Kemal Özer’le 1976-86 yıllarında güçlü bir dostluk ilişkisi kurduğu Fahri Erdinç’le mektuplaşmaları1 ve Türkiyeli yazar ve sanatçıların sosyalist ülkelerdeki yazar ve sanatçılarla ilişkileri hakkında konuştuk:
Fahri Erdinç’le 1976-86 dönemindeki mektuplaşmalarınızdan, o dönemde Türkiyeli yazar ve sanatçılar ile sosyalist ülkelerin yazar ve sanatçıları arasındaki ilişkilerin son derece yoğun olduğu anlaşılıyor. Bu ilişkilerde, “yan yana gelmenin” ötesine ne kadar geçilebilmişti? Bir başka deyişle, “karşılıklı etkileşim” boyutu sizce ne kadar güçlüydü?
Bulgaristan ile Türkiye’nin yazarları arasındaki ilişkilere iki ayrı başlık altında bakılabilir. Birincisi, 1970’lerde kişisel ilişkiler bayağı bir gelişme gösterdi. 1974’te Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS) kurulduktan sonra ikili anlaşmalar yapıldı çeşitli ülkelerin yazar örgütleriyle. Bunların başında da Sovyet Yazarlar Birliği ile Bulgaristan Yazarlar Birliği geliyordu. Anlaşmalar karşılıklı ziyaretleri bir düzene sokmuştu. Bunun dışında, yazarlar kişisel olarak da bu ülkelere gidebilir hale geldi. Nitekim ben ilk ziyaretimi örgütsel bağlantıyla, yani anlaşma gereği değil, kişisel olarak gerçekleştirmiştim.
İkili anlaşmalar ve özel görüşmeler dışında, Bulgaristan özellikle 1977’den başlayarak, uluslararası bir kültürel ve sanatsal açılımı, tüm dünya yazarlarına ve sanat evrenine açılmayı gerçekleştirdi. Küçük bir ülke olmasına karşın, iki yılda bir, bütün dünyadan yazarların katıldığı büyük uluslararası toplantılar düzenledi. 1977 yılında düzenlenen ilk toplantıya Yaşar Kemal’in katıldığını anımsıyorum. Böylece, Türk yazarları için de, dünyadaki edebiyat-kültür hareketlerine doğrudan katılma şansı doğdu. Bu toplantılar edebiyatımıza büyük katkı sağladı. Hem kişisel ilişkilerin gelişmesi açısından, hem de siyasal açıdan. Örneğin bu toplantılardan birinin ana teması barıştı. Yazarlar arası toplantının yanı sıra, siyasilerin katıldığı toplantı da denk getirilmişti aynı günlere. O dönemin dünyaca ünlü siyasetçileriyle (örneğin Yaser Arafat’la) yan yana gelmiş, onların oturumlarını ve tartışmalarını da izlemiştik.
Bunların tümü, hem genel görgümüzü, hem de kendi sanat alanımızdaki görgümüzü geliştirmemiz bakımından önemliydi. Ben örgütsel olarak da almamız gereken şeyler bulunduğunu düşünüyordum. Sözgelimi, Bulgarlar kendi edebiyatlarını başka dillere aktarabilecek insanları yetiştirmek için de toplantılar düzenliyorlardı. Bu toplantılar “Bulgar Edebiyatı Çevirmenleri” adıyla başladı. Sonrasında bizlerin, yani Bulgarca bilmeyen ama Bulgar edebiyatına şu veya bu biçimde katkısı bulunan insanların katılabilmesi için “Bulgar Edebiyatı Dostları” diye değiştirildi. İki yılda bir düzenlenen bu toplantılara da katıldığım için biliyorum; Bulgar edebiyatından kendi dillerine çeviri yapan 230 dolayında insan geliyordu. Japonya’dan Güney Amerika’ya, dünyanın dört bir yanından… Kendi edebiyatları için programlı olarak böyle bir çalışma yapmaları özel bir görgü kaynağıydı…
Bu toplantıların içeriği teknik ağırlıklı mıydı?
