“Milyonluk bir kentin türlü duraklarında
Durdu baktı şakırdayan yağmura
Yoktu ama su”1
“Ve yakında küçük bir itki, çığı harekete geçirmeye yetecek...”
Engels, 1845 tarihini taşıyan ve ilk eserlerinden olan İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu kitabına bu öngörü ile son veriyor. Sonrasında kitaba ilişkin “cesurca bir umutla yazılmış” dese dahi, söz konusu “cesurca umut”, 19. yüzyılda kapitalist üretim ilişkilerinin merkezinde işçi sınıfının durumu üzerine yazılmış bu en ciddi metnin kütüphanelerimizdeki yerini sarsmak şöyle dursun, bugün onu raflardan indirerek okuma listelerimize dahil etmemize sebep oluyor. Cesurca bir umut duyuyoruz. Ancak Engels ile bizim duyumsadığımız umut arasında bir fark var: Engels’in öngörüsü kendisi için güncel, bizim için tarihseldir. Engels, umudu emekçi sınıfların varolan devrimci enerjisinden devşiriyor; biz ise “ustaların” bize öğretmiş olduğu tarihin mantığından. Cesurca umudumuz -bugün için- tarihin mantığına duyduğumuz güven ve onunla kurmuş olduğumuz barışık ilişkiden kaynaklanıyor. Hepsi bu kadar mı? Her saniye aklımızı kurcalaması gereken soru budur. Zira ,Türkiye komünist hareketinin kuramdan öteye uzanmasının vakti gelmiştir. Sorumuz ve sorunumuz budur; çünkü yurtsever mücadele, emekçi sınıfımızın “öteye” geçmesinin tarihsel zemini olarak billurlaşmış durumdadır. Burada “teori ağacının griliği”nden bahsetmediğimiz açık olsa gerek. Bahsettiğimiz ağacın meyvelerini toplamaktır. Vaktinde çürütmeden… Bunun için ise tanımak gerekiyor. Bu yazımızda, sınıfı daha iyi tanımak için Türkiye’de işçi sınıfının doğuşu üzerine kimi düşüncelerimizi aktarmaya çalışacağız. Yazımız kronolojik olarak son dönemlere kadar uzanmasa dahi, işçi sınıfımızın “doğum lekelerinden” bugüne ilişkin çıkarımlarda bulunmayı deneyecek. Bu esnada Türkiye’de işçi sınıfının sınıf bilincinin nasıl geliştiğine ilişkin kimi gözlemler yapma şansımız da olacak.
İşçi sınıfının doğuşu ve gelişimi neden önem taşıyor? Söz konusu önem kimi zaman farklı tonlar içerebilir. Örneğin bu yazı, Türkiye solunun büyük kalkışmasını temsil eden 1961-71 döneminde yazılıyor olsaydı, sanıyoruz ki yazının yazılış sebebini, Türkiye’de kapitalist üretim tarzının hakim olduğunu ve bu sistemden huruç etmeyi istiyorsak, söz konusu fiilin öznesi olacak işçi sınıfının öncü kuvvet olabilecek gelişkinliğe sahip olduğunu ispat çabası oluşturacaktı. Bugün ise farklı bir noktadayız. Bugün Türkiye’de hakim üretim tarzının niteliğine ilişkin tartışma büyük oranda kapanmış durumda. Bu tartışma kapandığına göre işçi sınıfının varlığı ve öneminin genel kabul gördüğünü mü saptıyoruz? Tartışmanın bu bölümü eskisi gibi olmasa da farklı bir düzlemde devam ediyor. Türkiye’de sol hareket, solun ölçeği oranında ve kendi konumlanışları dahilinde, iki ana kola ayrılmış gibi görünüyor: “sınıftan kaçanlar” ve “sınıfta kalanlar”. “Sınıftan kaçanlar”, birbiri ile düşman kardeş olan iki unsuru barındırıyor: liberal sol ve milliyetçi sol. Liberal sol -eğer böyle bir şey varsa- işçi sınıfının “eşitlerden biri” olarak içinde yer alacağı “yeni bir hareket” kurgusu üzerinde siyaset yapmaya çalışıyor. Milliyetçi sol ise 70’lerdeki işçi sınıfının yanına hangi müttefiki ne zaman yerleştireceği tartışmalarından bugüne gelene kadar bir hayli değişmiş görünüyor: Bugün tartıştıkları ise, Lozan’da hangi emekli generalin yanında devletli sendika ağalarından hangilerinin duracağıdır. Söz konusu iki yaklaşımı kardeş kılan nedenler, her iki yaklaşımın da Türkiye’de orta sınıfın farklı kesimlerinin duyarlılıklarına hitap etmek üzere geliştirmiş oldukları stratejiler ve bu stratejilere işçi sınıfının “meze” edilmesidir. “Sınıfta kalanlar” ise kendilerini, “işçinin sağcısı solcusu olmaz” sloganının arkasında gizleyenler2 ile,programatik olarak işçi sınıfına ağırlık vermeyi deneyerek, zihni aşamacılıklarından kurtulamadıkları için sınıfa ilişkin vurguları sözde kalanlardan oluşuyor. Söz konusu toplamın da söyledikleri dikkatle incelendiğinde görülecektir ki, bu yapılar bir “sınıf”tan değil, işçilerin bir arada bulunmasından, bir işçi toplamından bahsetmektedirler. Sosyolojik olarak değil de; siyasal olarak sınıfı ele alıyorsanız, bilinç öğesinden bağımsız bir tanım yapmanız mümkün değildir. Sınıf bilinci ise biliyoruz ki, sınıflar mücadelesi içinde kazanılabilecek ve en yetkin hali öncünün siyasal müdahalesi ile oluşabilecek, bu anlamıyla dolaylı olarak “dışarından taşınması” gereken bir unsurdur. Yüzyılın başında kopan marksist tartışmanın özü bundan ibarettir. İşçilere ancak “sorulduğu zaman söylenecek” siyasal kimlikler ne yazık ki kapitalist-emperyalist dönemde geçersizdir. “İşçilerin has gündemleri ile işçilere yaklaşma” stratejisinin en önemli sakıncası da burada ortaya çıkmaktadır. İşçilerin has gündemlerinin içine doğduğu siyasal ve hatta tarihsel başka gündemlerin üzerinden atlayarak işçilere siyasal bilinç taşımanın, sınıfı devrimci siyasete örgütlemenin olanağı bulunmamaktadır. Bu stratejiden öncü parti değil, ancak dert ortağı türetilebilir. “Sınıfta kalanlar”ın işçiler üzerine yaptıkları vurgu her ne kadar olumlu olsa bile söz konusu vurgunun taşıdığı siyasal ve kuramsal eksiklikler nedeniyle, bu siyasî yapılar ister istemez sınıfta kalmakta, sendikaların “yetmiş yedi katlı yekpare camdan” binalarında delege hesapları yapmaktadır. Sonuç itibariyle “sınıfta kalanlar” da sınıftan kaçarak “işçi-kitlelere” ya da “kendi örgütleri”nin sakin sularına sığınmaktadırlar.3
Bugün “işçi sınıfı” üzerine konuşmanın böyle bir önemi bulunmaktadır. Zira işçi sınıfının genel kabulünün ardından sol siyasette “işçi sınıfından” dem vuran yapıların sayısı bir hayli azalmıştır. “Sınıfta kalanların” da bir şekilde sınıftan kaçıyor olduğunu göz önüne aldığımızda görülen odur ki, işçi sınıfı ile bağ kurmaya, sınıfı siyasete örgütlemeye çalışan kesimin komünist hareket olduğu ortaya çıkmaktadır. O halde 19. yüzyıldan itibaren işçi sınıfının tarihine ilişkin değinimize başlayabiliriz.
