Türkiye’nin iç ve dış dinamikleri arasındaki denge sorunu “bizim” için hem bir analiz konusudur, hem de moral bir anlam taşır.
Türkiye’nin ayakları hep titrek olmuş ve öylece kalmaya mahkum mudur?
Yoksa Türkiye’nin kumaşı sağlam mıdır?
Bu topraklarda Türkiye’nin selefi toplumlar ayağa kalkmalarını uluslararası konjonktüre, dış faktörlere mi borçlu olmuşlar ve yine bu rüzgarların tersine dönmesiyle iş bitmiş midir?
Yoksa Türkiye’nin kendi başına bırakılsa “neler neler yapacak” olan iç dinamiklerinin önü hep dışarıdan müdahale veya içeriden ihanetle mi kesilmiştir?
Adı konsun konmasın, bu tartışmaların analiz boyutunun doğru olup olmadığı kadar, moral veya psikolojik çıktılarının da önemi hep olmuştur.
“Bu sömürge düzeni nasıl ortaya çıktı? Avrupalı yazarlardan çoğuna sorarsanız, suçlu ya İslamiyettir ya da Türklerin göçebeliği ve barbarlığıdır. Asya Üretim Tarzı taraftarlarının bir kısmı da, tezlerini çok daha ince tahlillerle destekleseler bile, bu kafileye katılmaktadırlar. Onlar da, kendi iç evrimi ile daha ileri toplum biçimlerine geçemeyeceğini ileri sürdükleri ‘Asya Tipi’ toplumsal düzenini, geri kalışımızdan suçlu tutmaktadırlar.”1
Doğan Avcıoğlu’nun uzun süre çok etkili olup artık unutulmaya yüz tutan çalışmasının birinci kitabının birinci bölümünün sonuç kısmından aldım bu cümleleri. O bölümün başlığı maksadı açıkça anlatır: “Türkiye Sanayi İhtilalini Başlatabilirdi.”
Başlıktaki iddiayı tarih dışı, dolayısıyla bilim dışı bulabilirsiniz. Ama Avcıoğlu’nun çabasını takdir etmelisiniz.
Yalçın Küçük, çalışmalarında Türkiye aydınını bir nevi yeniden yapılandırır. Niyetinin, hele 12 Eylül sonrası çöküntüye uğrayan aydını diriltmek, kökleri aramak olduğunu söyler. Küçük’ün Fatih Sultan Mehmet kitabının, bu kök arayışında cüretli ve solda benzeri görülmedik bir deneme olup olmadığını bilemiyorum;2 orada açıkça böyle bir ifade geçmez. Ama Fatih’i günümüz devrimci aydınının kaynakları arasına dahil etmemiş olsa da, bir yazısında reformcu Osmanlı padişahı Mahmut’un resimlerinin ilerici partilerin binalarına asılması gerektiğinden söz ettiğini iyi hatırlıyorum. Aklımda kalması, aman yanlış anlaşılmasın, bu önerinin üstüne çok düşünmüş olmamızdan kaynaklanmıyor. Öneriyi garipsemeden edemiyorum; ama arayışın gerekli ve meşru olduğunun altını çizmek istiyorum.
Öte yanda, Türkiye’nin solcu veya bugünkü düzenin kurucusu sayılan aydın geçmişinin hakir görülmesi ve aynı geçmişin kenarda kalmış isteksiz, muhalif, liberal unsurlarına merak salınması ise bir liberal saplantıdır. Tarihi resmi efsanelerden ve hatta utkan gelenek masallarından arındırmak, sadece tarihçinin bilimsel ve mesleki bir görevi değil, geleceği kazanmak isteyen her aydının uğraşı olmalıdır. Ama Mustafa Suphi’yi mason, maceracı veya turancı, Mustafa Kemal’i de pek ortalama bir asker veya bir fırsatçı ilan etmenin bu anlamda bir temizlikle uzak yakın ilişkisi yoktur.
Onlarca veya yüzlerce yıl çalışan iç dinamiklerin, ortaya, çıkara çıkara birkaç tane mediokr ve hastalıklı adam çıkarttığını gören hangi sonuca varabilir?
Söyleyeyim: Böyle iç dinamiklere güven olmayacağı bellidir!
Nâzım Hikmet’in Leh kökeni ve üstünde Rus devriminin derin etkilerinin bulunması, büyük ozanı bizim ülkemize ait olmaktan çıkarır mı?
İsimleri bir kenara bırakıp Ekim Devrimi’nin doksanıncı yılına adanan bu Gelenek yazısının konusuna artık yaklaşalım: Türkiye, Osmanlı yıkımının ardından yeniden kuruluşunu ne ölçüde iç dinamiklere ne ölçüde dış faktörlere borçludur?
Bu sorunun bir fantastik, bir fantastik olmayan, bir de yuvarlak yanıt kümesi bulunur. Yuvarlak yanıtlar iç ve dış dinamiklerin ayrılamayacağını ve hele Ortadoğu gibi stratejik kesişim bölgesinde bulunan bir ülkede iki alan arasındaki ilişkilerin son derece karmaşık olduğunu anlatırlar.
Kesinlikle doğrudurlar.
Ama yukarıda ortaya attığım ve izini biraz sürmeye çalışacağım sorunun anlamsız ve geçersiz olduğu sonucuna varmamalıdırlar. İki dinamik arasındaki karmaşık ve karşılıklı ilişki, bunların ağırlıklarını ve bu ağırlıkların nasıl somutluklar kazandığını tartışmaya yasak koyamaz.
Fantastik yanıt örneğimizi İdris Küçükömer’den seçtim:
“Bir yanda Lloyd George’un desteklediği Yunanlılar, öte yanda ise Lord Curson ile askeri çevrelerin taraftar olduğu Kemalistler arasında bir savaş verilmiştir. İngiliz İmparatorluğu’nu savunmak ve geliştirmek için farklı stratejiler söz konusuydu. Bu, onun içindir ki antiemperyalist bir savaş değildi. Savaş Rus-İngiliz ilişkilerinin yumuşaması ve Yunanlıların kısmî yalnızlıkları içinde yapılacaktı.”3
Küçükömer’in Sovyetler Birliği’ni de bulaştırdığı, bu “anti-emperyalist olmayan Kurtuluş Savaşı” tezi ile kemalizmin emperyalizm karşısındaki konumu iki farklı meseledir. Sistematik bir ideoloji niteliği taşımayan kemalizmin bu açıdan değerlendirilmesinde, zorunlu olarak sergilediği pratik esas alınacaktır. Kemalist pratik, hiç kuşkusuz Kurtuluş Savaşı günlerinden ibaret değil ve “muasır medeniyet seviyesi” ile kastedilen kapitalist-emperyalist dünya sistemine entegre olmak. Kaldı ki, bu hedefin Kurtuluş Savaşı’nın sıcaklığında bile göz ardı edilmediği bilinmelidir.
Ancak kemalizmin emperyalizmle sürekli uzlaşma arayışında olması, 1919-1923 sürecinin, emperyalizmin planladığı bir işgale son verdiğini, emperyalizmin çıkarlarına zarar verdiğini, anti-emperyalist bir rol oynadığını neden ve nasıl örtebilir! Yine elbette emperyalizm en başından itibaren içinde çatlaklar barındırmış, hele konjonktürün Anadolu’daki Kurtuluş Savaşı’ndan, Ankara’dan yana dönmesiyle birlikte yeni bir politik açılım geliştirerek Osmanlı artığı toprakları doğrudan paylaşmak yerine yeni Türkiye’yi belirli bir denge içinde tutmayı merkeze almıştır. Sonrasında uzlaşmaya gidilmesi, öncesinde karşı karşıya gelinmiş olmasını unutturabilir mi?
Küçükömer’in tezleri Türkiye solunda geliştirici tartışmaları provoke ettiği için yararlı bile görülebilir. Ama Küçükömer’in bugünkü esinlenicileri liberallerin, Kurtuluş Savaşı’nı, kalkıp Anadolu halkları arasında geçen bir iç savaş olarak betimlemeleri işin ifrata vardırılması, hatta bir deli saçmasıdır.
Türkçe’deki adlarını Ege’nin doğu sahillerinden, İyonya’dan alan Yunanlıların, bugünkü Yunanistan’a ek olarak Anadolu’nun da yerli halkı olduğu kesindir. Bugünkü Ermenistan’ın Ermenilerin yüzyıllar boyunca yayıldıkları ve başkalarıyla paylaştıkları toprakların hayli küçük bir bölümüne denk düştüğü de doğrudur. Bu iki Hıristiyan halkın Anadolu’nun Müslümanlarıyla kanlı bir karşı karşıya geliş yaşadıkları da bir vakıadır. Ama 1919-1923’ü bir iç savaş olarak resmetmek, her şeyden önce, düşkünlük derecesinde dış dinamik meraklısı liberallere hiç uymamaktadır!
Emperyalizm, ne yazık ki ve galiba el attığı bütün topraklarda yaptığı gibi, farklı yerel halkları burada da birbirine karşı kışkırtmayı becermiş, Yunanistan’ı bir alt-emperyalizm rüyası görmeye sürüklemiştir. Bu üç veya Kürtlerle beraber dört halkın tamamı acılı ve ağır bir süreçten geçmişlerdir. İnsanlık değerlerinin yerle bir olduğu bir süreç…
Acının derinliği bakışın yüzeyselliğini haklı çıkarmaz. Osmanlı’nın paylaşım problematiğini anlatan Doğu Sorunu’nu ne Ermeniler, ne Yunanlılar, ne de Türkler veya başka yerel halklar yarattı.
Bu arada liberallerin iç-dış faktörlerin dengesinde kendini dışa vuran dertlerinin içerden geleni kötülemek ve dışardan geleni yüceltmek olduğunun altını çizelim.
Aslında sorun terazinin iki kefesi arasında tercihte bulunmak değil, sağlıklı, bilimsel ve politik olarak ilerici, devrimci bir dönüşüm perspektifini besleyecek dengeli sentezi yakalayabilmektir.
Küçükömer sayesinde Sovyet faktörüne değen bir yere gelmiştik. Oradan devam edeceğim.
Doğuda tersine dönen ibre: Rusya sempatisi
Türkiye’nin anti-emperyalist kurtuluşunun belirli bir dünya ve bölge konjonktüründe gerçekleştiği ihmal edilmemelidir. Resmi tarihin düzeysiz ders kitaplarına ve içinde bulunduğumuz çözülüş zamanlarının Çılgın Türk efsanelerine inanacak olursanız, elde yok avuçta yok, bütün dünyayı dize getiren kahramanlara da inanmak zorunda kalırsınız. Oysa elde devrim Rusya’sı vardır. Elde, büyük savaşın yorgunu ve hem içerde hem dışarıda komünizm hayaletinin nefesini hisseden emperyalizm vardır.
Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı bu ortamın belki de en becerikli denge stratejisi olarak tarihe geçmiştir.