Bunlar bir iki günlük toplantılar değildi; değişik kentleri içine alarak bir hafta kadar sürüyordu. Çeviri sorunlarının tartışıldığı oturumlar da düzenleniyordu, belirli temaları işleyen tiyatro yapıtlarının ya da romanların odak alındığı toplantılar da… Ayrıca, katılan çevirmenlerden şair, yazar olanlar için edebiyat geceleri yapılıyordu. Değişik kentlerdeki bu tür toplantılarda şiir okuduğum çok oldu. Daha da önemlisi, iki toplantı arasında Bulgaristan’da yayımlanmış kitapların sergisi açılıyordu. Katılımcılar o kitaplardan istedikleri kadar edinip yanlarında götürebiliyorlardı. Ayrıca her toplantıda belli sayıda Bulgar yazarı için tanıtım toplantıları düzenleniyordu. Yazarlar çıkıp çevirmenlerin huzurunda yapıtlarını, sanat anlayışlarını anlatıyor, soruları yanıtlıyordu. Ayrıca katılımcılara ülke de tanıtılıyor, çeşitli gezi ve tatil olanakları sunuluyordu. Örneğin Varna’ya götürülüyorlar ve orada denize girebiliyorlardı…
Peki, etkileşim boyutuna dönersek… Örneğin Türkiyeli yazarlar Bulgar yazarlar üzerinde ne kadar etkiliydi? Ve tersi, yani Bulgar yazarların etkisi…
Bence bu konuda daha çok yazarların kişisel ilişkileri rol oynadı. Gidenler, kendilerine yakın buldukları şair ya da yazarlardan etkilendiler. Bu etkiler hâlâ sürüp gidiyor. Sözgelimi Bulgar tiyatrosunun ilginç yazarları vardı; onlar bugün bizim devlet tiyatrolarımızda oynanıyor. O zamanın avangart sayılan tiyatro anlayışıyla yazılmış yapıtlar… Ataol (Behramoğlu) bir ara Şehir Tiyatroları’nın dramaturguydu. Fahri Bey’den istiyordu orada gördüğü piyeslerin metinlerini. Batı dillerine de çevrilmiş bu metinlerin Şehir Tiyatroları’nda oynanabileceğini düşünüyordu…
Anımsıyorum, uluslararası toplantılardan biri tiyatro haftasına denk gelmişti ve katılımcı yazarlar olarak gidip oyunları seyretmiştik. Bulgarca da olsa… O zamanın avangart sayılan yapıtları artık klasik tiyatrolarda bile oynanıyor.
Bunun dışında, özellikle Nâzım Hikmet’in Bulgar şiiri üzerinde 50’li yıllarda ortaya çıkan azımsanamayacak bir etkisi var. Bulgar şiirini etkilediğini herkes söylüyordu. Sonra Aziz Nesin’in mizah anlayışı Bulgaristan’da çok etkili oldu. Birçok Bulgar mizah yazarının ustaları olarak Aziz Nesin’i gösterdiklerini biliyorum. Benim yaptığım bazı röportajlar var, bunlarda da hep geçer, onun mizah anlayışının örnek alındığı, Bulgar mizahını etkilediği…
Ben kendi adıma şiir konusunda Lubomir Levçev’i kendi şiirime çok yakın bulduğumu ve onunla kardeşlik ilişkisini de içine alan, duygusal ve sanatsal bir etkileşime girdiğimi söyleyebilirim. Onun şiiri tema ve deneyim zenginliği sağlamıştı. Sanatsal üretime katkı sağlayan ilişkiler de yaşandı. Bulgaristan’la ilgili en az 20 şiir yazdım. Özdemir İnce’nin, Ataol Behramoğlu’nun, Şükran Kurdakul’un da şiirleri var. Ayrıca, kafamızda olan birtakım düşünceleri somutlama, soruları araştırma, sonuçlarını görme fırsatını bulmuştuk. Bir çeşit laboratuar gibiydi.
Çözülüş sonrasında neler yaşandı?
