Bu yazının konusu, ilkel büyü törenlerinden doğan ve binlerce yıllık serüveni içinde sürekli değişen şiirin; dili, yapısı ve işlevidir. Şiirin serüveni, onunla aynı kaynaktan doğan ve aynı tarihsel koşullardan beslenen; müziğin dansın ve (biraz da) tiyatronun serüvenine benziyor. Bu nedenle bu yazıyı okurken “şair”i “sanatçı” ve “şiir”i de “sanat ürünü” diye okuyabilirsiniz.
İnciyi anlayabilmek için istiridyeyi ve onun yaşadığı sıcak denizleri anlamak zorundayız. Şiiri anlayabilmek için de onun ulamlarını iyi kavramamız gerekiyor. Bu nedenle şiiri; toplumbilim, ruhbilim ve dilbilimin konusu olarak ele alacağız.
Kimse kaygılanmasın; bu çalışmanın amacı, şiirin cılız bacaklarının üzerine onun taşıyamayacağı yükler yüklemek olmayacaktır. Yük şiirin değil, şairindir. Şiir yük taşıyanların dudaklarındaki ıslıktır belki. Bir illüzyondur o. “Güzelin soluk aldığı yerde yaşar.” derler onun için. Güzel nerde soluk alır? Rutubetli yerlerde mi, karanlık odalarda mı, yoksa meydanlarda; sıkılmış yumruk ormanlarında mı? Ne yer, ne içer bu güzel? Kiminle düşer kalkar? Podyuma çıkar mı, kokain çeker mi, mutlak mıdır, değişken mi? Somut mudur, soyut mu? Bilmiyorum. Dahası, bu soruların doğru sorular olup olmadığını da bilmiyorum. Doğruyu birlikte arayacağız. Şiir herhangi bir dilde yazılıp söylendiği için ilk araştırmalarımızı dilin çevresinde yapacağız.
Dilin Sınıfsal Niteliği
Dil, toplumsal bir üründür. İnsanların birbiriyle iletişimini sağlayan bir araçtır. Bu nedenle dil üzerine yapılacak bir inceleme, toplumun incelenmesinden ayrı düşünülemez.
Sözlükler dili, “toplumun ortak iletişimi aracı” olarak tanımlıyor. Bu tanım, dilin sınıfsal niteliğinin üzerini örtüyor. Sınıflı toplumlarda, sınıfların kendine özgü dilleri vardır. Feodal toplumda “saray dili” ile “halk dili”, kapitalist toplumda “burjuvanın dili” ile “emekçinin dili” farklıdır. Dahası, aynı sınıf içindeki farklı uğraşıların insanları arasında da dil ayrımı vardır (Hukuk dili, tıp dili gibi).
Konuşma, insanın içinde bulunduğu maddi koşulların oluşturduğu bir olgudur. El-beyin-iş ilişkilerinin insanı diğer canlılardan üstün duruma getirdiğini biliyoruz. Başlangıçta birtakım işaretler ve yansıma sesleriyle anlaşmaya çalışan insanlar, doğaya egemen olma savaşımında dillerini de geliştirdiler. Dili oluşturan başat etmen, “bir arada yaşama”dır.
İnsan türeyişi ve evrimi konusunda kendisinden önce ileri sürülen görüşleri altüst eden Charles Darwin, bu konuda şunları söylüyor:
“Bu yetenek, haklı olarak insanla hayvan arasında esas ayrıcalıklardan biri sayılmıştır. Rahip Whately’nin belirttiği gibi insan, düşündüklerini ifade etmek için dilden yararlanan ve başkalarının bu tarzda anlattıklarını az ya da çok anlayabilen tek hayvan değildir. Paraguay’daki “cebus azarae” kışkırtıldığı zaman, diğer maymunlarda da benzer heyecanlara neden olan en az altı türlü ses çıkarır. Maymunların mimik ve jestleri insanlar tarafından anlaşılabilir. Bizim jest ve mimiklerimizin de bir kısmı onlar tarafından anlaşılabilir. Köpeğin evcilleşmesinden beri, en az dört ya da beş tarzda havlamayı öğrenmiş olması daha önemlidir. Köpeğin evcilleşmemiş atalarının da duygularını türlü biçimlerde çığlıklarla anlatmış oldukları kuşkusuzdur. Evcilleşmiş köpeğin, avda olduğu gibi şevkle havlamasını, kızdığı zaman hırlamasını, umutsuz olduğu zaman ulumasını, geceleyin ulumasını ve efendisiyle gezmeye çıktığı zaman sevinçle havlamasını, bir pencere ya da kapının açılmasını istediği zaman yalvarıcı bir biçimde havlamasını, tanıyoruz.
Gene de heceli konuşmanın başarılı biçimde kullanılması, insana özgü bir özelliktir. Konuşma, yavaş yavaş ve zamanla bilinçsiz olarak türlü basamaklardan geçerek gelişmiştir.
(…) Halen konuşma için kullanılan organların, diğer organlardan daha önce yetkinleşmesinin yanıtını vermek güç değildir. Karıncaların antenleriyle anlaşabilmek gibi bir yetenekleri vardır. Biz de parmaklarımızı uygun bir yardımcı araç olarak kullanabilirdik. Ama bu durumda ellerimizi yitirince çok önemli bir eksiklik ortaya çıkacaktı. Maymun gibi yüksek hayvanların hemen tümünde, insanınkine benzer ses organları vardır. Bu hayvanların insan gibi konuşamamalarının nedeni, onların zekalarıyla ilgilidir.”1
Karıncaların ve arıların aralarında bir işbölümünün olduğunu, onların; işlerini kolaylıkla görebilecekleri biçimde anlaştıklarını biliyoruz. Bu durumda, konuşmanın ortaya çıkmasında birlikte yaşamanın en önemli etken olduğu açıkça görülür.
Kuşların, kurbağaların, diğer memelilerin çıkardığı sesler; insanların ki gibi solukla kımıldatılan ses aygıtının çıkardığı seslerdir. Ancak belirttiğimiz hayvanların sesleri insanın sesi gibi boğumlu değildir. İnsan, boğumlu ses çıkarabilme özelliğini sonradan kazanmıştır. Dilbilim kuramcıları ilk seslerin; duyulan bir heyecanın, acının, sevincin, korkunun ve öfkenin etkisiyle ağızdan bir çırpıda çıkıveren ünlemler ve öykünme sözcükleri olduğunu söylüyor. a! o! ah! oh! gibi ünlemlerin ve doğadaki belirgin yansıma seslerinin öykünülmesiyle oluşan bazı sözcüklerin, değişik dillerde küçük farklılıklarla birbirine benzemesi, bu kuramcıları doğrulamaktadır.
Çok karmaşık ve uzun bir değişim sürecini izleyerek bugünkü yetkinliğine ulaşan dilimizin geçirdiği süreçleri üç aşamada inceleyebiliriz: 1. Jest Dili, 2. Ses Dili, 3. Yazı Dili.
