Has edebiyatın o büyük yazarları arasında, üç ismin anı/anlatılarını, diğerlerinden bir başka yere koymalı. Birincisi, “Körleşme” yazarı Elias Canetti’nin, üç ciltte topladığı; küçükken sütannesinden dinlediği Bulgarca ninnilerin etkisiyle yıllar sonra o dilde yapılan konuşmaları nasıl da anladığını ya da hatırladığını anlattığı “Kurtarılmış Dil”le başlayıp, aynı hafıza ve dil oyunlarını “Kulaktaki Meşale”lerde ve “Gözlerin Oyunu”nda da aradığı o muhteşem anı/anlatısı. İkincisi, Nikos Kazancakis’in Girit’teki kökenlerini sorgulayıp Ege’nin sıcaklığıyla birlikte şu ünlü seyahat planını açıkladığı; Sibirya’yı trenle, Latin Amerika’yı motorsikletle ve Ege’yi kayıkla aşarak yaşamı anlamaya çağırdığı “El Greco’ya Mektuplar”ı. Ve üçüncüsü, neredeyse bütün dünyayı gemiyle dolaştıktan sonra, dilde bambaşka anlatım olanaklarını fark ettiren, Latin Amerika’nın ayrıksı yönlerini sezdiren, edebiyatın ve siyasetin birbirini nasıl besleyebildiğini gösteren Pablo Neruda’nın “Yaşadığımı İtiraf Ediyorum” adını koyduğu anı-gezi ve portre kitabı.
Evet, üçünü başka bir yere koymalı ama üçüncüsünü ilk ikisinden de ayırmalı; zira Neruda’nın anlattıkları ve yaşadıkları, Canetti ve Kazancakis’in geçmişlerine ve geniş bir coğrafyaya dönük yaptıkları sade ve soylu yolculuklarını, toplumsal mücadeleyle yoğurup başka bir seviyeye çıkarıyor sanki. Ya da Avrupa’daki entelektüel arayışlarla, Latin Amerika’daki devrimci sorgulamaların farkı diye de okunabilir; “yanardağlarla ve çöllerle kaplı bir ülkenin şiirini yazmak istiyorsanız, soyluca döşenmiş salonlar ve oturma odaları için yazdığınız gibi yazamazsınız.”
O halde, ilk iki yazarımızı şimdilik bir kenara bırakıp Neruda’ya yöneleceğiz. Ancak Kazancakis ve anı-anlatı demiş ve böylece fırsatını yakalamışken, Gelenek okurlarının yakından tanıdığı bir yazarın, İlhan Akalın’ın “Geçici Zaman Diliminde Yaşam”ına, kısa da olsa, uğramadan edemeyeceğiz.
“Anı-anlatı’yı anladık da, Kazancakis bağlantısı ne oluyor” diye merak edenler ise, Ege’yle Girit’in ruhuna ve zeytinlerine dair söylenenlerle, Girit’e uzanan kökenleri ve “Mektuplar”a anıştırmalarla dolu mapusane anılarını birlikte okusunlar deriz. Bu arada, Akalın’ı sadece sendikacı ya da siyasi kimliğiyle tanıyanlar, nasıl bir edebiyatçıyı ıskaladıklarını da hesaba katsınlar. Zira, eğer kitaba ya da “Geçici Zaman Diliminde Yaşam”a adımlarını atarlarsa, Kazancakis’ten yansıyanlar dışında, Dede’nin HADEP’teki şu ünlü bayrak olayının ardından yaşadığı bütün zamanları, bir acı biberin neden var olamayacağından bir karpuzun nasıl kesilmesi gerektiğine varıncaya kadar verdiği bütün dersleri, has edebiyatın diliyle ve bir çırpıda okuyacaklar. Ve bu “bir çırpı” meselesini ciddiye almalılar. Anlamının oluşması ya da oturması için, kanımca, tek bir oturuş, oturum ya da celsede okunması gereken bir kitapla karşı karşıyalar.
Şimdi, bütün parantezlerimizi kapatıp asıl okuma notumuz ya da oturum başlığımıza, Pablo Neruda’ya ve “itirafları”na geçebiliriz.
Yazarken sürekli olarak kendilerini ve illa ki paylaşmaları gereken o ilginç yaşantılarını ve deneyimlerini anlatanlardan hiç hoşlanmasak da, biz de bir küçük itirafımızı dile getirebiliriz en başta: Bir şeyler kaleme alırken olmasına alışmıştık ama okurken de yerinde duramayarak dolaşmaya başlamak, benliği saran müthiş bir coşku ve heyecanla okumak – işte bu çok başka…
Büyük yazarların ve Neruda’nın, ilk bakışta üslubunun, ancak daha derinlerde de soyutlama gücünün başkalığı diyebiliriz buna aslında. Okurken hep bir soru dolaşıyor arka planda: “Bu bağlantıları kurmak nereden de gelmiş aklına?”
Gerek şiirlerinde, gerekse düzyazılarında, sözcüklerin ve kavramların nereden nereye atlayıp geçtiğine baktığınızda, sanki daldan dala konuyormuş gibi bir anlatım tarzı oluştuğunu düşünüyorsunuz ilk bakışta. “Başka bir soyutlama bu” diyorsunuz, “imgenin ne zaman geleceği, kavramın nerede duracağı belli değil sanki. Bambaşka geçişlere ve sıçramalara açık bir dil.” Ancak yazarın seçtiği sözcükler o daldan bu dala kanat açarken, kalkış ve yeniden konuş anlarında o dalları titreştirirken, büyülü ve bütünlüklü bir ağaç ve giderek orman manzarası da sunmaya başlıyor en derinlerden.
Bu başkalık ve derinlik, birazdan değineceğiz, şiirlerde daha çok öne çıkıyor elbette. Ama anılar boyunca süren yolculuklarda da, sırf cümlelerin değil, bölümlerin ve olayların birbirini takip etme biçiminde de, bu başka soyutlamanın izlerini sürebiliyoruz. Anılar arasına; tek bir sözcüğe, çağrışıma, yaşanmışlığa, yakınlaşmaya, öyküye, düşe, ilişkiye vb. dayanan şiir yüklü bir denemenin girivermesi; yolculuğun daha başında, “izlediğimiz yoldan sapıyor muyuz” diye sordururken, sonrasında, patikalarla bağlandığımız tüm yolların oluşturduğu bütünlüğü, yolculuğun farklı boyutlarını aklımıza getirdiği için, “başkalığı” bir kez daha fark etmiş oluyoruz.