Benim en son gidişim 1986’daydı. Ondan sonra gitmedim. Zaten Türkiye ile Bulgaristan’ın ilişikleri bozuldu; oradaki isim değiştirme politikaları nedeniyle bir süre kopukluk oldu. Daha sonra Bulgaristan’a iki kez gittim, ama çok sonra… Bugünkü Bulgaristan korkunç bence. Hem üzücü, hem de insan inanamıyor… Nerdeyse Fahri Bey’e imrenmek gerekir diyorsunuz, bunları görmeden öldüğü için. Ama o da isim değiştirme politikaları yüzünden yeteri kadar acı çekmişti. Mektuplara da yansıyor. “Dışarlıklı hayatımın en zor yılını geçirdim” diyordu, son mektuplarından birinde.
Çözülüş öncesinde yakın ilişki kurduğunuz yazar ve şairlerin sonrasında neler yaptıklarını biliyor musunuz?
Çok zaman geçti aradan. Bizim tanıdığımız yazarların çoğu yaşamıyor artık.
Tanıdıklarımızdan, örneğin Lubomir Levçev sağ. Hatta bir yayınevi var. Eskiden Yazarlar Birliği başkanı olarak oturduğu binada şimdi sıradan bir yurttaş olarak oturuyor. Apartman girişinde eskiden milisler beklerdi, şimdi kapıcı var yalnızca. Onun şiiri de değişti. Ele alış bakımından değil. Ele aldıkları bakımından. Çözülüşten sonra bir geriye dönüp bakış egemen. Yapılanları sorgulama ve yargılama. Bu türden şiirlerini çevirip yayınlamıştık eşimle Bulgarca’dan.2
Başka duyumlar da var… Sonraki gidişlerimden hareketle söylüyorum, kendi gözümle görmüş değilim; Georgi Cagarov adlı önemli bir şair vardı partizanlıktan gelme, 1945’te dağlarda çarpışan. Onun da bir kitabını yayımlamıştık. Aynı zamanda Jivkov’a bağlı Başkanlık Kurulu’nun üyelerinden biriydi. Örneğin o, hâlâ inanamıyorum televizyona çıkıp parti kartını yırtmış, “ben zaten komünist değildim” diyerek.
Aynı çizgiyi sürdürenler olup olmadığını tam bilmiyorum. Zaten yaşayanlar nerdeyse kalmadı. Kamen Kalçev gibi sağlam bildiğimiz adamlar çözülüşten kısa bir süre önce ölmüş olabilir. Yalnız, orada hâlâ sağlam olduğunu düşündüğüm Radoy Ralin adlı bir satir yazarı var. Zaten onun başı çok önceleri, daha 50’lerde derde girmişti. Eleştirileri yüzünden aforoz edilmiş, işsiz kalmıştı… Mizahçılar satirikler çizgilerini korudu, çünkü onların eleştirileri haklı çıktı.
Fahri Erdinç’e yazdığınız mektupların bir bölümünde, sosyalist ülke yurttaşlarıyla ilgili kimi olumsuz gözlemlerinizi paylaşmışsınız. Özellikle de tüketim özlemlerini ve bencilliklerini sorgulamışsınız. Erdinç bu konularda yazmamayı tercih etmiş. Ama herhalde, yüz yüze görüşmelerinizde de ele almışsınızdır bu konuları. Fahri Erdinç sosyalizmin sorunlarına nasıl bakıyordu?
Başlangıçta benim bu tür (kendi deyimiyle) “şarjlarıma” yanıt vermedi. “Seni tanımıyordum, dayanıklılığını bilmiyordum. Bunları konuşursak belki sosyalizmden vazgeçersin, kaybederiz seni” diye düşündüğünü söyledi sonradan. Ama böyle olmadığına karar verdikten sonra da, parti çalışmalarının getirdiği tedbirlilikle, düşüncelerini mektuplarında yazıya dökmedi. Sanırım yangına körükle gitmek istemedi. Ama gözlemlerimin doğru olduğunu kabul ediyordu. Ben hep şunu söylüyordum: Ben mi öyle görüyorum? Gidiyoruz, belli bir süre kalıp dönüyoruz. Ne de olsa dışarıdan bilgileniyoruz. Derdim hüküm verip “budur” demek değil, böyle görüyor/düşünüyorum, ama doğru mu? Ona yönelmemin nedeni buydu. “Hayır, bunlar doğru değil, hepsi senin yanlış bakışından kaynaklanıyor” falan demedi hiçbir zaman. Olayları açık olarak gördüğümü sanıyorum. Somut veriler vardı. Biraz da şanslıydım, Lubomir Levçev’in Yazarlar Birliği başkanı olmasından sonra 8-9 yıl boyunca, biraz ayrıcalıklı bir durumum oldu. Hem her toplantıya katılmamı, hem de her katılımcının gördüğü dışına çıkarak gözlemler yapma olanağını sağladı bu.