1. Jest Dili: Jest dili, insanın ilk dilidir. Dilsiz bir dildir bu. Ağız, dil ve çene gelişmediğinden, ilk insan bütün bedenini dil olarak kullanıyordu. Jest dilinin somut örneklerini küçük çocuklarda, bazı hayvanlarda, dilsiz insanlarda görebiliriz. Konuşamadıkları için bütün bedenlerini kullanırlar.
En soyut kavramları anlatabilecek bir dilimiz olmasına karşın, biz de jest dilini kullanırız. Duygu ve düşüncelerimizi sözle anlatırken bunu jestlerimizle destekleriz. Binlerce yıllık mirasımızı bırakamayışımızın nedeni; jest dilinin anlattığı duygu, düşünce ve olguyu görüntüleyerek somutlaştırmasıdır. Ciltler dolusu sözle anlatılamayacak bir duyguyu, ufacık bir jestle kolayca ve etkili biçimde anlatabiliriz.
Burada bir parantez açıp anlatımın etkili olmasıyla ilgili bir önermeyi ve bu önermeyi somutlaştıran örneği aktaralım. Önerme şu: “Bir öğrenme etkinliği, ne kadar çok duygu organına dayandırılırsa, o kadar etkili olur.” Örnek de şöyle: Kutuplarda bir sınıf düşünelim. Öğretmenleri, yaşamları boyunca hiç portakal görmemiş öğrencilerine portakalı anlatacak. Öğretmen şu beş yöntemden birini uygulayabilir:
1. Portakalla ilgili bütün ansiklopedik bilgileri öğrencilerine anlatır. Bu etkinliğe bir duyu organı (kulak) katılmıştır.
2. Öğrencilerine bir portakalı gösterir ve onunla ilgili temel bilgileri aktarır. Bu etkinliğe iki duyu organı (göz ve kulak) katılmıştır.
3. Portakalı gösterir, elden ele dolaştırmalarını ister ve gerekli temel bilgileri aktarır. Etkinliğe dokunma duygusu da katılmıştır.
4. Üçüncü etkinliğe ek olarak öğrencilerinden tırnaklarını, portakalın kabuğuna geçirmelerini ve o kekre kokuyu duyumsamalarını ister. Etkinliğe koklama duyusu da katılmıştır.
5. Dördüncü etkinliğe ek olarak öğrencilerine birer dilim portakal ikram eder. Etkinliğe tad alma duygusu da katılmıştır.
Hangi etkinliğin etkili ve kalıcı olacağı açıktır. Bu uzun parantezi burada kapatalım ve jest diliyle ilgili son sözlerimizi söyleyelim: Jest dili, ses dilini ikinci bir duyu organıyla desteklediği için etkileyicidir. Filmlerinde, sözü en aza indirerek sözden boşalan boşluğu jestle dolduran ve böylece oyununa etkileyici bir yapı kazandıran Yılmaz Güney’in anısına saygıyla bitirelim bu başlığımızı.
2. Ses Dili: İlkel insanda, ses dili doğaya öykünmeyle başladı. Onlar avladıkları hayvanların, gök gürlemesinin, rüzgârın sesini yansılayarak (bu seslere öykünerek) korkularını, acılarını ve sevinçlerini ifade ettiler. Seslerini yansıladıkları hayvanların özelliklerinin kendilerine geçtiğine inanıyorlardı. İlk çıkan sesler; homurdama, hırıldama ve çığlıktı. İnsanın ses organlarının bugünkü biçimine ulaşması uzun zaman aldı. Ses organları bugünkü biçimini aldıktan sonra bile, istedikleri sesi istedikleri zaman çıkaramadılar. Ses organlarının beyninin buyruğuna girmesi için binlerce yıl emek harcadı insan.
Yalnız konuşmak için değil, diğer bütün kültür ve uygarlık ürünleri için de harcanan binlerce yıllık emeğin doğrultusunu ve yönünü iyi kavramamız gerekiyor. Bu kavrayış, bizim arayışlarımızın da doğrultusunu ve yönünü belirleyecektir.
Beynimiz sesimizi etkilerken, sesimiz de beynimizi etkiledi. Çağdaş fizyoloji bilimci İvan Petroviç Pavlov; sözü “işaretleri haber veren işaret” olarak niteler. Pavlov’a göre, kulağımızın algıladığı bu işaretler beyne gider ve beyinde değerlendirilir. Bundan sonra tavrımızı belirleriz. Zamanla kulaktan beyne giden işaretler sıklaştıkça “değerlendirme merkezinin” görevi de arttı. Göreve uygun olarak beyinde yeni hücreler oluştu. Beyin gelişti ve hacmi büyüdü. Birlikte yaşama ve ortaklaşa üretim, insana konuşmayı öğretti. Konuşma da düşünmeyi. İnsana akıl bahşedilmedi. Gökten zembille inmedi o. İnsan emeğiyle kazandı aklını.
3. Yazı Dili: Ses dili de yetmiyordu insana. Bilgi birikimi genişliyor, öğrenilmesi ve aktarılması gereken deneyimler artıyordu. Kabilenin yaşlıları belleğinde biriktirdiklerini gençlere aktarıyordu. “Canlı kitap” diyebileceğimiz bu kişiler ölünce, bazı önemli bilgileri de yanlarında götürüyordu. Nice acılar ve emeklerle kazanılan bu bilgiler, genç kuşaklara aktarılmalıydı. Bu da ses diliyle olmuyordu.
Bilgiyi bellekte saklamayı kolaylaştırmak için önceleri ölçü ve uyak gibi yardımcı öğelerden yararlandılar. Ölçü ve uyak, hatırlamayı kolaylaştırıyordu çünkü.
Bu sözlü gelenekle günümüze ulaşan önemli sanat eserleri; Yunan ve Kırgız destanlarıyla çeşitli halk masallarıdır. Bunlardan en önemlisi; Yunan epik şiirinin baş yapıtı, İlyada ve Odysseia’dır. Bu destanlar altı ölçülü koşukla yapılmıştır. İlyada’da 15 000, Odysseia’da 12 000 dize vardır; İlyada, Troya Savaşı sırasında Agamemnon ile Akhileus arasındaki kavgayı, Odysseia da bu savaşın sonunda önder Odysseus’un yurduna dönüşünü anlatır. Dinsel törenlerde söylenen bu şiirlerin akılda tutulması başlı başına bir meslekti. Şiir okuyucuları Homeridai (Homeros oğulları) denilen bir loncaya bağlıydılar. Bunlar, mesleklerini babalarından öğrenir ve oğullarına aktarırlardı. Kuşaktan kuşağa aktarılan bu destanlar, zamanın sularında yıkanmış, pürüzlerinden arınmış, çakıl taşları gibi gelişip güzelleşerek günümüze ulaşmıştır.
