Türkiye solunun ve özelde TİP’in 1965-69 dönemindeki dış politika yaklaşımları üzerine tez çalışması hazırlayan yazar ve çevirmen Serpil Güvenç’le Kıbrıs politikaları hakkında konuştuk…
Ortadoğu’daki son gelişmelerle birlikte Kıbrıs sorunu da bir kez daha gündemin üst sıralarına yükseldi. Sizden, tez çalışmanızdan hareketle, daha çok solun Kıbrıs sorununa bakışını değerlendirmenizi isteyeceğiz. Şöyle başlayalım dilerseniz: Kıbrıs sorunu gerçekten önemli mi? Halk ne kadar önem veriyor, sol açısından ne kadar önemli?
Kıbrıs, coğrafi konumu açısından, daima emperyalist ülkelerin ilgisini çekmiş ve çekmeye devam edecek bir ada. Bu açıdan, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin uygulamaya geçirilme girişimlerinin bir parçası olduğunu düşündüğüm bölgedeki sıcak gelişmeler de göz önüne alınacak olursa, Kıbrıs sorununun önemini kaybetmeyeceği ortaya çıkıyor.
Halkın milliyetçi reflekslerinin bilinçli olarak tetiklendiğini söylemek sanırım abartılı olmaz. Sosyalist bir ailenin çocuğu olan ve doğduğu günden itibaren insanların, halkların kardeşliği düşünceleriyle yetiştirilmiş olan ben bile bu olaylardan çok etkilendiğimi anımsıyorum. Bir gün ağlayarak eve gelmiş ve “Baba, soydaşlarımızı öldürüyorlar, gidip bir şeyler yapalım” diye ağlamıştım. Sakinleşip meseleye daha soğukkanlı yaklaşmamı sağlayan babamdır.
Geriye dönük olarak düşündüğümüz zaman, Kıbrıs sorununun ve bu sorunla ilgili gelişmelerin 1960’lar Türkiyesi’nde çok önemli birtakım sonuçlar doğurduğunu söyleyebiliriz. Kıbrıs olayının sadece dış politika alanında değil, iç politikada da ciddi yansımaları oldu. Bunu somutlayan en önemli olay, ABD Başkanı Johnson’un dönemin başbakanı İnönü’ye yazdığı mektuptur. Bilindiği gibi, 1963-64’te Kıbrıs’ta iki topluluk arası çatışmaların yoğunlaştığı günlerde 1960 Londra/Zürih garanti anlaşmalarının tanıdığı yetki temelinde İnönü hükümeti Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunmak amacıyla TBMM’den yetki alır. Adı geçen mektupta, ABD ile Türkiye arasındaki ikili anlaşmalara göre Türkiye’nin ABD’nin verdiği silahları amaç dışı kullanamayacağı, SSCB’nin müdahalesi durumunda ise NATO müttefiklerinin Türkiye’yi savunma yükümlülüklerinin olmayabileceği açıkça belirtilmektedir. Sözü edilen ikili anlaşmanın 12 Temmuz 1947 tarihli olduğunu belirteyim. Johnson mektubu amacının çok ötesinde bir işlev gördü, çünkü bırakın sol kamuoyunu, sağ kamuoyunda da büyük tepki aldı ve çok önemli birkaç olgunun halk tarafından kavranmasına yardımcı oldu. Bunlardan ilki, NATO’nun çıkarlarının Türkiye’nin çıkarlarıyla her zaman örtüşmediği, bunun da ötesinde bu örgütün kendi çıkarlarının daima ulusal çıkarlardan önce geldiği gerçeğinin kavranmasıydı. İkincisi ise, sözde SSCB tehdidine karşı NATO’nun otomatik bir koruma aracı olmadığının anlaşılmasıydı. İnönü’nün Times’a verdiği ünlü demeçte, “Yeni bir dünya kurulur, biz de orada yerimizi alırız” dediğini birçoğumuz anımsarız.
Bir başka önemli sonuç, Türkiye’nin NATO üyeliğinin, ABD ile Türkiye arasında imzalanmış olan ikili anlaşmaların ve Amerikan üslerine ilişkin solun gündeme taşıdığı tartışmanın önünün açılmasıydı. Yıllardır tabu olan dış politika enine boyuna tartışılır hale gelmişti. Örneğin, kamuoyunun bir bölümü NATO’dan çıkalım, hatalı bir dış politika gütmüşüz, NATO üyeliği Türkiye’nin ulusal çıkarlarına aykırıdır, demeye başladı. Bir bölümü ise NATO’nun içinde kalsak bile koşulları değiştirmemiz gerektiğini savundu. 1950’li yıllarda Türk dışişleri bakanlarının “NATO’nun politikası bizim milli politikamızdır” diyebildiklerini düşündüğümüzde bu durumun ne denli olağan dışı bir gelişme olduğunu daha iyi kavrayabiliriz.
Siyasal atmosferdeki değişime güzel bir örnek, Siyasal Bilgiler Fakültesinden sağ eğilimli bir profesörün 1962’de NATO taraflısı iken, 1967’de NATO aleyhine bir bildiriye imza vermesidir.
Elbette, bu değişim, gökten zembile inmedi. Türkiye sosyalist solu, 1940’lardan itibaren egemen sınıf iktidarlarınca izlenmekte olan emperyalizm yanlısı, teslimiyetçi politikalara ve daha sonraki yıllarda ülkenin NATO üyeliğine karşı çıkmaktaydı. Kıbrıs sorunu ve Johnson mektubu, Türkiye solunun dış politika görüşlerine haklı ve meşru bir zemin sağlamıştır. Kıbrıs olayından önce ülkenin bağımsızlığını savunan, ABD’ye ve NATO’ya karşı çıkan solcular vatan haini, alçak “komünistler” olarak görülmekteydiler. Kıbrıs olaylarından sonra solun bu düşünceleri bir anlamda meşrulaştı. Ama bu gelişmeler sonucunda sol da kendinden beklenen milliyetçi bir refleksi geliştirme beklentisini gerçekleştirdi. TİP dahil Türkiye solunun bazı kesimlerinin belli ölçüde bu refleksi gösterdiklerini söyleyebiliriz.