İmparatorluğun Sonu – Sınıfın Doğuşu
Batılı bir düşünce akımı olarak sosyalizme ve Avrupa’daki proletarya hareketine ilişkin Türkiye’deki ilgiyi 19. yüzyılın ilk yarısına dayandırabiliriz. 1848 devrimlerinin Osmanlı’da en azından “haber değeri” taşıdığını, Paris Komünü’nün Osmanlı entelektüellerinin bir bölümü üzerinde nasıl da radikalleştirici etkide bulunduğunu biliyoruz. Cevdet Paşa, 1848 devrimleri karşısında “Acaba Avrupa’da öyle bir ihtilal-i umumi zuhur ederse biz ne halde buluruz” demekte ve bu soruya cevabında ülkede “Avrupa’daki kadar efkar-ı fasideye (fesatçı fikirlere)” eğilim olmadığı sonucuna vararak rahat bir nefes almaktadır. Osmanlı’nın 1848 üzerine ilgisi daha çok bu devrimci dalganın yaratmış olduğu “yıkıcı akımlar” üzerine odaklanmıştır.
Büyük özgürlükçü aydınımız Namık Kemal, 1848 devrimleri hususunda olduğu gibi Paris Komünü konusunda da oldukça sahiplenici bir tavır takınmaktadır. A. Cerrahoğlu, alias Kerim Sadi, Namık Kemal’den ve Namık Kemal’in başyazarı olduğu İbret’ten şu şekilde bahsetmektedir:
“Cezayir Müslümanlarına istiklâl tanıyan Komün, İbretçilere sempati ilham etmiş ve kalblerinde heyecan uyandırmıştır. Namık Kemal en ünlü sosyalist şahsiyetlerin Versay’a karşı nefret duygularına bütün coşkunluğu ile katılmıştır. Onda, çağdaş sosyalist düşünürlerin, -bir Marx’ın, bir Kropotkin’in- ifadesini, hattâ bazan kelimesi kelimesine bulabiliyoruz. Namık Kemal, ‘Versaylı katiller’ derken, bir an için, Kropotkin’in kalemini elinden almış gibidir.”4
Cerrahoğlu’nun aktardığı üzere, Namık Kemal, Komün’ün hakkını her vesile ile derinden savunmaktadır. Öyle ki, Phare du Bosphore isimli İstanbul menşeli Fransızca gazetede Namık Kemal’in Komün savunusu kimi göndermelerle eleştirilmişti. Namık Kemal bunun üzerine Phare du Bosphore’u işaret ederek, “Bu gazete İstanbul’da çıkan gazetelerden doğru dürüst bilgi alamazken, Avrupa’da geçen olayları doğruca nasıl verebilir” diye sormakta ve “Gazetede o makaleyi yazan arkadaşım (Reşat Bey) Versaylıların zulüm silâhiyle dökülen kanlar sokaklarda akarken, Paris’te idi” diyerek İbret gazetesinin Komün ile bağının yalnızca duygusal düzeyde olmadığını göstermektedir. Komün’e bilfiil katılan Mehmet, Reşat ve Tevfik Beyler İbret’te yazardırlar. Dolayısıyla, hem Cevdet Paşa’nın Tarih-i Cevdet’teki değerlendirmelerine, hem de Komün üzerine dönen tartışmalara baktığımızda Avrupa’daki işçi sınıfı hareketinin ve hatta I. Enternasyonal’in ciddi biçimde takip edildiğini görüyoruz. Aynı kaynağın aktardığına göre, 22 Haziran 1871 tarihinde Hakayık-ül Vekayi gazetesi Komün ve Enternasyonal üzerine yayımladığı bir yazıda Marx’tan “(…)payitahtı yakıp yıkarak harap ve berbad etmiş olan eşkiyanın kumandanı Karl Marks denilen ve hâlâ Londra’daki Enternasyonal nam cemiyetinin reisi bulunan pehlivan(…)” şeklinde söz etmektedir. Özellikle Cevdet Paşa’nın yazısından çıkardığımız sonuç, 1848’de söz konusu gelişmelerin “zabıta olayı” denilebilecek bir halk ayaklanması olarak, dışsal bir olay olarak görüldüğü ve imparatorlukta (ve özellikle payitahtta) bu gelişmelerin nesnel zemini üzerine yalnızca ihtimal hesapları yapıldığıdır. Oysa, bu rahatlık çok uzun süre devam etmeyecektir.
Sosyalizmin özellikle entelektüel çevrelerde yaygınlaşmaya başlaması ile Osmanlı’da işçi hareketlerinin gözlemlenmeye başlaması aynı döneme denk düşmektedir. Ancak, bu iki süreci ayrı süreçler olarak yorumlamakta fayda vardır. Biz de yazımızda Türkiye solunun tarihine sınırlı göndermeler yaparak işçi hareketi üzerine gözlemler yapmayı deneyeceğiz. Ancak, özellikle egemen sınıfların sopasının emekçi sınıflar üzerinde fazlaca hissedildiği dönemlerde sınıf hareketinin, bir anlamda vekaleten sosyalist örgütlenmelerin üzerine kaldığını ve bu şekilde iki hareketin de çakıştığı bir diğer gerçektir.
Osmanlı’da işçileşme süreci, hem dış hem de iç dinamiklerin oldukça özgün bir bileşkesi olarak yol kat etmiştir. En önemli dış dinamik, Avrupa’nın iktisadî yayılışının iktisadî olarak geri kalmış ve siyasî olarak zayıf düşmüş Osmanlı’ya nüfuz etmeye başlamasıdır. Dünya-sistemci cenahın birkaç isimle birlikte Osmanlı mümessilliğini üstlenmiş olan Reşat Kasaba’nın bu konuda yaptığı incelemeler dikkate değerdir. Osmanlı’nın Batı vilayetlerinin 18. yüzyıl ortasından itibaren kapitalist dünya-ekonomiye (dünya ekonomisi değil) eklemlendiğini öne süren Kasaba, bu tezini üretim ve mülkiyet ilişkilerinin analizi üzerine değil, dünya-sistemci analizin genel yaklaşımı ile uyumlu biçimde ticarî ilişkilerden (dolaşım ilişkileri/para ve meta dolaşımı) yola çıkarak öne sürmektedir. Ancak, söz konusu tarih, mülkiyet ilişkilerinin de değişmeye başladığı dönemdir. Bu nedenle, bir milat olarak görülmesinde sakınca bulunmamaktadır. Kasaba’ya göre, 1815 yılında Osmanlı tamamıyla kapitalist “dünya-ekonomiye” “çevre”den eklemlenmiş bir unsur haline gelmiştir. Bu yaklaşımın zafiyetlerini tartışmanın bu yazı çerçevesinde mümkünatı bulunmuyor. Başka bir yazıda, Brenner’in deyişi ile marksizmin bir “neo-Smithçi” yorumu olan dünya-sistemci analizin kuvvetli ve zayıf yanlarını tartışma olanağı bulacağız. Sözlerimizi oraya saklayarak konuya dönebiliriz. (Bu nedenle marksist terminolojiye sadık kalarak süreci, kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerinin yaygınlaşması ve kapitalistleşme süreci olarak adlandırmayı sürdüreceğiz.). Yeni üretim ve mülkiyet ilişkilerinin yaygınlaşıyor oluşu iktisadî yeni ilişkilerin ortaya çıkmasının yanı sıra; eski üretim biçim(ler)inin üst yapı kurumları olarak şekillenen toplumsal ve siyasal ilişkilerin de giderek çözülmesi ya da kapitalist üretim ilişkilerinin yaratmış olduğu yeni kurum ve ilişkilere eklemlenmesi anlamına da gelmektedir. Yeni ilişki ve kurumların ortaya çıkışı ve eski ile yeni arasındaki çelişki ise yukarıda andığımız iç dinamiği oluşturmaktadır. Takdir edilecektir ki, bu gerilimlerin burada geniş biçimde analiz edilmesi mümkün değildir. Ancak işçi hareketinin kavranması açısından kritik öneme sahip olan bir meseleden bahsetmemiz gerekiyor: Üretimin dönüşümü.
