Gülmek ya da “karın kaslarımızı harekete geçirmek”, Brecht’e göre “meseleleri anlamanın” en etkili biçimi. Ancak söz konusu kasları harekete geçiren “şeyler”in o kadar geniş bir ıskalası var ki, ayrımları belirlemek epey zor gibi. Birkaç yıl önce, “şimdi” diyerek girmeye çalışmıştık meseleye. Hadi şimdi, bir daha bakalım öyleyse:1
Bir grup sözcüğü dizelim: Şaka (latife), alay, eğlenme, istihza, kinaye, gırgır, şamata, sululuk, dalga, saraka, ti’ye alma, makaraya alma, maytap geçme, nükte, espri, matraklık, muziplik, hinlik, fırlamalık, hazırcevaplık…
Hazır dizmeye başlamışken, bir grup sözcüğü daha dizelim: Mizah, kara mizah, ironi, parodi, sakarlık komedisi, taşlama (satir, hiciv), fıkra, sarkazm (acı ya da ince alay), kinizm, komedi (güldürü), yergi, dokundurma, iğneleme…
Şimdi hepsini karıştırıp eğlence yapbozundaki yerlerini bulmaya çalışalım: Olmadı, baştan alalım.
Şimdi soralım: Nedir bu sözcükler arasındaki ayrım; zekaya, düşünceye, emeğe ve dile dayanan yönleriyle nasıl bir ilişki içindeler birbirleriyle?
Şimdi bu soruyu Leman kültürüyle yanıtlayalım: Ters bir ilişki içindelermiş, hatta grup yapıyorlarmış.
Şimdi şiirsel bir yanıt bulmu-şuz gibi yapalım: Kimisi gösteriye, kimisi düşünceye dayanıyor; kimisi çocukluğa, kimisi saçma-lığa ulaşıyor; kimisi eziyor gücüyle, kimisi yetiniyor eğlendirip düşündürmekle; yaşam biçimi kimisi, kimisi bir söz (oyunu) öylesine…
Şimdi şüphe taşıyalım: “Yaz-mak”la, “yalan söylemek” ya da kibarcası “uydurmak” arasında eşanlamlılık ya da paralellik bulan başka bir dil var mıdır acaba? Her neyse yazıp duruyoruz işte…
Şimdi tercihimizi belirtelim: Tercihimiz mizahtan yana. Hani şu en olmadık görüntü ya da gerçekten gülmece çıkarmaktan, güldürürken o görüntünün gerçeğine, o gerçeğin özüne işaret etmekten yana.
Şimdi yanıtımızı pekiştirelim: Mizah, diğerlerinden farklı olarak, sadece güncele ve hemen görünürdeki çelişkilere değil, soyutlamanın heyecanına, derinlerde gizli olanı anlamanın mutluluğuna, yaratıcılığın ve hayal gücünün kışkırtılmasına da açılıyor…
Şimdi kimi ayrımlara bakalım: “Espri”, adı da üstünde ruha hitap ediyor. Müzik gibi. Peki, diğerleri hiç ruhtan geçmeden, doğrudan karın kaslarına mı müdahale ediyor? Gıdıklama gibi mi? Değil tabii ki. Koskoca bir felsefe geleneğinden gelen ironi ile sokağın sululuğu, taşlamanın intifadaki gücüyle Hollywood’un sakarlık komedileri aynı kefeye konabilir mi? Konmaz tabii ki. Ancak inkar etmemeli hiçbirinin gücünü ve kimilerinin elinde uyutma işlevi gören araçların, bizim elimizde uyarma işlevi de görebileceği hatırlanmalı.
Şimdi bir alıntı yapalım, Osman Çutsay, “Kemal Gökhan’ın Buruşuk İnsanları”nı anlatırken söylesin en iyisi:
“Karikatür tabiri, İtalyanca’da ‘caricare’ sözcüğüne dayanıyor. Gereğinden fazla yüklemek anlamında. Gereğinden fazlasını yüklemek, taşınabilecek olandan fazlasını yüklemek, alışılmış olanın dışında bir tavır almanın nedeni ve sonuçları, aslında hep ‘provokasyonlarla’ dolu bir serüvene işaret etmiyor mu? W. Koschatzky’e göre karikatürün amacı alay etmekten çok, henüz keşfedilmemiş olanı göz önüne sermektir. Henüz dikkat çekmemiş olana dikkat çekmek.” 2
Şimdi memleketin ciddi ve muhalif komikçilerine bakalım: Yeni Harman’ın nereden çıktığını anlamaya çalışırken aynı kulvarda yayınlanmaya başlayan Hayvan’ın ilk sayısını gördüğümüzde şaşırdığımızı, necip Türk medyasının bildik didişmelerinden biridir herhalde diye düşündüğümüzü, önüne sürekli yeni isimler alan Tercüman kavgası gibi bir şeyle karşılaşacağız herhalde diye düşündüğümüzü hatırlayalım. Sonra, ikisini de karıştıralım. Ayrım noktalarının -derginin künyesi dışarıda tutulursa- nerede olduğunu anlamakta güç-lük çekelim. O halde merakımızı onların diliyle yanıtlayalım: Bu post kavgası her yerde değil mi, şu uğruna mizah yazarı olunası ülkede!..