Tarih bize yazının M.Ö. 4000 yıllarında başladığını söylüyor. Bu yazı, bugün kullandığımız yazıdan çok farklıydı. Resim yazısının bugün kullandığımız yazıya dönüşmesi için çok zaman geçti. Aradan 6000 yıl geçmesine karşın, bugün kullandığımız alfabenin resim yazısından izler taşıdığını söyleyebiliriz. A harfini ters çevirirsek boynuzlu bir öküz başına benzediğini görürüz. Bu harf İbrani alfabesinin ilk harfidir. “Alaf” diye okunur. Anlamı, “öküz”dür.
Şiirin Doğuşu
Yapılan araştırmalar; şiirin ilkel insanın büyü törenlerinden doğduğunu gösteriyor. Onlar, doğaya egemen olmak için büyü yapıyordu. Totem ve tanrılarına kurban kesiyor, ilahların sesini ve davranışlarını yansılayarak onların gönlünü hoş ediyor ve onlarla özdeşleşiyordu. İşte şiir, bu büyü törenlerinde doğdu. İlkel insanın, tören giysilerini giydirerek kutsadığı dildir şiir. Büyünün sözüdür o.
Büyü bir tapınmaydı. Büyüyle, olmasını istedikleri şeyi düşlediler ve düş gücüyle oldurdukları o sanal gerçeğin lezzetini tattılar. Dönüştüler ve korkularından arınarak kendilerinde dönüştürmenin gücünü buldular.
İvan Petroviç Pavlov’un kanıtladığı gibi, birlikte yaşama ve birlikte üretme, insan beyninin yetkinleşmesini, bu yetkinleşme de insanın düşsel dünyasının ortaya çıkmasını sağladı. Büyünün ortaya çıkışı, insanlığın bu dönemine rastlar. Birlikte yapılan büyü dansları, ezgileri ve sözleri toplumsal bir emektir. Bu emek, toplumsal bilinci oluşturur. Toplumsal bilinç, insan özgürlüğünün en önemli aracıdır. Zorunluluğu fark ettirir çünkü.
Genç yaşta İspanya İç Savaşı’nda ölen İngiliz şair ve eleştirmen Christopher Caudwell, bir kabilenin kolektif bir coşkuya neden ihtiyaç duyduğunu şöyle açıklıyor:
“Bir kaplanın, bir düşmanın, yağmurun, bir depremin yaklaşması, içgüdüsel olarak, şartlı ve kolektif bir tepki doğuracaktır. Herkes tehlikede olacak, herkes korkacaktır. Bu gibi durumlarda, böyle bir kolektif heyecan doğuracak herhangi bir araç gereksizdir. Bu yüzden, kabile, ürkütülmüş bir geyik sürüsü gibi bir tepki gösterecektir.
Ama görünür ya da elle tutulur böyle bir neden yok da ihtimal olarak varsa böyle bir araç toplumsal bakımdan gerekli oluyor demektir. İşte şiirin, bir kabilenin ekonomik yaşamından, yanılsamanın (illusion) ise gerçekten (reality) boy verişi böyle olur.” 2
Christopher Caudwell, kolektif coşkunun kabileyi; ava, hasata ya da azalan kışlık yiyeceği ölçülü tüketmeye (oruca) yönlendirmek için de gerekli olduğunu belirtir ve devam eder:
“Böylece dansla, ayinle ve müzikle karışmış halde şiir, kabilenin içgüdüsel enerjisinin büyük anahtar tablosu (switchboard) olur, kabileyi, yakın nedenleri ya da mutlu sonuçları görünürde olmayan, içgüdüsüyle kendiliğinden kararlaştırılamayan bir sıra kolektif eyleme yöneltir.
(…) Kolektif zorunluluklar, insanın kendi içgüdüsel enerjisinin kullanılmasını ister, ama ona bunları yapmasını söyleyecek bir içgüdü yoktur. Karıncalar ve arılar içgüdüyle depo eder yiyeceklerini, ama insan öyle değildir. Kunduzlar içgüdüyle açar yuvalarını; insan değil. İnsanın içgüdülerini çalışma çarkına koşmak, onun coşkularını bir araya toplayıp faydalı ekonomik kanala yöneltmek gerekir. Bunları yöneten araç da bu yüzden kökeninde ekonomiktir.” 3
Likyalı kadınların, balığa çıkan kocalarının salimen eve dönmesi için deniz kıyısında birlikte türkü söyledikleri ve denize dönüp eteklerini kaldırarak azgın denize “göz rüşveti” verdikleri söylenir. Maorili kızların, ürünlerini doğu rüzgârlarından korumak için patates tarlalarında türküler eşliğinde dans ettiklerini biliyoruz. Bu iki olayda da kadınların gerçekleşmesini istedikleri sonucu düşsel bir biçimde yerine getirdiklerini söyleyebiliriz. Bu yalancı bir tekniktir, ama gerçek bir pratiktir. Büyüdür bu. Dansın, patateslerin üzerinde bir etkisi yoktur, ama dansa katılan kadınların üzerinde önemli bir etkisi vardır. Patateslerinin korunacağı inancıyla esriyerek çapalarlar tarlayı. Esrime, güven ve güç verir onlara. Yorulmazlar, kaytarmazlar, kolayına kaçmazlar işin. Böylece türkü ve dans ürünü etkiler. Yanılsama gerçeğe dönüşür.
Ritmin İşlevi
Perde ve temposu belli aralıklarla düzenlenmiş ses örüntüsü, olarak tanımlayabiliriz ritmi. Anne karnında duyduğumuz ilk ses, annemizin yürek atışıdır. Belki de bu nedenle ritim; kulağımıza hoş geliyor, güven veriyor, bir cenin huzuruyla esritiyor bizi.
George Thompson, insanın ritimle ilişkisinin, araçların kullanılmasıyla başladığını ileri sürer. Tezini kanıtlamak için iş türkülerini örnek gösterir.
“(…) Dokumacıların, orakçıların, denizcilerin ve daha birçoklarının söyledikleri türküler demek istiyorum. Bu türkülerin görevi üretim işine ritimli, coşturucu bir nitelik katarak onu hızlandırmaktır. İplikçi kız, türküsü çıkrığını döndürecek diye türkü söyler; söylediği türkü kendisinin çıkrığı döndürmesine yardım ettiği için de çıkrığın dönmesi kolaylaştırılmış olur. Büyüye çok yakın bir şey bu. Belli durumlarda bu türkülerin büyücülükle söylenen ezgiler olarak ortaya çıktıkları tanıtlanabilir.” 4
Emekçiler, iş türkülerinin verimi artırıcı etkisini binlerce yıldır biliyor. Burada, emekçileri yek vücut eden (yekleştiren) heyamolaları da düşünmemiz gerekiyor. Örneğin, kürekçiler iki heceli bir heyamola çığırır: “Ho-hop!” Birinci hece kürekçileri hazırlar, ikinci hece “yekin-dir-me” komutudur. “Hop” hecesiyle birlikte küreklere asılırlar.