Evet, geziler ve anılar, denemelerle iç içe gelişiyor itiraflar boyunca. Bağlantıları farklı soyutlama düzeylerinde yeniden oluşturabilmemize yardımcı oluyorlar. Portreler de onların yanına ekleniyor yol boyunca (ve özellikle de yolun sonunda).
1900’lerin başında Şili’de üniversiteyi bitirip kendisine resmi bir vazife arayan bir yazar adayının, engelleyen ve arka çıkan diplomatlar arasından Dışişleri’nden kaptığı elçilik görevleri, hayatının ve şiirinin önemli dönüm noktalarından biri oluyor Neruda için.
Ama gemilerle Avrupa’dan Uzak Asya’ya, dünyanın dört bir yanına akıp giden yolculuklarının öncesinde; fakülte yıllarında tanıştığı çılgın solcu ve şairlerle çıkarttıkları dergiler, Pen klübü kongresine yanından hiç ayırmadığı ineğiyle katılan çılgın şairlerle birlikte kahve ve restoranlarda yaptıkları delilikler, ilk aşklar, cinsel heyecanlar ve aşırılıklar da, şiirle düzyazının iç içe geçtiği coşkulu bir dilde nehir gibi akıp geçiyor okurun önünden.
Doğayla adeta bütünleşmiş, onun bütün kokularını, renklerini ve seslerini cümlelerine sindirmiş bir şairle karşı karşıyayız. Kendi ifadesiyle “bugünkü şair Neruda’yı hazırlayan nitelikler olarak tabiat ve sevgi” bütün yaz-dıklarının içerisine nüfuz ediyor. Özellikle sesler ve kokular, hafızayı harekete geçiren o gizil güçleriyle; geriye dönüşlerin, yaşantıların ve itirafların “çözücüsü” oluveriyorlar. Yurdundan uzaklarda, otların ve ormanın kokusunu içine çekerek hemen çocukluğuna gidebiliyor yazar. Ya da anıların yazıldığı Isla Negra’daki dalgaların sesi, alıp Hindistan tapınaklarındaki yılanlı törenlere götürebiliyor yazarın bilincini.
Elbette, seyahat notlarını, güzel manzaraları, hoş yemekleri vb. anlatmakla yetinen bir turist bilinci değil bu. İnsan manzaralarına yöneliyor ama onunla da yetinmiyor. Çapraşık ilişkilere, aykırı düşüncelere, toplumsal dinamiklere, farklı kültürlerin birbirine değmesine, durmaksızın yazanlara,yazamadan donup kalanlara, şairlerin peşini bırakmayan eleştirmenlere, eli bıçaklı sevgililere vb. bakmadan o toprakları çözemeyeceğini biliyor.
Sadece bir örnek olsun; Doğu’ya yolculuğunda, Batı’nın oryantalist yaklaşımının esasını da ortaya koyuyor Neruda: Hint gizemciliğine kendini kaptırıp ayinler ve büyülerle rahatlamaya, yapmacık manevi tatminler aramaya çalışan efendilerin arasında, yoksul halk çocuklarının nasıl pazarlandığını görebiliyor; orada diplomatik bir görevli olarak bulunsa da, efendilerin oryantalist arayışıyla değil, yoksulların dünyasından ve eşitlik arayışıyla bakabiliyor topluma. “Hemen hemen bütün dinsel hücreler batılı serüvenciler tarafından yönetiliyordu; kuzey ve güney Amerikalılar da eksik değildi. Tabii bunların arasında iyi niyetli kişiler vardı, ancak birçoğu ucuz bir pazarı sömürüyordu. Bunlar, kendilerine inananları Yoga ve saçma sapan laflarla besliyordu” (s. 131).
Büyük ozanlar, gözlemleri ve eşsiz yorumları bir yana, sanat anlayışlarını da, en iyi bu türden anı/anlatılarda (ya da Nâzım Hikmet’in Kemal Tahir’e yazdığı “Mapusaneden Mektuplar” düşünüldüğünde, mektuplarda) ortaya koyuyorlar galiba. Örneğin sanatın “faydalı” olması gerektiğinden dem vuruyor Neruda, “Şiir, bir parça ekmeğe, topraktan bir tabağa, ya da beceriksiz bir elin severek işlediği bir tahta parçasına benzer” (s. 79) derken. Ya da, “şiir kaba bir kumaş değil, durmadan akan bir nehirdir. Hammaddesini oluşturan öğeler, varolan ve varolma-yan şeylerdendir” (s. 186) diyerek kaynaklarının sonsuzluğuna yönelirken. Son olarak, tüm tartışmaları ve kaynakları, “ateş ve dumanla” özetlerken.
Evet, hep böyle “pratik” çözümler buluyor o büyük tartışmalara. Gerçekçiliğin bir okul olarak nerede durduğuna, kendi şiirinin kimden ne kadar etkilendiğine, ne ölçüde gerçekçi olduğuna vb. dair tartışmaları da bu şekilde çözmeye çalışıyor. Önce “Gerçekçi olmayan şair ölür. Sadece akla aykırı yazan şair, kendince ve sevgilisince anlaşılır ancak. Bu da oldukça umut kırıcı. Sadece akılcı olan şairi eşekler bile anlar. Ama bu da epey hüzün verici” (s. 398) sözleriyle o büyük tartışmayı bitirmeye çalışıyor. Sonra, etiketlere, şablonlara, kategorilere boğulan bir sanat ortamında “okulsuz ve sınıflandırılmamış kitaplar istiyorum hayatta olduğu gibi…” (s. 443) diye döküyor içini. Ve ekol tartışmaları ona rağmen üzerine gelmeye devam edince, “Estetik tartışmaları beni ölesiye sıkar” (s. 508) diye kestirip atıyor eleştirmenlerinin yüklenmelerini.
Neruda ve o büyük ozan kuşağının bir özelliği daha açığa çıkıyor böylece; sürekli kendi üzerine katlanıp bükülen, kuramsal bir zenginlikten çok çekemezliğin izleriyle yürüyen, dayanışma kültüründen çok birbirinin eksiklerine yaslanarak “gelişen”, yazarın özgürlüğüne dair hükümler belirleyen tartışmalardan “kaçıyorlar”; bunlarla vakit kaybedeceklerine, yaşamayı, üretmeyi, mücadeleyi ve yazmayı tercih ediyorlar. Kendi kuramsal yaklaşım ve eleştirilerini ise mektuplarına ve anılarına, incelikle yerleştiriyorlar.