Fahri Erdinç’in o dönemde Bulgaristan’da yaşanan sorunlarla ilgili olarak düşündüklerini ve yapmaya çalıştıklarını çok bilmiyorsunuz o zaman…
Aslında, biz buradan bakanlar, onu Bulgaristan’da yaşayan bir yazar ağabeyimiz olarak görüyorduk. Tanışınca bunun yanlış olduğunu anladık. 1958’de ayrılıyor ve 1971’e kadar Bulgaristan’da değil. Ancak bir kalp krizi geçirip geri hizmete alındıktan sonra tekrar Bulgaristan’a yerleşiyor. Hep bir kardeş parti üyesi olarak kalıyor orada. Bulgaristan vatandaşlığına alınmıştı, Yazarlar Birliği’ne üye yapılmıştı, yani toplumun içine kabul edilmişti, ama Bulgar rejimiyle ilişkisini hep bir kardeş parti üyesinin disiplini içinde yürüttüğünü düşünüyorum. Mektuplarındaki kimi şeyler de bunu doğruluyor. Bir yere kadar kendini söz söylemeye yetkili görüyor, ama bir yere kadar. Gerilimler yaşadığı söylenebilir. Bu gerilimli dönemlerle ilgili şiirlerinde izler bulunduğu söylenebilir. Daha fazlasını beklemek gerçekçi olamazdı. Yaşadığı en gerilimli dönem, isim değişiklikleri yapılan dönemdi. Rejimle bir kardeş parti üyesi olarak ilgilenmesine karşın, bu dönemde yaşananlar olsun, genel olarak yaşanan sorunlar olsun, onun ilgisiz kalmadığı durumlardı. Oralı kimi sanatçıların, yazarların, çevirmenlerin özel sorunlarıyla ilgilendiğini, onlara yardımcı olmaya çalıştığını biliyorum. Bunlar arasında Türk asıllı olanlar da vardı olmayanlar da… Sencil bir adamdı. Hep yardımcı olmaya çalışan… Mektuplarda ortaya çıkıyor bu portre. Hep isteklerde bulunuyor, ama birilerine yardım etmek için. Kendisi için istediği kolonya, leblebi vb. Ya da kitaplar… Ama hep başkalarının işini görmeye çalışıyordu. Orada baskı gören insanlara yardımcı olmaya çalışıyor, olamadığı zaman da bunun sıkıntısını yaşıyordu. Hatta ben bunların onun ölümünü çabuklaştırdığını düşünüyorum. Zaten sağlığı giderek bozulmuştu, damar sertliği vardı ve yüksek tansiyon hastasıydı.
Yine 70’li ve 80’li yıllara dönersek… Bulgar şairler, yazarlar, yeni insanın yaratılması mücadelesine ne ölçüde katkıda bulunuyordu?
