Gelenek 20. yılını dolduran bir dergi. Başından beri bu derginin düzenli yazarlarından birisi oldunuz. Sondan başlayalım, derginin şu andaki durumundan memnun musunuz?
Zor bir soru. Kendimi bir okur yerine koyduğumda, hayır. Teorik derinlik arayan, yaratıcı düşüncenin peşinde koşan, siyasal kimliğini şekillendirmek ve korumak için en temel kaynaklardan birisi olarak okumayı gören birisinin bugün Gelenek’ten hoşnut olmaması gerekir.
Ne zamandan beri?
Fırsat olursa ne demek istediğimi açarım, ama madem benden bir süre istediniz, Gelenek ilk 20-25 sayıdan sonra ama özellikle son 10 yıldır okura eskisinden daha azını sunmaktadır.
Tasarım değişikliğinden sonra…
Tamam, birçokları o küçük boyu özlüyor, ama bence değer kaybı daha önce başladı. İzin verirseniz değer kaybından ne kastettiğimi açayım. Gelenek ilk döneminde ufuk açan bir dergiydi. Yayıncılık açısından daha amatör ama hem okur hem de yazarlar açısından daha heyecan vericiydi. Daha sonra daha derli toplu, oturmuş bir yayın haline geldi. Özellikle son yıllarda oldukça sağlam yazılara yer veriliyor hatta bu yazıların daha az emek ürünü olduğunu söylemek güç. Ancak yine de okur açısından ilk dönem son derece çarpıcıydı.
Bunu derginin misyonunun değişimi ile mi açıklıyorsunuz?
Büyük ölçüde. Gelenek, örgütlü bir çıkıştır. Bir yayıncılık faaliyeti değildir. Dolayısıyla Gelenek’in kendi başına bağımsız bir yayıncılık misyonuna sahip olması zaten olanaksızdı. Hareketin genel yapı ve hedeflerinde değişiklikler oldukça dergi bundan kaçınılmaz biçimde etkilendi.
Hareketin teorik üretkenlik gereksinimi mi azaldı?
Hayır. Yalnızca hareketin iddiası arttı, doğal olarak ilgisinde büyük bir dağılma ortaya çıktı. Devrimci bir partinin öncelikleri vardır. Üniversite zihniyetiyle hareket edemezsiniz. Yani birtakım kürsüler kendi disiplinlerinde faaliyet gösteriyorlar, gelişmelerden etkilenmiyorlar. Böyle olmuyor. Bütün parti aynı noktaya odaklanıyor. Elbette herkesin mücadeleyle somut bağ kurduğu nokta farklı, ama bütünün etkilendiği bir doğrultu var, öncelikler var. Gelenek ilk çıkmaya başladığında ortada bir parti yoktu, küçük bir kadro örgütlenmesi söz konusuydu. Bu örgütlenmede Gelenek’te yazısı yayınlananların genele oranı oldukça yüksekti. Bunun sürdürülebilir bir nitelik olduğunu söylemek mümkün değil. Nihayetinde hemen her yerde olduğu gibi, ilk çıkış ciddi bir aydın damgası yemişti ve Gelenek bayağı kritik bir yerde duruyordu. Teorik ihtilalciliğin örgütlenmesi… Böyle başlamıştı… Sonra Türkiye solundaki teorik boşlukları kapatma iddiası gündeme geldi… Kendimizi kısıtlamak için değil; sorunun kaynağında bunu görüyorduk, ilkeli ve derin bir siyasal hareket için teoride yoğunlaşma kaçınılmazdı. Biz de bunu yaptık.
İstediğinizi yapabildiniz mi?
Yayıncılık açısından soruyorsanız, Gelenek ilginç bir dergiydi. Teorik bir dergi olduğunu hiç söylemedik. Teori alanında mücadele eden bir dergiydi ve aslında biliyorsunuz ki, “teoride mücadele” pek olmaz, söz konusu olan ideolojik mücadeledir. Gelenek şunu yaptı: Teorik tartışma başlıklarını alabildiğine siyasallaştırdı, bu siyasallaşma oranında başkalarıyla hesaplaştı ve kendi teorisini bu hesaplaşmada geliştirdi. Bu açıdan bakıldığında Gelenek sıcak bir yayındı; birçok açıdan amatör hatta duygusaldı. Sanıyorum bu nedenle hızla benimsendi. Ancak bir yayın olarak istediğimizi yapabildik mi sorusuna, hep yayınlarla iç içe olmuş birisi olarak geleneksel yanıtımı vermek durumundayım: Hayır! Siyasal daha doğrusu işlevsel bir yaklaşım söz konusu olacaksa… Gelenek büyük hem de çok büyük bir görev yerine getirdi. Bunun tartışılabilir bir yanı yok.