Sanatın siyasal mücadeleyle buluşması ve bunun (elbette kimi gerilimler barındırsa da), birbirini besleyerek büyüten sürekli bir ilişkiye dönüşmesi ise, Neruda, Aragon, Nâzım gibi şairleri bir başka büyütüyor. Neruda ilk buluşma anını şöyle anlatıyor: “Şiirlerime, sokağa açılan kapıyı kapayamazdım. Tıpkı genç şair kalbimden, aşka, hayata, sevgiye ya da üzüntülere açılan kapıyı kapayamayacağım gibi” (s. 83). Daha sonra Lorca’yla ve İspanya İç Savaşı’yla buluşması; “Kalbimdeki İspanya” kitabının, cephede, askerlerin flamalarından vb. icat ettikleri özel baskı malzemeleri ve yöntemleriyle çoğaltılıp dağıtılması; Paris elçisi olarak ölüm tehdidiyle yaşayan göçmenleri Şili’ye kaçırması; tozdan gözleri kıpkırmızı bir maden işçisinin “seni çoktandır tanıyorum ben kardeş” sözlerinden etkilenerek partiye katılması ve benzer anıları, kapıların birer birer açıldığı kritik dönemeçler olarak “itiraflar” arasına yazılıyor.
Tercihini partili mücadeleden yana yapıyor ama “yaşayan” sosyalizmin eksikleri-gediklerini de, kapitalizmin sömürücü ve saldırgan karakteri gibi sürekli olarak eleştirel aklın süzgecinden geçiriyor. Sanattaki Sovyet dogmatizmine karşı, Çin’de “yasak aşk” yaşayan şairlerin yazarlar birliğinden alınıp garson yapılmasına karşı vb. “Hayat kurallardan daha inatçıdır ve galip gelir. Hayat bir devrimdir, kurallar ise sonunda tabuta girecektir” (s. 301) diye isyan etmesi ise, onu mücadeleden uzaklaştırmıyor. Tam tersine, isyanını yeni bir mücadele ruhuyla birleştiriyor.
Faşizme karşı mücadele ve yazılan şiirler ise, on yıllar boyunca hayatının merkezinde duruyor. Partinin cumhurbaşkanlığı adaylığına kendisini göstermesi, Allende’nin yükselişi ve Pino-chet’nin faşist darbesiyle sonuçlanan son siyasi adımlar, “Yaşadığımı İtiraf Ediyorum” diyen ozanın, yaşamını ve itiraflarını yarıda bıraktıran trajik bir sona uzanıyorlar.
Ancak bu olayların hemen arifesinde, (kitabın da son bölümlerinden hemen önce) anılar ve yolculuklarla 1973’e gelindiğinde, teker teker portreler çizilmeye başlıyor Neruda’nın hafızasında ve dilinde. Paul Eluard ve Türkçe’de pek tanımadığımız Latin Amerikalı yazarlar, Türkçe’de ve kalbimizde çok iyi tanıdığımız Allende ve Castro’lar, kitabın son bölümlerinde bilinmedik yönleriyle parlıyorlar. “Büyük bir çocuk” olarak görülen Fidel için söyleneni buraya almakla yetinelim: “En usta politikacılar ve işçi önderleri,, anlamlı ve geçerli konuşsalar da, sözleri aşınmış ve tekrarlanmaktan gücünü yitirmiş formülleri sakız gibi çiğner dururlar. Fidel formüllerden hiç hoşlanmıyordu. Dili çok olağan ve öğreticiydi. Konuşurken ve öğretirken kendisi de öğreniyora benzer bir hali vardı” (s. 484).
Evet, artık sona geliyoruz. Evet, giderek sağlığı bozuluyor Neruda’nın. Evet, lösemi hastalığı yüzünden acılar ve ağrılar bütün bedenini sarmaya başlıyor. Evet, arada “taşra okullarındaki ödül törenlerinden bir farkını göremediği” Nobel ödülünü alıyor, pek de umursamıyor. Ve evet, faşist darbe gerçekleşiyor Şili’de. Ve yine evet, darbeden 10 gün sonra Allende’nin ve diğer yoldaşlarının katledilişinin de acısıyla ozanın ölümü hızlanıyor ve son noktaya geliniyor 23 Eylül’de.
Ama hayır diyor halkı; bıyığı da kafası gibi “daglıs” -geçenlerde hak etmediği şekilde “eceliyle” ölen faşist diktatör- artık bir halk kahramanı olan yazarın ölümüne dönük tepkileri “yumuşatmak” için 3 gün yas ilan ettiğinde, onun eski şiirlerinden yeni şiirler üretiyor. 1948 yılında yazılan “Satraplar” şiirini alıp Pinochet için yeniden uyarlayarak, diktatöre karşı şiirle de mücadele veriyor. Ve hayır demiş oluyor bir anlamda, ozanın ölümüne (bkz. aşağıdaki ikinci belge). Ve yine hayır diyor Curt Meyer Clason diye halktan bir yazar; “Yaşadığımı İtiraf Ediyorum”un yarıda kalmasına izin vermiyor. “Hayır, yarıda bırakamazlar hiçbir şeyi” diyerek Neruda’nın üslubuyla tamamlıyor İtirafları. Pino-chet’nin yapıp ettiklerini ve ozanın hislerini de ekliyor anıların sonuna.
Neruda’ya, halkın kolektif aklına kaydolan şiirlerine ve mücadelesine de böylesi yakışıyor. Bu yalın şiiri ve onun halkı harekete geçirebilen gücünü engelleyebilmek, yarıda bırakmak ya da yok etmek mümkün değil ki! (Tıpkı, “internette yayınlanma” yasağı getirerek Nâzım’ın şiirlerinin halkıyla buluşmasını engellemenin mümkün olmaması gibi. Tıpkı, Nâzımca yazılmış yeni şiir ve metinlerin, Nâzımca yapılmış eylemlerin, yasakçıların karşısına çıkıvermesi gibi).
Son olarak, kısa da olsa, anılardan şiirlere uzanacak olursak; en başta ve başlıkta sözünü ettiğimiz “soyutlamadaki başkalığa” bir kez daha bakabiliriz belki. Anılar hakkında yazıp çizdiğimiz için “Anı” şiirinin ilk dizeleriyle belki:
“Anımsamalıyım her şeyi, / izini çimen yapraklarının, ipliklerini / düzensiz bir olayın, ve / evleri, milim milim, / uzayıp giden demiryollarını / dokunmuş yüzünü acının. // Yanılırsam bir gül dalında / tavşanla karıştırırsam geceyi / ya da boydan boya bir duvar / yıkılmışsa belleğimde, / yeniden yaratmalıyım havayı / buğuyu, toprağı, yaprakları / saçı, bir de tuğlaları, / batan dikenleri ellerime / kaçışın hızını.”