Elbette, olaya tümüyle araçsalcı bir şekilde yaklaşmamak gerekiyor. O dönemin milliyetçiliğini sadece egemen sınıfların dayatması olarak algılamak yanlış olur. Dünyanın içinde bulunduğu koşullarla da çok ilgisi var. O dönemde dünyada benzer milliyetçi refleksleri gösteren bir sosyalist sol var. Sosyalizm ve milliyetçilik düşüncelerinin iç içe geçtiğini görüyoruz. Nereden geliyor bu? O dönemde, bir Bağlantısızlar Hareketi var. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra irili ufaklı bir sürü ulus-devlet kuruluyor. O ulus-devletlerin birçoğu, özellikle Bağlantısızlar Hareketi’ne dahil olanlar, sömürgecilikten ve emperyalizmden çok çekmişler. Sömürgeciliğe karşı mücadele başarıya ulaşmış ama yeni kurulan devletler siyasal, ekonomik ve toplumsal çıkış yolları arıyorlar. Ve bunu emperyalist Batının dışında arıyorlar.
1960’lı yıllar dünyasında sosyalist blok ve Sovyetler Birliği var. Hem ideolojik yol göstericiliği hem de ekonomik yardımları ile… Bu ülkelere “kapitalist olmayan yol” önerileri var. SSCB için önemli olan, bu ülkelerin emperyalizmin siyasal ve ekonomik etki alanından çıkmaları. Bu durumun bir yönüyle sosyalizme geçişi kolaylaştıracağı düşünülmekte… TİP’in de benimseyerek programına aldığı bu tezin ulusalcı bir içeriği var. O dönemde sosyalizme yakın olan, en azından sempati duyan bazı Afrika ve Asya ülkelerin başkanları, kendi geleneklerinde sosyalizmin bulunduğunu söylüyor. Bir tür kendine dönme, daha ulusalcı bakma, kendi gelenekleriyle sosyalizmi daha ulusalcı bir şekilde kaynaştırma tavrı var. Bu, objektif bir durum. Bu durumdan Türkiye solu da payını almış, pro-Sovyet AKEL de…
O dönemde objektif koşulların da milliyetçiliği beslediğini söyleyebiliriz.
Milliyetçilik, solun Kıbrıs politikası özelinde nasıl somutlanıyor?
Çalışmamda temel olarak TİP üzerinde yoğunlaştım. 1965-69 döneminde TİP’te iki farklı duruş var. Mayıs 1964’te Bursa’da gerçekleştirilen Genel Yönetim Kurulu toplantısı sonrasında yapılan açıklama bence ilk duruşu temsil ediyor. Toplantı öncesinde Genel Başkan Mehmet Ali Aybar’ın bir hayli sıkıntılı olduğunu yazıyor Sayın Nihat Sargın anılarında. O zamana kadar Kıbrıs konusuyla ilgili olarak partinin bir açıklaması yok, ama bunun bir zorunluluk haline geldiğini düşünüyorlar. Toplantının ardından Aybar bir açıklama yapıyor. Ertesi gün Milliyet, “Aybar, Kıbrıs davamız yoktur, dedi” diye başlık atıyor. Kıyamet kopuyor. Parti binaları taşlanıyor. Ankara sıkıyönetim komutanı, Aybar’ın konuşmasını dağıtan gençleri il sınırlarının dışına sürüyor. Aybar’ın Ankara’ya girişi yasaklanıyor. O dönemde partinin senatörü olan Esat Çağa ve birkaç kişi daha partiden istifa ediyorlar. Bu tepkiler karşısında iki gün sonra parti yöneticileri yeni bir Genel Yönetim Kurulu toplantısı düzenleyip yeni bir açıklama yapıyorlar. Aybar, TİP Tarihi adlı yapıtında partinin ilk açıklamasında sorunun çözümü bağlamında Misak-ı Milli’yi ve kişilikli bir politikayı savunduklarını ve gelen tepkilere anlam veremediğini anlatır.
Bununla birlikte Aybar’ın sözcülüğünü yaptığı bu ilk konuşma metni dikkatle okunduğunda, daha sonraki konuşmalarında ve Behice Boran’ın TBMM’deki konuya ilişkin konuşmalarında yer almayan bazı vurgular görülecektir.
Bu konuşmada, Süveyş’ten atılan İngiltere’nin Ortadoğu’daki petrol çıkarlarını korumak için Kıbrıs’a yerleşmek zorunda olduğu ve emperyalizmin bölge çıkarları çok doyurucu biçimde anlatılıyor. Türkiye’nin, kendi arzusu dışında, İngiltere ve ABD tarafından Kıbrıs sorununa nasıl müdahil edildiği, o dönemde Türkiye’de iktidarda olan Amerikancı siyasetçilerin buna nasıl kucak açtıkları da çok güzel anlatılmış. Bu analizin ardından da şu görüşler dillendirilmekte: 1960 Londra ve Zürih anlaşmalarına göre kurulan Kıbrıs devletinden Kıbrıslı Rumlar şikayetçi ama nüfusun yüzde 20’sini oluşturan Kıbrıslı Türkler çok mutludur. Makarios, 1963 olayları yaşanmadan önce de Kıbrıs Anayasasından ve Londra/Zürih anlaşmalarından şikayet etmiştir. Kıbrıslı Rumlar “Enosis” ülküsü doğrultusunda İngiliz emperyalizmine karşı mücadele ettikleri halde Türklerin böyle bir mücadeleleri ya da uğrunda kan dökülmüş bir anavatana iltihak ülküleri yoktur. Rumların İngilizlere karşı her ayaklanış ve direnişlerinde, Türk topluluğu liderleri İngiltere’ye bağlılıklarını belirtmişler ve asi Rumlarla bir tutulmayı reddetmişlerdir.
1963 olaylarının emperyalizmin oyunu olduğu vurgulanan konuşmada, Kıbrıslı Türklerin can ve mal emniyetine ve insanca yaşamanın temel şartı olan temel haklara kavuşturulmaları gerektiği, çözümün temelinde ise Misak-ı Milli ışığında yürütülecek, kişilikli bir dış politikanın yatmakta olduğu ifade edilmektedir.
Bu konuşma çok önemlidir çünkü buradaki bazı görüşlerin, Londra/Zürih anlaşmalarının örtülü de olsa eleştirisinin, İngiliz emperyalizmine karşı mücadelenin Enosis bayrağı altında Rumlarca yürütüldüğü ve Kıbrıs Türk liderlerinin işbirlikçi tutum aldığı kabulünün sonraki açıklamalarda ve TBMM konuşmalarında tamamen terk edildiğini görmekteyiz.