Çıkış dönemini biraz paylaşsanız. İlk sayıları…
Gelenek’in ilk sayısı 1986 Kasım ayında okurla buluştu. Böyle bir yayın fikri ise aynı yıl yaz aylarında gündemimize girdi. O dönemde iyi bir kadro birikimimiz vardı. Genç, iddialı, titiz ve en önemlisi Türkiye’de esmeye başlayan ve solu da etkileyen “liberal” rüzgara karşı durmaya kararlı. Ama böyle bir yayın kafamızda yoktu. Metin Çulhaoğlu cezaevinden çıktı, bekliyor muydu böyle bir kadrolaşmayı bilmiyorum ama derhal “bir yayına gereksinimimiz var” dedi. İyi cesaret! Metin’in öncesinden verimli bir yayıncılık deneyimi vardı Yürüyüş’te ve sonrasında Sosyalist İktidar’da hem yazar olarak hem de derginin mutfağında. Açıkçası onun cesareti olmasaydı Gelenek en az bir yıl geç çıkardı ve sanıyorum bu hiç iyi olmazdı.
Dergi nasıl bir planlama ve örgütlenmeyle çıktı?
Ayrıntılı bir planlama yapmadık. Söyleyeceklerimiz birikmişti, ayrıca yoğun tartışılan ve bugünkünden çok daha fazla okunan bir dönemdeydik. Başladık ve gereksinimlere göre devam ettik. Yani şu sayıda şunu yapalım bu sayıda bunu yapalım türünden bir planla başlamadık. Her ay dergiyi yeni baştan kuruyorduk.
Bir yayın kurulu vardı herhalde?
Elbette… Gelenek’in ilk döneminde beş kişilik bir yayın kurulumuz vardı. Metin, Aydemir (Aydın Giritli), Süleyman (Harun Koçak), Belgün Çulhaoğlu ve ben (Cemal Hekimoğlu). Her ay ne tür bir işbölümü yapacağımızı konuşur ve gelen bütün yazıları okurduk.
Bu beş kişinin dördü şu anda TKP’nin Merkez Komite üyesi… Belgün?
Belgün avukatlık yapıyor ve o da TKP üyesi.
Çok sık rastlanılan bir süreklilik değil bu Türkiye solunda…
Evet ama bazı arkadaşlarımız şimdi bizimle değil. Gelenek iyi bir okuldu. Birçok kişi büyük bir emek verdi bu dergiye ve yetişti. Bugün TKP’de olan, olmayan herkes için söylüyorum: Gelenek bütün yazarların eseridir; özelliği buydu, sürekli genç marksist kadrolar yetiştirmek…
Yazarlıkla kadro olmayı özdeşleştiriyor gibisiniz…
Hayır… Yazarlık diye ayrı bir kategori yoktu. Gelenek’te yazan kimse örgütlü siyasi mücadeleden uzak durmak istemedi; herkes, özellikle partileşme süreci başladığından itibaren Gelenek’in en temel iddialarından birini, siyasetin önceliğini, kendi somutluğunda hayata geçirmek istedi.
Tekrar yayın kuruluna dönelim. Görüş ayrılıkları yok muydu?
Bakın, Aydemir dışında diğer dört kişi Sosyalist İktidar geleneğinden geliyorduk, birbirimizi tanıyorduk. Aydemir’le ise 12 Eylül’ün hemen ardından başlayan bir tanışlık ve beraberliğimiz oldu. Ne dediğimizi ne savunduğumuzu biliyorduk. Herkesin farklı bir tarzı, farklı ilgi alanları vardı; ama görüş ayrılığından söz edemeyiz. Başkalarıyla tartışmayı seviyorduk.