O dönemde Bulgar edebiyatından Türkçe’ye ilk çevrilenler, (Stoyan) Daskalov ve (Kamen) Kalçev vb. gibi devrim sonrası ilk kuşaktan yazarların romanları. Bunlar, Dimitrov’un başlattığı kuruculuk çalışmalarına katılmış, kimisi doğrudan işçi tugayları içinde yer almış yazarlar. Onların yazdıklarında, kuruculuk yıllarında yaşanan o heyecan var. Edebiyatları yeni toplum ve yeni insan kavramlarıyla ilgili temalara dayanıyor. Benim gözlemlediğim kadarıyla, o dönemde bütün içtenlikleriyle, bütün yeteneklerini seferber ederek yazmışlar. Ama bunlar yeni toplumun istendiği ölçüde kurulmasını sağlamış mıydı, ya da tek başına sağlayabilir miydi? Durup düşünmek gerekir…
Edebiyatın yaşamı tek başına dönüştürmesi zaten söz konusu değil. Bu dönüştürmenin bir yere kadar gerçekleştiği de söylenebilir, ama daha ileri boyutlara gidemediğini ve yazarların da eski konumlarıyla, eski hızlarıyla sürdüremediklerini söylemek olanaklı. Bunun bir yanı, yazarlardan kaynaklanıyorsa, bir yanı da rejimin tutumuyla ilgili. Yazar olarak konumlarını yitirmeyenler, çeşitli baskılarla karşılaşabiliyor. Sözgelimi Radoy Ralin gibi satir yazarları. Onlar da zaten çeşitli baskılarla karşılaşmışlar. Radoy Ralin baskı görenlerin en başında geliyor. Onun bir hikayesi var. (Todor) Jivkov iktidara geldikten sonra yazdığı kitapta bir bahçıvanı anlatıyor. “Bahçıvan şunları şunları yapmak üzere geldi, ama hayal kırıklığı yarattı” diye konuşuyor Kırmızı Biberler adlı bu kitapta. Kitabın yayımlanması için izin veriliyor önce. Basılıyor. Fakat sonra, kitabı matbaadan çıkarmıyorlar ve fabrikaların ocaklarında yakıyorlar. Bu bir efsane gibi anlatılıyor… Yarı yanmış sayfalar bacalardan uçuşarak yayılmış… Onları alıp evlerinde saklayanlar var, diye anlatılıyordu… Ben görmedim…
Adamı yaptığı işlerden uzaklaştırıyorlar. Bunun üzerine, hamalların kullandığı türden bir kangal ip atıp omzuna, en civcivli saatinde Sofya garına gidip “hamal var” diye bağırıyor. Milisler alıp götürüyorlar, “rehabilite” olana kadar (o dönemin ünlü bir kavramıydı bu) taşrada bir yerde oturmak zorunda bırakıyorlar. Hiçbir iş yapamıyor. Yaşayabilmesi için, film senaryolarına diyalog yazabiliyor ancak, o da adını kullanmadan.
Saygınlığı geri verilmişti biz tanıştığımız zaman. Şiirlerini çevirdik, Varlık’ta ve başka dergilerde yayınladık. Fahri Bey’e sorduğumu anımsıyorum: “Saygınlığı geri verildiğine göre, ‘rehabilite’ oldu mu gerçekten?” “Yok,” dedi: “Ama daha ustaca, alegorik şiirler yazıyor artık.” Bizlerin ilgisini çeken bir şiirinde, Ay’la Güneş’i konuşturuyordu. Ay, “beni kendine benzetmek istiyorsun, ama o zaman ben kalmam ki ortada” diyordu Güneş’e. Bu konuşmanın Bulgaristan’la Sovyetler Birliği arasındaki bir konuşma yerine geçtiğini anlayan anlıyordu.
Fahri Bey’in mektuplarında adı geçen İvan Kolarov da satir şairlerinden bir başkası olarak benzer türde yazıyordu. Üzerlerine fazla gidilip farkına varmayanlar da varsın istenmiyordu. Fahri Bey mektuplarında iki şairden söz ediyor: Hüseyin Kerim ile Recep Küpçü. Onlardan söz açtığı “Sozopol” şiiri var. O şiiri yayınlatamadı örneğin Bulgaristan’da. Nâzım’ın anılarını da yayımlatamadı. “Orayı değiştir, burayı değiştir” dendi, sonunda geri çekti kitabını.
Yine o dönemde, Türkçe’den Bulgarca’ya da çok sayıda çeviri yapılmış… Bunların okunma/izlenme düzeyi konusunda ne söyleyebilirsiniz?
Çok yoğun istek vardı, Türkçe’den çevirilere. Özellikle Yaşar Kemal’in, Fakir Baykurt’un romanlarının piyasaya çıkacağı günlerin sabahında kuyruk oluyorlardı. Bir defa, kabul etmek gerekir ki, okurluk düzeyi çok gelişmişti bize göre. O bakımdan bizim edebiyatı çok beğenmeleri önemli bir gösterge. Hem Türkiye’yi merak ettikleri, hem de benim duyabildiğim kadarıyla, bizim yazarların sanatsal düzeylerini kendi yazarlarının bir kısmından daha yukarıda buldukları için.
