Tam adı “Komünist Parti Manifestosu” olan Marksizmin bu ünlü ve güçlü belgesi, genellikle “Komünist Manifesto” olarak anılır. Komünistler ise kısaca “Manifesto” der. Marksizm ilk kez bu belge ile teorik ilkelerini, komünizmin strateji ve taktiklerini, yetkin ve çarpıcı bir şekilde özet olarak açıklamıştır. Manifesto, emekçilerin iktidar mücadelesine yeni bir perspektif getirerek, ufuk açıcı bir görevi yerine getirmiştir. Manifesto’dan önce işçi sınıfı hareketi “ütopik” ve “darbeci” kanallardan ilerlemeye çalışıyordu. Manifesto, bilim dışı olan her iki yolu tarihin çöp sepetine atmakla kalmamış, işçi sınıfı hareketinin bilimsel sosyalizmle, yani komünizmle buluşmasının teorik ve pratik olanaklarını da yaratmıştır. Bu anlamda Manifesto, emekçilerin iktidar mücadelesinde bir kilometre taşıdır. Bir başka ifadeyle, Manifesto, “çağ açan bir belgedir”1 .
Bu tespit abartı kabul edilmemelidir. Manifesto’dan önce politikanın nabzının attığı Fransa İngiltere Belçika ve Almanya gibi ülkelerde etkin olan devrimci hareketler ya “ütopik” ya da “darbeci “nitelikteydi. Bu hareketler teorik-ideolojik niteliklerinden çok pratik özellikleriyle dikkati çekiyordu. Manifesto tam bu dönemde Avrupa’da 1848 devrimlerinin hemen öncesinde bir doktriner düşünce ağırlığı şeklinde ortaya çıkmıştır. Ama bu çıkıştaki doktriner ağırlık siyasi pratiğin geri plana itildiği anlamına gelmiyordu. Böylesi bir yaklaşım Manifesto ve onun yaratıcılarına yapılabilecek en büyük haksızlık olur. Bu anlamda Manifesto hem tarihsel ve teorik hem de devrimci bir örgütün eylem ve amaçlarını ifade eden bir belgedir. O güne kadar işçi sınıfı hareketi üzerine yazılmış olan düşüncelerden hiçbiri işçi sınıfı hareketi ve komünistleri Manifesto kadar etkilememiştir. Çünkü “Büyük bir patlayıcı güçle dolu olan Manifesto’nun sayfaları bir bakıma saatli bomba etkisi göstermiştir. Uzaklara kadar yayılacak olan bu sesin kökeni hem kanıtlamanın çürütülmez gerçeği hem üslubunun gücü ve hem de yapıtın içerdiği görüşlerde bulunmaktadır”.2
Manifesto, komünizmin kuruluşunun ana hatlarını özet olarak ifade etmektedir. Manifesto’da ifade edilen bu özet, işçi sınıfı hareketinin gerçek ve tartışmasız sahipleri olan komünistlere ve onların partilerine sosyalist devrim ve sosyalist iktidar mücadelesinde çok önemli görevler yüklemektedir. Manifesto üzerine Lenin şöyle demektedir: “İnsan düşüncesi tarafından yaratılmış bulunan her şeyi işçi sınıfı hareketi üzerinde denetleyerek, yeniden ele aldı ve eleştirisini yaptı; ve ondan burjuva çerçeve içinde kapanıp kalmış ya da burjuva önyargılarla bağlı kimselerin çıkaramayacakları sonuçları çıkardı.” 3
Manifesto, komünizmin ana hatlarını çizmekle yetinmiyor. Kapitalizmin çöküşünün, sosyalist devrimin ve sosyalist iktidarın kuruluşunun sonunda, yeni ve sınıfsız toplumun kurulmasının tarihsel bir zorunluluk olduğunu da bilimsel olarak açıklıyor.
Manifesto, işçi sınıfı hareketinin devrimci teorisinin gelişip ileriye doğru yaptığı ideolojik bir hamledir. Komünizm mücadelesinde başyapıt ve klasik olma nitelemesini yayınlandığı andan itibaren kazanmış olan Manifesto, 1844’den beri değişik gazete, dergi, kitap ve siyasi toplantılarda yapılan tartışmalarla, Marksizmin şekillenip öne çıkma sürecini tamamlar ve sonraki ideolojik-politik çalışmalar için güvenilir bir temel ve çıkış noktası oluşturur. Manifesto, kaleme alındığı güne kadar oluşan işçi sınıfı hareketi pratiğinin genelleştirilmesinin sonucunda doğdu. Teorik ve ideolojik kaynakları, 18. yüzyıl sonları ve 19. yüzyıl başlarının klasik Alman felsefesi, İngiliz klasik ekonomi-politiği ve Fransız ütopik sosyalizmidir. Manifesto’nun yayınlanmasıyla, tarihte ilk kez komünizmle işçi sınıfı hareketini birleştirmenin genel ilkeleri ifade edilmiş oldu. Manifesto, yayınlandıktan sonra, kapitalist ücretli kölelik düzeninden kurtulma mücadelesinde emekçilerin teorik ve ideolojik silahı oldu. Bu nedenle Manifesto yalnızca bir veya birkaç ülkeyi değil, bütün kapitalist ülkeleri yakından ilgilendirmektedir. Manifesto 1847 yılı sonlarında yazılmaya başladığında, Avrupa büyük bir devrimci ayaklanmanın arifesindeydi. Marx ve Engels bunu öngörmüşlerdi. Bu anlamda Manifesto, Marx ve Engels’in 1845’ten beri belli belirsiz şekilde ifade ettikleri düşüncelerin bir açıklaması değil, 1848 devrimini de hesaba katarak kaleme aldıkları bir eylem kılavuzudur. Manifesto’nun gücü, komünizmin genel ilkelerinin yalnızca yazıldığı yıllarda değil, bugün de geçerli olabilecek şekilde ifade edilmesindedir.