Peki 1993 yılında gerçekleşen ayrışma?
1993 yılına kadar tam yedi yıl boyunca çok fazla sayıda yazı yazdık. Geriye dönüp “işte şuradan belliydi” demek mümkün ama yararlı değil. Ayrışma “nasıl devam edileceği”ne ilişkin bir proje farklılaşmasından kaynaklandı. Metin ve Sosyalist Türkiye Partisi’nden ayrılıp BSP-ÖDP sürecine katılarak Sosyalist Politika’yı oluşturan diğer arkadaşlar, Türkiye sosyalist hareketinin gelişmesi konusunda başka bir yol düşündüler. Bu farklılığı küçümsemiyorum; zaten gerçek bir farklılık olduğu için yollarımız ayrıldı, ama unutmayalım birleşti de… Gelenek teori dolayımıyla mücadele alanına çıkan bir dergiydi ve bu dergide Metin’in, Kemal’in, Aydemir’in ve başkalarının yazdıklarında ciddi bir doğrultu tutarlılığı vardı. Ha konuları ele alışımız, referanslarımız ya da yazıya yüklediğimiz anlam… Bunlarda ortaklaşmak zaten mümkün değil. Metin çok sağlamcıdır örneğin açık söylemem gerekirse; bu sağlamcılığın zaman zaman yazdıklarının değerinden çaldığını düşünmüşümdür ama iyi ki herkes aynı biçimde yazmıyordu ve yazmıyor.
Geriye dönelim… Gelenek dergisi neden tuttu?
Bir dizi nedenle… Bir kere ortodoksi ve yaratıcılık diyen bir yayının o dönemde marksizmle yeni tanışan kişileri heyecanlandırması çok önemli. Hem bir geleneğe yaslanıyorsunuz, bu gelenek için kıyasıya kavga ediyorsunuz, hem de o geleneğin sınırlarını ötelere taşıyan bir yaratıcı müdahale yapıyorsunuz. Köksüzlük duygusu kötüdür. O dönemde herkes özeleştiri telaşındaydı “nerede hata yaptık” saplantısı falan… Buna kapılanlar vardı ama bir de Gelenek’in “biz buradayız, geçmişimize sahip çıkıyoruz, Sovyetler’e, Üçüncü Enternasyonal’e, Stalin’e, Türkiye solunun ileriye doğru hamlelerine ve önümüze bakıyoruz” demesinden etkilenenler. Ayrıca geleneksel solun büyük bir bölümü hızla sosyal demokratlaşırken Gelenek’in inatla geleneksel değerlere sahip çıkması ve en önemlisi yeni solun 1986-1991 arasındaki büyük hamlesini neredeyse tek başına püskürtmesi…
Neden 1991’de bitiriyorsunuz, tam da Sovyetler’in dağıldığı yıl? Bir de abartmıyor musunuz yeni solcu tehlikeyi?
Abartmak mı! Bakın, yeni solun güçlü bir siyasal hareket haline gelmesi gerekmez. Solda düşünsel bir ağırlık kazanması yeterli olurdu. Kaldı ki biz, yıllardır birbirlerine karşı konumlanan erokomünizm ve yeni solcu akımların hızla birbirine yaklaştıklarını o dönemde dile getiriyor ve bunun büyük bir tehlike olduğunu söylüyorduk. Birçok ülkede bunlar buluştular; troçkisti, reformisti, şucusu bucusu… Özgürlükçü bir solda, yeni toplumsal hareketlere yaslanan bir solda buluştular. ÖDP de böyle bir parti değil mi? Açık söylemek gerekirse sözünü ettiğim yıllarda Türkiye’de bu akımlara karşı güçlü bir düşünsel baraj oluşturulmasaydı, bugün Türkiye solu için umut veren hiçbir şeyden söz edemezdik. 1991 yılını sormuştunuz, enerjilerini Sovyetler düşmanlığından alıyorlardı. Sovyetlersiz bir dünyada ise ortaya bir proje koyacaksınız. Dünya devrimi, şimdinin emeğin Avrupası gibi bir anlam ifade etmiyor. Duvarlar yıkılıyor, marksizmin önü açıldı falan dendi, sonra soluksuz kaldılar.