Bakın, elimde, 10 Ocak 1965 tarihli TİP Genel Yönetim Kurulu toplantısında kabul edilen bir dış politika bülteni bulunuyor. Kıbrıs konusu burada da işlenmiş. Bu metinde, “Yunanistan’ın eski ‘megalo idea’sı”nın, “Yunan burjuvazisinin dışa yayılma siyasetine alet olan Makarios” ile “bir kısım Rumların davranışları”nın, Kıbrıs’ta toplumlararası arasındaki anlaşmazlıkların silahlı çatışma halini almasına yol açtığı ifade ediliyor. Londra/Zürih anlaşmalarının “Enosis’çi Makarios” tarafından feshedildiği ve varlıklarını korumak için Türklerin silaha sarıldığı anlatılıyor. Yalnızca bir tek cümlede şöyle deniyor: “Bu anlaşmazlıklarda Türk toplumu liderlerinin bir kısmının hatalı davranışlarının payı olduğu da öne sürülmüştü.” Zayıf Türk burjuvazisinin siyasal ve ekonomik çıkarlarını koruyan bu kişilerin İngiliz sömürge yönetiminin bu güvenilir adamlarının, Kıbrıs’ta Türk Mukavemet Teşkilatı’nı (TMT) kuran ve içinde militanca çalışan, AKEL üyesi ya da demokrat eğilimli birçok Kıbrıslı Türkün yok edilmesinde parmakları olduğu iddia edilen bu kişilerin Kıbrıs anlaşmazlığındaki rollerini tanımlamaya bu bir tek cümle yetmiş. Bunun da ötesinde Fazıl Küçük ile Rauf Denktaş ayrıca Türkiye’deki işbirlikçi burjuvazinin ve dış emperyalist güçlerin desteğiyle Kıbrıs’ta taksimi savunuyorlar başından itibaren. Kıbrıs Cumhuriyeti onları hiç ilgilendirmiyor. TİP’in bu dış politika belgesinde bu gerçeklere rastlamamaktayız.
“Enosisçi Makarios”un Kıbrıs’ın bağımsızlığı ve toprak bütünlüğünün savunucusu rolüne çıktığı, Sovyetler Birliği ve Arap cumhuriyetlerinden yardım istediği vurgulanan belgede Acheson planı eleştiriliyor. Peki, Acheson planına karşı çıkan kim? Makarios. Londra/Zürih anlaşmaları öncesi yapılan toplantılarda Kıbrıs’taki İngiliz üslerine karşı çıkan kim? Makarios. Bağlantısızlığı savunan kim? Makarios. Enosis söylemine ilişkin olarak birçok araştırmacı Makarios’un söylediğine değil yaptığına bakmak gerektiğini ve özellikle de kişisel nedenlerle bu kavrama çok da gönülden sahip çıkmayabileceğini söylemekte. Bağlantısızlığı savunan, ABD ve NATO’ya karşı çıkan, Sovyetler’e yakınlaşan bir Makarios var o dönemde. Gerçekten Kıbrıs’ta cumhurbaşkanı olan ve Bağlantısızlar Hareketinde çok prestijli bir yere sahip bir insanın Yunanistan’la birleşmeyi istemesi çok mantıklı gelmiyor. Yunanistan’ın parmağında oynattığı bir adam olmadığını 1967 müdahalesi gösteriyor. Türkiye bütün Amerikan ve NATO planlarını kabul ediyor en azından tartışılabilir bulduğunu ifade ediyor, Yunanistan bazılarına karşı çıkıyor, Makarios ve AKEL ise bunların tümünü reddediyorlar. Bu gerçeklere karşın TBMM’deki TİP milletvekilleri “Makarios Yunanistan’ın piyonudur, de facto bir hükümetin başkanıdır, muhatap kabul edilmesin” diyorlar.
TİP’in belirttiğimiz olguları görmemiş olduğunu düşünemiyorum. Ama yavaş yavaş bir kayma başlıyor. TİP zaman içinde Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale etmesi gerektiğini savunmaya başlıyor. Londra ve Zürih anlaşmalarındaki müdahale etme yetkisine dayandırıyor bunu. “Kıbrıs olayı ulusal bir davadır. Türkiye’nin ulusal çıkarları Türk askerinin oraya müdahalesini gerektiriyor” diyorlar. Behice Boran, ulusal bir sorun söz konusu olduğu zaman sosyalistlerin eli kolu bağlı duramayacaklarını, çünkü pasifist olmadıklarını ve TİP’in Kıbrıs sorununu “emperyalizme karşı savaşın bir parçası olarak “ gördüğünü söylüyor. Oysa Londra/Zürih anlaşmalarını ve bu anlaşmalardan doğan bir müdahale hakkını savunmak bence çok ciddi bir hata…
Kısaca da olsa bu anlaşmalarda neyi olumsuz bulduğunuzu açabilir misiniz?
Bu anlaşmalar, öncelikle, NATO üyesi üç devletin, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin, varlığı BM tarafından tescil edilmiş, bağımsız bir devlete müdahalesine olanak sağlıyor. Bence sadece bu şart bile bu anlaşmaların desteklenmemesi için yeterli bir neden.
Londra ve Zürih anlaşmalarının temelinde, İngiliz üslerinin korunması ve adada emperyalizmin çıkarlarının güvence altına alınması yatıyor. Sözünü ettiğimiz askeri üsler adanın yüzde 3’ünü işgal ediyor. Kapladıkları alan, Türkiye’deki askeri üslerin yüzölçümüne oranının yedi buçuk katı. Günümüzde de bu üslerin ABD ve İngiltere tarafından Ortadoğu’ya müdahale merkezleri olarak kullanıldıklarını gösteren haberler gazete manşetlerini doldurmakta.
Yine birçok araştırmacı Londra/Zürih anlaşmaları temelinde hazırlanan Kıbrıs Anayasasının iki topluluğunun birlikteliğine değil, tam tersine ayrılmalarına yol açan düzenlemelere dolu olduğunda hemfikir.