“Osmanlı İmparatorluğu’nun sanayii hakkındaki yazılarda, Teselya’daki Amblekya şehrinin hikayesi Avrupa’nın Sanayi İhtilâli çağı esnasında Orta Doğu sanayiinin feci durumunu anlatır. Büyük miktarda kırmızı iplik ihraç ettiğinden, şehir refah içinde yaşamıştı. Fabrikaları Avrupa’nın talebini karşılamaya başladıktan sonra nüfusu 18. yüzyılın son 20 senesinde 3 katı oldu. Amblekya’nın tüccarları Buda, Viyana, Leipzig, Dresden, Beyrut, Selânik, İzmir ve İstanbul’da ticarethaneler açtılar. 1800’de 300 ton iplik satıyorlardı. Fakat, yirmi sene sonra şehir tamamen terkedilmişti. Şehrin sanayiini ‘Manchester geride bırakmış’ ve ‘İngiliz pamuk ipliğinin ticaretindeki ihtilâl’ yıkmıştı.”4
Osmanlı iktisadî yapısı bu yıkımın etkilerini törpüleyebilmek için 19. yüzyıl boyunca Avrupa’daki gelişmelere uyum göstermeye çalıştı. Osmanlı’nın Avrupa’yı aşmak gibi bir vizyonunun hiçbir zaman olmadığını ve 19. yüzyıldaki iktisadî ve siyasî vizyonun “yakalamak” olduğunu söyleyebiliriz. Cumhuriyetin “muasır medeniyet” hedefini bundan daha ileri bir vizyon olarak görmemiz için herhangi bir sebebin olmadığı açıktır. Burada ilginç olan bir diğer nokta, Osmanlı’da bu dönemde başlayan sanayileşme girişimleridir.
Kapitalist üretim ilişkilerinin yanında yeni teknoloji ve üretim metotlarının zaman içinde yaygınlık kazanması, Osmanlı toplumunu derinden etkiledi ve modern anlamda ilk işçi hareketlerini tetiklemeye başladı. Bu bağlamda Yavuz Selim Karakışla, ne yazık ki Avrupa tarihinden aşina olduğumuz bir meselenin Osmanlı’daki pek kuytuda kalmış tezahürünü işçi sınıfının doğuşuna dair kaleme aldığı oldukça toparlayıcı çalışmasında ele almaktadır: Makine kırıcılar. Biraz uzun olsa da kendi emek tarihimize ilişkin az bildiğimiz bu olayların bir listesini alıntılamakta fayda var.
“Modern anlamda ilk işçi hareketleri, Osmanlı toplumunun ülkeye yeni yeni giren Batı teknolojisi ve makinelerine bir tepkisi olarak ortaya çıkan makineleri tahrip hareketleridir. 1839’da Slevne’de, Dobrijokeslov’un fabrikasında kadın işçilerin kendilerini işlerinden edeceğine inandıkları makinelere karşı isyan ettiklerini görüyoruz. 1851’de ise kadın tekstil işçileri Samakkof’ta mekanik bir tekstil tarağını kırma girişiminde bulunmuşlar ancak tarağın bir daha kullanılmayacağı konusunda kendilerine söz verilmesinden sonra bu girişimlerinden alıkonabilmişlerdir. 1861’de mezarlık üzerinde kurulu olduğu gerekçesiyle Bursa’da bir fabrika ateşe verilmiştir.
1873 yılının Nisan başında, Haydarpaşa-İzmit demiryolunun yapımında çalışan bir grup işçi, taşeron tarafından işten çıkarılınca demiryolunu tahrip etmişti. 6 Nisan 1907’de Elektrik ve Tramvay İşletmesi’nin üç arabası on iki yaşındaki Müslüman bir erkek çocuğunun yaralandığı tramvay kazasını protesto eden öfkeli bir Müslüman grup tarafından tahrip edilmiştir. Elimizde en sağlam belgeleri bulunan makine tahrip olayı çoğu kadından oluşan Uşaklı halı dokumacılarının Mart 1908’deki isyanıdır.”5
Osmanlı emek tarihi üzerine çalışmalarının bir an için olmadığını varsaydığımızda kıymetini daha iyi anlayacağımız Donald Quataert, 1986 tarihli bir çalışmasında Karakışla’nın bahsettiği Uşak’taki makine kırıcılarını ele almakta ve bu hareketin iktisadî köklerinin yanı sıra Jön Türklerle olan ilişkisini de oldukça net biçimde resmetmektedir. Anlaşılan o ki, II. Meşrutiyet’in ilanı öncesinde Jön Türkler, işçi hareketini de bir iktisadî ve siyasî baskı unsuru olarak Abdülhamit üzerinde kullanmayı denemişlerdir.
İşçi sınıfının kitlesel hareketlerinin siyasal açıdan en “ilkel” olanının makine kırıcılık olduğunu söyleyebiliriz. Zira, sınıf bilincinin esas göstergesi makinelere yönelen kör şiddet değil, sınıfın üyelerini makinelerin yedek parçaları haline getiren sisteme bütünlüklü biçimde karşı çıkıştır. Ancak üretim koşullarını tümüyle değiştirerek sömürüyü derinleştiren makinelere karşı çıkmadan diğerine sıçranabilmesi hele ki öncü kuvvetin nesnel koşullarının hiçbirinin olmadığı koşullarda pek de mümkün görünmemektedir. Zaten anlaşılan odur ki, makine kırıcılık kendisini kısa zamanda işçi sınıfının daha ileri bilinç düzeyine tekabül eden “grev”e bırakmıştır. Grevler örgütlü hareketlerdir ve bu örgütlü hareketlerin hem coğrafî olarak ve nüfus içinde yayılmaları hem de zaman içinde sıklaşmaları sonucunda işçilerin somut örgütlenme faaliyetleri ile karşılaşıyoruz.