Gelenek’in misyonu da bu dönemde bitiyor olmasın?
Ben Gelenek’in misyonunun bittiğini hiç söylemedim. Ama Gelenek’in bu zorlu dönemden sonra kendisini yeni bir bağlamda yeniden üretmekte zorluk çektiğini kabul edebilirim. Bunun gerçekten çeşitli nedenleri var. Bir kere ilgi dağılması. 1992’den itibaren zorlu bir yasal parti süreci başladı ve hepimiz bu partide görev aldık. Dolayısıyla Gelenek, hareketin önünü açan ve yayın ötesi özellikler taşıyan bir lokomotif olma özelliğini yitirdi. Hızla büyümek, toplumsallaşmak durumundaydık; bu nedenle sürekli yeni yayıncılık girişimlerimiz oldu. Bunda bir yanlış yok. Karşı karşıya koymuyorum ama bugün de yüz binlerce emekçiye seslenmek, nihayetinde kadrolara hitap eden bir yayından daha önemli.
Teoriyi küçümsemek değil mi bu?
Bakın, karmaşık bir sorun bu. Teori nasıl küçümsenebilir? Yaşamı, sınıflar mücadelesini algılamanın, doğru noktalara doğru müdahale yapmanın, doğrultu tutarlılığının, öncelikleri belirlemenin ve belki en önemlisi kalıcı kadrolara sahip olmanın koşulu teorik derinliktir. Yapılması gereken, teorik çalışma ve üretkenliği mücadelenin gerçek sorunlarına yanıt arayan bir koordinata yerleştirmek. 1991 sonrasında bunu kısmen yapabildik. Buradaki eksiklikler Gelenek’e de yansıdı.
Eksikliklerin nedeni?
Sürekli kendimizi eleştirmeyi burada kesiyorum. Bir kere 1991 sonrasında ya da partili mücadeleye geçtiğimiz dönemden sonra çıkan Gelenek’lerde bugün değerini koruyan ve zamanında ufuk açan en az 30-35 birinci sınıf çalışma olduğunu söyleyebilirim. Bu az değildir, hatta yayıncılığımız çeşitlendiği oranda bunların bir bölümü yeterince değerlendirilmemiştir. Ben daha iyisinin yanıtını arıyorum, yoksa Gelenek’e haksızlık yapmam, yapılmasına da izin vermem. Eksikliklere gelince… Bir kere dünya ve Türkiye’deki gelişmeler çok hızlandı. Soyutlama biraz da süzme işlemidir, biz sürekli olarak öngörmek ve takip etmek durumunda kaldık. Yalnız teorik alanda değil, siyaseten de zorlayan bir durum bu. Ama mecburuz bu hıza ayak uydurmaya.
Kısa yazılara ağırlık vermek bundan mı kaynaklanıyor?
Bir açıdan evet. Siyasi iddia taşıyorsanız, gündelik yanıtlar üretmek zorundasınız. Ancak günlük ya da kısa periyotlarla kısa yazılar yazmak ile teorik bir çalışma asla karşı karşıya konamaz. Evet hepimizin zaman sorunu var; şahsen kimi günler “şöyle otursam uzun bir yazıya soyunsam” dediğim oluyor, bunu özlüyorum. Ne var ki bugün yazıyı güncel gelişmelerle sıcak tutmayan, ısındırmayan birisinin teorik derinliği olan bir şeyler üretebileceğine inanmıyorum. Bunlar karşı karşıya konmamalı.