Anlaşmalara karşı çıkılmasını gerektiren bir başka neden de, Londra ve Zürih görüşmelerinde, Türk ve Yunan dışişleri bakanlarının, AKEL’in ortadan kaldırılması ve adada komünist faaliyetlerin engellenmesi konusunda yaptıkları centilmenlik anlaşması…
Yine bu anlaşmalara göre, “bağımsız” Kıbrıs Cumhuriyeti, kendi başına karar alıp garantör ülkelerin üye olmadıkları kuruluşlara üye olamıyor. Böylesine kısıtlayıcı, egemenliği engelleyici anlaşmalar bunlar.
Bütün bunlara karşın, TİP’in siyaset yaptığı, iktidarı hedeflediği bir ortamda, bu türden yaklaşımların doğal kabul edilmesi gerektiği söylenebilir. Ama bu tür bir yaklaşımı bir kez uygulamaya koyacak olursak epey taviz vermemiz gerekebilir. Ayrıca ilginç olan bir başka şey var: O da “Kemalist” Yön’ün tavrı. Derginin yazarı olan ve görüşleri Yön’ü bağlayan İbrahim Çamlı bu anlaşmalar temelinde hiçbir çözümün üretilemeyeceğini, bu anlaşmaların Kıbrıs devletinin kendi anayasasını değiştirmesine bile olanak vermediğini, kendi içinde dış müdahale hakkını taşıyan bir bağımsızlığın akıl dışı olduğunu, garantörlük müessesi ile adaya yabancı asker girişinin sağlandığını, Makarios’un Yunanistan’ın kuklası filan olmadığını, Kıbrıs Anayasası ile Kıbrıs’ı yönetmenin çok zor olduğunu söylüyor.
Şimdi TİP’in yaklaşımındaki bazı ikilemlere bakalım. Acheson planına karşı çıkıldığı söyleniyor ama ABD’nin tüm planlarının karşısına çıkmış olan Makarios’la masaya oturulmaması isteniyor. Türkiye’de bağımsızlığımızı ve egemenliğimizi savunuyoruz ama aynı zamanda başka bir devletin bağımsızlığını ve egemenliğini engelleyen anlaşmaları da savunuyoruz. Kendi ülkemizde emperyalizme karşı çıkıyoruz ama emperyalistlerce dayatılan anlaşmalara sahip çıkıyor ve onlardan doğan “yetki”leri hem de askeri müdahale hakkını savunuyoruz. 1974 müdahalesi ve sonuçları ortadadır…
Misak-ı Milli’nin savunulması ile askeri müdahalenin savunulması konusunda da bence ciddi bir sıkıntı var. Kıbrıs Misak-ı Milli sınırları içinde mi? Değil.
Peki bu çelişik tutumların nedeni ne olabilir? Birinci neden, TİP’in iç politikada kendini kabul ettirmek ve meşrulaşmak isteğinin ağır basması olabilir. Partinin üzerinde çok baskı var. NATO, üsler, ikili anlaşmalar aleyhine konuşabilmenin koşulu, bir miktar “milli” bir retorikle donanmak zorunluluğu olarak ortaya çıkıyor. Partinin konuya ilişkin hiçbir açıklamasında Rum emekçileriyle Türk emekçilerinin birlikte Kıbrıs’ta iktidarı ele geçirmeleri gibi bir sınıfsal vurguya rastlamamaktayız. Genelde sosyalist kavramlarla iç içe geçirilmiş bir milliyetçi retorik kullanılıyor. Aslında, Ahmet An’ın söylediği gibi, Kıbrıs anlaşmazlığında anahtar sorun, hangi toplumun hangisini yöneteceği değil, ada sathında hangi sınıfın iktidarı elinde bulunduracağıdır. Yani önemli olan her iki tarafın emekçi sınıflarının adayı yönetmesidir.
Acheson planları hakkında bilgi verebilir misiniz?
ABD’nin sorunu şu: İki NATO üyesinin kavga etmesini istemiyor. NATO’nun tek bir blok halinde durmasını istiyor. ABD için Enosis kötü mü olur? Olmaz. 1967’de ABD eliyle iktidara yerleşen Yunan cuntası da bence bunun bir kanıtı. Bu durum Kıbrıs’ta da NATO üslerinin kuruluşunu güvence altına alabilir. Bir taraftan da Türkiye’yi sakinleştirmek amacıyla ABD büyükelçileri bir sürü planlarla gidip geliyorlar. Acheson planı ya da diğer planlar bu çabalardan bazıları. Dean Acheson eski ABD dışişleri bakanı ve o dönemde Başkan Johnson’un özel temsilcisi. Acheson planının esası şu: Türkiye’ye bir üs verelim (bu üssün Karpaz’da olması düşünülüyor), İngiliz üsleri korunsun, adanın geri kalan kısmını da Yunanistan’a verelim. Yani bir nevi Enosis. Türkiye NATO ülkesi olduğu için bu üs aslında ABD’nin sayılır. Bildiğimiz kadarıyla Türkiye hükümetleri bu planlara ters bakmıyor. Çünkü NATO üyeliği ve Amerikan yanlılığının yanı sıra, belki de askeri mülahazalarla, Kıbrıs’ı Türkiye açısından çok stratejik, üslenilebilecek bir yer olarak görüyorlar. Behice Boran Acheson planını TBMM gündemine getirerek hükümetin bu tavrını sert bir şekilde eleştiriyor.
Bu bağlamda özellikle şunu vurgulamak istiyorum. Yukarıda değinilen eleştirilerin dışında, Türkiye solunun ve TİP’in Kıbrıs konusuna ilişkin genel tezleri doğrudur.
Örneğin, 10 Ocak 1965 günü İstanbul’daki GYK toplantısından sonra yapılan açıklamada TİP şunları söylemektedir: Birleşmiş Milletler adadaki kanlı olayları mutlaka durdurmak zorundadırlar. Türk topluluğunun siyasi haklar dahil bütün hakları güvence altına alınmalıdır. “Kıbrıs, askeri üslerden temizlenmiş, uluslararası teminat altında tarafsızlaştırılmış, bağımsız bir devlet olmalıdır, bu devletin şekli federatif olabilir.”