Şimdi de bir yakınmayı hatırlayalım: “Ah, şu ülkede bir Aziz Nesin daha olacaktı ki!”
Şimdi aynı yakınmayı karşılayalım: “Tam da Aziz Nesin’lik bir durum”la karşılaşıldığında, yani makyaj kaldırmayan yüzümüzden boyalar aktığında; yani kurnaz politikacı tilki avını yasakladığında; yani Dolmabahçe Sarayı’nın paslı yan kapıları Bush geliyor diye boyanmaya başladığında; yani Bush geldi diye SAS komandoları şehir hatları vapurlarına eşlik etmeye başladığında; yani kral efendi, yokinisiyle Ortaköy’de arz-ı endam eylediğinde ve daha onlarca, yüzlerce ayrıntı, gerçeğin özüne işaret edebileceğimiz ışıklar saçtığında, elimizin kaleme, elimizin klavyeye gitmemesine bir bahane aramayalım. Oturup çalışalım.
Şimdi bitirelim: Hadi şimdi…
Şimdi, Bush’un gelip gitmesi ve NATO zirvesi bir yana ayrıldığında, “mesele” o dönemde kalemde alındığından farklı değil elbette, ancak mizah o kadar öne çıkınca, alaycılık boyutu gündeme gelmemiş nedense. O halde şimdi de meseleye, alaycılık ve mizah arasına sıkışmış haliyle, edebiyat dünyasında ya da dünya edebiyatındaki yansımalarıyla birlikte bakabiliriz belki de.
İlk olarak söylenebilecek olan şu; mizahın eleştirel/yapıcı gücüyle, alaycılığın boş vermiş/yıkıcı tavrı birbirinin yerine geçip karıştırılabiliyor genelde. Birincisine dair çok şey yazılıp çiziliyor da, ikincisi hep görmezden gelindiği için, mizahın rolünden de çalarak büyüyüp gelişiyor. Oysa görülmeyecek gibi de değil; Antik Yunan’dan beri gelen kinizm bir yana, feodalizmin “saray şamataları”ndan beri hep ortalık yerde.
Sarayın yozlaşması ve yozlaştırması demek daha doğrudur belki de. İlişkilerin -yükselme ve göze girme zorunluluğunun da etkisiyle- birbirlerine giydirip laf çakma üzerine kurulu olduğu “yüksek çevreler”de, zeka göste-risi yapabilme meselesi diye de özetlenebilir… “Tehlikeli İlişkiler”den başlayarak, Batı tipi feodal yapının bu kirini ortaya koyan çok sayıda eser olsa da, Balzac’ın kaleme aldıkları çarpıcılığı ve derinliğiyle diğerlerinin bir hayli ötesindedir.
Yeni baskıları yapılmadığı için unutulup gitmiş çok önemli bir romanın, “Sönmüş Hayaller”in özellikle ikinci cildi, düzenin kirini/bireyin nihilizmini teşhis ve teşhir etmek açısından bire birdir. Taşradan yola koyulan genç bir yazar adayının, Paris’e gidip iktidar ilişkilerinin yama-cında beslenip pozisyon kapmaya çalışırken, yayıncılık, eleştiri, sanat ve gazetecilik çevresindeki tüm kirli ilişkileri yaşaması üzerine kurulu bir klasiktir. Asıl erdemi ise, bu çevrelerdeki çürüme ve alaycılığı ortaya koyarken, oluşan bütünü de eleştiri ve mizah konusu haline getirebilmesidir. O kadar güçlüdür ki, 1800’lerin başındaki ilişkileri anlatıyor olmasına rağmen, bugünün basın ve yayın çevresindeki ilişkileri, eleştiri adı altında her yöne takla atabilen kaypak biçimleri, pazarlama pratiklerini vb. tüm açıklığıyla ortaya koyabilen çok zengin bir “eğitim materyali” olarak bile okunabilir.