Osmanlı’da ilk grevin ne zaman gerçekleştiği tartışmalara konu olmuş bir meseledir. İlk iş bırakma eylemlerinin 19. yüzyılın başlarında, ilk grevlerin ise 19. yüzyılın son çeyreğinden önce başladığı konusunda yaygın kabul gören bir görüş vardır. Bir başka yaygın görüş ise, “ilk grevin” 25 Ocak 1872 tarihinde devlete ait Hasköy Tersanesinde çıktığına ilişkindir. Ancak bu durum bizi bir kez daha Karakışla’nın çalışmasına yönlendiriyor. Karakışla, bu grevin tarihinin Oya Sencer tarafından yanlış bir biçimde miladî takvime çevrildiğini söylüyor ve doğrusunun 25 Ocak 1873 olduğu konusunda ısrar ediyor. Dolayısıyla bunun öncesine düşen ve Şubat 1872 tarihli Beyoğlu Telgrafhane işçileri grevi “ilk grev” konumuna yükseliyor. Oysa Karakışla’nın aktardığı, bizim de yazım sürecinde rastladığımız gibi Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi (STMA) “ilk grev” tartışmasına şu ifadelerle katılıyor:
“Uzun bir süre Osmanlı Devleti’ndeki ‘ilk grev’in 1872’de 500-600 tersane işçisinin yaptığı eylem olduğu sanılagelmişti. Oysa araştırmalar, 1863’te Ereğli kömür madenlerinde bir grev örgütlendiğini ortaya çıkardı.”6
Bizim yazılı olarak rastladığımız en eski grev, bu şekliyle 1863 yılındaki Ereğli kömür havzasındaki grevdir. 1863 Tarihinde çıkartılan Maden Nizamnamesinde ve 1868 tarihli Ereğli Maden-i Hümayun Nizamnamesinde yer alan, işçilerin işyerlerini terk etmelerini önleyici maddeler de bu düzenlemeler öncesinde grev olmuş olabileceği kanısını güçlendirmektedir. Bu grevlere ve gelişen bilinç düzeyine paralel olarak, gelişen erken dönem işçi örgütlenmeleri için ise şöyle bir döküm verilebilir:
·1866 – La Societa Oreraj Italiana (İtalyan Operaja Derneği)
·1866 – Amis Du Travail (Emek Dostları)
·1871 – Ameleperver Cemiyeti
Ama bu dayanışma örgütlerinin dışında, ilk sınıf örgütü diyebileceğimiz örgüt olan 1895 yılında İstanbul Tophane fabrikalarında çalışan işçilerin kurduğu “Osmanlı Amele Cemiyeti” (OAC) özel bir öneme sahiptir.
“Daha çok Paris proletaryasını örnek alan cemiyetin kurucuları, bir yandan işçilerin ekonomik mücadelelerini örgütlerken bir yandan da illegal siyasal faaliyette bulunuyorlardı. İşçiler arasında Komünist Manifesto’daki düşünceleri yaymaya çalışan cemiyet yöneticileri, onları aynı zamanda padişahın istibdat rejimini yıkmaya çağırıyordu. Cemiyetin faaliyetleri ancak bir yıl kadar sürebildi. Yöneticileri yakalanıp tutuklandı, 7-8 yıl hapse ve sürgüne mahkum edildi. Ancak bazıları sürgünden kaçıp gizlice İstanbul’a döndü ve işçiler arasındaki faaliyetlerine devam etti.”7
Şişmanov OAC’ın sosyalist karakterinin altını kalınca çizmektedir. Zaten OAC’ın kurucuları arasında Mustafa Suphi ile birlikte Karadeniz’de katledilen Ethem Nejat da vardır. Ethem Nejat, bilindiği üzere Türkiye’deki ilk sosyalist parti olan Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın (TİÇSF) da kurucularındandır.
OAC’ın kapatılmasının ardından II. Meşrutiyet’in ilanına kadar işçilere örgütlenme hakkı tanınmamıştır. 1908 bir burjuva devrimi olarak görülüyor ve ortaya çıkardığı heyecan göz önüne alındığında, Cumhuriyet’in ilanından çok daha büyük etki yarattığı söylenebilir. 1908’in ardından Kanun-i Esasi yeniden uygulamaya konmuştu ve askıya alınmış kimi haklar yeniden yürürlüğe giriyordu. Bu hakların arasında, işçilerin örgütlenme hakları da vardı. 1908’in ardından, hem işçi örgütleri hem de grevler patlaması yaşanmaktadır. 1977 yılında Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) teorik yayın organı olan Yurt ve Dünya dergisinin 2. sayısında Hakkı Onur imzasıyla Türkiye’de işçi sınıfı hareketlerine ilişkin öncü denebilecek bir çalışma yayınlanıyor.8 Bu çalışma kapsamında 1908’de ortaya çıkan grev dalgası ayrıntılarıyla inceleniyor. Onur, 7 gazetenin taranması sonucu ulaştığı veriler sonucunda 54 grevi içeren bir kronoloji çıkarmaktadır. Bu grevlerin 35 tanesi, ilk kez Yurt ve Dünya dergisinde zikredilmektedir. Başka bir çalışmada, Zafer Toprak’ın Milli İktisat eserinde 1910-1914 yılları arasında kurulan 51 işçi örgütünün dökümü yapılmıştır. Söz konusu liste, Saka Esnafı Cemiyeti’nden Celep Esnafı Cemiyeti’ne kadar çok çeşitli iş kolunu barındırmaktadır. Feroz Ahmad bu durum karşısında şu yorumu yapmaktadır:
“Bu liste o dönemki esnaf-zanaatkâr kesimlerin tamamını içermiyor. Müslümanların varlığını hissettirdiği çok sayıda meslek kolu eksik olmakla birlikte sınıf bilincinin oluşmasını engelleyecek biçimde katıksız bir işbölümünü görüyoruz.”9
Anlaşılan odur ki, bir yandan işçi sınıfının iktisadî bilinci yükselmekte, ancak bu bilincin daha da yükselmesinin önünde işbölümü gibi nesnel kimi engeller ortaya çıkmaktadır. İttihat ve Terakki’nin kısa bir dönem için bile olsa lonca sistemini desteklemesini, bahsi geçen işbölümünü aşılmaz kılan bu kurumun söz konusu nesnel engeli pekiştireceğine olan inancına yormak mümkündür.
1908 Grevleri, Osmanlı toplumunun gördüğü en yaygın ve en kuvvetli grev dalgasıydı. Bu grevleri bizimde fazlasıyla faydalandığımız çalışmasında analiz eden Karakışla, söz konusu grevlerin içinde siyasî taleplerle gerçekleşen tek grevin “Selanik lokanta garsonlarının Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesinden sonra şehri ziyarete gelen Bulgarları protesto etmek amacıyla giriştikleri grev” olduğunu söyler. Dolayısıyla, 1908 grevlerinin baskın tonu ekonomik oluşları ve yapılan hemen her eylemin, işçilerin İttihat ve Terakki’ye seslerini duyurma çabası içinde olmalarıdır. Ancak İttihat ve Terakki’nin duyduğu ses onu rahatsız etmiş olacak ki, 8 Ekim 1908 tarihinde Meclis-i Mebusan dahi toplanmadan “kanun-u muvakkati” olarak Tatil-i Eşgal Yasası ilan edilmiştir. Tatil-i Eşgal kararında, 1908’de işçi sınıfının bu çıkışından rahatsız olan yerli ve yabancı sermaye çevrelerinin basıncının etkili olduğundan şüphemiz yoktur.
İttihat ve Terakki’nin yayın organı olan İttihat ve Terakki’de, Ekim 1908 tarihinde yayımlanan “Patronlar ve Ameleler” başlıklı yazıda “Yoksa bazı kimselerin talep ve iddia ettikleri veçhile müfrit bir siyaset takip edecek olursak ve sosyalizme adım atarsak her vakitten ziyade emniyet bahşetmeye mecbur olduğumuz sermayedarları korkutmuş oluruz.” denilmektedir. Vurguları bize ait olan bu ifadeden iki sonuç çıkmaktadır. Bunlardan ilki, sosyalizmin somut bir almaşık olarak tartışılıyor oluşudur. Bir diğeri, bu vurgular 1908 devrimine ilişkin Lenin’in “ancak yarım bir zafer ya da bir zaferin yalnız küçük bir parçası” deyişini doğrular niteliktedir.