O “olabilir” lafı da güzel. Ama kim karar verecek? TİP tezi, ilgili tarafların bir yuvarlak masa etrafında konuyu tartışmasını içeriyor. Bu toplantıya İngiltere’nin katılmaması isteniyor, çünkü üs sorununun çözümünün daha sonraya bırakılması düşünülüyor. İngiltere dışarıda kalmak üzere, Kıbrıs Türk topluluğunun temsilcileri, Kıbrıs Rum topluluğunun temsilcileri, Birleşmiş Milletler’den bir temsilci, Türkiye ve Yunanistan’ın temsilcileri katılsın, deniyor. Yön’ün de kabul ettiği bir çerçeve bu. O dönemde MDD (Milli Demokratik Devrim) grubu da Kıbrıs konusundaki perspektifleri itibariyle TİP’le Yön arasında bir yerde. Mesela, askeri müdahaleye “evet” diyor ama Makarios’u anti-emperyalist olarak kabul ediyor ve benimsiyor. Yön, yuvarlak masa demiyor ama Avusturya ve İsviçre modeli üzerinden gidilebileceğini ya da adanın “Birleşmiş Milletler toprağı” gibi özel bir statüye kavuşturulabileceği gibi formüller öne sürüyor. Çok ilginç, Behice Boran da 1976’da Avusturya modelinden söz ediyor. Federasyon tezi tüm sosyalist solun tercihi gibi görünüyor. Sayın Sadun Aren ise TİP’in tezinin resmi teze çok da uzak olmadığını söylüyor…
Peki ama, burada şöyle bir sorun yok mu: Masaya oturması istenenler, ilgili ülkelerin mevcut temsilcileri. Yani sorunların ortaya çıkmasında büyük pay sahibi olan taraflar. Bu tür yuvarlak masa görüşmeleri, emperyalizmi kovmayı, üsleri kaldırmayı tümüyle olanaksız hale getirmez mi?
Farklı bir tez 1977’de Doğu Perinçek’ten geliyor: Kıbrıs sorununu adadaki Rum topluluğuyla Türk topluluğu birlikte çözmeli, diyor. Ayrıca 1970’lerde Ant dergisi de aynı tarz bir çözüm öneriyor. Ant’a göre, “yıllardır birbirine kırdırılan Türk ve Rum halkları karşılıklı masaya oturarak barış içinde bir arada yaşayacakları, üslerden arındırılmış, bağımsız bir Kıbrıs yaratmalıdırlar”.
TİP’in yuvarlak masa önerisinde masaya oturması düşünülen temsilcilerin çoğunun eski taraflar olduğu düşünülecek olursa bunun bir çözüm sağlamasının zor olduğu konusunda sizinle aynı fikirdeyim, çünkü garantörlük temelinde düşündüğünüz zaman, TİP’in önerisinde sadece İngiltere yok. Geçmişte de aynı taraflar bir araya gelmiş, tartışmış. Oradan da Londra ve Zürih anlaşmaları çıkmış. 1965’te başka bir şey mi çıkacak? Soru işaretleriyle dolu bir olay. Bugün de savunulabileceğini düşündüğüm kısım ise bağımsız, üslerden arınmış, yabancı askerlerin olmayacağı federatif bir sistem. İsterseniz azınlık olarak kabul edin, isterseniz başka statüyle, oradaki halkların tüm sosyal ve siyasi haklarının teminat altına alındığı bir sistem. Özellikle de üslerden arındırılmış ve askersizleştirilmiş tarafsız bir Kıbrıs tezi çok önemli.
Geçen gün Cumhuriyet’te bir manşet vardı: On binlerce ABD askeri Kıbrıs’ın Ağrotur üssünde konuşlandırılmış. Oradaki muhtar, “Her zaman varlardı ama sayıları çok arttı bugünlerde” diyor. Büyük bir olasılıkla, askeri üs ve Amerikan askerleri Lübnan ve Irak müdahalelerinde kullanılmakta. Yine Güney Kıbrıs’taki sağcı hükümet Kıbrıs’ın kalan bölümündeki topraklarda Fransız üslerinin kurulmasına yeşil ışık yakıyor. Öyle görünüyor ki, ada, günümüzde de emperyalizmin uçak gemisi durumunda. Dolayısıyla solun 1960’lardaki Kıbrıs tezinin yukarıda değindiğimiz temel hatları bence bugün de geçerli. Yabancı askerler adadan çıksın ve üsler boşaltılsın. Her iki topluluğun da siyasi ve temel hakları güvence altına alınsın. İki toplum kardeşçe yaşasınlar.
Herhalde buna eklenebilecek olan, halkların sorunlarını ancak mücadele ederek çözebilecekleri… Halklar kendi egemen sınıflarına, işbirlikçilerine karşı mücadele etmedikçe, mevcut çözümsüzlüklerin aşılması olanaksız gibi… Peki, TİP’in Kıbrıs’ta bağları var mıydı ve Kıbrıslılar TİP’in politikalarını nasıl değerlendiriyordu?
Son eklemenize tamamen katılıyorum. Sorunuzun ilk bölümü konusunda ayrıntılı bilgim yok ama şunu söylemek mümkün: TİP sürekli olarak egemen çevrelerce dışarıdan yönetilmekle suçlanıyor ve bu konuda parti üzerinde ciddi bir baskı var. Dış temaslarda hem otokontrol hem de egemen sınıfların baskısı var. Dolayısıyla örneğin AKEL’le bir ilişkinin olabileceğini sanmam.
Kıbrıslıların TİP politikalarını değerlendirmeleri konusuna gelince: Büyük bir olasılıkla TMT tarafından öldürülen Derviş Kavazoğlu adlı bir AKEL üyesinin, Mehmet Ali Aybar’ın, TİP’in yukarıda değinilen ilk Kıbrıs yaklaşımını betimleyen Mayıs 1964’teki Bursa konuşmasıyla ilgili bir broşürüne rastladım. Başlık şöyle: “Kıbrıs Türk işçisinin vicdanında iflas edenler Mehmet Ali Aybar’a dil uzatamaz.” Sonra şu satırları okuyoruz: “Aybar demiş ki Bursa konuşmasında, ‘Kıbrıs Türk liderlerinin bir ülküsü yok. Hatta zaman zaman İngiliz hükümetine sığındılar’… Yukarıda söylediğimiz gibi biz Aybar’ın konuşmasını henüz okumak olanağı bulamadık. Ama eğer Sayın Aybar böyle bir şey söylemişse tamamen gerçeği dile getirmiştir. Kıbrıs davasının on yıllık tarihine göz attığınız zaman faşist metotlarla Kıbrıs Türkünün başına lider kesilen bazı basiretsizlerin milli bir ülküsü olmadığını, İngiliz idarecilere adım adım uyarak pabuç değiştirir gibi siyaset değiştirdiklerini ve her defasında İngiliz siyasetinin üzerine suni olarak bir ay yıldız takıp Türk tezi diye önümüze koyduklarını göreceğiz. Biz tarihi vesikalara dayanak bu iddialarımızı ispat etmeye her yerde ve her zaman hazırız.” Bu görüşler, AKEL üyesi bir Kıbrıslı Türk’ün görüşlerini yansıtması açısından önemli.