“Efendilerinin sesi” olarak yayı,-na başlayan ilk gazetelerden itibaren “Gazetecilik bir cehennemdir; bir adaletsizlik yalan ve ihanet gayyasıdır. Acele işlerinin kurbanı olarak kabiliyetlerini ziyan ederek, dağıtarak, yine de nefislerine boşu boşuna güvenerek durmadan yazı çırpıştıran o muharrirler… kolay ve parlak söz söylemesini bilirler. Arkadaşını ağlatacak da olsa bir nükte yapmak fırsatını asla kaçırmazlar. Gazetecilerin hayatındaki, çalışmakla zevk-ü safa arasındaki o devamlı tezada sen karşı koyamazsın; halbuki karşı koymak, faziletin temelidir. Hükmünü yürütmek, fikir mahsullerini yaşatmak veya öldürmek hakkını elinde bulundurmaktan öylesine zevk alacaksın ki, iki ay içinde gazeteci olup çıkacaksın.” Mektepli ya da alaylı; borazan gazeteciliğindeki başarı kirliliğin ve çürümenin prototipidir.
Balzac’ın genç bir aklın hayallerini söndüren ilişkileri ve alaycılığı sergileyip, edebi anlatımın incelikleriyle birlikte eleştiri ve mizah “silahlarını” da kullanması; onu, “alaycılığı içten yaşayan ve yazan” diğer kimi yazarlardan farklılaştırmaktadır. İlkinde yazarak mücadele etmek, ikincisinde mücadeleyi bırakıp yazı çırpıştırmak vardır.
Şöyle de sorulabilir; alaycılık nerededir, kendisiyle dalga geçebilme erdemi ve mizah nerededir? Sinik bir bitmişlik ve müca-dele kaçkınlığı vardır ilkinde. Uyanık bir bilinç ve mücadeleye girdi vardır ikincisinde.
Biraz açarsak; hayal kırıklığına uğramış yazarların alaycılığa başvurması, yer yer eleştiri ve mizah görüntüsü verse de, genelde ve temelde yazarak can sıkıntısını dağıtma girişimidir. Alaycılıkta, “hayal kırıklığı”yla birlikte onunla iç içe gelişen “can sıkıntısı” faktörü de önemli bir etkendir. Yine Balzac, bu kez “Top Oynayan Kedi Mağazası”nda, meselenin nesnelliğinden çok öznelliğine değinirken, buna da işaret etmektedir: “Canı sıkılan sanatçı acımasızdır; ya çeker gider, ya da başlar alaya…”
Buradan da 20. yüzyılın başına ve saray tipi alaycılıktan sermaye tipi nihilizme ulaşabilmektedir. Hayal kırıklığıyla çekip gidenlerin, can sıkıntısıyla alaya başvurdukları yazın dünyasında, bu dönem ve bu tarz, karakterize edicidir. Öyle ya, yirminci yüzyıl denen “o büyük sıkıntı çağı”nda, ya da Grass’ın sözleriyle “mistik ve barbarca bir can sıkıntısında” yaşayan yazarlar, sivri ve batıcı dilleriyle ruhlarını kurtarmaya çalışıp rahatlamazlarsa, başka nasıl efkar dağıtabileceklerdir?
Çok sayıda örnek seçilebilir ama, daha yüzyıl başında, satın alınıp okunmama ya da dünyanın en çok yarıda bırakılan romanı olma unvanını kapıveren Ulysses, bu anlamda bir fenomendir. Bilmeceden ağır romana uzanan bir aralıkta, her tür oku(na)ma(ma)ya açık olan bu metin, edebiyatın kendisinden başlayarak her şeyi hiçleştirmeye çalışan bir oyun olarak da okunabilmekte ya da okunamamaktadır.