Ancak genel olarak teoriden uzaklaşma var…
Var… Piyasa, düşünce hayatından soyutlamayı çıkarıyor; derinliğin yerine mistisizm konuyor ve siyasetin yerine komploculuk. Büyük bir baskı bu. İnsanlar kolay yanıtlar peşinde koşuyor ve bizim kadrolarımız da insan! “Bunun incesi yok mu” beylik bir laf oluyor ama düpedüz gerçek. Savaş ve Barış’ı görünce korkan bir gencin teoriyle ilgisi sizce nasıl kurulur? Buna direnen bizim genç yoldaşlarımıza büyük saygı duyuyorum. Haksızlık belki ama parti nöbetlerinde kitap okurken, hem de saatlerce, gördüğüm bu insanlar beni şaşırtıyorlar. Son dönemde büyük bir dirençle kitaba tutunmaya başladılar. İlk fark ettiğimde “numara yapmıyorsunuz değil mi” diye takılma ihtiyacı hissetmiştim. Bizi sevindirmek için okuyorlar gibi! Bu onların var olma kavgası… On saat çalıştıktan sonra pestil vaziyette evine gelen genç işçi televizyonun karşısına geçip uyuklayacağına bir saat olsun gömülüyorsa kitaba, bu son derece önemlidir. Teorik derinlik, teorik yaratıcılık, teorik kavrayış, teorik bakabilme… Bütün bunların temelinde okuma var. Eğitim deniyor; partideki eğitim temel olarak siyasaldır, burada teorik bir çerçeveden ancak yararlanırsınız. Ama teoride gelişkinlik okuma üzerine kuruludur. Gelenek’in ilk dönemi solun daha çok okuduğu yıllara denk geldi. Hiç değilse kadro düzeyinde aynı ilgiyi yaratmak zorundayız. Hareketimiz o dönemle kıyaslanmayacak kadar büyüdü, ama Gelenek okurlarının sayısında çarpıcı bir yükselme yok. Okurunu çoğaltmayan bir Gelenek zaten başarılı olamaz. Heyecan yaratmaz, heyecan yaratmadan “yazı”nın etkisi yoktur.
Okur sayısı dediniz; yazarlardan söz etsek… Gelenek yazar yetiştirdi mi?
“Yazar” demeyelim de donanımlı kadro diyelim. Yazıyı da üstlenen kadro diyelim. Hiç kuşkusuz yetiştirdi. Metin Çulhaoğlu dışında kimsenin süreklileşmiş bir yazı deneyimi yoktu. Hepimiz için bir okul oldu ve ilk dönemden sonra da bu özelliği bir süre devam etti. Şu anda Türkiye Komünist Partisi’nin Merkez Komitesi’nde Gelenek okulunda yetişmiş on civarında yoldaşımız var. Kimsenin yazar olmak gibi bir derdi yoktu, siyasi mücadeleye bağlanma kanallarından birisiydi ama daha önemlisi hayata müdahale ediyordunuz. “Yazar olmama”yı şöyle açıklayabiliriz: Gelenek okulundan yetişen kimse, bu siyasi hattın dışında ama aynı kulvarda kalem oynatamaz, bunun örneği yok. Kimileri bunu tarikatlaşma olarak görebilir, oysa bu yazıya biçilen anlamla ilgilidir. Gazetecisinizdir, edebiyatçısınızdır, bunlar başka. Ancak Gelenek kendi yazarlarını kendisine bağlayan bir yayın oldu. Sorunuza dönersek, bir yayını değerlendirirken en önemli kriterlerden birisi kadro yetiştirmek. Gelenek bunu iyi yaptı, şimdi pek yapamıyor. Hareketimizin son on yılına baktığımızda Gelenek’te göze batan yeni ve süreklilik kazanan yazarların sayısının çok azaldığını görüyoruz. Bu başarısızlıktır. Bu açıdan bakıldığında aylık olarak yayınlandığı son döneminde soL dergisinin belli bir yere oturduğunu söyleyebiliriz. Genç bir ekip bence şaşırtıcı bir düzey tutturdu. Ancak bu türden birikimleri değerlendirme açısından partinin biraz daha açık ve yaratıcı olması gerekiyor.
Her halde yayıncılıkla ilgili bir gereksinimden söz etmiyorsunuz?
Zaten Gelenek bir hareketin yayınıdır, onu bağımsız bir biçimde ele almanın sınırları var.