Sadece bir imge ya da çağrışım zenginliği değil bu; “anılar”ın oluşması ve örülmesine, birikip akla düşmesine, geçmişin “gelip gitmesine” dair bütünlüğü görebilmemizi sağlayan farklı bir bağlantılar zinciri. Somut işaretlerden “anı” dediğimiz birikimi soyutlayabilmek ve sorgulayabilmek… Anı dendiğinde, anlık canlanmaları, tıkanıp kalmaları, unutmaları, bilinci ve bilinçdışını birlikte anlatabilecek, ilişkilerini gösterebilecek bir soyutlama ya da.
Soyutlama bu düzeyde olunca, çeviri de ayrı bir “sorun” haline geliyor haliyle. Düşüncenin sıçramalı akışını, beklenmedik iniş ve çıkışları, ilk başta ilgisizmiş gibi gözükenlerin sonunda birbirini bütünleyen parçalar olarak konumlanmasını, yan okumalara imkan sağlayan özel referansları ve bütün bu “karmaşa”ya rağmen dildeki sadeliği, çok iyi süzüp yansıtabilmek gerekiyor.
Burada kimi çevirileri eleştirip diğerlerini öne çıkarmak gibi bir şey yapmayacağız. Hepsini incelediğimiz de söylenemez. Ancak “soyutlamanın gücü”nü verebilmek dışında bir noktayı daha vurgulayabiliriz; ona da, yabancı bir şairin, çok sayıda Türkçe yazan şair tarafından çevrilmiş olmasının yarattığı zenginlik diyebiliriz. Her şairin kendi söyleyiş biçimini, dili kurma, çatıyı oluşturma, sözcüklerin iç uyumunu, cümlelerin müziğini gözetme tekniğini vb. kendi çevirilerine yansıtması, farklı Neruda (ya da genel anlamda “şiir çevirisi”) okumalarını mümkün kılıyor. Daha başka çevirileri de olmakla birlikte, örneğin, bizim ulaştığımız Enver Gökçe çevirisi şairin yerel ağızlara meraklı, destansı anlatımını şiir çevirilerine yansıtırken, Kemal Özer çevirisi de yalınlığı ve soyutlamadaki farklılığı öne çıkarıyor. Diğer çevirmenler arasında ise, Adnan Özer, Erdal Alova, Hilmi Yavuz, Erdoğan Alkan gibi yazarlarımız var…
“Yaşadığımı İtiraf Ediyorum”un, baba oğul Arpad’lar tarafından yapılan çevirisinde ise, yer yer aksamalar ve atlamalar görülüyor. Ancak sahaflardan bulduğumuz Altın Kitaplar baskısının, sonradan Evrensel’de birçok değişiklik geçirdiğine dair duyumumuzu da ekleyelim. Ayrıca, okuyabileceğiniz en zengin anı metinlerinden biri için, yaşama ve yazma coşkusunu en üst düzeyde hissettiren bir kitap için, iyi ki aynı cephede mücadele veriyoruz dedirten bir yazar için okuru müdahaleye ve “itiraflar”a yönelten bir okuma etkinliği için, birkaç “çeviri boncuğu”nun lafı mı olur!..
Bitirirken, Neruda’nın çağrıştırdıklarından hareketle, Latin Amerika edebiyatının geneline dair iki küçük not da düşmek istiyoruz.
Birincisi, Neruda’nın gerçekçilik tartışmasında gösterdiği “pratik tavrın”, kıta edebiyatına özgü yanı. Aslına bakılırsa, Latin Amerika edebiyatının gerçekçilik diye bir “sorun”u olmaması şeklinde de ifade edilebilir. Zira yazarları, geçmişten gelen “büyülü” hikayelerle ya da maneviyatçı/ruhçu geleneksel kültürleriyle son derece barışıklar. Onların efsanelerini, folklorik öğelerini, gölgeli anlatımlarını, şeytanla yaptıkları yolculukları, karanlık bölgelerdeki gizli pazarlıkları ve anlaşmalarını kabul ediyor, eserlerine taşıyor, hatta bundan gurur duyuyorlar. Sonuçta da, gerçekliği -bilinçdışı dahil- farklı boyutlarıyla kavramaya dönük denemelere rahatlıkla açılıyorlar. Üstelik modern akımların üst gerçekçi yaklaşımlarıyla geleneklerinin büyülerini birleştirip, güncel toplumsal-siyasal uzanımları da ekledikleri eklektik tarzlarına, “büyülü gerçekçilik” diyip işin içinden çıkıveriyorlar. Ne yaparlarsa yapsınlar, mistik ya da gizemci görünmeme hakkını ise, sanki doğuştan kazanmışlar.
Bir ikinci husus; kıta geneline yayılan, sömürgecilere karşı verilen ortak kavganın, ülkelerin neredeyse tamamında konuşulan ortak dilin eski yerel halkların mirasından gelen ortaklığın vb. taşıyıp getirdiği bir “ortak bilinç”.
Yazarların kalemlerine, anlattıkları öykülere de yansıyor bu “ortaklıklar”. Kan, kin ve mücadele dolu tarihlerine dönük ortak bir sorgulama, duyarlılık ve sahiplenmeye dönüşüyor.
İşgaller, savaşlar, yerli halklar, melezleşen gelenekler, destanlar vb. bilinçlerinin akışına ve sıçramalarına kaynak ve zemin sağlıyor. Başka bir deyişle, kıtanın özgürlüğü için verilen dövüşler de, birleştirici ve kaynaştırıcı oluyor yazarların dünyasında ve elbette yazarların kurguladığı “öteki dünya”da.
Kıtanın devrimci liderleri, eşitlikçi zeminde yeni bir birliğin imkanlarını araştırırken, yazarları bunu edebiyat alanında kurmaya başlıyor. Latin Amerikalı yazarlar arası dayanışma ve ortak ses, o topraklardaki derin toplumsal sarsıntılarda duyarlığını daha da artırıyor. Kuzeydeki emperyalist gücün arka bahçesi olmaya dönük bir reddiye, onca darbeye ve karşı devrimci müdahaleye rağmen emperyalizmle korkmadan mücadele etme kültürü, ezilmişliğe karşı verilen savaşımlarla dolu tarihini sahiplenme, aynı dili konuşan halklar olarak birleşme ufku gibi unsurlar da, karşı devrimci hükümetlere yanaşan bazı istisnalar dışında, yazarlık bilinçlerinin bir parçası haline geliyor. Önce yazarların, onun ardından da giderek etkinleşen okurların üretimleriyle, Latin Amerika edebiyatı bir başka kaynıyor. Bu kaynama ve kaynaşmayla da açıklanabilir ama onun da ötesinde, dünya genelinde romanın gerilemesi tartışılırken, müthiş bir edebi zenginlik de oluşuyor.