Burada, babamın ve onun takımında çalışan sekiz demir yolu emekçisinin heyamolasını sizlerle paylaşmak istiyorum. Eskiyen rayları değiştirirken, o devasa çelik kütleleri heyamolalarıyla kaldırırlardı. Her dizeyi önce babam söyler, sonra takım bir ağızdan yineler ve dizenin son hecesiyle birlikte yekinirlerdi. Bir büyü oluşurdu adeta. Ray yaklaşık kırk santimetre hedefe yaklaşırdı. Heyamola hâlâ kulaklarımda. Duyduğum ilk şiirdi o, nasıl unuturum?
“Kalkar bu ray kalkar, haay-hop!
Türküsünü söylersek, haay-hop!
Kalkar bu ray kalkar, haay-hop!
Birlikte yekinirsek, haay-hop!” 5
İş türküleri, yalnız başına çalışanlara da iyi gelir. Balyoz gibi yapar onu. Emperyalist Avrupalı için taş kıran Thongalı çocuğun türküsünü dinleyelim:
“Bize kötü davranıyorlar, ehe!
Bize hiç acımıyorlar, ehe!
Kahvelerini içiyorlar, ehe!
Bize hiç vermiyorlar, ehe! 6
Dize sonlarında tekrarlanan “ehe”, balyozun vuruşundan sonra çıkan sestir. Heyamoladır. Diğer sözcükler öfkeyi bileyler, güç biriktirmeye yarar. (İki kez çeviri vurgunundan sonra, bu şiirin biçimini ve ritmini yitirdiği kesin. Kim bilir çocuğun dilinde ne etkileyici büyüsü vardı?)
Dans, müzik ve şiir büyüden süzülüp geldi. George Thomson’a kulak verelim yine:
“Özetlersek; dans, müzik ve şiir dediğimiz üç sanat bir tek sanat olarak başlamıştır. Bu sanatların kaynağı, topluca çalışmaya koyulan insan gövdelerinin ritimli hareketleridir. Bu hareketin iki öğesi vardır, gövdesel ve sözlü. Birincisi dansın tohumunu taşıyordu, ikincisi dilin. Dil, ritim belirtmek için çıkarılan belirsiz sesler biçiminde başlayıp şiirsel ve konuşulan dile dönüştü.
(…) Bizim anladığımız anlamdaki şiirin gerçekleşmesi için atılan ilk adım dansın bir yana bırakılmasıydı. Böylece türkü ortaya çıktı. Türküde şiir; müziğin özü, müzik de şiirin biçimidir. Daha sonra bu ikisi de birbirinden ayrıldı. Şiir türküden aldığı biçimi kendi mantığının özüne göre yalınlaştırarak korudu, ritim yapısı şiirin biçimi oldu. Şiir, ritim düzenine bağlı olmaksızın, kendi iç bütünlüğü olan bir hikâye anlatır. Böylece, daha sonraları şiirden düz yazı ile yazılmış hikâyeler ve romanlar doğmuş oldu.” 6
Şiirin İşlevi
Etnolojik araştırmalar, ilkel toplumların saklamaya değer sözlerini ve deneyimlerinden süzülen özlü bilgilerini ritmik bir dille kuşaktan kuşağa aktardığını göstermiştir. Yüceltilmiş bir dille konserve edilen bu deneyimler, bütün topluluğun katıldığı törenlerde müzik ya da kaba bir ritimle tekrarlanır ve kuşaktan kuşağa aktarılırdı. Yansılama danslarındaki ritim, kabilenin esrimesini sağlıyor ve kontrollü bir yığın isterisine yol açıyordu.
“İsteri bir sinir hastalığı, bireyle çevresi arasında bilinçaltının ayaklanması biçiminde beliren bir çatışmadır. (…) Bu hastalık büyüyle iyileştirilir. İlk belirtiler ortaya çıkınca, hastaya bir türkü okunur. Bu türkü, nöbeti hızlandırır ve fiziksel çözülmeyi kolaylaştırır. Demek ki burada salt büyüsel düzeyde bir şiirle daha doğrusu şiir olmayıp da şiiri doğuran iyileştirici büyüyle karşı karşıyayız. Çünkü büyü de aynı yolla iyileştirilen bir bilinçaltı ayaklanışıdır. Arada şu ayrım vardır: Yansılama danslarında esrime eylemi topluca düzenlenir. Düzenli yığın isterisidir bu. Bireysel nöbetlerse dağınıktır. Ama her ikisinde de iyileştirme yolu aynıdır. Hastanın benliğini saran kötü ruh, bir türkünün büyüsüyle uyandırılıp uzaklaştırılır. Bu cin kovuculuk işini yapan kimse (yerine göre şaman, otacı, büyücü) çoğu zaman özel eğitim görmüş bir isteri uzmanıdır.
Bu bakımdan cin kovucuyla hastası arasındaki ilişki, yansılama danslarındaki oyuncularıyla önderleri arasındaki ilişkiye benzer.” 7
Burada bir parantez daha açalım. Malatyalı Fadime ve Müslüm Gündüz’ün hikâyesini hatırlarsanız. O günlerde ekranlarda izlediğimiz aczimendilerin toplu tapınmalarını (Tepinmelerini diye de okuyabilirsiniz.) bir düşünün. İşte orada kontrollü yığın isterisi vardır.
Kimin elinde olduğuna bağlı. Elma da soyar, adam da keser o bıçak. İlkel insanın doğaya egemen olmak için kullandığı silahı, “uygar” insanın hangi amaçlarla kullandığının değerlendirmesini sizlere bırakıyorum ve parantezi kapatıyorum.
Şair, özlediği şeyleri söyler. Çünkü şairin büyücüden aldığı görev budur.
“İyi haberler: deniz bereketli, kıyılar dalgalı gülümseyen korular;
tılsım uçuyor, meyveler tomurcuklanıyor,
tarlalar başak dolu, arılar vızıldıyor,
yeryüzü sevinç içinde, barış ve bolluk
mutlu gelen yaz.” 8
İyi bir mevsimin gelmesi için söylenen bir büyünün sözleri mi bu? Yoksa, masasının başında gelecek güzel günleri düşleyen şairin özlemleri mi? Bilinmez. Doğrusu, çok önemli değil bu soruların yanıtları. Önemli olan bu şiirin bizde yarattığı etki. Umutlandırıyor mu bizi, yaşama sevinci ve çalışma azmi veriyor mu? İşte has şiir bu!
Dış gerçekliğe karşı olan tutumuzda bir dönüşüm yaratmıyorsa neye yarar ki şiir? Bir dörtlük de benden olsun:
Dönüştürmüyorsa
güzel değildir şiir
en güzel şiir
büyük patlama!