Bu ortamı yok sayarak Türkiye’nin kurtuluşunu tartışmak tuhaf ve tarih dışı bir işlem olur. Mesele biri olmasa diğeri yeter miydi sorusunun peşine düşmek olamaz. Mesele birinin diğerini itibarsızlaştırması hiç değildir.
Bunlarla değil, abartanlarla başlayalım:
“Sovyet tarihçisi V. İ. Şpilkova, Jön-Türk Devrimi 1908-1909 adlı kitabının bir bölümünü 1905 Devriminin Osmanlı toplumundaki etkilerini incelemeye ayırmıştır. Yazara göre, Potemkin olayı ve Rusya’daki diğer karışıklıklara ilişkin haberler konusunda Osmanlı basınında çok sıkı bir sansür yürürlükteydi. Buna rağmen illegal Jön Türk gazeteleri Rus Devrimine ilişkin haberleri Anadolu’ya ulaştırmayı başarıyorlardı… Şpilkova’ya göre bu etkilerle 1905 ve izleyen yıllarda, Bitlis, Diyarbakır, Erzurum, Trabzon, Sinop ve Kastamonu gibi yörelerde kitlesel halk hareketleri meydana gelmişti.”4
Şpilkova’nın iddiasının Türkiye’de yaşayan aklı başında herhangi birine inandırıcı gelmesi mümkün değildir. Ya olmuşsa diye tereddüt etmeye hiç gerek yoktur, zira bilime aykırıdır.5
İki büyük tarihsel güç odağının, yani iki hasım ülkenin birbirlerine düz biçimde örneklik etmesi mümkün değildir. Nedir etki mekanizması?
Birinci başlık barıştır. Rus Devrimi, Osmanlı’da, engellenemez çöküşü getiren savaşı durdurabilecek biricik etken olarak algılanır ve elbette çok geniş bir ölçekte beklenti ve sempati yaratır. Talat Paşa aşağıdaki sözleri İstanbul’u terk ettikten sonra, Bolşeviklerle frekans tutturmaya çalıştığı ve hatta merkezinde durduğu siyasal fraksiyona “enternasyonal islamcılar” gibi bolşevizmi çağrıştıran bir ismin takıldığı sıralarda değil, daha sadrazamken söylemiştir:
“Rus ihtilalini sevgiyle karşıladık. Rus milleti, çarlığın yayılmacı hırsını terk edecek olursa Şark için yeni bir gelişme ve ilerleme devresine girilmiş olacaktır. Genç Türkiye de bir inkılap çocuğudur. Şu bedbaht Şark’ın da muhtaç olduğu sükun ve ıslahatı uygulamak için isteklidir. Şimdiye kadar iç işlerimizdeki iyileşmeleri, müdahaleleriyle önleyen Rus Çarlığı yerine, aynı insani ve yüce ülkülere sahip bir komşuya sahip olmak bizim için memnuniyet kaynağıdır.” 6
İkinci başlık ise çözülüş Osmanlısı’nın haddine olmayan bir konudadır. Çarlık Rusya’sının Müslüman ve Türki halklarının kaderi, Osmanlı aydınının ilgisini çeker! Gözünü hâlâ emperyalistlerin arasına katılma rüyasından alamayan bu kesimlerin goygoycuları muhtemelen Rusya kökenli, genellikle Tatar entelektüeller olmuştur. Madem Rusya çözülüyor, gelsin turancılık, gelsin pan-türkizm…
Ancak yayılmacılığın bir fantezi olduğu anlaşıldıkça ve barışın adresi kuzey komşuyu karşıya almanın büyük yanlış olduğu görüldükçe, pan-türkizm tutmamış, yerini “makul” bir burjuva milliyetçiliğine bırakmış, hatta daha sola bol bol kadro aktarmıştır.
Osmanlı aydınlarının bir akımdan ötekine geçişleri zaten hep bu tür pratik dersler sayesindedir.
Rus Devrimi’nin bizim topraklarımızda belirgin bir solculaşmayı beslediği açıktır. Bu solculaşmanın ne kitlesel hareketler yönünde abartılmasına, ne de yine bu solculuğa, bir bölüm marksist kadronun dışında derinlik atfedilmesine yer yoktur.7
Yağma savaşlarında kaybetmemek için orduyu adam etmek gerektiğini düşünen ve bu vesileyle batılılaşma, oradan da en genel tanımıyla burjuva devrim sürecine girebilen, İslamın sarayda veya toplumdaki derinliği sayesinde değil, Batı’nın basıncı karşısında bir istinat duvarı olsun diye pan-islamizmi keşfeden, yenilmemek için saldırma güdüsüne kapıldığında pan-türkizme merak salan, Anadolu Müslümanları’na doğru daraldıkça zorunlu bir milliyetçilikte karar kılan bir ülkeden söz ediyoruz. Burada en olmayacak şey bolşevizmin veya solculuğun derinlik kazanmasıdır.
Ancak süreç devam etmiştir:
“Atatürk’ün yeğeni, Zübeyde hanımefendinin kız kardeşinin torunu Reşat Fuat, o tarihlerde Konya Lisesi’nde okumakta idi, anlattıklarına göre Konya Askeri Lisesi’nde, 1920 yılında, askeri öğrencilerin söylediği marşta şu iki beyit yer almaktaydı:
“Anadolu Şuralar Cumhuriyeti var olsan, var olsun – Türk köylüsünün emeği kendisine yar olsun, yar olsun” 8
Burada sözü edilen, bir dönem tarihsel TKP’nin örgüt sekreterliğini de üstlenen değerli komünist Reşat Fuat Baraner gibi son derece inandırıcı bir kaynaktır. Bu tür veriler Mustafa Kemal’in veya Enver Paşa’nın bolşevik taklidi yapmalarından, Çerkez Ethem’in halkçı çetelerinden farklıdır. Burada bir kriz döneminde de olsa solculuğun, toplumu biçimlendiren kademeleri etkisi altına aldığının işaretleri vardır.
Daha aşağıda geleceğimiz gibi 1917-1919 dönemini 1920-1921’den kesinlikle ayırt etmek gerekiyor. İlk periyotta aslında Talat istisnadır. Osmanlı egemen sınıfının, yönetici elitinin deneyimleri, devrimin kendisi ile ürünlerinden bir tanesi olan barış yolu arasındaki farkı kavramalarına izin veriyordu. Ancak barış yolunu takdir etmek ne kadar genel ise, yüzünü devrime dönmek de o kadar istisnaidir. Komünist ve halkçı hareketlerin kurucu kadroları arasında etkin, çok tanınmış ve yönetici elit ailelerinden gelme kişiler bu istisnaları oluşturur. Mustafa Kemal’in genç yeğenini saymasak da parlak eğitimci Ethem Nejat, etkili yazar ve entelektüel Mustafa Suphi, Tokat mebusu Nazım9 Şefik Hüsnü’nün İstanbul grubunda ve dönemin Kurtuluş dergisinde bir araya gelen aydınlar bu kategoridendir.
1920-21 ise solculuğun kısa zirve noktasına denk düşer.
Devrim ile yan ürününü birbirinden ayırt etmeyi bilen Osmanlı entelijansiyası içinde islamcılar ve turancılar Rus devrimine şiddetle karşı olmuşlar, merkezdeki ittihatçı ve kemalistler ise son derece pragmatik bir çizgi geliştirmiştir.
Oysa 23 Kasım 1917’de bolşevikler Osmanlı topraklarının emperyalist paylaşım planlarını içeren gizli anlaşmaları yayınlayarak devrimi diplomasi tarihine de taşımışlardı. Bu çıkış Türkiye kamuoyunda komünizme büyük bir itibar kazandırmış ve İngiltere ve Fransa gibi emperyalistleri deşifre etmiştir. Ancak, girişte etrafından birkaç tur attığımız ve aşağıda da dönüp dönüp geleceğimiz iç dinamik-dış dinamik dengesinin içerdeki ayağı böyle bir jeste fit olacak kadar temelsiz sayılmamalıdır. Yönetici ve aydınların sınıf güdüleri bu tür ifşaatlarla sarsılmıyordu. Onlar doğruyu ve ülkelerinin çıkarına denk hattı temsil eden devrimci Rusya’nın ideolojik etkisi altına girmek yerine, pazarlık kozu toplamaya bakıyorlardı. Geçerken ekleyelim; İslamcı ve turancı safların samimi batı karşıtı, doğucu kişilikler barındırma olasılığı bulunmakla birlikte bu kesimlerin de büsbütün ilkelerden hareket ettikleri sanılmasın. Kimse, Osmanlı’nın bu türden doğucularının amacının, eninde sonunda büyük güçlerle rekabete daha donanımlı çıkmak olduğunu unutmamalıdır. Osmanlı-Türk egemen sınıfının sözcüğün düz, yalın anlamıyla bir Doğu yolculuğuna çıkma olasılığı değil, 20. yüzyılda, Türk boylarının Anadolu’ya göçünden beri konu dışıydı.
Tekrar edersek, dönemin Türkiye’si, Ekim Devrimi etkilerinin üstüne dilediği gibi yazabileceği boş bir kağıt değildir. Türkiye’nin yönü çoktan Batı kapitalizmine dönmüştü. Sorun, burada bir karşılıksız aşkın söz konusu olması, Türkiye’nin emperyalist-kapitalist sisteme bir boy büyük gelmesiydi.
Ekim Devrimi, Türkiye’nin önünü açtıysa, bu uyumsuzluğu bir süreliğine tali plana itmiş, Türkiye’nin kapitalistleşme süreci ferahlamıştır.
Bu noktada bir parantez açmak istiyorum: Kim bilir, belki de sürekli başkalarından bir yarar ummaktan ve bulmaktan rencide olan biri uydurmuştur- bir tez de Türkiye’nin Ekim Devrimi’ne yaptığı katkıları konu almaktadır:
“Çanakkale Deniz Savaşları, I. Dünya Savaşı’nda İtilaf Devletleri donanmaları ile savunmada kalan Osmanlı Devleti donanması ve kara topçusu arasında 1915 yılında Çanakkale Boğazı’nda meydana gelen savaşlardır. 18 Mart 1915 günü savaştaki en şiddetli çatışmalar yaşandı. Deniz Savaşı’nın fikir babası Winston Churchill’in planı; Boğazları donanma ile geçerek Osmanlı’yı savaştan saf dışı bırakmak ve aynı zamanda Bolşeviklerin baskı uyguladıkları Rus Çarlığı’na yardım etmekti.”10
Şaka gibi değil mi!
Değil 1915’te Çara, 1917’nin sonbahar başlarında Rus devletinin üst düzey bir yöneticisine, “Bolşevik baskısına karşı İngilizler size yardıma gelecekmiş; bu amaçla Ege’den Marmara’ya geçit veren Çanakkale ve havalisinde taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmamaya karar vermişler” diyecek biri akıl sağlığı kuşkusuyla acilen gözetim altına alınırdı!