O halde, sadece Neruda’yla “yaşadıklarınızı itiraf etmek”le ve politik metinlere yönelmekle yetinmeyin; Paz’ın “yalnızlık dolambacı”ndan ve Sabato’nun “tünel”inden geçip Benedetti’nin “mola”sında durduktan sonra Carpentier’yle birlikte “suların ayrıldığı yer”e gelin, ardından zaten, Cortazar’la “sek sek” oynayıp Fuentes’le “deri değiştirme”yi, Infante’nin “kapandaki üç kaplan”ına bakıp Marquez’in “yüzyıllık yalnızlık”ını paylaşmaya başladığınızı göreceksiniz…
Kaynaklar ya da notlanması önerilen okumalar:
Pablo Neruda, Yaşadığımı İtiraf Ediyorum, çev. Ahmed Arpad, Burhan Arpad Altın Kitaplar, 1976 (Yazı boyunca sayfa numarası belirtilerek yapılan bütün alıntılar, bu kitaptandır).
Pablo Neruda, Şiirler, çev. Enver Gökçe, Doğrultu Yayınevi, 1978
Pablo Neruda, Sevdiğime Seslenir Gibi, çev. Kemal Özer-Sibel Özbudun, Yordam Yayıncılık, 1992 (“Anı” şiiri çevirisi bu kitaptan alınmıştır).
İlhan Akalın, Geçici Zaman Diliminde Yaşam, Yoğunluk Yayınları, 2006
Nikos Kazancakis, El Greco’ya Mektuplar, çev. Ahmet Angın, E Yayınları, 1995.
Elias Canetti, Kurtarılmış Dil, Kulaktaki Meşale ve Gözlerin Oyunu, çev. Şemsa Yeğin, Payel Yayınevi, 1995, 1997 ve 2000
Birinci Belge
Yıllar Önce Yürüyüş’te
Şili’den Türkiye’ye Ortak Yürüyüşümüzde
Pablo Neruda’nın “Yaşadığımı İtiraf Ediyorum” anı-anlatısı üzerine, kitabın ilk yayınlandığı dönemde, 1975 senesinde Yürüyüş Dergisi’nde Mesut Odman tarafından kaleme alınan yazıyı, birinci ek ve belge olarak aşağıda sunuyoruz:
Neruda’nın Yaşadığı
Mesut Omdan
Çağımızın en büyük şairlerinden Pablo Neruda 23 Eylül 1973’te, Şili halkının tarihsel deneyini kana boğan 11 Eylül faşist darbesinden on iki gün sonra öldü. Bugün onun şiirlerinden küçük bir bölüğü, bir de yaşamının son günlerinde tamamladığı anılar kitabı, Yaşadığımı İtiraf Ediyorum, dilimize çevrilmiş durumda. İlginç bir şey bu, sanat ve kültür hayatımızın gelişme derecesini gösteren bir olgu: Son on beş yirmi yıldır bütün dünyanın sözünü ettiği, dünya halklarının hayranlığını kazanmış bir büyük şairin yüzlerce şiirinden birkaçı, o da ancak Nobel ödülünü aldıktan sonra dilimizde yayınlanıyor. Buna karşılık, anılar kitabı, sadece bir yıllık bir gecikmeyle piyasaya çıkarılıyor. Sanat yayınlarının büyük ölçüde güncel siyasal olayların güdümünde olduğunu ileri süren görüşü destekliyor bu, ama yine de olumlu bir gelişme. Neruda’nın şiirlerinin de çevrilmesini bekleyebiliriz artık.
Neruda’nın bir dünya şairi, bir dünya yurttaşı olduğunu anılarından öğreniyoruz. Ama, kuşkusuz, Şili’li bir dünya yurttaşı. Hayatı boyunca halkının mücadelesine katılmış, Şili emekçilerinin türkülerini söylemiş. Çok uzaklardayken bile, ülkesi hep aklındadır. Uzaydan dönen kozmonot Titov’a, Moskova’daki madalya töreninde şunları söyler:
“Söyleyin bana gökyüzünde dolaşır ve aşağıdaki dünyamızı seyrederken, Şili’yi de gördünüz mü?”
Neruda’nın ilk şiir kitabı 1923’te, 19 yaşındayken, basılır. Uzun yıllar bir gezgin hayatı yaşar Neruda. Ama yirmi yaşında bir üniversiteli olarak girdiği siyasal mücadeleyi,, kişiliğini geliştirerek sürdürür. Bütün dünya halklarını, onların şairlerini yakından tanır; dostluklar kurar. İspanya iç savaşında cumhuriyetçilerin yanında yerini alır. Partiye girme kararını o yıllarda vermiştir. Şöyle anlatır bunu:
“Kısacası, kendime bir yol seçecektim. İşte bu yolu, İspanya’nın yaşadığı kötü günlerde seçtim ve hiçbir zaman da pişman olmadım.”
Partisi onu senato seçimlerinde aday gösterir. Maden işçilerinin oylarıyla senatör seçilir; onların davasını savunur. 1970 yılında Partisi onu bu kez Cumhurbaşkanlığına aday gösterir. Sonraki günlerde, Halk Birliği’nin ortak adayı Allende’yi desteklemek için Neruda adaylıktan çekilir. Halk Birliği seçimi kazanır.
Çağdaş sanatçı nasıl bir insan olmalıdır, sorusunun en güzel cevaplarından biridir Neruda. Onun hayatı boyunca sürdürdüğü siyasi tavrını, şiirini, şiir sanatı üzerine söylediklerini kavrayamamış bir şair mutlaka eksik kalacaktır.
“Burjuvazi gerçeklere gittikçe yabancılaşan bir şiir istiyor. Can çekişen kapitalizm, şairin, ekmeğe ekmek ve şaraba şarap demesini bile tehlikeli buluyor. Bir şairin kendisini ‘küçük bir tanrı’ saymasını kapitalizm daha uygun görüyor. Bu kanı, ya da bu davranış, egemen sınıfları hiç tedirgin etmiyor. Şair heyecanlanıp tanrılara özgü yapayalnızlığında direnince, satın alınması, ya da ezilmesi zorunluluğu da kalmıyor. Bu arada ise, ‘dünya kendi yolunda, kendi göz kamaştırıcılığında sarsılarak ilerliyor’ (s. 382).
“Gerçekçi olmayan şair ölür. Fakat yalnız gerçekçi olan şair de ölür. Sadece akla aykırı yazan şair, kendisince ve sevgilisince anlaşılır ancak. Bu da oldukça umut kırıcı. Sadece akılcı olan şairi eşekler bile anlar. Ama, bu da epeyce hüzün verici” (s. 342).