Ne zaman ve nerde olur büyük patlama? Herhalde Kaf Dağı’nın arkasında değil. Eğilip kulağınızı toprağa dayayın ve birikmeye başlayan gücün sesini duyun. Patlama bu topraklarda olacak ve en güzel şiir bu dağlarda yankılanacak. Yeter ki dönüşelim ve dönüştürelim.
Şiirin Dili ve Yapısı
Şiir ve dil, bir kâğıdın iki yüzü gibidir. Bu nedenle onları ayırıp incelemek de olanaksızdır. Hem büyünün sözüdür şiir, hem de sözün büyüsü. Belki de bu yüzden, şiirin dilini incelerken zorunlu olarak yapısını da inceleyeceğiz. Şiir, dili öteki yazın sanatlarından farklı biçimde ve kendi özüne uydurarak kullanılır. İmgeseldir o. Bilimde, teknikte, mahkeme tutanaklarında sözcükler simgeseldir. Sözlükteki anlamlarında kullanılır. Roman ve öyküde de öyle olmakla birlikte, bazen şiire yaklaşılır. Örneğin, Yaşar Kemal; şiirin sularından geçirir, bizi arıtır, “şıkırdım basar” içimizi. Çağdaş Homeridai’dir O. Okumanız bittiğinde “imi timi belirsiz olur.”, bir sis perdesinin arkasında yok olup gider o büyülü ses. O kadar. Yalnız o kadar. Maalesef o kadar!
Bilimle sanatın arasındaki ayrımı kavrarsak, “bilim dili” ile “sanat dili” arasındaki ayrımı da kavrayabiliriz. Bilim, dış gerçekliği nesnel olarak yansıtır. Olguları gözlem ve deney yolu ile yasalara bağlar. Sanat ise, değişmez yasalara, ilkelere ve kalıplara sıkıştırılamaz. Çünkü sanatın özünde öznelik ve duygu vardır. Bahar, her ozanın şiirinde farkı yansıtılır. Ama bu, şiirin de kendine özgü kural ve ilkelerinin olmadığı anlamına gelmez. Bu ilkeler çağdan çağa ve toplumdan topluma değişir. Sanat akımları bunun en belirgin örneğidir. Sanatın da kendine özgü bir mantığı vardır. “Sanat, duygunun bilimidir. Bilim, bilginin sanatı.” Hiroşima’da ölen bir çocuğun diğer çocukların öldürülmemesi ve şeker yiyebilmesi için imza toplamasını kim yadırgayabilir? Ölülerin imza toplamasını mantıksız bulan var mıdır içimizde? Bu yanılsama, gerçekten bir kat daha gerçek değil midir? Hiroşima’daki vahşeti anlatan bir mahkeme tutanağı, yüreğimizin tellerini böylesine titretebilir mi?
Sanatçı, nesnel gerçekliği kendi öznel deneyimleriyle yoğurarak yansıtır. Böylece gerçeğin sınırlarını genişletir. İçimize işler gerçek. Sarar, sarmalar bizi. Bazen bizi omuzlarımızdan tutup silkeler. Bir tokat gibi gerçeği yüzümüze çarpar.
“Behey! Kaburgalarında ateş bir yürek yerine
idare lambası yanan adam!
Behey armut satar gibi
San’atı okkayla satan san’atkâr
Ettiğin kâr
kalmayacak yanına!
Soksan da kafanı dükkânına,
dükkânını yedi kat yerin dibine soksan;
yine ateşimiz seni
yağlı saçlarından tutuşturarak
bir türbe mumu gibi damla damla eritecek!
Çek elini san’atın yakasından
çek!
Çekiniz!”
– Nazım Hikmet-
Öz ve Biçim
Öz ve biçim sorunu; sanatın üzerinde en çok durulan sorunlardan biridir. Öz, en yalın bir tanımla bir şeyin iç görünümüdür. Nesnenin kimyasıdır. Biçim ise, özün örgütlenmesidir. Nesnenin fiziğidir. Örneğin, un ekmeğin özüdür. Aynı unla çeşitli biçimlerde ekmek yapılabilir. Buna göre, öz tektir, biçim ise çeşitlidir. Kirazın tadıyla rengi gibidir öz ve biçim. Onları, birbirinden ayırt edemezsiniz.
Ünlü estetikçi Ernst Fisher’e göre, kimi nesnelerin biçimini, onun yaptığı iş belirler. Fırın küreğinin yassı oluşu, rastlantı değildir. Ekmeği fırından çekmek için öyle olması gerekir çünkü. Elbette bu kadar basit değil. Fisher’e göre öz, “Bir nesne ve olguyu oluşturan karşılıklı etki süreçleridir.”. Öz değişken ve devingendir. Kendisi değiştikçe biçimi de değiştirir. Biçim de özü etkiler bir yandan, ama yine de tutucudur o. Başlangıçta değişme direnir, sonuçta o da değişir ve özü yeni bir atağa zorlar. Öz ve biçim diyalektiğine canlılardan örnekler verelim. Canlılar doğayla karşılıklı metabolizma alış verişi içindedir. Canlıların beslenme koşulları değişince, biçimleri de değişir. Puerilis adlı deniz canlıları üzerinde yapılan bir araştırma, öz ve biçim etkileşimini kesin bir biçimde ortaya koymuştur. Bu deniz canlılarının dişileri iri gövdeli, erkekleri ise ufaktır. Dişiler aç bırakıldıklarında, gövdeleri küçülerek erkek olmaktadır. Erkekleri iyi beslendiklerinde, gövdelerindeki halka sayısı artmakta ve sonunda dişi olmaktadır.
Son olarak öz ve biçim etkileşimine bir de toplumdan örnek verelim. Bir toplumda üretici güçler o toplumun özünü, üretim ilişkileri de biçimini oluşturur. Üretici güçlerin gelişimi, birikimleri gereği, üretim ilişkilerinin değişimini zorlar. Üretim ilişkileri de üretim araçları üzerindeki mülkiyet biçimlerini etkiler.
Şimdi, sanatta öz ve biçim üzerine düşünebiliriz: Ernst Fischer’e göre, sanat yapıtında biçim, bir yapıtın bütün öğeleri arasında oluşturulan uyumdur. Bu tanıma göre, biçimin sınırları genişlemekte ve biçim özü içermektedir. Zaten özle biçimin bir bütün olduğunu ve birbirinden ayrılamayacağını söylemiştik. Bir sanat yapıtında özle biçim uyuşmazsa o sanat yapıtı başarısızdır. Örneğin; bir kavgayı uzun cümlelerle anlatamazsınız. Çünkü kavga sırasında uzun cümleler kurmayız. Kırmızıyı bolca kullanmadan 1 Mayıs’ın resmini de çizemezsiniz. Emekçinin elindeki bayrağı ve yüzündeki kanı, başka hangi renkle anlatabilirsiniz?
“Anlatacağına göster.” der, eğitimciler. Öyle yapalım:
“…
Ah ne yazık
Ne yazık ki ona
dörtnala giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak,
beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak!
Nal sesleri sönüyor perde perde
atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde!