Kıbrıslıların Türkiye sol hareketinde TİP, Yön, MDD gibi önemli parti ve çevrelerin Kıbrıs konusuna ilişkin yaklaşımları konusunda yukarıdaki örneğin ötesinde geniş bilgiye sahip değilim ama örneğin Sayın Mehmet Hasgüler, “Kıbrıs’ta Enosis ve Taksim Politikalarının Sonu” isimli yapıtında konuya bir bölüm ayırmış ve kendi deyimiyle “Türkiyeli bazı sosyalistlerin Kıbrıs sorununa yaklaşımlarını ve çelişkilerini” ele almış. Hasgüler, genel bir ifadeyle Türkiye solunun “anti emperyalist yönünü Kıbrıs’la kamufle ettiğini” ve “milli rüşt”ünü bu yolla kanıtladığını iddia etmekte ve daha da ileri giderek Kıbrıs meselesinin “milli mesele” boyutunu almasının sadece Türkiye solunun kendi “iç konumundaki zaafından” değil ama “enternasyonalist tavrının da ‘yoksul ve kıt’ olmasından” kaynaklandığını söylemektedir. Bu bağlamda TİP’in de Kıbrıs konusundaki tavrına değinen yazar, Aybar’ın 9 Kasım 1966 TİP 3. Kongresi konuşmasının Kıbrıs’a ilişkin bölümünü yorumlamakta ve “Aybar’ın Kıbrıs’taki yapıyla ilgili çok da açıklayıcı bir tavra” girmediğini, onun da “geleneksel Türk sosyalistleri” gibi “Kıbrıs’a uzaktan bakmayı ve zor durumda kalmadıkça açıklama yapmamayı yeğlediğini” iddia etmektedir. Aslında TİP 1964 Mayısı’ndan itibaren Kıbrıs meselesine pek de uzak durmamış, özellikle 1965 seçimlerinden sonra TİP sözcüleri hemen hemen her açıklamalarında Kıbrıs konusuna değinmişler ve konuya ilişkin partinin genel tezini ve çözüm önerilerini ortaya koymuşlardır. TİP’in parlamento deneyiminde Aybar, Boran ve Ekinci’nin dış politika konusundaki konuşmalarında Kıbrıs konusu ve analizleri geniş yer tutmaktadır. Hasgüler, Behice Boran’ın 1976 tarihinde Çark Başak dergisinde yayımlanan “Ege ve Kıbrıs” başlıklı konuşmasından da alıntı yapmakta ve bu yazıdaki tespitlerin “Kıbrıs gerçeklerine uyan ve nesnel olarak uygulanması mümkün olan” politikalar içerdiğini söylemektedir. Kıbrıs Türk topluluğunun ada Rum topluluğuna oranla daha yoksul olmalarına karşın Türkiye ile ekonomik bütünleşmenin gerekmediğine, Türkiye’den Kıbrıs’a yapılacak yardımın halk kitlesine aktarılmasının ve onun ekonomik ve kültürel yaşam düzeyini yükseltmesinin zorunluluğuna değinen Boran, sorunu bir iktidar sorunu olarak koymakta ve egemen sınıf iktidarlarının Kıbrıs olayını bu çerçevede görmediklerini söylemektedir. 1960’lı yıllarda Yön’ün önerisi olan Avusturya ve İsviçre modellerinin çözüm için geçerli modeller olabileceğine değinen Boran, sorunun barışçı yöntemlerle çözümlenmesinden yana çıkmaktadır.
Yukarıda, kısaca da olsa, TİP’in Kıbrıs konusuna ilişkin görüşlerinin geçirdiği evreler göz önüne alındığında, Türkiye solunun bu önemli örgütünün yaklaşımlarının araştırmacılar tarafından ayrıntılı olarak ele alınmadığı söylenebilir.
TİP’in Kıbrıs’la ilgili politikalarının olumlu-olumsuz bir toplumsal karşılığı var mıydı?
1965-69 döneminde sol kesimden Yön’ün TİP eleştirisini anımsıyorum. Ayrıca MDD’nin önemli isimlerinden Vahap Erdoğdu, M. Ali Aybar’ı TBMM’de Kıbrıs’la ilgili bir konuşmasından dolayı eleştirmişti. Askeri müdahalenin yanlışlığını savunan ve diplomatik çözümü olumlayan Yön, askeri müdahale savunusunun TİP’in o güne kadar sürdürdüğü siyasetine ters düştüğünü vurguluyor ve TİP’in Makarios’un muhatap alınmaması talebinin Kıbrıs Rum topluluğunun muhatap alınmaması anlamına geldiğini söylüyordu. Yön’ün bu eleştirisine karşı TİP adına Kemal Sülker’in çok da doyurucu olmayan bir açıklama yaptığını biliyoruz. Sülker açıklamasında, Aybar’ın TBMM’deki konuşmasında savunduğu, Kıbrıs Türklerine ya da Kıbrıs’ta bulunan TSK’ya bir silahlı saldırının casus belli sayılacağının Yunanistan’a bildirilmesi talebinin, “Kıbrıs’a çıkarma yapmaktan başka bir şey” olduğunu, amacın “Yunanistan’ı müzakereye ikna etmek” olduğunu ve tek “barışçı ve gerçek yol”un bu olduğunu iddia etmekte ve Makarios’un devlet başkanı olarak değil ama Rum topluluğunun lideri olarak toplantıya katılabileceğini belirtmektedir.
TÜSTAV yayınlarından izleyebildiğim kadarıyla yurtdışı, TKP de 1965’li yıllarda TİP’in Kıbrıs siyasetini olumlamaktadır.