Manifesto’nun yayınlanmasından sonra, Marx’ın “devrim simyagerleri” diye adlandırdığı Proudhon ve Weitling gibi ütopik sosyalistlerle ilişkileri tümüyle kesildi. Çünkü Manifesto, toplumsal bir dönüşümün olanak ve kaçınılmazlığını bilimsel bir şekilde açıklıyor ve “sosyalist devrimin bunun kaçınılmaz bir aşamasından başka bir şey olmadığını” söylüyordu. Manifesto, burjuvazinin ortadan kalkmasının nasıl ve niçin kaçınılmaz olduğunu açık bir tahlil ile ispat etmektedir: “Dünyanın dönüşümünün bir ideale bağlı olmayıp realitenin hareketinin, yani tarihin bunu zorunlu kıldığını ve haber verdiğini ispat eder.” 4
Manifesto’ya geliş süreci
Manifesto’nun yazıldığı 1848 Şubat’ına kadar meydana gelen elli yıllık politik hareketleri ve bilimdeki gelişmeleri bilmeden, Manifesto’yu kavramak mümkün değildir. Bu anlamda Manifesto, yarım asırlık ekonomik, politik, ideolojik mücadele ve tartışmaların ürünüdür. Bir diğer anlamda Manifesto, doğanın, toplumun ve insan düşüncesinin gelişim ve değişimine yön veren genel yasaların yani, diyalektik ve tarihi materyalizm öğretisinin 1848’e kadar yazılmış en mükemmel örneğidir. Manifesto, 1800’lü yılların başlarından beri işçi hareketi içersinde yaygın ve popüler olan Proudhonculuğa, Weitlingciliğe ve Blankiciliğe karşı, kararlı, yoğun ve amansız bir mücadelenin ürünüdür. Bu hareketlere ütopizm ve darbecilik de diyebiliriz. Marx ve Engels’in teorik düşünceleri bu mücadeleler içersinde netlik ve kesinlik kazanmıştır. Marx ve Engels bu mücadeleler içinde işçi hareketlerini bir sınıf hareketi olarak görmekle yetinmeyip, teorileriyle işçi hareketi arasında ilişki de kurmuşlardır. Onlara göre işçi hareketi, beklenmedik ve tarihin herhangi bir zamanında ortaya çıkan bir olgu değildi. Teori, ilk bakışta işçi hareketinin dışından kaynaklanıyor ve onun mücadelesinden bağımsız üretiliyormuş gibi görünse de o, işçi hareketinden çıkarılan ve ondan koparılamayacak olan bir öğretidir. Bu anlamda Marx ve Engels’in ekonomik, politik ve ideolojik görüşlerinin, başta İngiltere, Fransa, Almanya ve diğer Batı Avrupa ülkelerinde yaşanan işçi hareketlerinden süzülüp olgunlaştığı söylenebilir. Bir başka ifadeyle Marksizm, “Kitlelerin hem feodalizmin kalıntılarının ve hem de gelişmekte olan kapitalizmin çifte baskısı altında ezildiği…” 5 tarihsel mücadele koşullarında şekillenmiştir. Manifesto, bütün bunların toplamıdır.
Ütopik sosyalistler, kapitalist toplum ilişkilerini acımasızca eleştiriyor, fakat onun tarihsel gelişiminin diyalektik yasalarını fark edemiyorlardı. Mevcut üretim ilişkilerini eleştiriyor, fakat onu yıkıp yerine insanın insanı sömürmediği yeni toplumu kuracak sınıfsal gücü tanımlayamıyorlardı. Bunlar, kendi olanakları ve hayırseverlerden aldıkları bağışlarla toplumsal yaşamın dışında veya coğrafi olarak uzak mekanlarda oluşturdukları küçük topluluklarla “hümanist” bir hayat kurabileceklerini sanıyorlardı. Çünkü ütopik sosyalistler, üretim ilişkilerinin tarihin belirli bir dönemine denk düştüğünü ve bu nedenle de geçici birer tarihsel kategori olduklarını anlayamamışlardı.