1908 grev dalgası aynı zamanda önemli dersler içermektedir. Osmanlı’da sermaye çevrelerinin büyük kısmının gayrimüslimlerden oluştuğu ya da doğrudan yabancı oldukları bilinmektedir. Bunun yanı sıra, söz konusu sermaye çevrelerinin Müslüman işçileri daha ucuza, daha düşük ücret karşılığı çalıştırmak gibi bir perspektifi olduğuna dair -haklı ya da haksız- inanç, özellikle sanayide mühendis, ustabaşı gibi meslek eğitiminden geçmiş çalışanların da gayrimüslim ya da “ithal” olması, Müslüman işçilerde sanki işçi olduklarından değil de, esasen “kendi memleketlerinde” -zira Balkanlar’da çözülüş 1800’lerin başlarında Yunan Kurtuluş Mücadelesi ile başlamış durumdadır- Müslüman (ve daha sonraları Türk) olduklarından dolayı sömürüldükleri inancının yerleşmesine sebep olmuştur. Bu inanç o derece kuvvetli bir hal almıştır ki, ecnebi işçi ve diğer çalışanların tartaklanmalarına ve hatta öldürülmelerine kadar varmıştır. 1908 öncesine dayanan ancak, yabancı sermayenin Osmanlı’ya giderek daha büyük oranlarda girmesi ile büyüyen bu algılayışı Şam’daki tekstil işçileri kanıtlamaktadır.
“1847’de çoğu müslüman olan bu zanaat erbapları, vali vekiline çıkarak sadece 12 yıldır çözgücülük yaptıkları halde açıkça haklarını gaspeden bir avuç Hıristiyanın mesleği icra etmek veya çocuklarına öğretmekten men edilmesini istemişlerdi. Vekil, çözgücülerin isteklerine olumlu yanıt verdiyse de vali, vekilin aldığı kararı bozarak yeni gelenler (Hıristiyanlar- GM) lehine hüküm verdi.”10
1908 grev dalgası ile kanıtlanan başka bir nokta da, grevlerin pek çoğunda Müslüman ve gayrimüslim işçi nüfusun beraber greve çıkmasıdır. Görülen odur ki, mücadele içinde din ve ırk gibi ayrılıklar (ve hatta cinsiyet) silikleşmekte, sınıf kardeşliğinin altı daha koyuca çizilmektedir. Bu husus tersinden düşünülecek olursa, işçi sınıfımızda ve emekçi halk kesimlerinde milliyetçiliğin bu denli derinlemesine yer etmesinin tarihsel kaynaklarından bir tanesi olarak da işçi sınıfımızın oluşumuna damgasını vuran bu çelişki gösterilebilir. 1908 grevlerinden çıkarabildiğimiz bir diğer ders ise, “beyaz yakalılar” ve “mavi yakalılar” olarak kodlanan kafa ve kol emekçilerinin birlikte verdikleri mücadelelerin daha sonuç alıcı olduğudur.
Ancak 1908 sonrasında (1909-1918), grevler belli bir tempo ile devam etmiştir. Bu dönemki grevler, iktisadî taleplere yoğunlaşması açısından 1908 grevleri ile oldukça benzerlik taşımaktadır. Tatil-i Eşgal nedeniyle grevlerin özel sektörde yoğunlaşması bir başka dikkat çeken özelliktir. Halbuki bu grevler gerilerinde çok ciddi bir birikim bırakmamışlardır. İşgal altındaki dönemi de içine alan 1919-1922 yılları arasında, İstanbul ve civarında yalnızca 19 greve rastlanmaktadır.11
İttihat ve Terakki’nin iktisat politikası, iki “uç” arasında salınır durumdadır: Bu uçlarda, Sakızlı Ohannes Paşa ve Cavit Bey tarafından temsil edilen serbestiyet (liberalizm) taraftarları ile tarihimize “Milli İktisat” olarak geçen ve aralarında Tekin Alp, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura gibi isimlerin yer aldığı ekol bulunmaktadır. Her iki grubun da amacı, Osmanlı’nın Batı’daki iktisadî gelişmeye kısa zamanda ayak uydurmasıdır. Osmanlı liberalleri, serbest ticarete dayanan “açık kapı” politikasının bu amaçta faydalı olacağında ısrarlıyken, milli iktisatçılar koşulların bunun için elverişli olmadığını söylemektedirler. Özellikle Cihan Harbi ortamı, Milli İktisat görüşünün uygulanabilirlik koşullarını ortaya çıkarmıştır. Milli İktisadın başlıca ideologlarından biri, Akçuralı Yusuf, gerekliliğini şu şekilde açıklamaktadır:
“Karl Marks tarihi ve iktisadî mektebinden olan kimseler, bugün Türkiye’nin geçirmekte olduğu devre-i tarihiyeye (tarihi devreye), burjuvazinin tekevvünü (oluşumu) namını (adını) vermektedir. Tarih-i Osmani’nin bir iki asırlık devresinde Türk orta sınıfı, dünyanın inkişaf-ı iktisadisiyle (iktisadî gelişmesiyle) mütenasiben (uyumlu) terakki edemediğinden (ilerleyemediğinden) yok derecede ehemmiyetsiz kalmış idi; bu açıklığı gayrimüslimler, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, ecnebiler dolduruyordu. Ve bu bir heyet-i içtimaiye (içtimai heyet) için çok tehlikeli bir vaziyet idi ki, mehalikini (varacağı yeri) son rub’ (dört) asırda hepimiz bariz ve feci bir suretle gördük. Şimdi işte Türk kendisi bizzat o mahalli işgal etmek istiyor. Milli müesseselerin, milli mütefekkirlerin (düşünürlerin) cümlesi buna yardım etmekle mükelleftir.”12
İttihat ve Terakki’nin iktisat politikalarının sonuçlarının muhasebesini yapan Tekin Alp (Moiz Kohen) adeta günah çıkarmaktadır:
“Halkı, alnının teriyle geçinen emekçileri düşünmedik… Onların rahatını sağlamak şöyle dursun, grev yapmalarına meydan vermemek maksadına matuf kanunlar neşrettik. Bu kanunları neşrettiğimiz zaman bizde halk hükümetinin en yüksek derecesi, tatbik mevki’inde bulunuyor, yani millet vekilleri genel reyle ittihaz olunuyor ve parlamentarizm usulü tamamıyla cari oluyordu. Öyle olduğu, halde halkın,avamın düşmanı olan patron ve sermayedar sınıfların lehinde kanunlar neşrolunmuştur.”13
Şunu söylemeden geçmek, buradaki değerlendirmenin eksik kalacağı anlamına gelir. İttihat ve Terakki’nin iktisadî politikaları sonucu 1915’te yapılan sanayi sayımında, sınaî işletmelerinin sayısı 255’ti ve bunların 72 tanesi yani %28’i 1908 sonrasında kurulmuştu.14 Elbette burada, 1913’te çıkartılan Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun özel bir payı vardır. Buradan yola çıkarak, işçi sayısının da söz konusu dönemde arttığı sonucuna varmak mümkün. Fakat, bu artışa rağmen emekçilerin milli hasıladan aldıkları payın düştüğü gözlenmektedir. Yine Boratav’ın sunduğu veriler, Tekin Alp’in duyduğu pişmanlığın ardındaki gerçekleri gözler önüne sermektedir. 1908-22 döneminde işçi sınıfına dönük saldırı yalnızca demokratik haklar bağlamında gerçekleşmemiş aynı zamanda emekçi sınıfların yaşam standartlarını yansıtan iktisadî göstergelerde de ciddi gerilemeler kaydedilmiştir. Bu dönemde, belki de işçi sınıfının doğrudan bir parçası olarak saymanın çok da doğru olmayacağı memurlar, gelir düzeyleri açısından hızla emekçi sınıfların alt katmalarına yaklaşmışlardır. Boratav’ın aktardığına göre “Memur maaşları savaşın başlaması ile birlikte %50 oranında indirilmiş ve bu durum bir yıl kadar sürmüştür. Bundan sonra maaşlar savaş boyunca %10-20 oranlarında kalmak üzere sadece iki kez zam görmüş; olağanüstü fiyat artışları nedeniyle maaşların alım gücü %80 dolaylarında düşmüştür.”15