Kıbrıs politikasındaki milliyetçilik halkta karşılık buldu mu? En azından oya, teşkilatlanmaya yansıdı mı? Çok iddialı mı olur, bilmiyorum ama, bugün de dahil olmak üzere, halkımızın solcuların milliyetçiliğine ne oy katkısıyla ne de başka yöntemlerle prim verdiğini düşünüyorum. Halk aslını tercih ediyor ve gerçek milliyetçi, şoven, resmi görüşleri kim temsil ediyorsa, ona veriyor oyunu. Bu tür politikaların geçmişte de günümüzde de olumlu bir getirisi olduğunu düşünmüyorum.
Bence TİP’te de farklı bir durum yaşanmadı.
AKEL’in aynı dönemdeki politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
TİP’in sosyalizm anlayışındaki milliyetçi motiflerin benzerlerine AKEL’de rastlamak ilginç oldu. AKEL’in tavrı söz konusu dönemin nesnel ve öznel koşullarının sosyalist/komünist birçok parti üzerindeki etkisini doğrular mahiyette. AKEL’e giden yolu izleyebilmek açısından Yunan Komünist Partisi (YKP) ve Kıbrıs Komünist Partisi’nin (KKP) bazı yaklaşımlarına kısaca göz atabiliriz. 1929’da Yunan Komünist Partisi, Enosis talebiyle Yunanistan’a gelen bir heyeti, “mali çıkarları gereği Enosis çığırtkanlığı yapan” ve “yoksul Kıbrıs köylü ve işçisini baskı altında tutup soyan ve Kıbrıs’ı Yunan emperyalizminin boyunduruğu altına sokmak için mücadele eden” kişiler olarak niteliyor. YKP’ye göre, o dönemde, “Enosis’çilere karşı mücadele emperyalizme karşı mücadeledir”. Öte yandan, 1920’lerde Türk ve Rum emekçilerinin İngiliz emperyalizmine karşı birlikte mücadelelerini savunan bir parti olan Kıbrıs Komünist Partisi’nin talepleri arasında “Enosis’e karşı mücadele”, “milliyetçi liderlere rağmen emekçi Türk ve Rumların emperyalizme karşı birlik cephesinin kurulması” ve “özgür işçi ve köylülerin Kıbrıs Sovyet Cumhuriyetini kurmak için mücadele etmeleri” bulunuyor. 1933’te KKP kapatılıyor. 1940’larda AKEL kuruluyor. Kıbrıs Komünist Partisi’nin devamı olmadıklarını ve ulusalcı, anti-faşist, legal ve ilerici olduklarını söylüyorlar. Bir süre sonra Enosis’i savunmaya başlıyorlar. Partinin amacı EOKA1 ve Makarios tarafından temsil edilen ulusal Kıbrıs davasının öncülüğünü almak. (Birçok araştırmacı AKEL’in Enosis savunusunun bir taktik olduğu görüşünde. O dönemde Yunanistan’da komünizmin yasak olduğunu da ekleyelim.)
Taktik veya değil, AKEL’in Enosis savunusu çelişkili bir durum. Bir yandan NATO’ya ve Yunanistan’daki yönetime karşı çıkıyorsunuz, bir yandan da ülkenizin bağımsızlığını da feda ederek bir NATO ülkesine katılmayı savunuyorsunuz. Hatta AKEL’in 1959 Merkez Komite bildirisinde, Londra/Zürih anlaşmaları, Enosis’i engelledikleri için eleştirilebiliyor. AKEL’in 8 Ağustos 1964’te yayınladığı bildiride şu garip slogan yer alıyor: “Yunanistan’la olacak birleşmeye evet! NATO ile birleşmeye hayır!” Yine 1967’de AKEL Genel Sekreteri Papayuannu şunları söyleyebiliyor: “Enosis Kıbrıs’ta bir NATO üssünün mutlaka kurulması anlamına gelmiyor. Biz Yunanistan’la birleşmek ve NATO’ya Kıbrıs’ı teslim etmemek istiyoruz”. 1967’den sonra AKEL’de bir geri dönüş yaşandığını ve Enosis’in savunulması konusunda partinin ayrıntılı bir özeleştiri yaptığını biliyoruz.
Bizim pusulamız ne olmalı? Her konuda olduğu gibi bir sınıf pusulası gerekmekte. Daha önce de vurguladığımız gibi, siyasete bakışımızın her iki topluluğun emek cephelerinin çıkarlarını temel almasının ve yönünü emperyalizme karşı verilecek mücadeleye çevirmesinin gerekli olduğuna inanıyorum. Önemli olan, Kıbrıs’ta emperyalizmle bağlarını koparmış, emekçilerin oluşturduğu ve onların çıkarlarının egemen olduğu sosyalist hükümetlerin iktidar olması. Bu bağlamda Kıbrıs’ın AB’ye, üyelerinin yüzde 90’nının aynı zamanda NATO üyesi olduğu emperyalist bir birliğe katılmasını savunmanın doğru olmadığını düşünüyorum. “Türkiye için AB kötü ama Kıbrıs için iyi” gibisinden bir yaklaşımın kendi içinde tutarlı olmadığını düşünüyorum.
Bu vesileyle TİP’in Avrupa Ekonomik Topluluğu ile ilgili yaklaşımına değinmek ister misiniz?
Aynen NATO, ikili anlaşmalar ve üsler konusunda olduğu gibi bu konuda da çok tutarlı, ayağı yere basan bir siyasi duruşa sahip oldukları söylenebilir. TİP, Türkiye AET’ye katılacak olursa henüz filizlenmekte olan küçük ve orta sanayinin belinin kırılacağını söylüyor. Parti ideologları, altı kurucu üyesi gelişmiş sanayi ülkeleri olan Ortak Pazar’ın aslında bu ülkelerin mali tekelleri arasındaki bir anlaşmayı tanımladığını ve hükümetlerin arkasında bu tekellerin ve onların çıkarlarının yattığını açıkça ifade ediyorlar. TİP, AET’ye girilmesi durumunda ekonominin hızlanacağı görüşünü de reddetmektedir çünkü geri kalmış bir toplumun böyle bir ortaklığa katılması “kurt ağzındaki kuzunun yaşama hayalinden” farksızdır. Boran, çok haklı olarak,, AET’ye katılım isteğinin aslında politik bir tercih olduğunu, egemen sınıfların Batı ve Avrupa medeniyeti sözcükleriyle kastettikleri şeyin kapitalist Avrupa olduğunu çünkü bu sınıfların kapitalist sistem dışında yaşama şanslarının bulunmadığını belirtmektedir. TİP’e göre, Ortak Pazar’ın Türkiye açısından oluşturduğu asıl tehlike, ülkeyi “kapitalist sistem içinde kalmaya ve bağımlı bir toplum olarak varlığını sürdürmeye mahkum etmesidir”. Türkiye solunun, o dönemde bugünkünden çok farklı olarak bütünüyle, Yön’üyle, MDD’siyle, AET üyeliğine karşı olduğunu görmekteyiz.