Atlılar atlılar kızıl atlılar,
Atları rüzgâr kanatlılar!
Atları rüzgâr kanat
Atları rüzgâr …
Atları…
At…
…..”
Salkımsöğüt – Nazım Hikmet
Hepimizin bildiği bir örneği seçtim özellikle. Beyaz orduları kovalarken vurulup atından düşten bir kızıl süvarinin ölümünü anlatan öz ile karşı karşıyayız. Savaşa hazırlanan devrimcileri esritecek, onların korkularını yenmesine yardımcı olacak yüce bir öz bu. Burası tamam. Ancak, söze büyüsünü katmadan sunarsanız bu özü, binlerce sayfa da yazsanız amaca ulaşamazsınız. Koca Usta özle biçimi birbirine nasıl yediriyor? Sözcüklerin seçimi; r, t, k ünsüzleri üzerine kurulan muhteşem iç müzik sözcük yinelemeleri, uyaklar ve özellikle dize kırmaları … İşte büyü bu!
Giderek uzaklaşan ve duyulmaz olan atların nal sesleri ve tükenen bir yaşam, üçgen biçiminde bir dış biçimle sunuluyor bize. Giderek daralıyor üçgen; son dize bir hece: At. Bitişin hüznü bundan daha başarılı nasıl duyurulur? Hüzün, isyana nasıl dönüştürülür?
İngiliz estetikçi ve şair Christopher Caudwell, şiirde öz ve biçimi farklı bir açıdan ele alır. Caudwell’e göre, şiirin iki özü vardır: Gizli öz ve açık öz. Açık öz, şiirin açıklanabilen özüdür. Sözcüklerin simgesel anlamlarının yarattığı özdür. Gizli öz ise, sözcüklerin bizzat kendilerinde yarattıkları duygusal çağrışımlardır. Örneğin; açık özde “öküz” bize bir hayvanı simgeler. Aynı sözcük, gizli özde; yontulmamışlığı, duygusuzluğu ve kafasını kaşıdığında eline kıymık batan bir adamı çağrıştırır. Bir “kazma” gelir aklımıza. Öfkeleniriz.
Sözcüklerin çağrışım gücünden en iyi yararlanan şairlerimizden biri Ali Yüce’dir. Bakınız, iplere dizilen renkli boncuklar gibi duran şu sözcükler neleri çağrıştırıyor bizde:
“Ön seçim yan seçim arka seçim
alt seçim üst seçim ara seçim
alo seçmen alo halk alo sürü
alo sayın hırsız sensin sürü
toz duman emek soygun sömürü
hırsız ticaret micaret cinayet
alo polis molis yargıç margıç
alo hukuk mukuk bu kaçıncı alo!” 9
Çok şey söylüyormuş gibi yapıp hiçbir şey söylemeyen “şair”lere inat, hiçbir şey söylemiyormuş gibi yapıp çok söylemiyor mu Ali Yüce? Öfkeyi kışkırtmıyor mu? İşte bu yüzden keçi sakalı tutuşuyor burjuva eleştirmenin. “Ali Yüce’nin şiirinde lirizm yok.” deyip el çabukluğuyla ipini çekiveriyor onun.
Bazen, “Bu şiir düz yazıya kaçmış.” deriz. Ne demektir bu? Sözün büyüsü gitmiş, gazı kaçmış demektir. Yani sözcükler, simgesel anlamında kullanılmış demektir. Şiiri şiir yapan, açık özle gizli özün kaynaşmasıdır. Sözcüklerin artı değeridir şiir. Artı değeri yaratan, sözcüklerin çağrışımlarıdır. Bazı sözcükler bir araya geldiğinde, birbirine sürtünüp çıngı çıkartır. Artı değer o çıngıdır işte. Ancak hangi sözcüğün, hangi sözcükle yan yana geldiğinde çıngı çıkartacağını, şairler büyük çileler çekerek fark eder. Bu anlamda şiir, bilgiyle üretilir. Bu bilgi, gerçekliği anlama ve değiştirme savaşımında bir güçtür. Mızmız, salya sümük, aciz bir duygu yumağı değildir şiir. Düşüncenin içinde erimiş, yönlendirici bir duygudur o. Bir kışkırtmadır. Evet, kim ne derse desin, bir kışkırtmadır şiir. Egemenin şairi, insanı içe dönmesi için kışkırtır. Topluma yabancılaştırır, yalnızlaştırır onu. Kurumuş bir çınar yaprağı gibi insanın içine kıvrılıp bükülmesini ister. Kendisi de aynı acıklı sonu paylaşır. Emekçilerin şairi de kışkırtır insanı. Ona gücünü fark ettirir. Öfkeyi ve umudu diri tutar. Yumrukları sıkılı ve dişleri kenetlidir onun. Ayakları yerde, başı göklerdedir. Onun için zindanı taştan oyar egemen, içine şairi koyar. Onun için Eflâtun “Devlet”inden şairi kovar. Onun için Kuran, şairi kargışlar:
“Şairlere gelince, yalnız sapıklar uyar onlara. Görmedin mi onların ne aşırı insanlar olduklarını, yapmadıkları şeyler üstüne konuştuklarını.” 10
Doğrudur. Şairler yapmadıkları şeyler üstüne söyler şiirini. Aksi halde şiir değil, böbürlenme olurdu söyledikleri. Ama bu yanılsama, yapacaklarının bir provasıdır. Egemeni asıl korkutan da budur.
Mitoloji, din ve egemen ideoloji, şiirin bütün olanaklarından sonuna kadar yararlanır, fakat o silahlı ezilenlerin kullanmasına asla izin vermez. Kudurur, kontrolünü kaybeder. Cop olur, dipçik olur, Filistin askısı olur, idam sehpası olur. Olur da ne olur? Şair susar mı?
Şiirin önemli bir sorunu da (doğası gereği) bir dilden başka dile çevirilememesidir. Hem şiiri hem de her iki dili bilen çevirici bile şiirin kendisini çeviremez. Belki şiirin açık özünü çevirir. Çeviri şiiri okuduğumuzda, duyduğumuz yavan tad bundandır. Çeviri sırasında şiirin gizli özü, yani sözcüklerin duygusal çağrışımları uçar. “Menekşe” sözcüğünün bizde yarattığı; güzel, mazlum, yalnız, boynu bükük, hakkı yenmiş gibi çağrışımları ile “Violet” sözcüğünün bir İngiliz’de çağrıştırdıkları aynı olabilir mi? Olsa bile bu sözcüklerin hece sayısı ve çınlama gücü (fonetiği) aynı mıdır? Bu durum şiirin ritmini bozmaz mı? Talat Sait Halman, “Çeviri; güzelse sadık değildir, sadıksa güzel değil.” diyerek özetler şiirdeki çeviri sorununu.