Şiirde şöyle bir durum vardı: Şiirlere dize başına 2 leva ödeniyordu. Bu da şairlerin gereksiz uzunlukta şiirler yazmalarına, niteliğe yeterince özen göstermemelerine yol açabiliyordu.
Romanlarda da forma ya da sayfa sayısı söz konusu olduğundan çoğu uzundu. Bunlar Türkçeden çevirilen yapıtların beğenilmesinde rol oynuyordu.
Sözgelimi mizah alanında kendi edebiyatlarına yönelttikleri bir eleştiri vardı: “Belediye mizahı” diyorlardı. Adam yolda giderken belediyenin bıraktığı bir çukura düşüyor… Ya da şu bakkalda kibrit var, bunda yok gibi dağıtım aksaklıkları… Bu tür şeyleri eleştiren mizaha “belediye mizahı” diyor, bunu küçümsüyorlardı. Onun için Aziz Nesin’i çok beğeniyorlardı. Türk mizah yazarları orada bayağı usta görülüyordu. “Bizimkiler onları örnek alsın” diyen insanlarla karşılaşabiliyorduk.
TKP üyesi Fahri Erdinç, yazıştığınız dönemde çok aktif görevler alamamakla birlikte, yaşamını partili mücadele üzerine kurmuş… Sizse aynı dönemde siyasal yapılanmaların dışında kalmayı tercih etmişsiniz… Buna rağmen bu denli yakınlaşmanızı neye bağlıyorsunuz?
Fahri Erdinç’in Türkiye’den ayrılmadan önce yayımladığı öyküler, Adnan (Özyalçıner) Erdal (Öz) gibi benimle yaşıt olanları çok etkilemişti. Kendisi sonradan saymış, 37 taneymiş. Hepsini okuyamamıştık. Seçilmiş Hikayeler dergisi 1948 yılında özel sayı yapmış, 8 tanesini yayımlamıştı. Bunları ve başka dergilerde yayımlanan kimi öykülerini okuyabilmiştik. Adnan defterine kopyalamıştı bazılarını.
Bizim kuşağın idollerinden biriydi, yazar olarak. Yalnızca ağabey değil, aynı zamanda öykücü olarak. Zaten andığım kuşak daha çok öykücüydü. Ben de öykü yazıyordum o zamanlar. Yazar olarak duyduğumuz bir hayranlık vardı. Ve toplumcu gerçekçi anlayışın önemli bir yazarı olarak gördük onu.
Yurtdışında yazdığı kitaplarından birini ilk olarak 1969 yılında Yusuf Ziya (Bahadınlı) yayımladı. Fahri Ağabey’i hiç görmemiş. “Kara gözlerini henüz görmeden, ideolojisi adına” yayımladığını yazmıştı Fahri Ağabey. Ardından, 1970’lerin başında oralara giden Metin Eloğlu gibi kendi kuşağından insanlarla yeniden buluştu. Onların aracılığıyla dergilerde sözü edilmeye, öykü ve şiirleri yer almaya başladı. Türkiye Yazıları, özel sayı yapmıştı örneğin. İlk karşılaşmamızda, “sizinle daha önce tanışmıştık”, dediğimde şaşırıp yüzüme bakmıştı. 50’lerde onu okumamızı kastetmiştim…
Bizim kuşak için çok heyecan verici bir olaydı. Mektuplarda da söylediğim gibi, bunca direnç göstermesi, dilini yitirmemesi Türkiye’yle yaşaması, Türkiye’ye yazması etkilemişti beni. Bulgaristan’daki okura seslenmemiş, hep Türkiye için yazmıştı. Herhalde benim hem kendisine hem de onun deyimiyle “dava”ya içtenlikli yakınlığım, onun da bana sempati duymasına neden oldu. Karşılıklı bir şey.
Bugüne kadar iki kişiye gerçek anlamda “ağabey” dedim. Birisi A. Kadir’dir, öteki ise Fahri Erdinç.