Toplumda belirli bir karşılığı da var bu yaklaşımın…
Gerçekten de öyle. Bu tavır CHP’yi bile etkiliyor. CHP Ortak Pazar’cı ama partinin sol kesimini bayağı etkiliyor. O dönemde Türkiye sosyalist solunun kendi sağındaki düşünceler üzerinde ciddi bir etkisi olduğunu biliyoruz.
TİP’in uluslararası ilişkileri üzerinde durdunuz mu?
Bu konuyu özel olarak araştırmadım. Yalnız açıklık getireceğini düşündüğüm iki olaya değinmek isterim.
Bunlardan ilki, Ağırnaslı olayıdır. Niyazi Ağırnaslı, TİP’in tek senatörüydü. Bir dış gezi sonrasında çok yakışıksız bir şekilde TİP’ten istifa ettirildi. Bir TKP görevlisiyle görüşme yaptığı söylenmişti. TİP yöneticilerine göre bu görüşme partinin kapatılmasına neden olabilecek, tehlikeli bir olaydı. Bu konuda çok titizdiler.
İkincisi, Akdeniz İlerici Partiler Konferansı olayıdır. Bilindiği gibi Mehmet Ali Aybar, Russell mahkemesi üyesi olarak Londra ve Stockholm’e gittiği zaman aynı mahkemenin üyesi olan İtalya Sosyalist Proleter Birliği Partisi’nin (İSPB) onursal başkanı Lelio Basso ile tanışıyor. Daha sonra İSPB ve İtalyan Komünist Partisi Akdeniz’i emperyalizmden temizleme amacını güden bir konferansı Roma’da toplamaya karar veriyorlar ve TİP’i de bu konferansa davet ediyorlar. Genel Sekreter Rıza Kuas ve Sadun Aren partiyi temsilen konferansa katılıyorlar ama heyet henüz Türkiye’ye dönmeden hükümet ve sağcı çevrelerden partiye saldırılar başlıyor. Saldırıları göğüsleyen ve bir basın açıklamasıyla barışçı bir dünyanın kurulması için anti-emperyalist ve milli-bağımsızlıkçı bir politika izlediğini bir kez daha kamuoyuna ilan eden TİP, bu olaydan sonra dış ilişkilerini sürdürmüyor bildiğim kadarıyla.
Bununla birlikte, Aybar, Bağlantısızlar Hareketi’ne çok önem veriyor. 1964’de Kahire’de toplanan Bağlantısızlar Hareketi’ne yolladığı bir mesaj var. Bu konu çeşitli çevrelerce önüne getirildiğinde de Üçüncü Dünya ülkelerinin komünist olmadıklarını, bizim de ilk ulusal kurtuluş savaşını vermiş bir Üçüncü Dünya ülkesi olduğumuzu ve TİP olarak Bağlantısızlar Hareketi’nin savunduğu düşüncelerin birçoğunu örneğin bağlantısızlığı, barışı, dünyada tüm ülkelerdeki askeri üslerin kaldırılmasını nükleer silahların kaldırılmasını benimsediklerini ifade ediyor. Ama bilebildiğim kadarıyla bunun ötesinde bir bağ söz konusu değil.
Sol içi tartışmalarda zaman zaman dış politikanın işçi sınıfının gündeminde olmadığı, bu nedenle o kadar da öne çıkarılmaması gerektiği söyleniyor… Emek-sermaye çelişkisini ihmal etme, gündem saptırma eleştirileri yapılabiliyor… Solun dış politikası üzerine çalışmış bir kişi olarak siz ne düşünüyorsunuz?
Dış politikanın emek-sermaye çelişkisinin dışında olmadığını düşünüyorum. İster dış politika ister iç politika alanında olsun, tüm olaylar emek ile sermayenin dünya çapındaki kavgasının yansımalarıdır. Onun için iç politikada emek-sermaye çelişkisine bakalım, ama dış politikayla ilgilenmeyelim tavrı bana doğru gelmiyor. Olayın bir yüzünü görüp öbürünü görmemek gibi bir şey…
Ayrıca sizin incelediğiniz dönemde dış politika aynı zamanda bir iç politika aracı olarak kullanılıyor.
İç politika ve dış politikanın karşılıklı olarak birbirlerini etkilediklerini düşünüyorum. Bence bunlar bir bütünün parçaları. İkili anlaşmaların, NATO’nun, ABD’yle ilişkilerin tartışılması, dış koşulları göz ardı etmemek kaydıyla solun daha açıkça Kemalist solun ve sosyalist solun bir başarısıdır. Bir Amerikan subayı geliyor, bilmem kaç eri eziyor, bu subayın Türkiye’de yargılanması konusu ikili anlaşmalar bağlamında tartışılmaya başlıyor. O dönemde, Türkiye solunun önünün açılması yani özellikle bu konuların TİP tarafından TBMM’ye taşınması, Yön’ün bu olaylarla ilgili ısrarlı yayınları sonucunda, Demirel iktidarı, “ikili anlaşmaları gözden geçirelim” demek, “üs yok tesis var”, “kendi dönemimizde hiç ikili anlaşma imzalamadık” gibi açıklamalar yapmak zorunda kalabiliyor.
Bugün henüz Amerikan üslerini, özellikle İncirlik’i, ikili anlaşmaları, NATO’yu tartışmaya açamıyoruz. Bununla birlikte, bu bağlamda, 1960’ların anti-emperyalist, bağımsızlıkçı, geleneğini sürdürdüğünü düşündüğüm Yurtsever Cephe eylemliliklerini, özellikle İncirlik Yürüyüşü’nü ve diğer sosyalist partilerin bu doğrultudaki çabalarını çok değerli bulduğumu ifade etmek istiyorum.
Çok teşekkür ederiz.