Biri öğretmen, diğeri reklamcı iki kişinin, alt ve orta sınıflardan arkadaşlarıyla birlikte Dublin kentinde bir gün içinde yaşadık-ları küçük olaylara dair düşünceleri, izlenimleri, imgeleri ve benzerleri; rüyalar, sokaktan geçen köpekler, dalga sesleri, Shakespeare soneleri, akıldan geçen düşünce kırıntıları, anılar, tensel arzular, hayali yakınlıklar ve yargılanmalar ve bu türden binlerce benzerleriyle üst üste yığılıp iç içe ve peş peşe akıp gidince ve bunların tamamı, argodan çocuk diline uzanan bütün söyleyiş biçimleriyle, aykırı sözcükler, sözlüğün dehlizlerinde uykuya dalmış cevherler, yarıda kalan cümleler ve varlıklarını bile sorgulayan harflerle anlatılınca, karşımıza yazın tarihinin en büyük hiçlik kulesi çıkıvermektedir. Yolculuğa ve tırmanmaya başlamak, dalıp dalıp gitmek, çok gidip uzaklaşmak, dalıp uzaklaştığından bile gitmek mümkündür. Belki de gerçekten gidip tırmanabilmenin tek yolu, yeniden yazmayı denemektir. Biraz karışık olacak ama; metin esası diğer metinler olmakla birlikte, hayata da açılabilen metinlerin en esaslısı diye de özetlenebilir. Lakin, metin esası hayatın kendisi olup, diğer metinlere de açılabilen metinler varken, bir alaycılık şaheseri olarak “yarıda bırakmak” belki de daha yerindedir.
Ulysses kadar olmasın, 20. yüzyıl yarıda bırakıldığında, edebiyatı bir oyuna dönüştüren metinlerin sayısında da patlama yaşanmaktadır. Alan çok geniş ama biz burada sola “dokunan” birkaç roman arasında kısa bir tur yapacağız yalnızca. Hikaye aynı aslında; alaycılığın sola dokunması ve dokundurması da, “sönmüş hayaller”in bir parçası olarak çıkıyor karşımıza.
Yalnız bir farkla; meselenin esasının hayal kırıklığından gelen bir alaycılığa dayanması yetmemekte, çok ileri (daha doğrusu, geri) gidenler, ona bir miktar intikam duygusu da katıvermektedir. İntikam, soğuk yenen bir yemek olarak tarif edilmekle birlikte, (üstüne nefret ve acı sosu da katılıp) romanlarda ısıtılıvermektedir.
Yirminci yüzyılın dünya yazınında, kanımca, iki Marguerite (Yourcenar ve Duras) ve Susan Sontag’la birlikte baş köşeye yerleşen kadın yazarlardan biri olan Doris Lessing, “Altın Defter”inin satır aralarındaki tartışmalarında, bu alaycılığın kökenlerine inmektedir. İngiltere’de ve sömürgelerinde komünist mücadele yürüten çevrelerin, siyasetleri geriledikçe, örgütleri çözüldükçe, hayal kırıklıkları biriktikçe; dilleri de sivrilmekte, alaycılıkları keskinleşmektedir.
Bir noktadan sonra hayal kırıklığı içerisinde debelenenler, mücadeleyle birlikte kendilerini de bitirmektedir. Alman yönetmen Fassbinder’in artık neredeyse deyim haline gelen film ismi “korku ruhu kemirir”den hareketle söylersek, “alay, örgütü kemirmektedir”: “Eskisi gibi çok çalışıyorduk ama buna artık durmadan derinleşen bir alaycılık eşlik ediyordu. Resmi toplantılarımızın dışında yaptığımız şakalar, söylediklerimize ve inandığımızı sandığımız şeylere ters düşüyordu… Bir süre sonra ‘yoldaş’ sözcüğünü, ‘hepimizin yaptığı gibi ironik bir nostaljiyle’ söylemeye başladık.”
Kanserli hücrenin tüm bedeni sarması ya da ümitsizliğin esiri olunup tüm değerlerin hançerlenmesi peşi sıra gelmektedir. Hem alaycılığı beslemekte, hem ondan beslenmektedir. Daha önce başka bir yazıda da değindiğim Kundera’nın “Şaka”sı, edebi değeri bir tarafa, bu “numara”nın şahikasıdır. “Aslında her şey büyük bir yanlış anlamaya dayanarak, gözlerimizin önünden, avuçlarımızın içinden, ayaklarımızın altından nasıl da kayıveriyor; bir şaka yapıyoruz, hayatımız değişiyor” diyen kahramanlar, özeleştiri görüntüsü altında, pişmanlıklarını dile getirip düşmanlıklarını bilemektedir.
Evet, başta Stalin olmak üzere, reel sosyalizm deneyimine karşı düşmanlık, yüzyıl ortasından itibaren sola dokundura dokundura kalem oynatan alaycı yazarların amentüsü gibidir. Örneğin, Koestler’in tüm yazarlığı bir tarafa, asıl ünü, biraz da bu “alaycı muhalefeti”nin eseridir.