İnanmayan Stalin’in adıyla anılan Bolşevik Partisi Tarihi’ne bakabilir. Bu kitapta 1915 yılına ilişkin olarak sadece iki uluslararası toplantıdan söz edilmektedir: Birincisi, Şubat ayında Londra’da toplanan ve İtilaf devletlerinin sosyalistlerini bir araya getiren toplantı, ikincisi de, Eylül ayında Zimmerwald’de yapılan ve Lenin’e göre “enternasyonal hareketin gelişmesinde ilk adım” olan konferans…11 Birkaç sayfa sonrasında konu, partinin 1915 yılında işçi sınıfı ve ordu içinde yürüttüğü örgütlenme çalışmalarına gelmektedir.12 Vikipedi’ye inanmayı canı gönülden isteyenler, Stalin’in, çarlığı İngilizlere muhtaç hale getiren bolşevik gücünün kırıntısından bile efsaneler yazabileceğini düşüneceğini, böyle bir fırsatı asla kaçırmayacağını takdir etmelidirler!
Şimdi durup dururken bir internet tartışması açacak değilim. Ama merak ettim bir kere! Sonucu sizinle paylaşmalıyım. “Çanakkale Deniz Savaşları” maddesi Wikipedia’da iki dilde daha var: İngilizce ve Lehçe. Lehçesini araştırarak işi abartmadım İngilizce maddeye baktım. Şakacının Türk olduğuna kanaat getirdim. “Naval Operations in the Dardanelles Campaign” maddesinde bolşeviklerden söz edilmediği gibi, bağlantılı başka İngilizce ve Fransızca maddelerde de bir şey bulamadım. Türkçe “Çanakkale Savaşları” maddesinde ise “Çanakkale Zaferi, müttefikleriyle Rusya’nın irtibatını önlemiş, dolayısıyla savaş iki yıl uzamış, bu arada çıkan Bolşevik ihtilali ile Rusya savaş dışı kalmıştır. Bu durum ihtilal Rusyası ile müttefiklerini birbirinden ayırmış, Kurtuluş Savaşı yıllarında kuzeyde güvenliğimizi sağlamış ve zafere ulaşmamızı kolaylaştırmıştır”13 dendiğine rast geldim.
Çanakkale Savunması’nın Britanya’nın müttefiklerini de üzdüğü ve olumsuz etkilediği elbette doğrudur. Ama Boğazların 1915’de düşmesi halinde Birinci Dünya Savaşının, bilemediniz, 1916 itibariyle sona ereceğini, Rusya’nın devrimden kurtulacağını ve hatta Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı yolunun büsbütün bloke olacağını söylemek tarihin yöntemiyle bağdaşmadığı gibi, somut olgularla da desteklenmesi mümkün olmayan yargılardır. Britanya’da Çanakkale operasyonunun baştan sona hata olduğunu ve yapılan yatırımı asla karşılamayacağını düşünenler az değildi. Sonra -elbette başka bir konjonktürde- Boğazlar savaşın bir momentinde düşmüştür. Rusya’da devrimin ve Türkiye’de işgalin geri püskürtülmesinin arka planındaki belirleyici unsuru Çanakkale’de aramanın bir mantığını göremiyorum.
Dediğim gibi, bu tez bir şaka olabilir veya Türkiye’nin Ruslardan onca para ve silah yardımını karşılıksız almadığını kanıtlama kompleksi içinde uydurulmuş olabilir. Ancak Rusya-Türkiye ilişkisinde devrimle birlikte birinden diğerine bir avantaj transferi yaşanmış ise, bu ilişki karşılıklılık olarak görülemez ve yönü tersine çevrilemez. Rüzgar Kuzeyden esmiştir.
Yukarıda da değindim; devrimin rüzgarını yiyenler her boy ve türden iflah olmaz pragmatistlerden ibaret değildi. İnanmış ve devrimin okulundan geçmiş samimi komünistler de vardır. Onlara geleceğim; ama önce nesnel olarak bir burjuva devrim sürecini idrak etmekte olan Osmanlı ve Türkiye egemen güçlerinin devrim kavramıyla ilişkisine değinmemiz gerek.
Amalı fakatlı devrim
“Anadolu Kuvâ-yı Milliye Hükümeti’nin savet (sovyet – AG) olduğunu iddia ettiği Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyetleri muhtelif karakterler arz ettiği ahîren (son zamanlarda – AG) Anadolu’dan avdet eden vazifedâr arkadaşlarımız tarafından haber veriliyor.
“Harb-ı Umumi ihtikârıyla (vurgunculuk – AG) servet edinmiş kimselerden teşekkül eden Trabzon Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti ahîren şarktan gelecek herhangi bir komünizm ihtimaline karşı İttihat ve Terakki ve Hürriyet ve İtilaf namındaki muarız iki burjuva partisini sınıf menfaatiyle birbirine yaklaştırmış ve hatta birleştirmiştir.
“Erzurum Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti ise daha halkçı ve hatta fukarâya hayırhah görünmekte hükümetin ve ordunun yolsuzluklarını tesbit ve cemaat üzerinde daha nafiz (etkili sözü dinlenen – AG) bulunmaktadır. Erzurum cemiyetinin vaziyeti bu derece demokrat olmakla beraber diğer mahallerin, mesela Samsun, Kastamonu, Konya, Eskişehir ve saire cemiyetleri hemen umumiyetle eşrafın, mütegallibenin, harp zenginlerinin ellerinde bulunmaktadır. Bunlarla Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin aşağıdan yukarıya doğru halkın işçi ve çiftçi tabakasına istinad ettiği hakkındaki iddiaların hiçbir mevkii olmadığı tahakkuk eylemiştir (kanıtlanmıştır – AG). Bu cihetlerin Bolşevizm ile münasebetleri yalnız Türkiye’ye maddi muavenet (yardım – AG) teminine matuf olup azami pazarlık neticesi yapılabilecek bir inkılap ancak idare-i hazıra şeklini asgari değiştirecek ve hazıran faal eşhası (eşhas: şahısın çoğulu – AG) muhakkak yerlerinde bırakabilecek bir mahiyettedir.”14
TKP’nin ilk belgelerinden birinde Kurtuluş Savaşının yöneticisi egemen güçler hakkında herhangi bir yanılsamanın varlığı sezilmiyor. Söz konusu hareketin burjuva karakterine ilişkin tereddüt yok. Öyle ki, komünizm “tehlikesi”nin, işgal koşullarına bakmaksızın egemen sınıfları tek cephede birleştireceği yönünde bir görüş raporlara geçmiş.
Bu bakış açısının ilkeli bir biçimde hayata geçirilip geçirilmediği önemli ama ayrı bir konudur. Burada, Sovyet faktörünün Türkiye komünist hareketini ileri çeken herhangi bir etkide bulunmadığını not edelim. Tersine, en ters dönemeçlerde bile Rus Devrimi, Türkiyeli yoldaşlarına anti-emperyalist burjuvaziyle ilişkisinde hep itidal ve anlayış tavsiye etmiştir.
Peki 1919-1923 yıllarında mücadelesinin doruğunu teneffüs eden Türkiye burjuvazisi ne menem bir devrimciliğe sahiptir?
“Amalı fakatlı” bu devrimciliği daha önce Gelenek’te de ele aldığımız çok oldu. Türkiye devrimci olmayan bir burjuva devrimi yaşamıştır.
Ancak bunun büsbütün Türkiye’ye ait bir sendrom mu olduğu, yoksa tersinin mi doğru olduğu tartışmalıdır. Tersini destekleyen, yani burjuvazinin iktidara geliş sürecinin devrimler yoluyla ve devrimciler eliyle gerçekleştiği örneklerin hayli istisnai olduğunu savunan görüş yabana atılmamalıdır.
Ellen Meiksins Wood Komünist Manifesto üzerine bir çalışmasında15 burjuva devrimine biraz da bu pencereden bakmakta, 1848 dönemecindeki Avrupa’yı taradıktan sonra şu sonuca varmaktadır:
“Henüz olgunlaşmamış durumdaki proletarya, özellikle Fransa ve Almanya’nın daha gelişmiş bölümlerinde, üye sayısıyla orantısız bir etkiye sahipti, ama bu başarılı bir devrimin toplumsal temelini sunamıyordu.
“Hoş, bir ‘burjuva demokratik’ devrim için bile sağlam bir toplumsal taban yoktu. Devrimci hareketler, farklı derecelerde, kitle hareketliliğine dayanmıştır. Oysa burjuva liberallerini ve radikallerini her yerde demokrasiden ve hatta liberalizmden katı hiyerarşiye, düzene ve gericiliğe hızla çark ettiren, tam da kitle hareketliliğinin tehlikeleriydi.”
Burjuva devrimin anavatanında, burjuvazi kitle korkağıdır. Sadece bizde değil…
“Devrimci ‘burjuvazi’ iç bütünlüğe sahip bir sınıf değildi. Bu sınıfın içinde önem taşıyanlar memurlar, profesyoneller ve aydınlardı. Sanayileşmenin daha ilerlediği ülkelerde bile, egemen düzene muhalefet eden sanayi burjuvazisi küçük ve görece zayıftı; öyle ki farklı maddi çıkarlara sahip halk güçlerinin desteği olmaksızın egemen elite karşı kendi başına harekete geçme yeteneğine asla sahip değildi.”
Ama bu burjuvazi aynı zamanda kitlelere mahkumdu!
Bu çelişkiden bir şey çıkmamış, devrim aksak topal kalmıştır, Wood’a göre. Sanayi ülkesi olmayan Fransa’nın devrimini, bildiğimiz burjuvazi değil, makam ve meslek sahibi kesimler Aydınlanma radikalizmine kadar taşımışlardı.
Biraz karikatürize ederek söylersek, bu teze göre radikal ve büyük burjuva devrimlerini burjuvazi yapmamıştır! Bütün dünyasını Türkiye’de sivil bir burjuvazinin az gelişmiş olmasının üstüne kuranlar yanılmaktadır.
“Klasik ‘burjuva’ mücadelesi, 1789 Fransız Devrimi’nin kapitalizm ile pek az ilişkisi vardır. Devrimci burjuvazinin çekirdeğini kapitalistler veya -hatta- pre-kapitalist türden ticari sınıflar değil, dükkan sahipleri ve profesyoneller oluşturmuştur. Bu tür insanların devrimci amaçlarının da kapitalizmi özgürleştirmekle değil, sivil eşitlik ve ‘yeteneklere olanak açılması’ gibi taleplerle ilgisi vardı. Bu burjuva amaçlar kapitalist zenginliğin en yüksek emel olduğu bir topluma ait değildir.”
Kapitalist zenginleşmesinin başlıca emel olduğu örnek ülke, yani İngiltere’ye ise devrim ya da devrimcilik hiç uğramamıştır!