Aziz Nesin ile Fahri Erdinç arasında, özellikle Nâzım Hikmet’e nasıl yaklaşılması gerektiğiyle ilgili bir gerginlik yaşanmış. Bir dönem siz de Nâzım Hikmet üzerinden yürüyen tartışmalara taraf olmuşsunuz. Ama bu arada, bir ilginç nokta da, Fahri Erdinç’in, Aziz Nesin’le ilişkisini koparmaması ve bu arada çalışmalarını takdir etmeye devam etmesi. Fahri Erdinç-Aziz Nesin ilişkisi hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Aslında talihsiz bir durum bence onların arasında yaşananlar. Aziz Nesin’in Nâzım için “insan yanını anlatıyorum” diye yazdığı anılara gelince… Bugünkü Cumhuriyet’te (13 Eylül 2006) Turgay Fişekçi yazmış, Sözcükler dergisinde de okumuştum, Aziz Nesin’in yeni yayınlanan Birlikte Yaşadıklarım, Birlikte Öldüklerim kitabı onun açıklanması zor yanlarından birini yansıtıyor yeniden. Nâzım anıları da öyleydi. İnsan olarak yazılması için öyle hareket ettiğini söylüyordu. Nâzım’ın yıkanmayı sevmediği vb. gibi ayrıntıları niye yazdığını açıklarken…
Fahri Ağabey mektuplarında ayrıca kendisiyle ilgili bir olayı anlatıyor. Aziz Nesin, partinin (TKP) hazırlattığı bir rapordan onu sorumlu tutuyor. Raporun içeriği yüzünden kendisine tavır alındığını ileri sürüyor. Sonradan bir araya gelip bu konuyu açıklığa kavuştursalar da bir türlü düzelmiyor araları. Sanıyorum Aziz Bey’in kişisel yapısıyla ilgili bir şey daha çok. Fahri Ağabey ya da başkalarıyla ilgili değil.
Bunları bilince, Aziz Bey’in yeni yayınlanan kitabından Sözcükler’in son sayısında yapılan alıntıyı okumak beni hiç şaşırtmadı. Nesin Vakfı yıllığının hazırlanışında yer almıştım. Ayrıca TYS yönetim kurulunda birlikte çalışmış, Bulgaristan gezilerinde kendisiyle bir arada bulunmuştum..
Fahri Ağabey’in Nâzım üzerinde çok durmasının nedeni şuydu: Özellikle 70’li yılların ortalarına doğru Nâzım Hikmet’in Türk siyasetinde bir bayrak olduğunu düşünüyordu haklı olarak. Zekeriya Sertel ya da Aziz Nesin’in kitaplarıyla bu konuma zarar vermesinden çekiniyordu. Anılarının bir yerinde “Nâzım konusunda bağışlamasızım” demişti. Onu bu titizliğinde haklı buluyorum, benimsenmesi gerektiğini düşünüyorum. O zaman da şimdi de.
1970’li yıllardaki yazışmalarınızda, dönemin siyasal ortamından neredeyse hiç söz edilmiyor… Oysa solun yükselişi var, kanlı 1 Mayıs var, darbe ortamına doğru sürüklenen bir Türkiye var… Ama mektuplaşmanızda kağıt sıkıntısı, devalüasyon ve enflasyon dışında güncel sorunlara pek az değiliniyor… Neden?
Evet, özellikle benim yazdığım mektuplarda siyasal olaylardan söz edilmiyor. Ama o da sormuyor bu arada…Yüz yüze kesenkes konuşmuşuzdur, ama mektuplarda daha çok onun yazar olarak beklentileri, okura ulaşma isteği son kerteye gelmiş. Benim özellikle bu konuda çok içtenlikle bir şey yapmak istemem onu da yöneltmiş ister istemez. Çıkacak kitaplarının düşlerini görmeye başlıyor…
Ne yazık ki bunlar bugüne değin eksiksiz çıkamadı. Varsayılan dizi gerçekleşemedi. Şiirler derlenmiş olarak bende, öyküler Adnan Özyalçıner’de duruyor. Bu ay iki kitabı yayınlanıyor. Önümüzdeki süreçte dizi olarak hepsi sırayla yayınlanacak. O zaman konuşulanlar 30 yıl sonra ancak şimdi gerçekleşecek.