Yanılmıyorsam, iki yıl kadar önce Metin Çulhaoğlu Komünist’teki köşesinde, Perry Anderson’un bir çalışması ve belirlemesinden hareketle, “ufuk kapanması” diye bir gerçeklikten söz etmişti. “Sahip çıkılabilir bir geçmiş ya da tasavvur edilebilir bir gelecek olmaksızın, kendini yineleyen bugün”e takılanları anlatırken. Marksizmin içinden gelip de edebiyata dönerek “ufuk kapanması” yaşayanlar, denebilirse marksist/nihilist çizgilerinde, geçmişte yaşananların ve şimdide yaşatılanların “alayına isyan” edip, alaya sığınmaktadır.
Terry Eagleton’ın, (keşke daha çok roman yazsa dedirten) “Azizler ve Alimler”i, burada özetlediğimiz alaycılıkla da alay eden, zamane deyimiyle, “aşmış” bir metindir. Uçuk felsefeci Wittgenstein’la, Ulysses’in alaycı kahramanı Bloom’u, devrimci cenahtan Bahtin ve Connoly ile bir eve kapatıp her telden sohbete katmak ve haliyle yüzyıl başında olan bitenleri makaraya almak, “aşmak” için yeterlidir.
Gerici boyutlar mı taşımaktadır (“insanları isyan ettiren şey, özgürleşecek torunları hakkındaki düşleri değil, köleleştirilmiş ataların anılarıdır”), yoksa ileri olanın sorgulanması mıdır (“biz devrimi yapanlar, gerçekleştirmeyi umduğumuz hayatların en iyi imgesi olmayabiliriz”); sonuçta müthiş bir zeka gösterisiyle birlikte anlatılanlar, mizahla alaycılık arasındaki en gelgitli bölgeye sıkışmaktadır.
Olumsuz tarafından bakıldığında, yakınmacı, sürekli mızmızlanan, hatta mıymıntı bir hali vardır bu romanlarda anlatılan kahramanların. Nötr ya da olumlu algılandığında ise, duyarlı, yaralı ve kırılgan hallerinden kaynaklanıyordur bu yakınmaları. Ancak alaycılık işin içine karışıp da hakim ton olunca; kırılganlık değil de, kırık zırhının arkasına gizlenmiş bir saldırganlık çıkıverir ortaya.
Ustalarından bir diğeri de, (nereden baktığınıza bağlı olarak) bir sürgün, kaçak ya da sığınmacıdır. Salt yazdıklarının köpüğüne bakıldığında, Nabokov, “soyluca bir kaçış”ın romancısı olarak göklere çıkarılmaktadır. Bolşevik İhtilali’nin kabalıklarından kaçan bir aristokratın, keskin zekasına, yaralı ve yaralayan üslubuna kim ne diyebilir ki? Daha kibar ve edebi bir biçimde ifade edildiğinde; “alaycılığının arkasında, kırılgan, duyarlı, usulca kanayan bir sürgün yüreği var”dır.
Hem, Barthes’ın (kaleci değil, göstergebilimci) deyişiyle “metnin hazzı” esas alındığında, bütün bu sorun ve sorgulamalar da dağılır; anlatıcı anlatımın içine karışır, zaman ve hatırlama mesele olmaktan çıkar, alaycılık bir “kendilik” olarak yaşanır vb… Yine de duramaz yerinde yazar, sinsice saldırır; “Sebastian K’nın Gerçek Yaşamı”nda, Marx’ı ve Marksistleri şarlatanlıkla suçlayıp defterini dürdükten sonra, Freud’a ve Freudculara gelir sıra: “Cinsel organları ile ilgili dertlere Yunan mitolojisinden isimler vererek ne yaptıklarını sanıyorlar” diye başlar dalgaya.
Aynı şekilde, mitoloji kahramanlarının tarihsel örnekleme ve göndermelere ulaşan deneyimlerini sıralayıp; Akhielleus’un efsunlu sularda yıkanırken topuğundan tutulması, Prometheus’un yukarılardan getirilip de bir türlü sönmeyen ateşi, Sisyphos’un bin bir gayretle yukarıya çıkarıldıktan sonra geriye yuvarlanan taşı ve benzeri popüler imgelerden hareketle, “bunların başına da gelmedik şey kalmamış” diye bağlamak mümkündür herhalde (Şu uğruna Nabokov olunası, alaycı edebiyat aleminde).