“Britanya kapitalizmi ise yalnızca veya -hatta- öncelikle burjuva bir nitelikte olmamıştır. Britanya toprak aristokrasisi de kentli sınıflar kadar kapitalistti. Kapitalizm İngiltere’de gerici aristokrasiye karşı verilen siyasi anlamda ilerici ‘burjuva’ mücadeleler yoluyla kurulmamıştır.”
Burjuva devriminin işte böyle bir şey olduğunu saptamak, onun bir büyük dönemeç olduğunu, insanlığın kurtuluş sürecinde tarih öncesi ile tarihi birbirinden ayıran bir ayraç olduğunu inkar etmeyi getirmez. Çünkü kapitalizm burjuvazinin devrimcilik dozajından ayrı bir nesnelliğe sahiptir.
İşçi sınıfının ve sosyalizmin bu virajı geriye doğru alması mümkün değildir. Ama:
“Ve bundan çıkan sonuç, Rusya’da kapitalist bir gelişmenin zorunluluğunun kabul edilmesinin ve burada uzanan tarihsel ileriliğin onaylanmasının, hiçbir şekilde, proletaryanın bir de bu gelişmeyi desteklemesi gerektiği anlamına gelmediğidir. Proletarya bu gelişmeyi selamlamalıdır, çünkü yalnızca bu, proletaryanın belirleyici bir güç unsuru olarak oluşması için gerekli zemini yaratır. Ama aynı zamanda bu gelişmenin gerçek taşıyıcısına karşı, burjuvaziye karşı vereceği kendi amansız öz mücadelesinin koşulu, önkoşulu olarak da bu gelişmeyi selamlamalıdır.”16
Lukács bir sözcük oyunu yapmıyor. Kimse Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu’nda betimlediği insanlık dışı sömürünün kapitalistleşme ve burjuva devrimi denen süreçle ilişkisiz olduğunu iddia edemez. Engels bu süreci “desteklemiş” olabilir mi? Kimse insan hayatını alınır satılır bir mala dönüştüren, koskoca bir işsiz emekçi topluluğu yaratarak sanayisine yedekleyen bir burjuvaziyi, insanlık değerleri, ilericilik, sol veya işçi sınıfı adına destekleyemez!
Lukács, Marx’ı, Engels’i ve Lenin’i doğru anlatmıştır. Lakin desteklemek ile selamlamak arasındaki stratejik ve politik mesafeler, kağıda yazıldığı kadar kolay tayin edilemeyecektir.
Ekim Devrimi ile ilişkisini, amiyane bir tabirle para koparmak üzerinden kuran ve olsa olsa yönetici fraksiyonları değiştirebileceği öngörülen bir burjuva kurtuluşçuluğu karşısında komünistler neyi desteklesin, nasıl selamlasınlar? Çıkarcı yaklaşımın sonuna kadar farkında olduğundan kuşku duyulmaması gereken Ekim Devrimcileri güvensiz bir ittifak yolunu seçmişler ve Türkiyeli komünistlere bu ittifakı riske atmaksızın iş yapmalarını tavsiye etmişlerdir…
Destekleme hatasına mı düşülmüştür, yoksa komünistler işçi sınıfının gelecek mücadelesinin objektif habercilerini hakkıyla selamlamışlar mıdır?
Bu soru, bu yazının temel noktasını oluşturmuyor. Ama madem buraya kadar geldik, düşüncemi söyleyeyim, sorunun basit bir yanıtı yoktur. Tablo sağlıklı ve sağlıksız unsurları hep birlikte barındırmaktadır. Sovyet Devrimi’nin önceliklerini yeterince dikkate almayan bir sol stratejinin Ekim Devrimi’nin damga vurduğu çağda geçerliliği olamaz. Ama Sovyet devriminin önceliklerinden hareket etmek adına, Türkiye’de komünizmi tatil etmeye varan işler yapıldığı da açıktır. Hem Türkiyeli komünistler arasından böyleleri çıkmıştır, hem de Sovyet komünistlerinin mesajı hep fren etkisi yapmıştır.
Bu arada, Lukács’ın hassasiyetinin Rusya ve Türkiye’nin devrimcilerince de aynen paylaşıldığını düşünmek de doğru olmayacaktır.
Ekim Devrimi ile Türkiye komünizminin arasındaki politik-örgütsel ilişkinin karakterini bu fren etkisi özetler. Kuşkusuz biricik ilişki politik-örgütsel değildir ve Ekim Devrimi bütün dünyayı olduğu gibi Türkiye’yi de bereketli dalgalarıyla sulamıştır.
Konumuza dönersek, Kemalist hareketin ve ondan ziyade 1920 nesnelliğinin işleri daha da karmaşıklaştırdığını itiraf etmeliyiz.
Kolay değil, kemalizm Türk-Osmanlı yönetim geleneğinin mirasçısıdır; bu mirasa çok uzun bir aradan sonra büyük bir politik ataklık ve iddialılık katmıştır ve Ekim Devrimi sayesinde başka renkler kazanmıştır.
Büyük güvensizlik
Kurtuluş Savaşı ve kemalizm, “amalı fakatlı” bir devrimdir.
Böyle şey olur mu, diye ayağa kalkacak olan liberaller dört dörtlük bir örnek getirsinler.
Ama solu ezdiler, diye itiraz edenler solu baş tacı eden burjuva devrimi bulsunlar…
Kemalizmi, kendinden önceki reform sürecinden ayırt eden ve üstün kılan yanları ideolojik netliğinde, dönüşüm programında, mücadele yöntemlerinde, sınıfsal kompozisyonunda değildir.
Kemalizm, Ekim Devrimi’ne çok şey borçludur. Belki de tam bu nedenle kemalizm sola çok uzaktır. Desteklemekle selamlamak arasındaki farkı en iyi kavraması gereken de bu yüzden Türkiye soludur.
20. yüzyılın başındaki “Rus sempatizanlığı”na kuşbakışı göz atmıştık… Mustafa Kemal lidersiz kalan İttihat Terakki örgütlenmesini siyasi olarak ele geçirmiştir. Anadolu’da İstanbul’un denetiminden tamamen kopan devinime bağımsızlıkçı bir renk kazandırmıştır. Aynı Anadolu, Rusya’daki gelişmelerin barış çıktısının ötesindeki anlamının farkına daha kütlesel olarak varmaktadır: Rusya’da halk denen bir faktör ortaya çıkmıştır.
Ancak bu kavrayışın sınırları bellidir:
“1920’de Baku Kongresi sırasında Zinovyev, kendisine ‘liberal’ diyen bir Türk politikacısına, (…) Türk köylüsünün Bolşevik kelimesinden ne anladığını sorduğunda şu cevabı aldığını zikreder: ‘Biz genellikle bu kelimeyi İngiltere’ye karşı mücadele etmek ve bize de yardım etmek isteyen kişiler için kullanırız.’
Zinovyev devamla, Türkiye’deki köylülerin Bolşeviklerin yalnızca İngilizlere karşı değil, hatta Türk zenginlerine karşı da mücadele edişiyle ilgili düşüncelerinin ne olduğunu sorduğunda ise bir cevap alamadığını belirtir.” 17
Bu, Bakü’de olandır. Politikacılar, delegeler, yani belli bir formasyona sahip olduğu varsayılan kişiler vardır Doğu Halkları Kurultayında. Bu topluluğun bilgisizlik diye bir sorunu ya yoktur, ya da sorunun Osmanlı-Türk aydınının cehaletine indirgenmesi çok yanlıştır.
Anadolu’da komünizmin yolunu keşfedenlerin çoğunluğunun marksizmle ilişkisinin zayıflığını anlatan sayısız pasaj bulabilirsiniz. Suphilerin partisinin kayıtlarına geçmiş bir tanesi şöyle:
“Ankara’da Yeni Gün Gazetesi komünist olduğunu iddia ediyor. Bu gazete bir taraftan tekamülcü komünistlikten bahs ettiği halde diğer taraftan saltanattan, padişahtan bahs eyliyor ve ahirete gitmiş olan Sultan Osman ve Fatih Sultan Mehmet gibi padişahların ruhaniyetinden meded umuyor ve resimlerini gazeteleriyle neşr eyliyor.” 18
Memleketin cahili çok olabilir. Ama mesele cehalet değildir.
Anadolu’da pragmatizmin krallığı kurulmuştur!
“Hava o derece bulanıktır ki ilk Türk delegesi olarak Moskova’ya giden Dr. Fuat Sabit Komünist Partisi’ne girmiş ve Ruslara rapor vermiş, bu raporların bir suretini de Karabekir Paşa’ya yollayabilmiştir. Nizamettin Nazif Moskova’da belde tabanca toplantılara katılmış, Hâkimiyeti Milliye Gazetesi yazarı iken hüküm giymiş, komünist mi, Teşkilatı Mahsusa ajanı mı olduğu belli olmayan bir kişidir. Bakü TKP Kuruluş kongresinde ateşli bir demeç veren Cevdet Dursunoğlu ise T.B.M.M. üyesi olacaktır.” 19
Bu krallığın birinci kuralı, aktardığım son pasajın devamında Mustafa Kemal’in kimseye güvenmemesine hak veren Rasih Nuri İleri’nin dediği gibi, mutlak ve çok yönlü bir güvensizliktir! İttihatçılar, kemalistler, Yeşil Orducular, komünistler, Moskova… kural herkesi kapsar niteliktedir.
Nasıl olmasın ki; bu tablonun kuşkusuz en temiz unsuru olan TKP’nin Rusya’da gerçekleştirdiği örgütlenme Osmanlı savaş esirleri tabanına oturuyordu. Bu eski askerlerin içinde başlarına gelen maceranın sona erip bir biçimde memlekete dönmekten başka isteği olmayanlar kaç kişidir?
Hepsini geçelim; TKP’nin 10 Eylül’de sorumluluğu üstlenen yedi kişilik Merkez Komitesi’nin temel stratejisi ve açılımı olarak bilinen Türkiye’ye dönüş, ilk gündeme getirildiğinde, İsmail Hakkı “Suphi yoldaşın beyanatı bir tezdir” tepkisini veriyor.20 İsmail Hakkı’nın dürüstlüğünden kimse kuşkulanmamaktadır; ama daha önemlisi İsmail Hakkı’nın “Şark Şurası” ile ilişkisidir. Şura’nın ve dolayısıyla Moskova’nın TKP’nin Anadolu’ya taşınması fikrini benimsemediği bilinmektedir.21 Bu politikayı benimsemeyen MK üyeleri, Anadolu’ya geçmek yerine Bakü’de kalıp Dış Büro olmuşlardır.
Yolculuğa çıkanlardan MK üyesi Mehmet Emin, Maçka’da gruptan ayrılır.22 Yanında “Türk İştirakiyyun askeri teşkilatı”nın askeri ve siyasi komiseri olduğu bilinen Süleyman Sami de vardır. Bu ikili Enver Paşa’nın kurdurttuğu ilk Türkiye Komünist Fırkası’ndan 10 Eylül partisine bakiyedir. Suphi, İttihatçı kökenli23 bu arkadaşlarının ayrılmalarını engellemeye çalışıyor, olmuyor.