Proudhon’un adıyla bütünleşen ütopik sosyalizm, üretim ilişkilerine dokunmadan kapitalizmin sömürü ve baskısının ortadan kaldırılabileceği gibi, işçi hareketini yanıltıcı düşünceleri savunuyordu. Proudhon “Mülkiyet Nedir?” isimli kitabında bir kurum olarak özel mülkiyeti sert bir biçimde eleştirmektedir. Eleştirmekle kalmayıp, özel mülkiyetin “aslında bir hırsızlık” olduğunu da söylemektedir. Fakat Proudhon’un açmazı, kapitalizm eleştirisini, küçük üreticinin büyük üretici tarafından sömürüsü ile sınırlandırması ve adeta küçük üreticileri savunmasıdır. Bu anlamda Proudhon, işçilerin kurtuluşunu küçük mülk sahibi olmalarında (tasarruflarıyla dükkan satın almak vs. gibi) görür. Proudhon’un düşünceleri görünüşte, Marx’ın düşüncelerinden daha radikal gibidir. Bu yanılsama tarih boyunca, “küçük burjuva radikalizmi”ne teorik kaynaklık etmiştir. Çünkü onun düşünceleri, işgücünü satarak geçimini sağlayan emekçiden çok, küçük mülk ve üretim sahibi küçük burjuvaziye esin kaynağı olmuştur. Buna rağmen düşünceleri birkaç kuşak boyunca Fransa, İtalya ve İspanya’da modern sanayi sürecinin dışındaki emekçi ve yoksullara çekici gelmiştir.
Manifesto’ya geliş süreci yalnızca Saint-Simon, Fourier, Owen ve Proudhon gibi ütopik sosyalistlere karşı yapılan teorik mücadeleden ibaret değildir. Mücadele, aynı kararlılıkla, politik literatüre “darbecilik” olarak geçen siyasete karşı da verilmiştir. Örneğin Weitling, sınıf mücadelesinde işçi sınıfı mücadelesinin yerine, kendi aralarında sıkı örgütlenmiş bir grup devrimcinin şiddetini koyuyordu. Ona göre düzeni değiştirecek olan güç işçi sınıfı değil, “toplumun en devrimci unsuru olan” lümpen proletaryadır. Sıkı örgütlenmiş küçük bir grup devrimci, devrimi gerçekleştirmek için, süreci hızlandırıcı eylemler yapmalıydı. Böyle olunca da işçi sınıfının içersinde propaganda ve örgütlenme çalışmalarına gerek kalmıyordu. Weitling ve arkadaşları siyasal mücadelede işçi sınıfı içersinde ajitasyon, propaganda ve örgütlenmenin önemini hiç anlayamadılar. Teori küçümsenip, mücadele yalnızca eylem ve pratiğe indirgenince işçi sınıfının bilime teoriye ve aydınlara da ihtiyacı kalmıyordu. 31 Mart 1846 tarihinde Brüksel’de yapılan bir siyasi toplantıda Weitling, “(…) işçilerin yalnızca kendilerine güvenmeleri ve teorisyenlerle entelektüellerden kaçınmaları gerektiğine işaret ettiği zaman Marx sözünü derhal keserek ‘doktrinsiz hiçbir şey yapılamaz, sadece gürültü çıkarılır ve sonu acı olan serüvenlere sürüklenerek erişilmek istenilen amaç baltalanır. Bilimsel fikirlere sahip olmadan işçilere hitap etmek, propaganda ve ajitasyonu saçma ve neticesiz bir oyuna çevirir. Böyle olunca da bir yandan ateşli bir havari öte yandan onu ağzı açık dinleyen bir eşek sürüsünden başka bir şey görülmez ortalıkta’diye haykırır.” 6
Görüldüğü gibi Manifesto, 1848’den önceki elli yılın şiddetli sınıf mücadeleleri ve yoğun ideolojik tartışmaların ürünüdür. Marx ve Engels Manifesto’dan önce işçi sınıfı hareketiyle işçi sınıfı ideolojisini (komünizmi) buluşturabilmek amacıyla Bern, Paris, Brüksel ve Londra’da bulundukları örgütlerde ödünsüz ve sert tartışmalar yapmışlardır. İşçi sınıfının ideolojisi yalnızca monarşi ve burjuvaziye karşı değil, Proudhon ve Weitling’in başını çektiği ütopik ve darbeci sosyalizme karşı da, ödünsüz ve acımasız bir ideolojik tartışmayı sürdürerek, Manifesto’daki ifadesini bulmuştur. Bu ifadenin özeti, işçi sınıfı hareketiyle işçi sınıfı ideolojisinin buluşturulup iç içe geçirilmesidir. Teori pratiğin yol gösterici ise -ki öyledir- Manifesto’yla birlikte hareket, yol göstericisini bulmuştur. İşçi sınıfı hareketi Manifesto’yla birlikte yalnızca mücadele kılavuzunu bulmakla kalmamış, sosyalist toplumu kurmak gibi tarihsel bir rolü üstlenmek göreviyle de karşı karşıya kalmıştır. “Marx’ın öğretisindeki ana unsur, diye yazıyordu Lenin, proletaryanın tarihsel rolünün sosyalist toplumun kuruculuğu olduğunu ortaya koymasıdır. Bu parlak buluş, sosyalizmi bir ütopya olmaktan çıkarıp bilime dönüştürdü, sosyalizmi ilk kez sağlam bir temele oturtturdu ve yükselen devrimci sınıfın yazgısına bağladı.” 7 Bir başka yerde Manifesto’nun başardığı bu tarihsel görev şöyle ifade edilmektedir: “Marx, toplumsal devrimin taşıyıcısı olarak, özel mülkiyeti kaldırabilecek ve kaldırması gereken sınıf olarak, yeni sınıfın, proletaryanın devrimci rolüne işaret etmiştir. Bu sınıf, bu tarihsel görevi, ancak, Alman felsefesinin nihai gelişimi olacak yeni bir teori tarafından yönlendirilirse başarabilirdi. Nasıl ki, felsefe, maddi silahını proletaryada buluyorsa, proletarya da entelektüel silahını felsefede bulur…Bu kurtuluşun kafası felsefe, yüreği ise proletaryadır.” 8
Günümüzde Manifesto ne ifade ediyor?
