıkaramadığı bir yerde sanatsal görü, yaşananlarla ilgili bazen en başarılı bir rapordan çok daha isabetli saptamalar yapabilirdi.” 7