Böylece mitolojiye kadar uzandıktan sonra, turumuz (ya da alaycılığın kısır döngüsü), ilk andığımız isimlerden birine geri dönerek tamamlanmaktadır. Zira, Lessing’in defterlerinde, bu mitolojik kahramanlar içerisinden Sisyphos’un “kaya hamalı” olarak komünistleri çağrıştırması, ayrı bir dalga konusu olarak anılmaktadır. Alayın esası buradadır; yaptığımız her şey boşunadır. Yine de bir avunma payı bırakmalıdır:
“Gerçi Sisyphoslar gibiyiz bu toplumun karşısında ama, hamallığını yaptığımız kaya her geriye yuvarlanışta, eskisinden biraz daha yukarıda kalıyor; avunmalıyız bununla.”
Diğerlerinin yanında çok da haksızlık etmemek için Lessing’e başka noktalardan da dönersek, cinsel kimlik arayışının, evliliğe dair sorgulamaların ve özgürlük söyleminin, ironi ve melankoli yüklü dalgasını da yükselttikten sonra, “sinik muhalefeti”ni içinde yaşadığı düzene, özellikle yayın dünyasındaki kokuşmuş ilişkilere de yöneltmektedir. Üstelik bu defa tavrını, sırf sivri kalemiyle değil, daha yaşamsal biçimlerde de göstermektedir.
Lessing, Romain Gary ile birlikte, yayın devlerine ve edebiyat alemine en büyük ironi dersini verenlerdendir. Altın Defter’in sonsözünde Güven Turan şöyle özetlemektedir yazarın dersini: “Yayımcıların ne kadar isim düşkünü olduklarını, yapıtları sadece isme dayanarak seçtiklerini kanıtlamak için, takma bir adla gönderdiği kitapların yayınlanmaması üzerine, aynı kitapları kendi adıyla yayınevlerine gönderir, kitapların kabul edilmesi üzerine de durumu basına açıklar.”
Yayıncılık mesleği ve editörlük kurumu böyledir zaten; yazarın ismine bakıp, çizgisini tartıp, yazılanlara sadece şöyle bir göz atarak verilen kararlarla yürümektedir. Tanıdık, gönül ve hatır yoksa arada, hiç kimse iletilen dosyaları okuyup değerlendirmemektedir.
Bu düzene meydan okumakta, Romain Gary çok daha ileri gitmiştir. Edebiyat piyasası yazdıklarına ve tarzına karşı bir “doymuşluk”la yanıt verip gözden düşürünce onu, bir başka isimle (Emile Ajar) küçük üslup değişiklikleriyle ve kimliğini açıklamadan yeniden katılmıştır aralarına. Üstelik, Fransa’nın en değerli edebiyat ödülü Goncourt’u, ilkinin ardından bu ikinci ismiyle de kazanarak, ödül mekanizmasının temelini de dinamitlemiştir. Gerçeği fark eden ise, öyle eleştirmenler falan değil, birkaç tutkulu edebiyat okuru olmuştur sadece. İntiharının ardından gelen “ironi yüklü” intihar notuna kadar elbette: “Çok eğlendim, hoşça kalın ve teşekkürler.”
Evet, çok acıdır ama intihar bile alaydır belki de. Yazarın iradesi, ironi yüklü dersler verip en keskin karşı çıkışları denese de; mücadele ve mizah yerine, boş vermişlik ve alayı tercih ettiğinde, bu düzenin pisliğini aşamamakta, ilmeği boynuna geçirmektedir.
Bu türden denemeler, ölü bir sisteme ya da Caudwell’in deyişiyle “ölen bir kültüre” yaslandığı için, bugün intihar her yerdedir. Yine bugün, mizahın büyük ölçüde duraklamasını, ümitsizlik ve boş vermişlikle bezeli alaycılığın yeniden revaçta olmasını da, kültürel anlamda ortaçağ geriliğini anımsatan bir karanlığın gelişiyor olmasıyla ve çürümeyle ilişkilendirmek mümkündür belki de.
En sonunda, burada yazılanları da intihara sürükleyerek bitirecek olursak; şimdiye kadar sözünü ettiğimiz yazar ve metinlerin alayına, Barthez’in (göstergebilimci değil kaleci) deyişiyle “oyunun hazzı” açısından bakıldığında, hep doruklarda dolaşılmaktadır: Alayına isyan edilse bile, bu haz alaya alınmamalıdır…