Yazılmadan önceki elli yılın sınıf mücadeleleri, ideolojik tartışmaları ve bilimsel buluşlarının teorik ürünü olan Manifesto, temel olarak dört bölümden meydana gelir. Girişten sonra gelen bu bölümler, “Burjuvalar ve Proleterler”, “Proleterler ve Komünistler”, “Sosyalist ve Komünist Yazın” ve “Komünistlerin Mevcut Çeşitli Muhalefet Partileri Karşısındaki Konumları” başlıklarından oluşur. Yazılışından bu yana 159 yıl geçmiş olmasına rağmen Manifesto, hâlâ zamanın, siyasi gelişmelerin ve her türden yıkıcı eleştirinin olumsuz etkisine meydan okurcasına dimdik ayaktadır. Ayakta olmakla kalmayıp, iktidar kavgalarında komünist partilerin kadro, militan ve sempatizanlarına esin kaynağı oluşturmaya devam etmektedir.
Zamana, siyasal gelişmelere ve her türlü yıkıcı eleştiriye aşınmadan direnç gösteren Manifesto’nun, çok doğaldır ki tarihsel olarak aşılmış yerleri vardır. Örneğin dördüncü bölüm için bunu söyleyebiliriz. Fakat yine de bu bölüm, ilgi konusu olmayı sürdürmektedir.
Marx, politik ekonomi alanındaki ciddi incelemelerine 1843’ten itibaren başlamış Kapital’de gösterdiği başarısına da 1848 devriminden sonra Fransız hükümeti tarafından sürgüne gönderildiği İngiltere’de ulaşmıştır. Bu nedenle başta “Felsefenin Sefaleti” olmak üzere diğer çalışmalarında da görülen “emekçi geçinebilmek için emeğini satar” tespiti, 1850’den ve Kapital’in yazımından sonra yerini “emekçi geçinebilmek için işgücünü satar” tespitine bırakmıştır. Manifesto yazılırken, Marx ve Engels’in ekonomik araştırmaları henüz ikinci tespiti ifade edebilecek düzeye ulaşamadığı için, Manifesto’da bu konu açık biçimde yazılmamıştır. Ayrıca Manifesto’da, emeğin fiyatını belirleyen etmenlerin üretim maliyeti yani, işçiyi yeniden üretim sürecine sokabilecek asgari fizyolojik ihtiyaçların maliyeti olduğu da açık olarak belirtilmemiştir. Geçerken söyleyelim, “emekçi geçinebilmek için emeğini mi, yoksa işgücünü mü satar?” sorusunun cevabı, ilk bakışta önemsiz gibi görünse de, emekçinin emeğini değil, işgücünü sattığını kanıtlayabilmek için, Marx ve Engels tarafından yoğun tartışmalar sürdürülmüş ve sayfalar dolusu yazılar yazılmıştır. Bütün bunların sonunda emekçinin emeğini değil, işgücünü sattığı ve emeğin alınıp satılabilen bir meta değil, işgücünün harcandığı bir süreç olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır.
Eric Hobsbawm bu konuda şöyle yazmaktadır: “Marx Manifesto’yu yazdığında, Marksizan bir iktisatçı olmaktan ziyade komünist bir Ricardocuydu.” 9 Hobsbawnm’ın bu tespiti, Manifesto üzerine yukarıda söylediklerimizi doğrulamaktadır. Manifesto, yalnızca tarihsel bir durumu desteklemek veya belirli bir tarihsel duruma karşı çıkmak için yazılmamıştır. Yazılmadan önceki elli yılın birikimini içerisinde taşıyor olsa da, Marksizmin gelişiminde son noktayı değil görece olgunlaşmış bir aşamayı ifade etmektedir.