Yurtdışında kalan ekipten olan ve TKP MK üyesi olmaktan ziyade Şark Şurası’nın TKP içindeki temsilcisi gibi bir görüntü veren Süleyman Nuri ise 1921 yılını Mustafa Suphi’yi itibarsızlaştırma misyonuyla geçiriyor. Nuri’nin kime çalıştığı, hangi kuruma ajanlık ettiği konumuzun dışında kalsın…
Pragmatizmin, konumuzla ilgili bir önemli boyutu Kuzey rüzgarına yelken açmakla ilgilidir. 1920’de komünizmin safları biraz da bu art niyetle kalabalıklaşmıştır. Rekabet esas olarak İttihatçılarla Ankara, ya da Enver ile Kemal arasında yaşanmıştır. Bakü’deki İttihatçı komünist fırka Azerbaycan’ın bolşeviklere geçmesinde rol sahibidir. Daha sonra Ankara’da Mustafa Kemal’in kurdurtacağı parti bu kulvardadır. Rüzgar, hem siyasi güç, hem silah, hem para taşıyacağı için çok değerlidir. Bunlar için komünist kılığına bile girilebilir!
Mustafa Kemal, Suphi-Nejat TKP’sinin temsilcisi olarak görüştüğü Süleyman Sami’ye (az önceki dipnotta sözünü ettiğimiz kişi) de bu konuyu açmadan edememiştir:
“- Ruslar bize yardım edecekler mi?”
Yanıt ilginçtir:
“- Rusya Cumhuriyeti müşterek emperyalist düşmanın ifnâsı (yok edilmesi- AG) ve mazlum milletlerin esaretten halâsı (kurtuluşu – AG) için Türkiye’ye yardım etmeye karar vermiştir. Fakat Rusya’da Anadolu hükümetinin komünizmden çok uzak olması Türkiye hakkında şüpheleri uyandırdı. Türkiye kati muavenet (yardım -AG) görmek isterse komünist efkârına (fikirler – AG) kapılarını açmalıdır.”24
Mustafa Kemal Paşa, Millet Meclisi’nin emekçilerden uzak yapısına dönük şikayetleri paylaştığını ve gerekli tedbirleri almakta olduklarını da söylemektedir!
Başka tuhaf şeyler de olmaktadır. “Efkar-ı umumiye Bolşeviklik rüzgarı ile öylesine doludur ki 2 Mayıs 1920 tarihli Açıksöz’de (Kuvâ-yı Milliye hareketinin yayın organlarından biri – AG) ‘Bolşevik kıtaatının yaklaşması hasebiyle Bir Mayıs’tan itibaren Trabzon’da Bolşeviklik ilan olunmuştur’ haberi, gazetenin baskıya girdiği anda yetiştiği belirtilen bir haber olarak yer almıştır…” 25 Belki de, İttihatçıların egemen olduğu Trabzon’da bolşevikliği ilan edenlerle ertesi yılın başlarında Mustafa Suphi’leri katleden cani sürüsü aynı kadrolardan oluşmaktaydı!
Artık 1920’deyiz. Türkiye’de solun ve komünist hareketin sıçrama yaptığı ve önceleri bu solculaşmaya pragmatik biçimde tutunan ulusal kurtuluş hareketi önderliğinin stratejisinin netlik kazandığı yıl.
Güvensizlik ise burada bitmeyecek, yeni Türkiye’nin dokularına sinecektir.
Kırılma noktası, denge noktası
1920 Mayısında Polonya-Sovyet savaşı patlak verir. Ekim Devrimi’nin birinci dalgası 1918 başlarında Brest-Litovsk Anlaşması’yla durulmuştu. 1918-1919 kışında Alman Devrimi’nin önce yükselip sonra yenilgiyle sonuçlanması, sosyalizmin Avrupa’ya yayılma olasılığının gerilemesi, Sovyet Rusya’da iç savaşın yoruculuğu sonucunda Moskova’nın yüzünü daha fazla Doğuya çevirdiği bir döneme girilmiştir. Ancak Polonya cephesi, umutları yeniden körükler.
“1920 Mayısı’nda Polonya’yla savaş çıkması ve beraberinde güneyde Wrangel’in liderliğini yaptığı ‘beyaz’ kuvvetlere karşı sürdürülen iç savaşın yeniden alevlenmesi, 1919’daki durumu daha küçük bir ölçekte yeniden ortaya çıkarttı. (…) 1920’nin ilk aylarında batıyla daha yeni yeni kurulmaya başlayan rapprochement (yakınlaşma – AG) filizleri koparıldı ve bu da öncekiyle aynı sonuca, Sovyet dış politikasının esası olarak diplomatik temasların yerine devrimci propagandanın geçmesi sonucuna yol açtı.”26
Durum önce Sovyetler lehine gelişti. Ağustos’ta Kızıl Ordu Polonya’ya girdi. Lenin’in merkezinde durduğu görüş bolşevik politikasını belirledi. Buna göre Kızıl Ordu Varşova’ya yaklaştıkça, Polonya işçi sınıfı ayaklanacak ve sosyalizmin zaferi ile devrimde yeni bir sayfa açılacaktı. Açılan Almanya’da kapanan sayfaydı…
Mustafa Kemal de Polonya cephesine bakıyordu. Tarih 14 Ağustos 1920, yer Büyük Millet Meclisi:
“Efendiler Bolşevikler, politik ve hatta sosyal bakımdan (…) Ermenilere önem vermişlerdir. Kayırıcı bir politika izler görünmüşlerdir. Fakat bugün bu Ermeniler onlara bile nankörlük etmiştir. Onların kuvvetine bile fiilen tecavüz etmiştir (kahrolsun sesleri). Pek ziyade umulur ve beklenir ki, bu defa Bolşevik Cumhuriyeti artık bu küstah milletin haddini bildirmek için şiddetli ve kesin kararını verecektir ve pek fazla beklenilir ki Polonya başarısından sonra Bolşevikler bizim ile maddi olarak vücude getirdikleri bağı pekiştireceklerdir.” 27
Burada Ermeni başlığına takılmaya gerek yok. Ermeni başlığının önemi Rus-Türk ilişkilerinin mihenk taşı olmasıdır. Mustafa Kemal “Bunu bile aşarız.” demiş oluyor.
Ama Kızıl Ordu Ağustos ayının ortasında başlayan Polonya karşı saldırısının önünde Ekim ayının ortasına kadar süren bir yenilgi yaşadı. “Varşova’daki Polonyalı işçiler ayaklanmayınca, hatta başkenti savunmak için ulusal orduya katılınca, her şey suya düştü. 1920 Ağustosu’nda Varşova önlerinde bozguna uğrayan Kızıl Ordu değil, dünya devrimi davasıydı.” 28 Tarihçi Carr, sosyalist ekonomik kuruluşta geçici bir geri adım anlamına gelen ve 1921’de uygulamaya konacak olan NEP’in, dış politikada bu momentte devreye girdiğini saptar. “Yeni dış politika, Lenin’in NEP için kullandığı kelimelerle, ‘cidden ve uzun bir süre için’ benimsenmişti.” 29
Kemalist Ankara’nın oturacağı dengelerin koordinatları dünya devriminin çarptığı Varşova duvarında yazıyordu. Ankara Sovyet destek ve yardımını almak için artık daha fazla şansa sahiptir ve Batı ile uzlaşmanın kapıları biraz daha açılmıştır. Dünyanın denge bulması, en fazla dengeci Ankara’nın işine yaramaktadır. Devrimin bir dalga halini almaması ama tutunması, sadece Ankara’nın Moskova’ya değil, Moskova’nın da Ankara’ya ihtiyacı olması demektir.
Ancak nasıl ki NEP Sovyet Devrimi’nin kamu mülkiyeti ve merkezi planlama ilkelerinin iptali anlamına gelmiyor idiyse, kemalist denge de sınıf karakteri ve kapitalistleşme yörüngesinden en ufak bir sapma göstermiyordu. Ne birinde ne ötekinde herhangi bir ideolojik ray değiştirme söz konusu olmamış, ideolojik halüsinasyonlara alan açılmamıştır.
Az yukarıda Kızıl Ordu’nun zafer haberini bekleyen Mustafa Kemal, başka zaman başka yerde değil, aynı konuşmasının devamında konuyu komünizme getirir:
“Bu münasebetle efendiler, yine doğuya ait olan bir noktadan söz edeceğim. Duymuş olacaksınız ki, son günlerde Bakü’de milletlerarası bir kongre yapılmaktadır. (Bu konuşma yapılırken Doğu Halkları Kurultayı henüz toplanmış değil; Mustafa Kemal toplantı hazırlıklarıyla ilgili konuşuyor – AG) Resmi ve gayrı resmi yapılmakta olan müracaatlarda bizden de oraya temsilciler davet ediyorlar. Bu davetler doğrudan doğruya halkımıza yapılıyor. Trabzonlulara, Erzurumlulara her taraftan bir takım davetnameler geliyor, gönderiliyor. Aldığımız bilgiye göre bazı yerlerden, özellikle sınıra yakın yerlerden bazı kişiler bu kongreye gitmişlerdir. Her münasebet düştükçe arz etmişim ve bu münasebetle de bir defa daha tekrarlamak ve üzerinde durmak isterim ki, biz memleket ve milletimizin varlığını ve bağımsızlığını kurtarmak için karar verdiğimiz zaman kendi görüşlerimize bağlı bulunuyorduk ve kendi kuvvetimize dayanıyorduk. Hiç kimseden ders almadık, hiç kimsenin aldatıcı vaadlarına aldanarak işe girişmedim. Bizim görüşümüz, bilinir ki, bolşevik ilkeleri değildir ve bolşevik ilkelerini milletimize kabul ettirmek için de şimdiye kadar hiç düşünmedik ve teşebbüste bulunmadık (…)Biz kongrelere de gideriz. Her tarafa gideriz, her şeye katılırız, yalnız biz katılırız. Millet gider, yani milletin temsilcilerinden kurulu olan meclis gider ve yapılması gereken şeyi o yapar ve ancak yüksek meclisinizin yetkilerine sahip olan memurların herhangi bir kongrede, herhangi bir yerde, herhangi cemiyette, herhangi hükümette yapacağı temas, söyleyeceği söz, vereceği imza makbul ve geçerli olmak gerekir.”30
Bakü’de tezgah açan bir kişi de Enver Paşa’dır. Mustafa Kemal komünizme saldırarak Enver’e mesaj göndermektedir. Meclis dışında, Kemal’in kontrolünün dışında herhangi bir inisiyatif Ankara’nın düşmanı sayılacaktır.
Sol dalgası açısından kırılma noktası, kemalistler için denge noktasıdır.