“Şiirin gerçeküstü ya da gerçek altı olmak için hiçbir nedeni yoktur. Ama, şiir gerçekliğe karşı olabilir. Bunu çok haklı ya da çok haksız yapabilir. Yani bütün şiir yanıyla” (s. 380).
“Kim karar verecek, mısralar daha kısa, daha uzun, daha ince daha kalın olmalı, diye? Daha sarı ya da daha kırmızı olsun diye Şiiri yazan şair kestirir bunu. Soluğuyla, kanı, bilgisi ya da bilgisizliğiyle. Bunu kestirir. Çünkü bütün bunlar şiirin günlük ekmeğidir” (s. 342).
“Mısralarını yüz otuz bin kişi önünde okuyan bir şair, değişmesin olamaz. Böylesine bir deneyden geçen şair, eskisi gibi değil, daha başka yazar” diyen Neruda, pek çok ödül kazanmış bir sanatçıdır. Ama, siyasal bir toplantıda şiirlerini okuduğu on bin maden işçisinin verdiği şu ödülden daha değerlisi düşünülebilir mi?
“Ben en son konuşacaktım. Adım ve şiirimin başlığı, ‘Stalingrad için yeni sevgi türküsü’ duyulunca, olağanüstü bir şey, ömrüm boyunca unutamayacağım bir törenle karşılaşıverdim. Dev yığın, adımı ve şiirimin başlığını duyar duymaz şapkalar sessizce çıkarıldı.”
Neruda çok şey anlatıyor anılarında: çağımızın büyük sanatçılar olan dostlarını, birçok dünya ülkesini politikacı dostlarını Şili’de ve öteki ülkelerde katıldığı ya da tanık olduğu siyasal mücadeleleri, Latin Amerika’lı devrimcileri, 11 Eylül darbesinin öncesini… Son derece öğretici bir kitap Yaşadığımı İtiraf Ediyorum. Ama, güç okunuyor. Çeviri yer yer kötü. Şunlara benzer cümleler var, sözgelimi:
“Aradan birkaç saat sonra elma almakta olduğum manavın önünde atlı bir araba durdu” (s. 81).
“Zamandan başka bir şey kayboluşluğu mekanlarına girip çıktık” (s. 97).
“Ölüm onun çelişkili ziyan olmuşluğu su götürmez varlığına son verdi (s. 374).
“Ona böyle şeyler yakıştırmanın sonu nereye varır, diye düşünmemiş ve onun kanatlarını kesmiş oluruz” (s. 374).
Noktalama işaretlerinin yanlış kullanılması, bıktırıcı dizgi hataları okumayı daha da güçleştiriyor. Sonuç olarak, bu güzel kitabın epeyce harcanmış olduğu söylenebilir.
Ama, hepsine katlanarak, mutlaka okumalıyız bu kitabı. “Şili halkı, benim halkım için büyük zaferler kazanmış olan partimle bir çekişmem, bir sorunum olmadı hiçbir zaman. Daha ne söyleyebilirim O arkadaşlarım kadar sıradan, onlar kadar dirençli ve alt edilmez olayım isterim sadece” diyen bu devrimciyi iyi tanımalıyız.
“Benim hayatım, bütün hayatlardan oluşmuş bir hayattır… Bir şair hayatıdır” diyor Neruda.
Bu hayatı öğrenmek gerek.
Mesut Odman, Yürüyüş, sayı 24, 23 Eylül 1975
İkinci Belge
Yıllar Önce Yeni a’da,
Neruda’nın Son Şiirinden Etkin Okura
Pablo Neruda’nın en son yazdığı ve hatta yarım bırakmak zorunda kaldığı düzyazı metni “Yaşadığımı İtiraf Ediyorum” ise, tamamladığı en son şiirinin de, “Satraplar” olduğu düşünülür. Kemal Özer’in bu şiir üzerine 1973 ve 74 yılında Yeni a Dergisi’nde kaleme aldığı iki yazı, şiirin etkin okurun müdahalesiyle “son şiir” haline gelmesinin öyküsünü anlatıyor. Neruda şiirinin gerçek ruhunu yansıtan bu olaya dair yazıları da, ikinci bir belge olarak sunuyoruz (Son bir parantez açıp, benzer -toplumcu- damarlardan beslenen bu iki büyük şairin, babalarının demiryolcu olmasına dair bir benzerlik daha bulunduğunu not etmeden de geçemiyoruz):
Neruda’nın Son Şiirini Okurken
Son Şili olaylarının, tıpkı İspanya İç Savaşı gibi, insanlara öğreteceği birçok şey var. Bunlardan en yakını, şiirin etkinliği konusunda olanı. Şiir, Neruda’nın dizeleriyle savaşa katılmıştır Şili’de. Ünlü ozan, ölümünden on gün önce yazdığı “Satraplar” şiiriyle, ülkesini kana ve acıya boğanların içyüzünü dökmüştür ortaya. Kuşkusuz bununla kalmayacak, yeni yeni dizelerle halkının direncini bileyecekti ölmeseydi.
Neruda’nın son şiirini okurken, ne ölüm döşeğinde bulunmanın çekinmezliğini, ne de bir anlık duygulanmanın gözükaralığını buluyoruz onda. Tersine, durulmuş bir öfke, örtü tanımayan bir irdeleyiş söz konusu. Alabildiğine açık, duru, anlatımcı. Ozanın bu konuma nasıl geldiğini araştırmadıktan sonra, ne yiğitçe davranışının, ne de duru anlatımının tam anlamıyla önemini kavrayabiliriz.
Geri bıraktırılmış bir ülkede
İlkin, ülkesinin geri bıraktırılmış, sömürgeciliğin elinde uzun yıllar inlemiş bir ülke olduğunu anımsayalım. Sonra, Neruda yazmaya başladığı sırada, ülke edebiyatına “eski şiir geleneğinin fosilleşmiş simgelerini kullanan”, “Latin Amerika kültüründen kopmuş, taklitçi ve snob” ozanların egemen olduğunu.
Neruda siyasal bağımsızlığın yetmediğini, yanı sıra kültür bağımsızlığın gerektiğini saptayarak işe girişir. O da, ülkesinin bütün ozanları gibi, Avrupa şiirini özellikle de Fransız sembolist şiirinin “kargınmış ozanları”nı (Baudelaire ve Rimbaud) okuyup özümseyerek yazmaya başlamıştır aslında. Ne var ki salt kitaplara, eğitime, kültüre dayanan bir şiirin, yanardağlar, pampalar ve çöllerle kaplı bir ülkenin şiiri olamayacağını görür. Böyle bir ülkenin şiirini yazmak istiyorsa, “soyluca döşenmiş salonlar ve oturma odaları için” yazmaması gerektiğini anlar. Güney Amerika anakarasının, yerel yapısına sıkı sıkıya bağlı olan kaynaklarına, kimliğine ve yazgısına yönelir. Kültürünü Avrupa uygarlığı ile Şili halk kültürü bileşimi üzerine kurar.