Manifesto, Marksizmin 1848’de gelmiş olduğu teorik aşamayı genel ve özet anlamda ortaya koyan bir belgedir. Marx Manifesto’da diyalektik ve tarihsel materyalizmin, yalnızca 1848-1850 devrimlerinde değil, günümüzde de geçerli olan tespit ve çözümlerini ortaya koymaktadır. “Bunlar kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçler için yarattığı ayak bağlarının, kapitalizmin yıkılıp komünizmin kurulmasını kaçınılmaz kılması, kapitalist ilişkilerin, sadece, kendi doğurduğu sınıf mücadeleleri ile ortadan kaldırılabileceği, proletaryanın, kapitalist toplumu komünist topluma, yalnızca, kendisini yönetici sınıf olarak örgütleyerek ve devlet iktidarını kullanıp sermaye sahiplerini mülksüzleştirerek dönüştürebileceği ve komünizm aşamasına geçilmesiyle sınıfların ortadan kalkmasının, devletin kendisinin sönümlenmesine yol açması gibi açılımlardır.” 10
Yazının başından beri Marx’ın teorik,ideolojik, ekonomik çalışma ve araştırmalarından söz ettik. Buradan Marx’ın örgütsel çalışmalar yapmadığı, salt bir kitap kurdu olduğu anlamı çıkarılmamalıdır. Geniş bir çevre tarafından böyle tanınıp böyle anlatılması, Marx’a yapılabilecek en büyük haksızlıktır. “Marx’ın örgütsel çalışmaları, araştırıcılar tarafından hemen hemen tümüyle es geçilmiştir. Marx adeta bir manastır düşünürüne dönüştürülmüştür. Kişiliğinin en ilginç yanlarından biri inkar edilmiştir. Marx’ın (Engels’in değil) 1840’ların ikinci yarısında, bilinçlendirme çalışmalarının esinleyicisi ve yöneticisi olarak oynadığı önemli rolü kavramayı beceremezsek, daha sonraları 1848-1849 yıllarında ve Birinci Enternasyonal döneminde örgütçü olarak yerine getirdiği müthiş rolü hiç anlayamayız.” 11
Manifesto yazılalı tam 159 yıl olmuştur. Bu süre içinde siyasal platformdan birçok düşünce gelip geçmiştir. Bu düşüncelerin çok büyük bir bölümü zamana, gelişen siyasal olaylara ve yıkıcı eleştirilere dayanamayarak tarihin içinde kaybolup gitmişlerdir. Fakat Manifesto, tüm bunlara meydan okuyarak günümüze kadar gelmiştir. Manifesto yazılıp okurlara ulaştırıldıktan bir hafta sonra 1848, daha sonra 1850 devrimleri ve sonra da 1871 Paris Komünü gerçekleşmiştir. Manifesto ve yazarları, bu tarihsel olayları hem etkilemiş hem de bunlardan etkilenip, teorik ve pratik anlamda kendilerini geliştirmişlerdir. Marksizmin en güçlü yanı, siyasal olaylara yön vermesi ve yaşanan siyasal olaylardan çıkardığı sonuçları yeniden teoriye katıp, onu geliştirmesidir. Bunlara bilimsel gelişmelerin en yeni sonuçlarının katılması da, Marksizmi ve onun en güçlü belgelerinden biri olan Manifesto’yu, 159 yıl sonra bile güncel ve geçerli yapmaktadır. Manifesto hâlâ yazıldığı günkü kadar siyasi bir programı, siyasi bir örgütü ve iktidar hedefli bir mücadeleyi ifade etmektedir.
Manifesto yayınlandıktan bir hafta sonra kıta Avrupa’sının her yanında burjuvazinin başını çektiği devrimci ayaklanmalar gerçekleşmiştir. Bunların Manifesto’yla mekanik bir ilişkisi olduğunu söylemek abartı olur. Ama şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz: Kendisinden önceki sınıf mücadelelerinin ekonomik, politik ve ideolojik birikimini taşıyan Manifesto çok doğaldır ki, yayınlandıktan sonraki sınıf mücadelelerine de bu birikimini yol gösterici olarak taşıyacaktır.
Gelelim önceki adı “Doğrular Birliği” olan, fakat Marx ve Engels’in önerisiyle “Komünistler Birliği” adını alan Londra’daki örgütün, bu ikiliye iki ay içinde yazmaları görevini verdiği Manifesto’nun Şubat 1848’de yayınlanmasından sonra tüm kıta Avrupa’sında gerçekleşen devrimlerin akıbetine. 1848-1849 yıllarında, Avrupa’nın bütün ülkelerinde, burjuva ya da güçlü halk devrimleri oldu. Rusya’da da büyük köylü ayaklanmaları baş gösterdi.
Ama 1848-1849 yıllarında gelişen bu devrimler ve ayaklanmalar her yerde başarısızlığa uğradı.
Başarısızlığın en önemli nedeni, proletaryanın bağımsız bir güç olarak yönetimi ele geçirmesinden, bir devrim yapmasından korkan burjuvazinin, başlangıçta büyük zaferler elde etmesine karşın tutucu güçlerle uzlaşmaya girmesidir.
Artık burjuvazi, 18. yüzyılın, 1789’un devrimci burjuvazisi değildir. 1848 devrim eylemleri, burjuvazinin devrimci niteliklerini yitirdiğini ve karşı-devrimci bir konum kazandığını gösteren kanıtlardır.
Gerçekten de 1848 yılını, bütün toplumsal düşünceleri ve özgürlükçü akımları ezen gericilik yılları izleyecektir.12
Manifesto’nun “Burjuvalar ve Proleterler” başlıklı birinci bölümünde, “Tüm toplum, giderek daha çok iki büyük düşman kampa, doğrudan birbirlerinin karşısına dikilen iki büyük sınıfa bölünüyor: Burjuvazi ve proletarya” denmektedir. 159 yıl sonra da kapitalist toplumların, sınıfsal konumları ve sınıfsal çıkarları birbiriyle uzlaşmaz zıtlıklar içinde olan iki kesime ayrışma süreci devam etmektedir. Küçük burjuva denilen, küçük mülk ve küçük üretim sahibi kesimler ise hızla yok olmaktadır. Bunların çok büyük bir bölümü proletaryaya, diğer bölümü de burjuvaziye katılmaktadır. Proletaryaya katılanlar bu sınıfın ideolojisini hemen benimsemeyip, içinden geldikleri kesimin ideolojisini uzun süre muhafaza etmektedirler. Çünkü insanların düşünceleri, üretim ilişkilerinden ve sınıfsal konumlarından daha yavaş değişmektedir. Bu tehlikeyi en aza indirebilmek için, ciddi bir örgütlenme yoğun bir ideolojik çalışma ve siyasal pratik gerekmektedir..