Şiir öyle bir çiçek ki toprağını değiştirince, rengi kaçıyor, kokusu uçuyor işte:
İYİLİK NEYE YARAR
İyi insan olacağına
Öyle bir yere götürün ki dünyayı
İyilik beklenmesin
Özgür insan olacağınıza
Öyle bir yere götürün ki dünyayı
Kavuşsun özgürlüğe herkes
Özgürlük sevgisi geçersiz olsun
Akıllı insan olacağınıza
Öyle bir yere götürün ki dünyayı
Akılsızlık zararlı olsun
-Bertolt Brecht-
(A. Bezirci, A.Kadir.)
VAY KURBAN
Dağlarının, dağlarının ardı
Nazlıdır
Uçurum kıyısında ince bir yol
Gider dolana dolana
Bir hastam vardır umutsuz
Belki Ayşe, belki Elif
Endamı kuytuda başak
Memesinin, memesinin altında
Bir sancı
Bir hayın bıçak
Gün ola, kervan döne, umut yetişe
Dağlarının, dağlarının ardında
Değil öyle yokuşlar, hasretler
Bir tek başak bile dargın
kalmayacak
Bir tek zeytin dalı bile yalnız…
Sıkıysa yağmasın yağmur
Sıkıysa uykudan uyanmasın dağ
Bu yürek ne güne vurur
– Ahmed Arif –
Sınıflı Toplumda Şiir
Marx; işbölümü ve farklılaşma ilerledikçe, köy başkanları, büyücüler, gözcüler, sulama işleri yöneticileri gibi sınıfların zorunlu olarak nasıl oluştuğunu açıklar. Üretim araçlarının, toplumun istemiyle (seçimle) idare edilişinden farklı bir şey olan, onlara sahipliğin mutlak bir hak olarak ortaya çıkışıyla, toplumun gelişiminde kesin bir aşamayı, yani sınıflı toplum aşamasını işaret eder.
Başlangıçta “kafaca” üstünlükleri yüzünden seçilmiş olduklarından, rolleri, bir mutlak hak haline geldiği ve dolayısıyla zihni yetenek olmaktan çıktığı zaman bile, her şeyden önce bir düşünce üstünlüğü gerekirdi. Bu gerekliliğe, ayrıcalıklı koşullarının ve üretimden aslan payını almalarının ortaya çıkardığı boş zamanın da eklenmesi, egemenler arasında düşüncenin ve kültürün gelişimini hızlandırdı.11
İşbölümüne dayalı sınıfların ortaya çıkışı, köleci toplum düzenine geçişin başlangıcıdır. Farklılaşma, bir yandan gerçeklikten yalıtılmış düşünce, beğeni ve kültürle daha fazla uğraşan bir sömürücü sınıf doğururken, öte yandan düşünce dünyasından biraz daha uzaklaştırılan, sömürülen sınıfı doğurur. Kendisini eylemden ayıran düşünce ve düşünceden zorla koparılan eylem! Bu patolojik durumda; ilişkiler, gönül ilişkisi olmaktan çıkmış, zor ilişkisine dönüşmüştür artık. El mi yaman, bey mi yaman?” diye sorulamaz bundan böyle. Bey yamandır. Köroğlu, Kiziroğlu Mustafa Bey’e övgüler düzer. Damarı tutar, Bolu Beyi’ne de diklenir bir taraftan.
Kabilenin yönetenler ve üretenler gibi farklı sınıflara bölünüşü, din ve sanata da yansır. Din ve sanat, kabilenin ortak ürünü değildir artık. Dini zorla kabul ettiren yönetici sınıfın ürünüdür onlar. Mitoloji ölmekte ve yerini giderek katılaşan din almaktadır. Bir piramit oluşmaktadır. Bu pramitin tepesinde tanrı-kral vardır. Piratimin adı “devlet”tir. Boş zamanı olan yönetici sınıf için büyü önemsizleşmiş, parçalanmış; bilime, dine ve sanata ayrışmıştır. Bilim, büyünün nesnel yanı, din ve sanat öznel yanıdır. Büyünün sözü, sözün büyüsüne dönüşmüş ve pür şiir doğmuştur. Toplum kendisine karşı içten bölünmüş ve temasını değiştiren şiir, egemenin yanında yer almıştır. Din de öyle. Marx’ın daha 1844’te fark ettiği gibi:
“Bu devlet, bu toplum, dini-dünyanın tersine dönmüş bilinci olan din’i – doğurur, çünkü dünyanın kendisi de tersine dönmüş dünyadır. Din, bu dünyanın genel kuramıdır, ansiklopedik özetidir, herkesçe anlaşılabilir biçimdeki mantığıdır, manevi point d’honeur (namusa şerefe değin şey)’üdür coşkunluğudur, moral kaynağıdır, kutsal tamamlayıcısıdır, genel avuntusu ve haklı gösterilişidir, çünkü insanın doğru bir gerçekliği yoktur (…) Dinsel mutsuzluk her şeyden önce gerçek yoksulluğun dile gelişi ve gerçek yoksulluğa karşı bir başkaldırmadır.” 12
Şiir özü gereği, üretici ve değişkendir. Bir devrin şiiri, öteki devrin isteklerini karşılamaz. Her kuşak eskinin hakkını teslim etmekle birlikte, kendi özlemlerini dile getiren şiirler ister. Şair sezgisiyle bu isteği fark eder. Doğrunun, güzelin ve ileriye uzanan yolların raylarını döşeyenlerin yanında yer alır. Sadece heyamola vermekle yetinmez, rayın bir ucundan tutar ve yekinir. Bunu yapmazsa yalnız kalacağını ve sesini duyuramayacağını iyi bilir. Kapitalist toplumun kuruluş aşamasında da bunu yapmıştır şair. Hiçbir kural ve ölçü tanımayan; cesur, devrimci, tuttuğunu koparır, arzulu, taşkın bir şiirdir; kuruluş devresinin şiiri. Özü devrimcidir, biçimi devrimcidir. Kırlardan papatya toplar gibi gökten yıldızlar toplayacak kadar güçlü hisseder kendini şair. “Parlaklık”, “ışık”, “ateş”, “zincir”, “güven”, “insan” gibi sözcükler doludur ağzında, şiirini bu sözcüklerle kurar.
Feodal toplumun yasaklarını çözmek ve ortadan kaldırmak gereksinmesinden doğan burjuva bireyciliği, üretimde çok büyük ilerlemeler doğururken, buna paralel olarak şiire de teknik bakımından sınırsız zemin hazırladı. Şiir, “sözcük işçiliği”ydi artık. Söylenmezdi o, yazılırdı.
Burjuva şiirinin bundan sonraki dönemi, “mal fetişizmi” dönemidir. Sanat, sanat içindir. Şair odasına kapanmış ve perdelerini çekmiştir. Pazar, burjuva şaire “kamu” olarak görünür. Şiiri ise, “mal”dır. Para için yazar o. En iyi şiir, en çok satandır. Şair tipik bir yalnız bireydir artık . Dal gövdeden ayrılmış, gövdeden emdiği o besleyici özsuyu kaybetmiştir. Özünü yitiren şiir, öfkesini biçimden çıkarmaktadır. Biçim, özün önüne geçmiştir. Özden öcünü almakta ve özü yani bir öze zorlamaktadır.