Kemalizm Ekim rüzgarı, solcu dalgalar ve pragmatizmin hükümranlığı altında yaşadığı belirsizliklerden kurtulmak üzeredir.
Ancak değişimin Polonya meselesinin analiziyle açıklanması eksik olur. Zaten Mustafa Kemal’in komünizme ilişkin tutumunu hatırlatması için Kızıl Ordu’nun Varşova’dan rücu etmesi gerekmemiştir. Yalnızca bir denklikten söz edebiliriz. Komünizmin dalga dalga yayılmadığı koşullarda Anadolu kurtuluş hareketinin solunu budamak ve Sovyetlerle yakınlığı sürdürmek daha kolaydır. Kurtuluş hareketi açıkça, sınıf karakteri gereği, dolayısıyla ilkesel olarak anti-komünisttir.
Yukarıda bu konuda Ankara’da bir yanılsama olmadığını gördük.
Yanılsama Suphi-Nejat ekibinde de yoktu, gördük. Zaten gerek Mustafa Kemal’in gerekse Kazım Karabekir’in ayrı inisiyatife izin vermeyecekleri yolundaki mesajları alabildiğine nettir.
Sovyetler’de ise; “1920-21 kışında Moskova’da görüşler Kemal’le yapılması düşünülen anlaşma lehine kayıyordu. 1920 Aralığı’nda Narkomnats’ın resmi dergisi, milliyetçi Türkiye’yle dostane ilişkiler kurmanın Kafkas Müslümanları üzerinde iyi bir intiba yaratacağını ileri sürüyordu. Aynı ay yapılan sekizinci Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi’nde Lenin, bir kez daha ‘emperyalizmin zulmünden mustarip bütün halklar arasında temel çıkarların örtüşmesi’ üzerinde durarak, İran’la yakında imzalanacak anlaşmadan ve Afganistan ve ‘hatta’ Türkiye ile ilişkilerin güçlendirilmesinden bahsediyordu.”
(dipnot) “Partide bu konuda farklı görüşler de beslendiğinin az sayıdaki göstergelerinden biri, Kafkasya yolculuğundan döndükten sonra Stalin’le yapılan ve 30 Kasım 1920 tarihinde Pravda’da yayımlanan bir röportajdı (…) Stalin ‘Antant devletlerinin Kemalistlerle oynamaya yönelik ciddi bir girişimde bulunduklarını ve Kemalistlerin de belli ölçülerde Sağ’a kaydıklarına işaret eden semptomlar’ görüyor ve Kemalistlerin ‘ezilen halkların kurtuluşu davasına ihanet’ edebilecekleri, hatta ‘Antant devletlerinin kampında boy gösterebilecekleri’ ihtimali üzerinde spekülasyonlarda bulunuyordu (…) Stalin bir yıl sonra Türkiye’ye yardım politikasına karşı çıkanlardan biriydi.” 31
Sovyet resmi görüşünün ulusal kurtuluşu desteklemek ve TKP’nin frenine basmak olarak şekillendiği açıktır. Ancak bu görüşün arka planında kemalist muhataplarına ilişkin herhangi yanlış algı olmadığı, bu tartışmalardan da anlaşılmaktadır. Moskova, Stalin’in analizlerine bütünüyle vakıf olarak yardım ve destek politikasında karar kılmıştır.
Sovyet Rusya, Türkiye’nin varlığının güvencesi olmakta, Türkiye de Sovyet Rusya’nın kuşatılmasına engel oluşturmaktadır. Her iki taraf birbirini tanımaktadır.
Ekim Devrimi’nin yayılma ve dünya devrimine dönüşme olasılığı ortadan kalkarken oturduğu, başkalarını zorlayıcı değil frenleyici konum, kemalistler için hayli ileri bir denge noktası olmuştur.
Telafi ve tasfiye
Kapitalist tercihli Ankara bu ileri dengeye solun tasfiyesiyle gelebilirdi. TKP liderliğinin katledilmesi, Çerkez Ethem’in tasfiyesi, komünist hareketin yeraltına itilmesi…
Bu süreç yaşanırken Sovyetlerin sorun çıkarmayacağına ilişkin bir güvencenin alınmış olması mümkün değildir. Tersine, aslında Türkiye’deki Sovyet temsilcileri Kurtuluş Savaşı ve onu izleyen birkaç yıl boyunca legal veya illegal olsun, yerli komünistlere ilişkin olarak neredeyse resmi bir temas noktası gibi davranmışlardır. Bu davranış kalıbı daha sonraki dönemlerin diplomatik adabıyla tamamen ilişkisizdir. Ancak solun tasfiye edildiği sırada, bolşevikler stratejik kararı vermişler ve genel olarak NEP’e yönelmişlerdi. Bu yol pratikte yapılabileceklerin sınırını çiziyordu.
Aslolan kuşkusuz bu pratik sınırdır. Bunu unutmaksızın birkaç not düşmekte yarar var.
Suphilerin katledilmesinden sonra, 11-12 Nisan 1921’de TKP yurtdışı bürosu, yani Bakü merkezli organizasyonun mevcut en üst organı, Rus temsilcisinin katılımıyla toplanıyor:
“Krasin: Suphi ve sairenin… karşı icraat lazım. Bu yolda bir mani var. Resmen Kemal’e bir şey yapamayız. Bizim kafi materyalimiz de çok (?) Diplomatik münasebata da tesiri olabilir. İttifaka falan. Ölenler hep Türk tebaası. Kemal’den soramazlar. Kemal’in ajanları tevkif…Diğer bir mesele: Türkiye’de TKF var. onlara muhalefet doğru olamaz. Oraya gönderip işe başlamak icap etmez. -Başka teşkilat varsa onlar bu itlafa karşı itiraz, şikayet ve dava -Mustafa Kemal aleyhinde değil, katiller aleyhinde – Bir de meseleyi B. Millet Meclisinde kaldırmalı.” 32
Tutanak dilinin bozuk olmasına takılmayalım. Takılacak daha başka çok şey var!
Ölenlerin Türk tebaası olması nedeniyle Kemal’e soru sorulamayacak olması ne demektir? Türk tebaanın hayatı Kemal’in insafında mıdır? İttifakın zarar görmemesi için nelere katlanılır? Bu arada Türkiye’deki TKF kimdir? Bu toplantıya katılanlar Anadolu’da büyük bir iç hesaplaşmanın yaşandığının ve neredeyse tamamlandığının farkında değiller midir?
Sovyet fren politikasının başarısız bir stand-up komedisi olarak uygulanması kaçınılmaz değildir. Bunun için bir neden bulunmuyor. Tersine, Bolşevik Partisi, 1917’yi izleyen yıllarda yalnızca devrimci siyasette değil, devrimi koruma siyasetinde de ustalığını kanıtlamış bir partidir. Üstelik Azerbaycan’da Türk partisiyle birlikte, yakın mesai içinde çalışan kadroların merkeze uzak olduklarını düşünmek de yerinde olmaz. TKP MK trajik yolculuğa çıkmanın arifesinde Stalin’i konuk edebilen bir kuruldur.
Yukarıda aktardığım ve tartışılmayı bile hak etmeyen laf gevelemelerinin Sovyet cephesindeki nedeni, kanımca güvensizliktir. Anadolu’da hükümranlığını ilan eden güvensizlikten farklı olarak bir de Moskova’yı mesken tutan güvensizlik vardır. Moskova’nınki Anadolu’ya baktıkça kendine hep hak vermiştir. Aşağıda açmaya çalışacağım.
Laf gevelemenin Türk cephesindeki nedeni ise, sanırım, siyasi yetersizliktir. Mustafa Suphi ve Ethem Nejat’ın eksilmediği durumda ne olacağı sorusunu yanıtlamak kuşkusuz son derece spekülatif olurdu. Ama bu riski göze alarak, Suphi ve Nejat’ın kalibrelerinin Ethem’in tasfiyesine ilişkin aşağıdakileri söylemelerine izin vermeyeceğini iddia edebilirim:
“İsmail Hakkı yoldaşın raporunu DİNLEDİKTEN sonra aşağıdaki KARARI aldık:
Bizler, Ethem’in ve yandaşlarının Batı Cephesi’nde, Anadolu Cephesi’nde devrimci Anadolu hükümetine karşı çılgınca, anarşik çıkışını lanetliyoruz. Anadolu’daki devrimci hareketin destekçileri olarak bizlerin bu gibi şahıslarla hiçbir ilişkisi ve hiçbir ortak yanı olmamıştır ve olamaz…”33
Toplantı Suphilerin katlinden yaklaşık bir hafta sonra yapılmaktadır. Mesele katılımcıların korkunç olaydan haberlerinin olup olmaması değil, Türkiye’ye ilişkin siyasi bakışlarının ne denli yanılgılarla dolu olduğudur.
Bu karar alınırken Türkiye’de solcu avı başlamıştı! Üstelik bu operasyon geride kalan birkaç aylık sürecin organik devamıdır. Bakü TKP’si Ethem’e anarşik çıkış yakıştıra dursun, Anadolu TKP’si saldırı altındadır. Kısa bir süre sonra, yeni kurulan Umur-ı Şer’iye Vekaleti, ilk işlerinden biri olarak bolşevizmi “Kuran ile bağdaşmayan tehlikeli ve sahte cereyan” olarak kınayan bir fetva yayınlayacak, müminleri Türkiye Halk İştiyakiyun Fırkası’ndan ayrılmaya çağıracaktı!34 Acaba Harici Büro, Ethem’in tasfiye edilmesiyle Yeşil Ordu ve benzeri görüntü bozucu parazitlerin ortadan kalkacağını ve solun biricik ve gerçek temsilcisi olarak TKP’nin önünün açılacağını mı düşünmüştür? Yoksa, sadece ittifaka bir şey olmasın mıdır kaygı?
Her durumda karşımızda bir siyasi analiz fiyaskosu vardır.