Dünyada ve ülkemizde 1980’li ve özellikle 2000’li yılların başından beri yaygın olarak uygulanan neo-liberal politikalar, Manifesto’da sözü edilen iki sınıflı kutuplaşmayı her geçen gün daha da hızlandırmaktadır. Bu toplumsal gelişmenin sonunda artacak sınıfsal çelişkiler, hiç kuşkusuz emekçilerin iktidar mücadelesine yeni olanaklar sunacaktır.
Yine aynı bölümde “Modern devletin yönetimi, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir” denmektedir. 159 yıl önce kapitalist devletin yönetimi için yapılan bu tespit, en küçük bir tereddüde yer bırakmayacak şekilde, alenileşerek geçerliliğini korumaktadır. Bugün en “demokratiğinden” en “özgürlükçüsüne” kadar tüm kapitalist hükümetler, burjuvazinin ortak işlerini yürüten birer komiteden başka bir şey değildir. Özellikle 1990’lı yılların başlarında “Yeni Dünya Düzeni” ve “Küreselleşme” adları altında gerçekleştirilen emperyalist saldırılardan sonra, yukarıdaki tespit tartışmasız bir hale gelmiştir. Bugün dünyanın çok büyük bir bölümünde hangi burjuva partisi iktidara gelirse gelsin, IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü’nün talimatlarını, diğer anlamda emperyalist burjuvazinin ekonomik, politik ve ideolojik programlarını uygulamanın dışında bir şansa sahip değildir. Böyle bir politik olgu, tüm burjuva partilerini birbirine benzeyen örgütler, Manifesto’nun diliyle “komiteler” haline getirmektedir. Bugün ABD’de Cumhuriyetçilerle Demokratların, İngiltere’de Muhafazakarlarla İşçi Partililerin Almanya’da Sosyal Demokratlarla Hıristiyan Demokratların Fransa’da Sosyalistlerle Liberallerin ve Türkiye’de Laiklerle İslamcıların ekonomi ve Ortadoğu’ya yönelik politikalarında önemsiz ayrıntıların dışında, özde bir fark kalmamıştır. Ekonomik ve askeri programlar, iktidara hangi parti gelirse gelsin, aynen sürdürülmektedir.
Yine aynı bölümde, “Burjuvazi, şimdiye dek saygı duyulan ve saygılı bir korkuyla bakılan bütün mesleklerin halelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçisi durumuna getirdi” denmektedir. (Buna öğretmen, mühendis vs. gibi kamu görevlilerini de katabiliriz-A.G.) Bundan 159 yıl önce yapılan bu siyasal tespit, günümüzde daha da genişleyerek doğrulanmaktadır. Fakat ne yazık ki günümüzde bu ekonomik gerçeği fark edemeyen milyonlarca emekçi vardır. Bunlar hâlâ kendilerini “küçük burjuva” olarak görmektedir. Böyle görünce de, hem üretim sürecindeki (işgücünü satıp değer üretmek) konumlarını ve hem de ücretli işgücü sömürüsüne tabi olduklarını fark edememektedirler. Ama bu yaklaşımları, nesnel sürecin işleyişini (ücretli işgücü sömürüsüne tabi olmalarını) etkilememektedir. Özellikle kamu sendikalarının yönetici ve üyeleri, bu bilimsel gerçeği fark etmenin henüz çok uzağındadır. Onlar hâlâ “hizmetten gelen gücümüzü kullanacağız” söyleminin yanlışlığından ve popülist cazibesinden kendilerini kurtarabilmiş değildir. Üretim sürecinde sınıfsal konumunu fark etmek, ücretli işgücü sömürüsüne tabi olduğunun, sürecin sonunda değer yarattığının ve yarattığı değerin büyük bölümüne karşılıksız (ücreti ödenmeden) el konulduğunun bilincinde olmak demektir. Bu tespitte karşımıza “küçük burjuva” değil, emekçi profili çıkmaktadır. Bütün bunlar ilk bakışta küçük ve önemsiz ayrıntılar gibi görünse de, işin aslı öyle değildir. Politikada en tehlikeli tiplerden biri de, kendisini sınıflar üstü veya sınıflar dışı görenlerdir. Bunlar mücadelenin dışında kalmakla yetinmeyip, mücadelenin siyasallaştırılmasına da karşı çıkarlar. Yine aynı bölümde, “Ürünleri için sürekli genişleyen pazar gereksinmesi, burjuvaziyi, yeryüzünün dört bir yanına kovalıyor. Her yerde barınmak, her yere yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır” denmektedir. Manifesto’nun bu tespiti, Batı Avrupa burjuvazisinin sanayi devrimine denk düşen birinci küreselleşme saldırısını ifade ediyor. Günümüzde yaşanan üçüncü saldırı dönemi de, aynı yaklaşım ve aynı cümlelerle ifade edilebilir. Burjuvazi bu saldırıda istediği sonuçları alamazsa, yani sürekli genişleyen pazar, her yerde barınmak, her yere yerleşmek ve her yerde bağlantılar kurmak gibi olanakları ele geçiremezse -ki bu da sınıf mücadelesinin yükselmesi anlamına gelir- sistemin krizi başlar. Bu, devrimci durum öncesini ifade eder. Örgütlü proletaryanın yapacağı şey, burjuvazinin dünya pazarlarını daraltacak, her yerde barınmasını olanaksızlaştıracak, her yere yerleşmesini ve her yerde bağlantılar kurmasını engelleyecek nesnel koşulları çok iyi değerlendirmektir. 159 yıl öncesinin tespitleri ve görevleri güncel görev olarak önümüzde durmaktadır. Emperyalist burjuvazinin Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu, Orta Asya ve Anadolu’dan sökülüp atılması, onun dünyadan sökülüp atılmasının öncesi olacaktır.