Grevlerin dışında işçi hareketine ilişkin önemli bir gösterge de, 1 Mayıs gösterileridir. Ülkede ilk 1 Mayıs gösterisi, 1909 yılında Selanik’te düzenlenmiştir. Zaten Mete Tunçay’ın bildirdiğine göre, 1908 yılında Selanik’ten meclise seçilen milletvekilleri arasında sosyalistler bulunmaktadır.16 Bundan sonra 1 Mayıslar kesin şekilde yasaklanmıştır. 1920 yılında Trabzon limanında toplanan işçiler 1 Mayıs gösterisi yapmışlardır. Ekim Devrimi’nin ardından Brest-Litovsk Anlaşması ile savaştan çekilen ve barışın yegane savunucusu olduğunu ilan eden Bolşeviklerin, ülke içinde prestijleri ciddi ölçeğe ulaşmıştır. Bu 1 Mayıs kutlamasında işçilerin, Lenin ve Enver Paşa lehine sloganlar atmış olması bunun bir göstergesidir.17 Aynı kaynakta diğer 1 Mayıs kutlamalarına ilişkin bilgiler aktarılmaktadır. Bu yıllarda işgalin ve yükselen işçi sınıfı hareketinin etkisiyle, milliyetçiliğin ve enternasyonalizmin el ele gittiği anlatılmaktadır. Feroz Ahmad’ın dikkat çektiği bir diğer nokta da, “işçilerin geniş tabana yayılan milliyetçi hareket içinde belli derecede özerklik elde etmiş” olduklarıdır. Ankara, İstanbul ve İzmir’de, 1921 ve 1922 1 Mayısları bu ideolojik atmosferin egemenliğinde kutlanmıştır. Bu dönemde sol ve işçi hareketi iyice yakınlaşmış, 1919’da kurulan, özellikle İstanbul’da Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası ve Anadolu’da belli oranda 1920’de kurulan TKP ağırlık kazanmışlardır. Feroz Ahmad, bu etkinliğin derecesini şu çarpıcı örnekle gözler önüne seriyor:
“Kutlama ve yabancı karşıtı gösterileri, Eylül 1919’da kurulan Türkiye İşçi ve Köylü Sosyalist Partisi organize ediyordu. Hatta gözden ırak bir liman şehri olan Mersin’de, Fransız donanmasına karşı protestolar düzenliyor ve “Çok Yaşa 1 Mayıs” ,“Kahrolsun Emperyalizm” sloganları atılıyordu.”
İşçi sınıfının kurtuluş mücadelesindeki rolü elbette bununla sınırlı değil. Ulusal kurtuluş mücadelesine destek için Anadolu’ya geldiklerinde, Karadeniz’de boğdurulan yoldaşlarımızın tarihi, bizim “resmi tarihimizde” yeniden yazılmayı bekleyen bir kahramanlık destanıdır. Yalnızca onlar mı? Elbette değil. Şişmanov, kurtuluş mücadelesinde işçi sınıfının rolünden bahsederken, işçilerin dönemin gerillaları olan çete mücadelelerine aktif olarak katıldığının altını çizmektedir. Bunun dışında, işgale karşı genel grev bir gündem maddesi olarak hep ağırlığını korusa dahi hayata geçirilebilmiş bir eylem olamamıştır. 1922 yılında İstanbul’da yapılacak bir genel grev, sadece tartışılmıştır. Elinden geleni yapan işçi sınıfının, işgal karşıtı mücadeleye önderlik edip edemeyeceği sorunu o dönem sosyalist çevreler etrafında tartışılmıştır. Sayı olarak işçi sınıfının, işgal karşıtı ulusal kurtuluş hareketine ağırlık koyması için nesnel bir engel mevcuttur. Bu nedenle, tarihte pek de hoş karşılanmayan “öyle olmasaydı” sorusunun bu örnekte pek de karşılığı yoktur. Daha öncesinde de Gelenek’te yazıldığı şekliyle söyleyecek olursak, Kemalist hareket en gerçekçi iktidar alternatifi olarak görünmektedir. Burada “gerçekçilik” sıfatının olumlu ya da olumsuz bir gönderme taşımadığını, nesnel bir saptama yapıldığını, bilmiyoruz söylemeye gerek var mı?
Kemalizm, tekelci bir iktidar projesi olarak, iktidarını zaman içinde “rakip”lerine karşı kuvvetlendirirken bundan işçi sınıfı da nasiplenmiştir. Mustafa Kemal, sınırlı sayıda olsa da işgal karşıtı mücadele için seferber olan işçi sınıfını, 1922’de Sovyet elçisi Aralov ile konuşurken bir kalemde silebilmektedir.
“Türkiye’de işçi sınıfı yok, çünkü gelişmiş bir sanayi yok. Bizim burjuvalarımızı ise, henüz burjuva sınıfı haline getirmek gerekiyor… Benim amacım… Anadolu tacirine yardım etmek, zenginleşmesini sağlamaktır.”18
Bu süreç aynı zamanda, Kemalist minimalizmin olgun halini almak için şekillendiği dönemdir de. Kemalizm, hızla reel siyaset koridorlarında kendisinin ve ülkenin kaderini belirleyecek ve niyet olarak başlangıçtan bu yana taşındığından şüphe etmemize gerek olmayan politik tercihlerde bulunmaktadır. Mustafa Kemal’in 1923 tarihli şu sözleri tercihleri yansıtır niteliktedir.
“Bizde büyük araziye kaç kişi maliktir? Bu arazinin miktarı nedir? Tetkik edilirse görülür ki,memleketimizin vüsatine nazaran hiç kimse büyük araziye malik değildir. Binaenaleyh, bu [büyük] arazi sahipleri de himaye edilecek insanlarıdır. Sonra sanat sahipleriyle kasabalarda ticaret eden küçük tüccaran gelir. Bittabi bunların menfaatlerini… temin ve muhafaza mecburiyetindeyiz… kaç milyonerimiz var. Hiç. Binaenaleyh, biraz parası olanlara da düşman olacak değiliz. Bilakis, memleketimizde birçok milyonerlerin, hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız.”19
Şubat-Mart 1923 tarihlerinde toplanan İzmir İktisat Kongresi de, kemalizmin sınıfsal görüşünü net biçimde ortaya sermiştir. Kongreye çeşitli sınıfları temsilen delegeler katılmıştır. Katılanlar arasında işçi sınıfını temsilen delegeler de vardır. Kemalistler, işçi grubunu kontrol altında tutmak için grubun başına işçi olmayan Aka Gündüz’ü geçirmişlerdir. Feroz Ahmad’ın aktardığı üzere, bunun yanı sıra, işçi grubunu kadın ve erkek olarak bölmüşlerdi. Buna rağmen hiç beklenmedik gelişmeler olmuştur. Örneğin; işçi grubunun vermiş olduğu “imtiyazlı ecnebi müesseselerin devletleştirilmesi” önerisi, işçilerin kabul oyunun dışında “oybirliği” ile reddedilmiştir. Bunun dışında, işçilerin ısrarı üzerine sendika kurma ve grev yapma hakları tanınmıştır, ancak Kongre sonrasında uygulamaya konmayan yegane kararlar, işçilere verilmiş hakları barındıran kararlardır.