6 Şubat 1921’in konumuzla ilgili tek kaydı, TKP Dış Bürosu’nun Ethem’i kınayıp Mustafa Kemal’e destek vermesi değil. Aynı tarihli Hakimiyet-i Milliye’de Mustafa Kemal, “Komünizm ile Rus dostluğu esasatı arasında bir münasebet var mıdır?” sorusuna “Memleketimizin hali, içtimai şeraiti, dini ve milli ananelerimizin kuvveti Rusya’daki Komünizmin bizce tatbikine müsaid olmadığını teyit eder bir mahiyette” olduğunu ileri sürerek yanıt vermekte ve eklemektedir: “Türkiye’de kurulmuş olan komünist fırkalar da bu durumu idrak edip tatil-i faaliyet ettiler.”35
Sovyet cephesinde ise güvensizlik var demiştim…
Kuşkusuz kişisel değil, öncelikle siyasal bir güvensizlikten söz etmeliyiz. Ve yine siyasal güvensizliğin kişilerde yansıma bulmasının kaçınılmaz olduğunu da bileceğiz. Sovyet komünistlerinin devrim yapmış olmaya, yani tarihsel bir haklılığa dayanan güvensizliklerinin herhalde istisnası yoktur. Ekim’i elleriyle kuranlar, Ekim’i olmayanlara, muhtemelen farkında bile olmaksızın yukarıdan bakmışlardır:
Önce siyasal kısmına bakalım:
“Moskova’da 5 Kasım-5 Aralık 1922 tarihleri arasında toplanan Komintern Dördüncü Kongresi’nde ise, Türk delegelerinin ısrarı üzerine sola karşı girişilen hareket hakkında ‘Türkiye’nin Komünistlerine ve Çalışan Halkına’ hitaben, milliyetçi burjuva hükûmetini kınayan bir “Açık Mektup” yazılması kararlaştırılmıştır. Ancak, dış görünüşüne karşın, Türk solcuları aslında kendileri bakımından, İkinci Kongre’de saptanan parti çizgisinin değişmediğini öğrenmişlerdir: Onlara düşen görev, ulusal kurtuluş hareketini desteklemek, yani burjuva devrimine yardımcı olmaktı. (..)
Türk delegasyonunun reisi, Ankara hükûmetinin Anadolu solunu yokedişini büyük bir kızgınlıkla protesto ededursun, (metinde sayfa altında yer alan dipnotu buraya parantez içine taşıyorum – AG: Salih Hacıoğlu, ‘Burjuva Beyefendiler!’ diye seslendiği Ankara hükûmeti erkânına, THİF ‘sınıf menfaatlerinin çatışmasına rağmen, milli mücadele sırasında haklı taleplerinde dahi ısrar etmemiştir. Sizler ise, işçiyi ve köylüyü parlak vaadlerle aldatmak için herşeye başvurmakta kusur etmediniz’ demektedir. ‘Komünist Fırkası’ kurup kalpaklarınıza kırmızı şerit geçirdiğiniz günleri unutmadık. Anadolu’da basın, toplanma ve birleşme hürriyeti vardır diye, kendi resmi yayınlarınızda ve Millet Meclisi’nizde kopardığınız yaygaralar kulaklarımızda hala çınlıyor. Bununla beraber, zafer takını işçilerin ve köylünün omuzları üzerinde kurmak fırsatını bulur bulmaz vaadlerinizin sahteliği anlaşılmakta gecikmedi.’) Radek Kongre’de şöyle konuşmuştur:
Türk Komünistlerine, partiyi kurduktan sonra ilk ödevlerinin milli kurtuluş hareketini desteklemek olduğunu söylediğimizden ötürü bir an pişman olmadık. Şimdi bile, bu baskılara rağmen, Türk yoldaşlarımıza diyoruz ki, içinde bulunduğunuz zaman, sizi yakın geleceğe karşı kör etmesin. Kendinizi, size baskı yapanlara karşı koruyun.. fakat unutmayın ki, kesin savaşa başlayacağınız tarihi an gelmemiştir; daha çok yolunuz var.”36
Alıntının yapıldığı incelemenin yazarları, bu sözleri Anadolu solculuğunun mezar taşı kitabesi olarak niteliyorlar. Türkiye komünist hareketini öldürüp defnedenin Sovyet devrimcileri olduğu anlamına gelmeyecekse, doğrudur. Ama bu anlama da yorumlanabilecekse, bilinmelidir ki, herkes kendi payına ölür…
Türkiye komünist hareketinin 1920 çıkışı, sınıf düşmanının tepkisinin altında kaldı. Altında kalmamak için etliye sütlüye karışmama yoluna gidilmemiş, risk alınmış ve bedel ödenmiştir. Sovyet komünistlerinin tercihlerinin Türkiyeli yoldaşlarını gömme gücü yoktur. Ama bu politikalarla tekrar ayağa kalkmanın mümkün olmayacağı da sonraki on yılların pratiğiyle sabittir.
Siyasal güvensizliğin siyaset alanında kalması ve kişilere taşınmaması mümkün değildir. Sovyet diplomatı Simon İvanoviç Aralov 18 Ocak 1923’te Ankara’dan Komintern Doğu Sekreterliği yetkilisi Safarov’a mektup yazıyor:
“… Türkiye’de var olan bütün komünistler tutuklandı. Çünkü Türkiye’de teşkilatlı bir komünist partisi yoktu ve şimdi de yok. Ne köylü, ne işçi, ne de aydın çevrelerinde herhangi bir etkisi var… ben bu partiye hiçbir zaman büyük önem vermemiş, önceki MK terkibinin hiç de istenilecek nitelikte olmadığına, onların paraya düşkünlüğüne, partiyi tasfiye etmek gerektiğine işaret etmiş ve asıl olanın az-çok işçi yatağı olan bölgelerde küçük hücreler kurmak olan hazırlık çalışmasını ana görev olarak görmüş…
“Yoldaşlar, yani şimdi anlaşıldığına göre sayıları 50’yi geçmeyen yoldaşlar tutuklandığında, parti içinde düzgün bağlantı olmadığı görüldü. Tutuklular arasında para yüzünden kavgalar, birbirlerini ihbarlar başladı. Ve şimdi bunların hangisi provokatör, hangisi değil, bu konuda emin olamıyoruz.
“… güçlü bir gizli aparat oluşturmak olanaklı değil. Çünkü bu iş için deneyimli marksistlere ihtiyaç var. Burada böyle kişiler yok… Birer çocuk kadar acizler. Hatta çoğu kendini bizim memurumuz gibi görüyor ve bu yüzden onlara para vermemiz ve çalışmalarını yönetmemiz gerektiği kanısında…
“… partinin yozlaşmasından endişe ediyorsunuz. Bu biraz safça. Zira yineliyorum, burada parti diye bir şey yok ve yoktu, dolayısıyla yozlaşacak bir şey de yok.
“… hükümetin en küçük baskısı karşısında bile TKP dağılıp gidiyor. Çünkü işçiler onu destekleyemiyor, onlar güçsüz ve eğer Sovyet hükümeti şu ya da bu sebepten dolayı Türk hükümetiyle çatışmayı göze alamazsa TKP’nin hali ne olacak?
“… G. Yoldaşın kendisine atfen işçi olduğunu söylediği Tekin’in [İsmail Hüsrev Tökin] aslında bir albayın oğlu olduğu ortaya çıktı. Tekin’in kendisi ise Yunanlıya karşı cepheye gitmemek için bir fabrikaya girdi (asker kaçağı oldu), belki de ulusal kurtuluş savaşına karşıydı. Bütün bunları annesi anlattı. Korkarım, işçi diye Rusya’ya giden diğer beş yoldaş da Tekin gibi kişiler çıkmasın.
“… Bekir işin para yanıyla ilgilendiğini açıkça itiraf ediyor.
“Kendisine çok güvenilen MK üyesi Abdülkadir çürük çıktı.
“Salih yoldaşın ısrarla tavsiye ettiği Şefik, Mersin’de muhafızlar şubesine girdi…
“Bütün bu örnekler kendilerine komünist diyen Türk aydınlarına karşı son derece titiz olmamızı gerektiriyor.”37
Bu bakışın Aralov’la doğduğuna inanmıyorum. Suphilerin stratejisine ters düşen, sınıf karakterlerini bile bile Enver’le, Kemal’le oyunu götürmeyi tercih eden devrimci Rusya’nın pozisyonunu haksız, Aralov gibi gözlemcilerin bulduğu örneklerin asılsız olduğunu söyleyemeyiz.
Oysa TKP’lilerin akıllarından geçen ne kadar farklıdır:
“Rusya Sovyet Cumhuriyeti ve Üçüncü Enternasyonal ‘Türkiye’ye destek vermekten başka,Türkiye Komünist Partisi’nin programını, Türkiye’deki tek gerçek komünist program olarak kabul edip onaylamalı ve başka programları kabul edenlerin hiç birinin bolşevik olmadığını ilan etmelidir… Anadolu’nun emekçi halkı bolşevizmi kendisi için kurtarıcı güç olarak görüyor; ona inandığından, bu gücü Anadolu’ya getirenler, onun için değerli olacaktır. Bu sebepten dolayı, Türkiye’ye para, silah, askeri teçhizat olarak ve başka şekillerde yapılan maddi yardım, Türkiye Komünist Partisi’nin elinden geçmeli ya da öyle görülmelidir.”38
Bu satırlara katılıp katılmadıklarını bilmiyoruz; ama yine de TKP’nin cesur kurucu önderliği Suphi ve Nejat’ın da 1920 sonbaharını tam olarak okuyamadıklarını tahmin edebiliriz. Aralov’un acımasız gözlemlerinden iki buçuk yıl veya daha uzun zaman önce de, Sovyet Devrimi Anadolu’da komünizm olarak esmeyi düşünmemiştir.
Bitirirken
Büyük krizler masanın üstünü düzleme gücüne sahiptir. Osmanlı büyük krize yaklaşırken, bir sırça köşkte bile insanın aklına gelebilecek tüm seçenekleri gündeminden şöyle bir geçirmiş, en sonunda çıkış yolunu yakalayan kadro Ekim Devrimi’nin katalizörlüğüne denk gelmiştir.
Seçenekler gündeme gelebilir gelmesine, ama masa olduğu yerde durmaktadır. Masadan yoksun olanlara 20. yüzyılda muz cumhuriyeti dendi.
Türkiye ise iç dinamikleri her kalıba istendiği gibi dökülecek bir ülke değildi. Kurtuluş Savaşı’ndan neyin doğup neyin doğamayacağına ilişkin seçenekler tarihsel olarak sınırlandırılmıştı. Bu yelpazede Batı ve kapitalizm yörüngelerinden çıkmak yoktu.
Bugünden bakıldığında komünist hareketin söz konusu yörüngeyi değiştirme gücünün olmadığı da görülüyor. Katı gerçeğe teslim olmamak ve başka bir yol aramak devrimcilik gereğidir. Türkiye komünist hareketinin doğuşunda bu devrimcilik var. Bu yazının son alıntısında sergilenen temelsiz beklenti, devrimci iyimserliğin ürettiği bir yanılgı. Düşeceğiniz hata ya devrimci iyimserlikten, ya da gerçekçi bir statükoculuktan kaynaklanacaksa, Suphiler sağlıklı tercihte bulunmuşlardır. Türkiye solunun sonraki macerasında bu cesaretin gösterilemediği talihsiz örnekler de vardır.
Ekim Devrimi Türkiyeli komünistlere esin ve okul oldu. Ama bir de fren! İkincinin etkisini azaltmak bolşeviklerin değil, bizimkilerin işidir. Bu iş sol çocuklukla değil, mücadele edilen topraklara kök salmakla olur.