Yine aynı bölümde “Burjuvazi, kırı, kentlerin egemenliğine soktu. Çok büyük kentler yarattı, kentsel nüfusu, kıra kıyasla, büyük ölçüde artırdı ve böylece, nüfusun oldukça büyük bir kısmını kırsal yaşamın bönlüğünden kurtardı. Kırı nasıl kentlere bağımlı kıldıysa, barbar ve yarı barbar ülkeleri de uygar olanlara, köylü ulusları burjuva uluslara, Doğu’yu Batı’ya bağımlı kıldı” denmektedir. 159 yıl önce yapılan bu tespiti doğrularcasına, günümüzde de kırlar, kentlere doğru hızla boşalmaktadır. Buna benzer bir şekilde Doğu uluslarının emekçi halkları da, “mülteci” adı altında gemilere ve TIR’lara doluşup, ucuz işgücü olabilmek için kitleler halinde Batı’ya akmaktadır.
Yine aynı bölümde “Burjuvazi, nüfusun, üretim araçlarının ve mülkiyetin dağınık durumuna giderek daha çok son veriyor. Nüfusu bir araya toplamış, üretim araçlarını merkezileştirmiş ve mülkiyeti birkaç elde yoğunlaştırmıştır. Bunun zorunlu sonucu, siyasal merkezileşme oldu. Ayrı çıkarlara, yasalara, hükümetlere ve vergi sistemlerine sahip bağımsız ya da birbirleriyle gevşek bağlara sahip eyaletler, tek bir hükümete, tek bir hukuk düzenine, tek bir ulusal sınıf çıkarına, tek bir sınıra ve tek bir gümrük tarifesine sahip tek bir ulus içinde bir araya geldiler” denmektedir. İstatistikler nüfusun kentlerde, sermaye ve mülkiyetin, yani üretim araçlarının ise bir avuç elde toplanma sürecinin giderek hızlandığını göstermektedir. Küreselleşme denilen emekçilere saldırı süreci, tüm burjuva hükümetleri tek bir hükümete, tek bir hukuk düzenine, tek bir sınıf çıkarına, tek bir gümrük tarifesine yöneltmektedir. Kapitalist ülkeler ayrı çıkarlara, ayrı yasalara, ayrı hükümetlere, ayrı vergi ve gümrük sistemlerine sahip devletler olmaktan hızla uzaklaşıyor. Başka örnekler verilebilirse de, Avrupa Birliği bunun en somut örneğidir.
Avrupa Birliği’ni “sermayenin birliği” şeklinde tanımlayan partili komünistlere karşı, bazı siyasi çevreler aynı olguyu “emeğin Avrupası” şeklinde tanımlamaktadır. Ulusal sınırları içersinde sınıf mücadelesinden kaçanların, Avrupa düzeyinde bu mücadeleyi yürütmeleri mümkün değildir. Manifesto aynı konuya 159 yıl önce şöyle değinmiştir: “Öz olarak olmasa bile, biçim olarak, proletaryanın burjuvaziyle savaşımı ilkin ulusal bir savaşımdır. Her ülkenin proletaryası, elbette, her şeyden önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmalıdır.” Manifesto’nun yazıldığı yıllarda da sınıf mücadelesini yanlış algılayanlar olmuştur. Kökü ve ayakları kendi toprağında, kendi emekçisinde olmayan sınıf mücadelesi bir ütopyadır. Diğer anlamda, sınıf mücadelesinden yan çizmektir. Emekçilerin ulusal topraklardaki sınıf mücadelelerinin, enternasyonal görevleriyle çelişmeyeceği ve birbirini dışlamayacağı, günümüz mücadelelerine ışık tutacak bir şekilde Manifesto’da açık olarak belirtilmiştir.
Son olarak Manifesto’nun “Komünistlerin Mevcut Çeşitli Muhalefet Partileri Karşısındaki Konumları” başlıklı bölümünden günümüz sınıf mücadelesine ışık tutan tespitlerinden birkaçını görelim ve “Komünistler işçi sınıfının ivedi hedeflerine ulaşılması ve o andaki çıkarlarının gerçekleşmesi için savaşırlar;ama mevcut hareket içerisinde bu hareketin geleceğini de temsil eder ve gözetirler” tespitiyle başlayalım. Marx işçi sınıfı partisinin günlük acil talepler uğruna verdiği mücadeleyle, uzun soluklu iktidar mücadelesini birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak görmektedir. Günümüzde de komünistler, günlük mücadelelerinde yakaladıkları halkayı, iktidar mücadelesinin halkasıyla birleştiriyor.