Temel soru
Neruda’yı bizim de dikkatle kavramamız gereken bu aydınlığa, şu soruyu sorabilmiş olması çıkarıyor: “Beni ilgilendiren tek şey insanların temel hakları. Onları duyabilmeli ve ozan onların sesi, çığlığı olmalı. Böylelikle, sosyal haksızlığa karşı savaşmak da ozanın görevi. Az gelişmiş ülkelerde, hor görülen ülkelerde, benim Latin Amerika’mda milyonlarca ama milyonlarca okuma yazma bilmeyen var. (…) Ve bu 60 milyonun ve daha bilmem kaç milyonun okumayı bilmediği düşünülürse, işte o zaman yazar kendine en önemli soruyu, kendi varlık sorusunu sormalıdır; yani kimin için yazdığını.”
Neruda, bu soruya doğru karşılığını verdiği için, şiirlerini kasabalarda, köylerde, alanlarda, herkese, hatta Patagonya’daki koyun kırpıcılarına bile okuyabileceği bir yalın anlatıma ulaşır. Başarısını yalnız kişisel bırakmaz, başka ozanlara da genişleyecek bir estetik yapı sorunu biçiminde ortaya koyar. Şiiri de içine alan kavga bir bütündür çünkü; yalnız şu ya da bu ozan için kazanılmaz, ülkesinin, hatta aynı durumda olan bütün Latin Amerika anakarasının edebiyatını da değiştirmek söz konusudur.
Saf olmayan şiir
Nitekim bu girişiminde onun yola çıktığı saptama bütün bir anakarayı kapsar: “Bir Aztek delikanlısının, Arjantinlinin ya da Kübalının Kafka, Rilke ya da Lawrence’a bağlandıklarını görünce öfkelenmemek elden gelmiyor. Gençler ‘saf şiir’ adına, daha delikanlıyken yaşlanıyorlar, en basit insanlık görevlerini unutuyorlar. Savaşmayan kim olursa olsun korkaktır. Geçmişten arta kalanlara dönmek ya da düşlerin labirentini araştırmak, çağımıza yakışan bir uğraşı değildir.”
Bu saptamanın ardından yeni bir öneri getirecek, şiirin estetiğini değiştirme savaşına başlayacaktır. İnsanı somut gerçeklerden yalıtan, kitaplara dayalı bir aydın kültürüyle beslenen “saf şiir”e karşılık, Neruda “saf olmayan şiir”i savunacaktır. Çağımıza yakışan vakur, sade bir uğraşın nasıl olması gerektiği konusunda şöyle der:
“Gecenin ya da günün belirli bir saatinde, orada duran nesnelere derinlemesine bakmakta yarar vardır: Geniş, tozlu yollar aşmış tekerlekler, kömür çuvalları, fıçılar, sepetler, marangoz gereçleri… İnsan elinin ve toprağın dokunmuşluğunu yansıtırlar; bu yansıma acı çeken ozan için bir derstir. Eskimiş yüzeyler, nesneler üzerindeki parmak izleri… Çoğunlukla trajik ama genellikle belirsiz duygular getiren bir duyarlık bu nesneleri kuşatmıştır. Bunlar gerçeğe, hafife alınamayacak bir büyülenmişlik kazandırırlar. İnsanoğlunun görkemden uzak karışıklığı bu nesnelerde belirir. Bu dağınıklık, kullanılmış ve atılmış nesnelerde, el ve ayak izlerinde, bütün nesnelerin içinde ve dışında insanlığın sürekli damgasını taşır. İşte biz bu tür bir şiiri aramalıyız. Asitle ya da insan eliyle eskitilmiş, duman ve tere batmış, sidik ve zambak kokan ve yaptığımız her şeyle bulanmış bir şiir. Eski giysiler kadar kirli, yemek lekeleri ve utançla kirlenmiş bir beden kadar pis, buruşukluklar, gözlemler, düşler, uyanıklıklar, budalalıklar, siyasal inançlar ve yergilerle dolu bir şiir.”
Elli beş yıllık bir uygulama
Aşağı yukarı elli beş yıl önce şiir yazmaya başlayan Neruda, kurduğu kültür bileşimi ve estetikle ülkesinden başlamak üzere bütün Latin Amerika anakarasında ve dünyada etkisini duyurmuş, geniş kitlelere ulaşarak şiirin gücünü ve etkinliğini göstermiştir. Bu etkinliği küçümseyenlere, bir milyonu geçen basım sayısıyla Neruda’nın kitapları yanıttır. Adanmış sanatı gözden düşürmeye kalkanlara, Neruda’nın Nobel alan şiiri yanıttır. Bedenle olduğu kadar, dizelerle de faşizme ve diktatörlere karşı, halkın yanında çarpışma görevine Neruda’nın son şiiri yeni bir örnektir.
Ama bizim, geri bıraktırılmış bir ülke sanatçısı olarak, varılan sonuçlardan önce, bu sonucu doğuran birikimden, yani Neruda’yı Neruda yapan koşulların değerlendirilmesinden öğreneceğimiz şeyler var.
Kemal Özer, Yeni a Dergisi, Kasım 1973
Okurun Eylemi
Yeni a Dergisi’nce önemsenen, çeşitli yazılara konu alınan sorunlardan biri de “okurla ilişki” olmuştur. Edebiyatın niteliğini belirleyen ölçütler araştırılırken, “okurla ilişki”nin temel öğelerden biri olduğu belirtilmiş, edebiyatımızın bu konuda şimdiye değin, yapısı gereği, yanlış bir tavır içinde olduğu saptanmıştır. Özetlersek, bu tavrın iki ayrı görünümle karşımıza çıktığı söylenebilir. Edebiyatımızın değerler düzeni açısından baktığımızda, okurla yaygın ilişkiler kurmanın bir değer haline getirilmesinden korkulduğunu görürüz. Okurun sanat yapıtı karşısındaki tavrı ise tek yanlı ve edilgindir. Aralarında köklü bir etkileşim, dinamik bir alışveriş söz konusu değildir. Ancak beğenip beğenmemek, tat alıp almamak açısından bir yapıtla ilişki kurmaktadır okur. Bu bekleyişin, bu içedönük kabullenişin, bu yapıta katılmayı akıl etmeyen bencilliğin altında, elbet uygulanan duygusal eğitimin kendisine aşıladığı “yaratışa saygı”, “sanatçıyı yüceltme”, “sanatı büyülü bir uğraş olarak algılama” gibi yabancılaşmalar yatmaktadır. O, okurluğunu kendisine ayrılmış bir pay olarak algılamakta, payına düşeni yerine getirip yapıt karşısında “en fazla” bir özümleyici ve alkışçı olabileceğini düşünmektedir. Nitekim böyle bir okur, ancak beğenisiyle seçkinleşmekte ve seçkinliği oranında okurluk payı artıp sanat yapıtı önünde başkalarından ayrıcalıklı hale gelmektedir.