O halde kadrolaşma açısından TKP’nin bugün hedefleri neler? Elbette yayıncılığı da hesaba katarak konuşursanız…
TKP bir yere geldi, önemli siyasal olanakları var, iddiası var, hedefleri var, tam olarak değerlendiremediği kaynakları var. Her zaman ciddi bir kadro dinamizmine sahip olan bu hareketin kadrolaşma açısından aynı anda iki hamle daha yapması gerekecek. Bunlardan ilki, belli bir mücadelede öne çıkan, bir alanda doğal önderlik vasıflarına sahip olan komünistlerle ilgili. Bu özellikler yoktan var edilmez ama teşvik edilir, cesaretlendirilir. Partinin sınıf temelinin güçlenmesi de buradan geçiyor. Önümüzde temel olarak bu görev var. Türkiye solunda 1980 sonrasında bu tür deneylerin sayısı çok az. Enerjisini sendikal alandaki boğuşmalarda tüketmemeyi beceren diri işçi unsurlar, üniversitelerde bir dönem yükselen hareketlerde göze batan, hareketi ileriye çeken gençler… Ancak genel olarak alandan gelen belli bir toplumsallığa denk düşen kadroların sayısı sınırlı. Bunun zamanı geldi, bunun için öznel tedbirler almanın da zamanı geldi. Diğer hamle ise belki konumuzla daha ilgili; söz konusu dinamik alanlarla asgari teması sağlamış, tercihen bu alanlarda biçimlenmiş, ancak alanda sıkışıp kalmayan ve derin düşüncenin peşinde koşanlar… Türkiye’de sosyalizm mücadelesinde partizan düşünce insanları olmadan bir arpa boyu yol gidilemez. TKP her iki hamle için zaman yitirmemelidir. Bu aslında partinin eline geçirdiği fırsatı değerlendirmesinin de yoludur. Açık söylemek gerekirse, bugün partinin üst düzey yönetiminin en önemli görevlerinden birisi budur: Partide yeni bir kadrolaşma ve önderlik için yolları açmak.
Önderlikten ne kastediyorsunuz?
Bu tür kavramlar yerli yerine oturtulmalı. Şu anda Türkiye Komünist Partisi’nin bir Merkez Komitesi var, üç kişiden oluşmuş bir kolektif liderliği var. Partinin bugünkü kazanımlarında bu ekibin yöneticiliğinin büyük payı oldu, bunda hiç kuşku yok. Devam edecekler, edeceğiz… Ancak önderlik denen misyon toplumsal alana taşınmalıdır. Bu açıdan bakıldığında ben Türkiye’de solda son otuz yıldır önder falan olduğunu düşünmüyorum. Sol kendi kendine gelin güvey olmaktadır. Kendi emeğim de dahil, verilen emeği küçümsemem; ama kişilere büyük önem atfedilmesi solun küçüklük hastalığıdır. Yönetici pozisyonunda olmak başka, önderlik başka. Türkiye’de büyük bir mücadele dönemi açılacak; biz bu mücadele dönemine damga vuracak kadrolar yetiştirmek, kadroları buna hazırlamak durumundayız. Her dönemin öne çıkan kadroları olur, daha önce gereksinimleri önceden belirleyerek bir kadro politikası geliştirmiştik, şimdi de aynısını yapacağız. Partinin bunun üstesinden gelecek kaynakları var. Başta söylediğim gibi Gelenek yirminci yılını doldurdu; ilk yayın kurulundan dört kişi şu anda TKP Merkez Komite üyesi, üç kişi ise partinin kolektif liderliğini üstlenen kurul olan Siyasi Komite’yi oluşturuyor. Süreklilik iyidir, ancak eğer toplumsal mecralara taşıyacaksak mücadeleyi, parti örgütünü, yönetsel kademeleri kastlaştırmayacaksınız, mücadelenin dinamizminin partiyi yeniden yapılandırmasına olanak sağlayacaksınız. Bu kendi haline bırakılamaz. Bugünkü parti yönetimi siyasal iddialarının yanı sıra yeni bir kadro politikasını hayata geçirdiği oranda görevini layıkıyla yapmış olacaktır.
Bunun yayıncılıkla ilgisi…
Yakından ilgili… Üzerinde çalıştığımız bazı araçlar var. Yayınları kadrolaşma politikalarıyla bağlantılı hale getirmek durumundayız. İyi yayın çıkarmak, gerekeni yazmak kadar bu da önemli. Sekizinci Kongre sürecinde bütün bunların üstesinden geleceğimizi düşünüyorum. Elbette bu, Gelenek’e de yansıyacaktır. Partinin öğrenci komitesinden başlayarak genç üyelerinin “Gelenek hâlâ çıkmadı mı” diye gürültü patırtı koparacakları bir partiye dönüşmek zorundayız.