Komünistler kimlerle dayanışma içine girer ve hangi tür mücadelelere destek verir? Manifesto’nun aynı bölümünde bu konuda şunlar yazmaktadır: “(…) komünistler her yerde mevcut toplumsal ve siyasal düzene karşı her devrimci hareketi desteklerler.” Son yıllarda emperyalizmin açılımı olan “Yeni dünya düzeni “ ve “Küreselleşme” adlı saldırılar, etnik ve dinsel farklılıkları kaşıyıp, bunları ülkelerin bütünlüğüne karşı kışkırtmaktadır. Emperyalistler, çıkarlarına uygun olduğunda bu iki farklılığı bazen görmezden geliyor, bazen de kaşıyorlar. Halk iradesiyle seçilen hükümetleri “anti-demokratik” görüp devirmek isterken, kendilerinin desteğiyle işbaşına gelen hükümetleri ise “demokratik” olarak nitelendirmektedirler. Komünistlerin bu konudaki ölçüleri çok farklıdır. Emperyalizmle işbirliği içinde olmayan, emperyalizme karşı direnip mücadele eden tüm devrimci hareketler, etnik ve dinsel kökenine bakılmadan desteklenir. Bunun en somut örneği Ortadoğu’da emperyalizme ve siyonizme karşı mücadele eden emekçi ve yoksul halklardır.
159 yıldan beri “Komünistler, kendi görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmezler. Hedeflerine ancak tüm mevcut toplumsal koşulların mücadele sonucu yıkılmasıyla ulaşacaklarını açıkça ilan ederler.” Manifesto’nun yazıldığı tarihten beri hiçbir burjuva partisi kendisine “kapitalist” veya “burjuva” sözcüğünü uygun görme cesaretini gösterememiştir. Burjuvalar da kendilerinden önceki sömürücü ve baskıcı sınıflar gibi, görüş ve amaçlarını dürüstçe belirtmek yerine, gizlemek korkaklığını seçmişlerdir. Tüm burjuva partilerinin programları yalan ve ikiyüzlülük üzerine kurulmuştur. Bunu teşhir etmek komünistlerin başta gelen görevlerinden biridir.
Komünistler yalnızca örgütlenme, mücadele ve propagandalarında gerçekçi olmakla yetinmez, en zor, en ağır koşullar altında bile görüş ve amaçlarını gizlemezler. Çünkü dünyanın her yanında milyonlarca emekçi bu idealler uğruna hiç çekinmeden ölümü göze almıştır. Bu nedenle korkacak, utanacak ve saklayacak bir şeyleri yoktur.
Komünistler bu tarihsel görevlerini yerine getirmek istiyorlarsa, partilerini hiçbir zaman mürit toplulukları gibi kendi içine kapatmamalıdır. Bunun panzehiri, emekçilerle, özellikle de mücadele eden emekçilerle sıkı ve düzenli ilişkiler kurmak, mücadelelerini sonuna kadar desteklemek ve onların günlük talepleri için yaptıkları mücadeleyi, iktidar mücadelesiyle buluşturup birleştirmektir. Bu dayanışma içersinde emekçilerin arasına girebilecek küçük burjuva ideolojisinin komünistleri etkilemesine kesinlikle izin verilmemeli ve kaçınılmaz olarak harekete bulaşacak olursa, kısa sürede etkisiz hale getirilmelidir.
Manifesto, yazıldıktan 159 yıl sonra günümüzde hâlâ doğru ve güçlü bir teoriyi, sağlam, dinamik ve devrimci kıvraklığa sahip bir örgütü emekçilere ve sokağa hakimiyeti ve günlük mücadeleleri iktidar mücadelesine bağlayabilme becerisini temsil ve ifade etmektedir.
Manifesto’nun 159. yılı komünistlere ve emekçilere kutlu olsun.
4 Ocak 2007
Dipnotlar ve Kaynak
- Maurice Cornforth, Marksist Klasikleri Okuma Kılavuzu.Ankara, Sol Yayınları, Şubat 1975, s. 22.
- Jean Bruhat, Marks-Engels. Marksizmin Gelişimi, İstanbul,Yücel Yayınları, Eylül 1975, s. 115.
- Georges Cogniot, Çağdaşımız Karl Marx, Ankara, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Nisan 1975, s. 47.
- Henri Lefebvre, Karl Marx, İstanbul, Anadolu Yayınları, s. 255.
- E. Stepanova, Karl Marks, İstanbul, Konuk Yayınları, Ocak 1999, s. 11.
- Jean Bruhat, a.g.y., s. 97.
- E. Stepanova, a.g.y., s. 24.
- Dirk J. Struik, Komünist Manifesto’nun Doğuşu, Ankara, Sol Yayınları, Aralık 1976, s. 52.
- Eric Hobsbawm, Tarih Üzerine, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları, 1999, s. 431.
- David Fernbach, Siyasal Marx, İstanbul, Yeni Hayat Kütüphanesi, Nisan 2004, s. 46.
- David Riazanov, K. Marx-F. Engels. Hayatı ve Eserlerine Giriş, İstanbul, Belge Yayınları, Ocak 1978, s. 71.
- Devrimler ve Karşı-Devrimler Tarihi Ansiklopedisi, İstanbul, Gelişim Yayınları, 1975, s. 956.