Toplumcu gerçekçiliğin okurdan beklediği
Oysa toplumcu gerçekçi sanat, yerleşik değerlerin tümüne olduğu gibi, “okurla ilişki”ye de değişik bakmak, onun işleyişini değiştirmek zorunda. İnsana bakışı yaşamı kavrayışı bu zorunluğu yaratıyor. Çünkü o yaşamla insanın arasına girici yabancılaştırıcı insanı bireysel sorunlarına yöneltici değil tam tersine yaşam içinde bilinçli etkin bir öğe olması için insana toplumsal bir varlık olduğunu duyurucu gerçeği kavratıcı bir sanat. Böyle bir sanatın okura bakışında egemen olan da en başta etkinlik. Okurdan etkinlik istiyor. Bireysel kabuğunu kırıp toplumsal bir varlık haline gelen okur, sanat yapıtının karşısında yalnızca beğenisiyle var olan bir yaratık değildir. Yapıta, yaratılışından yayılışına değin katılan, onu bütünleyen, sürdüren, geliştiren, onunla tartışan, yaşamına onu katan, eleştiren, onun özünü yeniden yaratan bir varlıktır. Sanatçıyla arasında ayrımdan değil, bütünleşmeden söz edilebilir ancak. Yapıtı, onun etkinliği olmadan doğmuş sayamayız.
Okurun eylemi
Yazarın eyleminden söz açmak, bu bakımdan, okurun eylemiyle olanaklı. Okurun sanat, sanatçı, sanat yapıtı karşısında tavrını belirlemek, onu edilginlikten etkinliğe yöneltmek, sanat yapıtını bütünleyen bir boyut olduğunu, olması gerektiğini ona tanıtlamak için Yeni a Dergisi’nin süregelen girişimini burada bir daha anmak isterim. Eylemsiz Okurdan Eylemli Okura sayfası “okurla ilişki” sorununa getirilmek istenen açıklığın küçük bir örneğidir. Temelinde, okurla sanatçı arasında alışageldiğimiz ayrımın bulunmadığı, yani yaratma eyleminin tek yanlı, tek kişiye bağlı bir iş olmadığı, ancak birlikte, birbirini bütünleyen bir etkileşim sayılması gerektiği yatıyor. Okurun sanat yapıtına bitmiş, ilişilemez, ancak okunup rafa kaldırılır bir nesne olarak bakması yanlıştır. Onu yaşaması, yaşamasına sokup somut bir işlev kazandırması o yapıtın yaratılmasına katılmak sayılır. Bu bakımdan bir seyirci-gözleyici edilginliğinden sıyrılıp yaratışı bütünleyici etkinliğe, kendi eyleminin bilincine yönelmelidir. Bilmelidir ki okur olarak kendi eylemi olmasa, yaratıcı olarak sanatçının eyleminden de söz açılamaz. Ve bir sanat yapıtından tat almak hüneri, onu öteki insanlardan daha iyi anlamak uzmanlığı, daha derinden kavramak ustalığı değildir bu eylem, ona her anlamda sahip çıkmaktır.
İlginç bir örnek
Okurun eylemini daha iyi anlatmamızı sağlayacak bir örnek var önümüzde. Bu sayıda yer alan “Gerçeğin Efsanesi” adlı yazıdan söz etmek istiyorum. Bilindiği gibi, Allende’yi deviren faşist cuntaya karşı girişilen direnme hareketi sırasında 20 Eylül 1973 günü Buenos Aires’teki La Opinion dergisi Neruda’nın son şiiri “Satraplar”ı yayınlamıştı. Bütün dünyada heyecan uyandıran bu şiirin çevirileri hemen Avrupa gazete ve dergilerinde yer almış, Türkiye’de de ilk olarak Yeni a Dergisi’nin Ekim 1973 sayısıyla birlikte ek halinde verilmişti. Yukarıda andığım yazıdan öğrendiğimize göre “Satraplar”, Neruda’nın ölüm döşeğinde yazdığı son şiiri değilmiş. 1948’lerde yazılmış bir şiirin son olaylara göre yeniden düzenlenmiş bir benzeriymiş. Kimin düzenlediği de bilinmiyor. “Neruda’nın Son Şiirini Okurken” adlı yazımda (Yeni a Dergisi, Kasım 1973) “Satraplar”dan söz ederken şiirin ve ozanın etkinliğini vurgulamış, “Şiir, Neruda’nın dizeleriyle savaşa katılmıştır Şili’de” demiştim. Şimdi buna okurun etkinliğini de katabiliriz. “Satraplar”, 1948’de yazıldığı zaman faşizmle savaşmayı amaçlıyordu. O günkü güncel olayların ve kişilerin adları ve imgeleri üzerine kurulmuştu. Örneğin Güney Amerika’nın diktatörlerini anıyordu. Okur ona sahip çıkmıştır, onu yaşamıştır. Bugünkü yaşamasında somut bir işlev kazandırarak şiirin özünü yeniden yansıtmıştır. Şiirin bu işlevi göstermesinde üstelik ozana yeni bir yaratma görevi bile düşmemiştir. Çünkü okurun eylemi onun eylemini bütünlemiştir.
Bir başka nokta
Olay, bir başka noktaya daha aydınlık düşürücüdür. 1948 yılı için günceli yazan ozan, şiirine öyle bir evrensel boyut katıyor, güncelin konusu olan faşizmi bütün zamanlarda geçerli öyle bir konum içinde işliyor ki, bugün o şiir, işlevinden hiçbir şey yitirmemiş olarak yine ayakta, yine bir gereksinime karşılık verebilir canlılıkta. Yani kalıcı.
Son özetlemede, “Satraplar” olayı, bir yüzüyle güncel şiirin gelgeç bir işlev olanağı taşımadığını, tam tersine bütün zamanlarda geçerli olabildiğini, bir yüzüyle de okurun sanat yapıtıyla ilişkisinin nerelere varabileceğini, eyleminin ne sonuçlar sağlayabileceğini gösteriyor diyebiliriz.
Kemal Özer, Yeni a Dergisi, Mart 1974