Yeni cumhuriyetin sınıfsal tercihi henüz cumhuriyetin ilanından önce ortaya çıkmıştır. İşçiler, 1923’ün 1 Mayıs’ında, Cebeci’den başlayıp mecliste sona eren bir yürüyüş yaparak kongre kararlarının uygulamaya konmasını talep etmişlerdir. Kemalizmin yanıtı, 1 Mayıs’ın işçi bayramı olarak kutlanmasını yasaklayarak, bahar bayramı ilan etmek olmuştur. Kerim Sadi’nin Marx için söylediklerini biraz değiştirerek şöyle söyleyebiliriz: Ey işçilerimiz, sınıfsız, sömürüsüz, kaynaşmış bir kitlede bile ne çok düşmanın var!
Sonuç Yerine
İşçi sınıfımız; geç kapitalistleşme, işgal gibi çetin koşullar içinde şekillenmek durumunda kalmıştır ve bu dönem boyunca, niceliksel olarak yetersizmiş gibi görünen istatistik verilere inat, hep kendinden beklenenden daha büyük bir zenginlik vaat ettiğini defalarca göstermiştir. İşçi sınıfımızın bunu kanıtladığı bir başka tarihsel dönem olan 1961-71 dönemini burada ele almıyoruz, ama tüm bunlar işçi sınıfımızın şaşırtmak gibi bir “geleneği” olduğunun işaretidir.
Bir şükran borcumuzu yazımızın başlığına taşımıştık. Şükran borcumuz, işte tam da bu işçi sınıfımızın “şaşırtan kolu”na mensup bir üyesi ile ilgilidir. Yaşar Nezihe, Türkiye işçi sınıfının her daim içinden sanıldığından daha zengin damarlar çıkaracağının kanıtı gibidir. 1882 doğumlu Yaşar Nezihe (Bükülmez), bir emekçi ailenin kendi deyişi ile “hayatta çok çekmiş” kızıydı. Genç yaşından itibaren Şefik Hüsnü çevresinde siyasî mücadelenin içinde bulunmuştur. Aydınlık dergisinde yayımlanan şiirleri, dönemin işçi sınıfı bilincinin gelişimi bağlamında incelenmiştir. Yaşar Nezihe’nin unutulmamasını sağlayan ise, sanıyoruz ki bir başka komünist aydının, Kerim Sadi’nin aydın-proleter çabasıdır. Bu yazımızı soyadı ile müsemma, Bükülmez Yaşar Nezihe’ye ithaf ederek yazımıza onun 1 Mayıs şiiri ile Taksim için çağrı yaparak ve sınıfımıza olan güvenimizi tazeleyerek bitiyoruz.20
Ey işçiler! Bir Mayıs: Sizin serbest gününüz;
Yürüyünüz ileri “Aydınlık”tır önünüz.
Atelyeler kapandı, dünya sanki uykuda,
Şimdi istismarcılar hep telaşta, korkuda.
Bugün kızıl bayrağın kızıl nurlar saçarken,
Yarın için kurtuluş yollarını açarken,
Meşru olan hakkını istemekten usanma.
“Sabret biraz…” derlerse bu sözlere inanma!
Burjuvazi yalanla dolabını döndürür,
Kalbindeki emelin nurlarını söndürür,
Sen mağdur işçisin, senelerce ezildin.
“Bir Mayıs”ta hür oldun, bunu bayram bildin.
Evet hürsün, yarın da hür olmaksa emelin
Esaret bağlarını kırsın kuvvetli elin.
Bir günlük hürriyetin sana bayram oluyor,
Dudakların gülüyor; kalbin sevinç doluyor.
Fakat… idrak etmedin sen hakiki bayramı,
Yine yarın hırpalar maişetin alamı.
En büyük bayram sana hakkını aldığın gün,
İstismardan ne tatlıdır bir düşün.
Böyle daim birleşip kuvvetini göster sen!
İttihattan ayrılma, galip olmak istersen.
Patronların elinde sen oyuncak değilsin.
Biraz kaldır başını sana başlar eğilsin.
Dipnotlar ve Kaynak
- Behçet Necatigil,Su
- Biraz uzun ve yazının içeriği ile tam olarak örtüşmese dahi okuyucudan özür dileyerek buraya bir not düşmek durumundayız. Emek Partisi’nin Aralık 2006 tarihli “EMEP Nasıl Bir Partidir?” isimli broşürüne değinmek istiyoruz. Hem öyle, “TKP destekçilerine” “liberal komünist” dedikleri için falan değil! Söz konusu ifadenin akli bir sürecin ürünü olmadığı açık. Mesele, “sınıfta kalan” kategorisinin has elemanlarından olan EMEP’in “sınıfta kalabilmek” için kendini nasıl tanıttığı. EMEP kimi sorular üzerinden kendisini tariflemeye çalışıyor. Burada sorduğu soruların ve bu sorulara verilen yanıtların bir kısmını sizinle paylaşmak istiyoruz.SORU: EMEP sol bir parti midir?YANIT : Bugün politik arenada en çok kullanılan sözcüklerden birisi sol ya da sağ sözcükleridir. Ama yine politikada en belirsiz ve en çok üstünde tepinilen sözcük de “sol”dur. Çünkü bugün bir partiyi ya da siyasi odağı “sol” olarak tanımlamak aslında hiçbir şey söylememektir. (…)Ama şöyle denirse; sermayenin çıkarlarının en radikal savunucularının en sağda, komünizmin en gerçek savunucularının da en solda olduğu; bütün diğer akım ve eğilimlerin bunların arasında yer aldığı bir siyasi yelpaze yapılarak “EMEP sol bir parti midir?” sorusu sorulursa; bu soruya; “EMEP en soldaki partidir” demekte hiçbir sakınca yoktur.SORU : EMEP devrimci bir parti midir?YANIT : Evet. EMEP adının başına devrimci, sosyalist, komünist sıfatları ekleyen bütün diğer partilerden daha devrimci bir partidir. Ama burada da, “sol” nitelemesinde olduğu gibi bir “belirsizlik” vardır. (…)EMEP’in en devrimci parti olması EMEP’e ancak “ben devrimciyim” diyenlerin üye olabileceği anlamına gelmez. (…) EMEP kendisini ifade ederken, “devrimci bir parti” olmaktan çok, “bir işçi-kitle partisi olmaya” ,“işçilerin, emekçilerin uyanış içindeki kesimleri içinde örgütlenmeye” vurgu yapan bir partidir.SORU : EMEP sosyalist bir parti midir?YANIT: “Sol” gibi “devrimcilik” gibi en çok yıpratılan çarpıtılan kavramlardan biri de “sosyalist” kavramıdır. Çünkü sosyalizmin işçiler içindeki popülaritesinden yararlanmak için burjuva siyasi odakların pek çoğu kendilerine sosyalist sıfatını yakıştırmaktan “sosyalizm öldü bitti” dedikleri bu zamanda bile vazgeçmemişlerdir. (…) (S)oru; “EMEP Marksist sosyalizm bilimsel sosyalizm anlamında sosyalist midir” diye sorulursa bu sorunun yanıtı; “Kesin olarak evet!”tir. Bu anlamıyla EMEP “Türkiye’deki tek sosyalist partidir” de.Türkiye’deki en sosyalist parti olan EMEP hakkında “EMEP x midir” diye sorulacak sorunun yanıtı “EMEP x değildir ama x’i biz tanımlarsak neden olmayalım ama olmasak daha iyi.” şeklinde verilecektir. Bizim anladığımız şudur: sol devrimci sosyalist sıfatları çok yıprandığı için EMEP’liler bunları kullanmayacakmış ama sorulursa da “yok değiliz en hakikisi biziz” diyeceklermiş. EMEP aslında işçi-kitle partisiymiş ama ben solcuyum diye kazara EMEP’e gelen olursa da “yok olmaz” denmeyecekmiş. Bu siyasî yapının kendisini tanımlamak için bu kadar ter döküyor olmasının nedeninin sınıf anlayışında yattığını belirterek yazımıza devam edelim.