Sorduğunuz konuda durum, Fahri Ağabey’in Türkiye hakkındaki istihbaratının bizden daha fazla olmasına bağlı… Yurtdışında yaşayanlar açısından genel bir gözlemdir: Onlar içerisiyle yaşarlar, olup bitenleri dışarıda daha yoğun izlerler. Ancak belki ayrıntılardır sormak, öğrenmek istedikleri. Örneğin şu son yapılan yürüyüş, İncirlik’te başlayan… Merak edip daha yakından izler, ayrıntıları daha iyi bilirler…
Fahri Ağabey, örgütsel kaynakları kullanarak, Türkiye hakkında benden daha fazlasını biliyordu; belki o yüzden pek geçmiyor siyasal olaylar.
Fahri Erdinç’in kitapları çok uzun bir aradan sonra Türkiyeli okurlarla buluşacak. Bugüne dek neden basılamamışlardı?
Mektuplarda 1976-86 arasının bu bakımdan da ayrıntılı bir serüveni yansıyor. Onu okurlarıyla buluşturmak, kitaplarının Türkiye’de yayınlanmasını sağlamak için pek çok girişimde bulunuldu. Bunların içinde kimi sonuçlar alındı. Belli aralarla üç romanı yayınlanıp okur önüne çıkmıştı. Ama toplu basım bir türlü gerçekleşemedi. 80 sonrasındaki önce ekonomik, sonra siyasal koşulların bunda payı oldu. 1986’da ölümünden sonra Türkiye’den giderken ayrılmış bulunduğu eşi yayınlanmasına engel oldu. Oğlu adına edindiği vesayetle yayıncıları pişman eden isteklerde bulundu, onları neredeyse Fahri Erdinç adını duymak istemez hale getirdi.
Acı bir şey ama bugün artık bu engel ortadan kalktığı için yayınlanma olanağı doğuyor. Toplu basımı gerçekleştirmek için girişimlerde bulunan, buna olanak sağlamaya çalışan biri olarak, şu an buruk bir sevinç içindeyim. Onun kitaplarını birbiri arkasından Yordam Kitap yayınlıyor. İlk olarak bu ay Acı Lokma romanıyla Kalkın Nâzım’a Gidelim adlı anıları okura ulaşıyor. Bunları Kardeş Evi romanı izleyecek. Sonra da öbür yapıtları. Dediğim gibi yıllar önceki o düşlerin gerçekleşeceğini görmekten dolayı sevinç, Fahri Erdinç’in bunu yaşayamamasından dolayı da burukluk içindeyim.
Çok teşekkür ediyor ve bu arada Fahri Erdinç’in kitaplarının yeniden basılmasıyla ilgili sevincinizi paylaşıyoruz.
Dipnotlar ve Kaynak
- “Bulgaristan Mektupları” başlıklı bir kitapta toplanan bu mektuplar bu ay (Ekim) Nâzım Kitaplığı tarafından yayımlanacak. Kitapta yer alan özyaşam öyküsüne göre, 1917 doğumlu Fahri Erdinç, Türkiye’de öğretmenlik yaptı, bir dönem tiyatro öğrenimi gördü, öykü yazarlığına başladı, birkaç ay cezaevinde kaldı ve 1949 yılında iki arkadaşıyla birlikte Bulgaristan’a göç etti. Bulgaristan Halk Cumhuriyeti tarafından politik göçmenliğe kabul edilen Erdinç, 1957’de Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) yurtdışındaki yetkilileriyle temas kurduktan sonra, 1958 yılında parti üyeliğine kabul edildi ve parti çalışmalarını sürdürmek üzere Bulgaristan’dan ayrıldı. 1969 yılında kalp krizi geçirdikten sonra, çalışma temposunu düşürmesi gerektiğinden, 1971 yılının başında Bulgaristan’a döndü. 1973 yılında Bulgaristan Yazarlar Birliği’ne alınan, yazarlığın yanı sıra çevirmenlik de yapan Erdinç, 1986 yılında öldü.
- Lubomir Levçev, Bir Yıldızdı Taşıdığım, çev: Kemal Özer-Gülşah Özer, Yordam Yayınları, Mart 1999, İstanbul.