Ekim Devrimi kapitalist Türkiye’ye şemsiye oldu. Emperyalizmin, Kemalist Ankara’nın kızıl cephenin asli unsuru olmasından endişelenmesi için neden yoktur. Ama Anadolu’nun Sovyetlere dayanarak emperyalizme yeniden muhtaç duruma düşmemesi veya böyle bir geri dönüşü geciktirmesi, yeterince sıkıntı veren bir olasılıktı. Emperyalistler, Türkiye’yi yeniden aralarına almayı esasen bu endişeyle kabullendiler. Yoksa Cumhuriyet de -Osmanlı kadar olmasa da- bir büyük boy gelmeye devam ediyordu.
Türkiye’nin kendi devrimi için “amalı-fakatlı” demiştik. Kemalizm, Ekim Devrimi’nin rüzgarından yararlanabilmek için kendi devrimini daha da sulandırması gerektiğini keşfetti. Bu çıkarsama sağlam bir tarihsel siyaset deneyiminin üstünde yükselmiştir. Türkiye, bağımsız bir kapitalizm olmak için, ilk sosyalist ülkenin komşusu olmaktan çok enerji almıştır. Kapitalist bir kuruluşun her tür enerjiyi, soldan uzaklaşmak için kullanması ise kuraldır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni (Dün – Bugün – Yarın), Birinci Kitap, Tekin Yay. 1984, s.222
- Yalçın Küçük, 21 Yaşında Bir Çocuk Fatih Sultan Mehmet, Tekin Yay., İstanbul, Ekim 1987.
- İdris Küçükömer, “Düşünenlerin Forumu: Cumhuriyet’in 50 yılı” (28 Ekim 1973, Milliyet) Bütün Eserleri 5: İdris Küçükömer’le Türkiye Üstüne Tartışmalar, Bağlam Yay., İstanbul, Ekim 1994 içinde, s.106-107
- Uygur Kocabaşoğlu, Metin Berge, Bolşevik İhtilali ve Osmanlılar, İletişim Yay., İstanbul, 2006, s.23
- Kocabaşoğlu ve Berge’nin de aynı çalışmalarında aktardıkları gibi Şpilkova yalnız değildir. Rus devrim sürecinin Osmanlı toplumunu derinlemesine ve son derece somut biçimlerde etkilediği tezini paylaşan diğer tarihçiler olarak Jeltyakov, Petrosyan ve N. Zafer Kars sayılmaktadır. Bak: age, s.24
- Kocabaşoğlu ve Berge, age, s.63. Pasaj Sadrazam Talat Paşa’nın 5 Nisan 1917’de Tanin gazetesine yaptığı açıklamalardan alınmıştır.
- Bu doğru saptamanın üstüne bir itibarsızlaştırma operasyonunun bindirilmesine izin verilmemelidir. Mustafa Suphi, Ethem Nejat, Şefik Hüsnü, hakkında görece az şey bilinen Salih Hacıoğlu… Bunlar nitelikli komünistlerdir. Kişileri geçelim ve gencecik TKP’nin göçmenlik koşullarında ve Osmanlı’nın savaş esirleri arasında örgütlenmeye uğraşırken verdiği iç eğitim başlıklarına bakalım: “17 Haziran’da bir de siyasi fırka mektebi açılmıştır. 50 talebe. 4 Eylülde 40 genç komünist şahadetnamesini almış. Dersler: Uygarlık tarihi, toplumsal devrim tarihi, ekonomi, ekonomi politik, komünist programı, Türkiye devrim tarihi, Sovyet Anayasası, kooperasyonlar, parti örgüt ve kuruluşu, genel tarih, müzik.” (TKP MK 1920-1921 Dönüş Belgeleri-1, çev: Yücel Demirel, Tüstav Yay., İstanbul, Mart 2004, s.100)
- Rasih Nuri İleri, Atatürk ve Komünizm, 5. baskı, Scala Yay., İstanbul, Mayıs 1999, s.207
- Nazım (Resmor-Özletelli) Bey 1911’de Van Vali vekilliğine, 1912’de Harput valiliğine atanmış, 1919’da Damat Ferit Paşa hükümeti tarafından görevden alınmış, ertesi yıl birinci Meclise Tokat mebusu olarak girmiştir.
- Çanakkale Deniz Savaşları, Vikipedi Özgür Ansiklopedi,http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%87anakkale_Deniz_Sava%C5%9Flar%C4%B1
- Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik) Merkez Komitesi Komisyonu, Bolşevik Partisi Tarihi, çev: Gaybiköylü, Bilim ve Sosyalizm Yay., Ankara, Şubat 1971, s. 204-205.
- age, s.211.
- “Çanakkale Savaşları” http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%87anakkale_Sava%C5%9Flar%C4%B1
- Dönüş Belgeleri-1, s.102-103. “Anadolu’daki Fırkalar ve Yeşil Ordu Hakkında Malumat” başlıklı rapordan.
- Ellen Meiksins Wood, “The Communist Manifesto after 150 years”, Monthly Review, volume 50, no. 1, 1998, http://www.monthlyreview.org/598wood.htm
- György Lukács, Lenin’in Düşüncesi Devrimin Güncelliği, çev: Mehmet R. Zaralı, Belge Yay., İstanbul, Ocak 1979, s.18
- Kocabaşoğlu ve Berge, age, s.230
- Dönüş Belgeleri-1, s. 314.
- İleri, age, s. 36
- Dönüş Belgeleri-1, s. 75
- Şark Şurası ile TKP arasındaki çekişmeye bir göz atalım: Suphi’den dinliyoruz. “Netice olarak benim anladığıma göre iki şey vardır birincisi benim şahsım etrafında cereyan eden mesele, diğeri mücevheratın bir suretle alınması. Velhasıl Rusya KF tarafından Türkiye inkılap işlerinde kullanılmak üzere verilmiş paradır, bunu alamazlar. (…) öyle anlaşılıyor ki bize az bir şey vermek istiyorlar.” (14 Ekim 1920 Bakü – age, s.121) “Şark Şurasından gelen cevap Suphi yoldaş tarafından okundu. Bunları heyet-i merkeziyenin yaptığı hesabatı gayet fazla gördükleri ve bu hususu iyi düşündükleri ve netice olarak İran inkılabı gibi bir akıbete duçar olacak ve tehlike olduğunu bildirmekle netice olacak heyet-i merkeziyenin Türkiye’ye naklinin muvakkaten tevkifine ve heyet-i merkeziye ile Şura’nın müşterek içtimaı hakkında yapılan mütalaanın tamim olunması hakkında yazılı idi. (24 Ekim MK toplantısı – age, s.137) Belli ki, Hilmi oğlu Hakkı kızıyor: “Türkiye Komünist Fırkası’nın faaliyete geçmesi için Rusya’nın para şeklinde olacak yardımı şart-ı evvel olmadığı da ihsas edilmeli (hissettirilmeli – AG). Bizim teşkilatımızı nakden kuvvetli isteyişimiz oyuncak şeklinde vaki olmamıştır.” (s.139) Belgelerde bir kurul değerlendirmesi mi yoksa Ethem Nejat’ın görüşü mü olduğu tam anlaşılmayan ama hayli sert son bir not: “Üçüncü Beynelmilelin hitapnamesi ile Şark Şuralarının aldığı vaziyet bir gaflet şeklinde” (s.139)
- Süleyman Nuri anlatıyor: “-Unuttum söylemeye. Erzurum’da Mehmet Emin ve Süleyman Sami kalacaktı. Suphi onlara dedi ki: Siz gelmezseniz ben de gitmem Mehmet Emin bunun üzerine karısını bıraktı kendi gitti. Fakat Trabzon’a yakın tevakkuf etti (durdu – AG). Oraya bir jandarma gelip Mehmet Emin’e dedi ki: Karınız çok hasta dönmelisiniz. Bunun üzerine döndü Süleyman Sami de beraber. Fakat diyorlar ki hemen ertesi gün onlar da Trabzon’a gittiler ve şimdi onlar Trabzon’da gayet güzel yaşıyorlar. Ve Müdafaa-i Hukuk ve Müdafaa-i Milliye Cemiyetlerinin en sadık azaları mesabesindedir. –Bunların esbâbı muhtelif. Bence Suphi de sebebiyet verdi. Ben kendisine demiştim ki Anadolu’ya öyle gidilmez…” (Dönüş Belgeleri –2 s.133) Süleyman Nuri’nin lafa “unuttum söylemeye” diye başlaması gerçekten ilginç! Harici Büro toplantısında daha da kesin konuşuluyor: “Abid yoldaş izahat veriyor ki: Merkezi Heyet azalarından mesul iki arkadaşın Mehmet Emin (icraiye bürosu azası) ve Süleyman Sami yoldaşların son Anadolu’da aldıkları vaziyet ve tavır ve harekatlarıyla İttihatçılar en sadık dostları dolayısıyla da fırka dahilinde hafiye olduklarını isbat ediyor.” (age–2, s.141)
- “TKP’yi önce Bakü’de İttihatçılar kurmuş, birkaç ay sonra Mustafa Suphi partiye hakim olmuş ve Mehmet Emin ile Süleyman Sami dışındaki İttihatçıları, Küçük Talat, Halil Paşa, Dr. Fuat Sabit ve diğerlerini tasfiye etmiştir.” İleri, Atatürk ve Komünizm, s.147, dipnot
- Dönüş Belgeleri –1 içinde “Anadolu’daki Fırkalar ve Yeşil Ordu Hakkında Malumat – Mustafa Kemal Paşa ile Bir Mülakat”, s.97-98
- Kocabaşoğlu – Berge, age, s. 268
- E.H.Carr, Bolşevik Devrimi 1917-1923, cilt 3, çev: Tuncay Birkan, Metis Yay., Birinci Basım, İstanbul, Eylül 2004, s. 159
- İleri, age, s. 167
- Carr, age, s. 203-204
- age, s. 285.
- Aktaran İleri, age, s. 167-168
- Carr, age, s. 283
- Dönüş Belgeleri – 2, s. 136. Toplantıya İsmail Hakkı, Süleyman Nuri, Ahmet Cevat ve Krasin katılıyor.
- “Türkiye Komünist Partisi, Dış Büro Parti Hücresi, Türk Alayı ve Parti Okulu Öğrencileri Parti Hücresi, 6 Şubat 1921 Toplantısı- Protokol”, age, s. 41
- Kocabaşoğlu – Berge, age, s. 259
- age, s. 323
- Erden Akbulut – Mete Tunçay, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923), Sosyal Tarih Yay., İstanbul, 2007, s.177-178
- Aralov’dan aktaran Akbulut ve Tunçay, age, s. 449-453
- Dönüş Belgeleri-1, s.114-115. TKP MK’nın “Son zamanlarda Türkiye’de gelişen olaylarla ilgili raporu” içinde Anadolu’dan gelen yoldaşların ve Anadolu gruplarının görüşleri paragrafında – Bilgi derlemesi ve yer yer saptamalar içeren bu uzun rapor Başkan ve Sekreter olarak Suphi ve Nejat’ın imzalarını ve 12 Ekim 1920 tarihini taşıyor.