- Türkiye Komünist Partisi’nin işçi sınıfına ilişkin yaptığı değerlendirmeleri bu yazı kapsamında açmayacağız. Merak edenler, örneğin TKP’nin Ocak 2007 tarihini taşıyan Kongre Raporu’nun yayımlandığı Gelenek’in 94. sayısına bakabilirler. Raporun “Türkiye İşçi Sınıfı” başlıklı bölümünün, komünist hareketin, 2007 Türkiyesi’nde işçi sınıfı ve işçi sınıfı hareketinden ne anladığını ve bunlara nasıl müdahale edeceğini anlatan bölüm olması itibariyle, raporun genel öneminin dışında bir öneme sahip olduğunu da belirtelim.
- H. İnalcık & D. Quataert (eds.), Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, İstanbul: Eren Yayınları, 2004, içinde D. Quataert, “19. Yüzyıla Genel Bakış,: Islahatlar Devri, 1812 – 1914”, s. 1001
- D. Quataert & E.J. Zürcher (ed.), Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler 1839–1950, İstanbul: İletişim, 1998, içinde Yavuz Selim Karakışla, “Osmanlı Sanayi İşçisi Sınıfının Doğuşu, 1839 – 1923”, s. 29. Karakışla’nın her kalem için referans gösterdiği kaynakları burada aktarmadık.
- STMA, İlk İşçi Hareketleri, 1988: İletişim, İstanbul, 55. Bölümde, s. 1799.STMA, aynı yerde 25 Ocak 1872 (1873) tarihli grevin 150 İngiliz işçinin iş bırakması sonucu ortaya çıktığını da belirtmektedir. Osmanlı’da örgütlü ilk grevin Müslüman işçiler tarafından yapılmış olmasını da anlamlı bir not olarak düşelim. Söz konusu grevde, greve giden işçilerin bir profilini gösterir kaynağa ulaşamamış olsak da, Fransız sermayesinin Ereğli Şirket-i Osmaniyesi (Sociéte d’Heraclée) isminde bir imtiyazlı şirket ile girdiğini ve burada bir Fransız kolonisi oluşturduğunu düşünürsek ve bu bilgi Sultan Abdülmecit’in 1848 tarihinde mirî olan bu arazinin gelirlerini dini amaçlarla kullanılması için bir vakfa bağışladığı Kırım Savaşı esnasında kısa bir dönem, madenin işletme hakkının İngilizlere satıldığı ancak sonrasında geri alındığı bilgileri ile birleştirildiğinde, ilgili madende bu dönemde Müslüman işçilerin çalıştığı sonucuna varılabilir. Daha detaylı bilgi için Attila Aytekin’in çok yakın bir zamanda Yordam Kitap’tan çıkan Tarlalardan Ocaklara Sefaletten Mücadeleye – Zonguldak-Ereğli Kömür Havzası İşçileri 1848-1922 isimli bilgilendirici çalışmasına bakılabilir.
- Dimitır Şişmanov, Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi – Kısa Tarih (1908 – 1965), İstanbul: Belge Yayınları, 1990, s. 32
- Hakkı Onur, 1908 İşçi Hareketleri ve Jön Türkler, Yurt ve Dünya, Mart 1977, sayı 2, s.277-295
- D. Quataert & E.J. Zürcher (ed.), a.g.e. içinde Feroz Ahmad, Cumhuriyet Türkiye’sinde Sınıf Bilincinin Oluşması, 1923–45, s. 127(a.b.ç.)
- A.g.e içinde, Sherry Vatter “Şam’ın Militan Tekstil Dokumacıları: Ücretli Zanaatkarlar ve Osmanlı İşçi Hareketleri”, 1850-1914, s. 69
- Karakışla, a.g.e., s. 37-38
- Yusuf Akçura, Siyaset ve İktisat, Ankara: Sinemis Yayınları, 2006, s. 111 Yusuf Akçura’nın “Cihad-ı Ekbere Dair” başlıklı, 1922 Aralık’ında Bursa Türk Ocağı’nda yaptığı konuşmadan alınmıştır.
- Tekin Alp’ten aktaran Hakkı Oğuz, a.g.e., s. 277
- Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi – 1908-2002 Ankara: İmge, 2002, s.33
- A.g.e., s. 36
- Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar – I (1908 – 1925), İstanbul: BDS Yayınları, 2000, Bölüm:1 (Osmanlı Sosyalizmi) içinde, s. 19
- Feroz Ahmad, a.g.e., s. 129 Ayrıca bkz. Z. Lockman ,(ed.) Workers and Working Classes in the Middle East – Struggles Histories Historiographies New York: SUNY Press ,1994, içinde Feroz Ahmad, The Development of Working-Class Consciousness in Turkey, s. 135
- Aktaran Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadî Tarihi (1923-1950), Ankara: Yurt Yayınevi, 1982, s. 135.Yahya Sezai Tezel’in bu eseri, Türkiye’nin iktisadî tarihi üzerine yapılmış en ciddi çalışmalardan biridir. Tezel’in marksist iken yazmış olduğu doktora tezinden uyarlanan kitap, insanı hem yaptığı yetkin tespitlerle hem de Tezel’in şu anki durumunu düşündürterek şaşırtıyor. Çok öncesinde sol ile ilişkisini kesen, bugün adı pek çok kirli ilişki ve icraat ile anılan Tezel’in, Ankara Üniversitesi üzerinden ulaşabileceğiniz web sitesinde sizi ilk karşılayan, “hocamızın” Tevrat’tan çekip çıkardığı ayet oluyor: Herkes dünyayı değiştirmeye çalışır, ama kimse kendini değiştirmeye çalışmaz. Buna rağmen, kimi eksiklerine, sorunlu siyasî değerlendirmelerine ve aslında bunların ardında yatan aşırı “süreklilik” vurgusuna rağmen, Tezel’in kitabı iktisat tarihi ile ilgilenenlerin mutlaka incelikle okuması gereken bir başyapıt.
- A.g.e., s. 126
- Yazının sonuç bölümünü yazarken haberlerde, Zonguldak-Ereğli’de “ABD’den Korkmuyorum!” diyen yoldaşlarımıza, faşist tosuncukların kalaslarla, taşlarla saldırdıklarını izledik. ABD’den korkmamaya yürekleri yetmeyen, emperyalizmin söylediklerinin bir adım ötesine çıkamayanların hesabını işçi sınıfımızın keseceğini, sınıfımızın onlara hazırlayacağı sürprizin bu olduğunun bilincinde olarak, bu yazıyı aynı zamanda “güzel insanlara”, yoldaşlarımıza armağan ediyoruz… Biliyoruz. Daha gün o gün değil…