Bizdeki “İkinci Yeni” akımını bu kapsamda değerlendirmek gerekir. Bu, yadırganacak bir durum değildir. Bilinç; insanın nesnel gerçeklikle amansız mücadelesinden doğar. Bazen bu zorlu mücadele biraz mola verir. İşte o zaman kör bir biçimcilik sarar çevremizi. Ortalığı bir sis perdesi kaplar. Gerçek, el yordamıyla aranır. Böyle durumlarda, çıkış yolunu ancak büyük devrimciler görür ve gösterir. Hayır, şair değildir o büyük devrimci. Tarihin motorunu kavrayandır, ortalıkta dolaşan “hayaleti” görendir, “Ne Yapmalı?” diye soran ve yanıt verendir. Şair; çıkış yolunu görmez, ama hisseder. Şair sezgisidir bu, yararlıdır, önemlidir ve asla küçümsenemez. Çıkış yolunu sezemeyen şairler de vardır. Sonsuz bir labirentin içinde döner durur onlar. Kendisini çıkmazda gören bu şairlerin şiiri, bize çıkar yolu gösterebilir mi?
Gelenekten Geleceğe Yürürken
Çıkış yolu gösterilmiştir. Şair, sürüden ayrılacak ve o onurlu yoldan yürüyecektir. Yoldaşları yeni yolculuk şiirleri istiyor şairinden. Yeni sözler, yeni imgeler, yeni coşkular istiyor.
Nasıl olacak bu yeni şiir? Burjuva toplumunun gelişiminden iğrenmiş, eksiksiz kişisel özgürlük peşinde koşan, bütün toplumsal ilişkileri yıkma hırsıyla görme yetisini de kaybetmiş ve bu nedenle paçasını burjuvaziye kaptırmış, sınıf kaçağı, anarşist şairin şiiri mi? Genellikle loş ve rutubetli yerlerde yaşayan, alkolden dili peltekleşmiş, dedikoducu, küfürbaz, bencil, cımbızlama ustası, dönek şairin şiiri mi? Yoksa, “Gelenek” dediğimiz o görkemli çınarın özsuyuyla beslenen, ondan aldıklarını gün ışığıyla sentezleyerek yeni sürgünlere taşıyan, “memleketim!” dediğinde, sesi yedi dağda yankılanan, yurtsever şairin şiiri mi?
“Sanat, duygunun bilimidir, bilimse bilginin sanatıdır. Yapabilmek için bilmek zorundayız, ama ne yapılacağını bilmek için hissetmeliyiz.” diyor, Christopher Caudwell. His, köksüz bir duygu değildir. Geçmişten günümüze uzanan o ateşten vektörün yönü ve doğrultusu belirler hislerimizi. Matkabın ucudur o. Çalışması için, arkasında onu döndüren bir motor gerekir. Motor tarihtir ve gelenektir. Aragon, Neruda, Nazım, Ritsos ve daha yüzlercesi… Onlar yaşadığı toplumun duyargasıydı. “Matkabın ucu” dediğimiz işte onlardı. Duvarı onlar deldiler. Dayayın gözünüzü şimdi o deliğe ve dışarıya bakın! Güzelin nerde soluk aldığını gördünüz mü?
Onların açtığı delikten sızan gün ışığını büyütmek gerekiyor. Işığı büyütmeye hazır mısınız?
En güzel şiir daha söylenmedi, en güzel türkü yakılmadı, en güzel roman yazılmadı. Çünkü onlar, tarihin büyük dönemeçlerinde yazılır ve söylenir. Emekçi kardeşlerimizle birlikte; o dönemece giden yolların raylarını döşemeye ve yekinme heyamolasını vermeye var mısınız?
En güzel çığlık, doğum çığlığıdır. Devrim ana, yitirdiği o güzel çocuğunun yasını tutmaktan vazgeçti. Zaman, yine dölledi onu. Sancıları sıklaşıyor işte. Bu kez çığlığı biz atacağız, o art arda gürbüz çocuklar doğuracak bize. Şiirlerimiz, en güzel çığlığımız olacak. Çığlıklarımız en güzel şiirimiz. Çığlık atmaya var mısınız, soluğunuz kaldı mı ciğerinizde?
Doğum sonrasının sıkıntılarını göğüslemeye, “höllük elemeye ve bebek belemeye” yetecek kadar gücünüz, sabrınız ve sevginiz var mı? Bu sorularımıza “hayır” diyenlerle yolumuz ayrılmıştır. Bildikleri gibi yapsınlar, kendilerine ördükleri o karanlık kabuğun içinde yaşayanlar. Yeter ki ayaklarımıza dolanmasınlar. Biz bir delik daha deleriz kavalımıza. Sazımıza bir tel daha takarız. Türkümüzü söyleriz. Bize “Evet!” diyen kardeşlerimize, bir yoldaş yüreğinin sıcaklığıyla “Merhaba!”.
Dipnotlar ve Kaynak
- Charles Darwin, İnsanın Türeyişi, Çeviren: Sevim Belli, Onur Yayınları, 8. Baskı, s.122
- Christopher Caudwell, Yanılsama ve Gerçeklik, Çeviren: H.Doğan, Payel Yayınevi, İstanbul, 1974, s.37
- A.g.e, s.38
- George Thomson, Marksizm ve Şiir, Çeviren: Cevat Çapan, Adam Yayınları, İstanbul, 1996, s.20
- Amca, Çakır Ahmet, Kürt Hüseyin, Kıvrak Memet, Tito Recep, Kömür Ali, Parmaksız Osman, Pehlivan Rıza ve babam Süleyman Çavuş. Size söz vermiştim, büyüyünce öykünüzü yazacaktım. Denedim olmadı. Hep bir şeyler, eksik kalıyordu. Borcumuzdur, öykünüz yazılacak. Türkünüz, türkümüz olacak bir gün. Süleyman Çavuş’un heyamolasıyla:Kalkar bu ray kalkar, haay-hop!Döşenir devrimin tren yolları.
- A.g.e, s.24–25, A.g.e., s.24-25
- A.g.e, s.33
- İrlanda halk şiiri, çeviren: Cevap Çapan
- Ali Yüce, Boyundan Utan Darağacı, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1976, s: 197
- Şuara suresinin 224, 225, 226. ayetleri. Aynı surenin 227. ayeti, biat eden şairleri bu kargıştan ayrık tutar.
- Eski Yunan’da felsefe ve soyut matematiğin ulaştığı düzey, bu gelişimin bir sonucudur.
- Karl Marx-Friedrich Engels, Din Üzerine, Çeviren: Murat Belge, Gerçek Yayınevi, 1966, s.14