Emperyalizmin bir reforma ihtiyaç duyduğuna ilişkin ifadeler, sağda ve solda hiç değilse son beş yıldır daha yüksek sesle dile getiriliyor. Solda reformist beklentiler ağırlıklı olarak, yeni-muhafazakârların egemenliği altına giren emperyalizmin yoluna bu şekilde devam etmesinin olanaksız olduğu kanısına dayanıyordu. Bu, Irak ve Afganistan işgallerinde çuvalladığı düşünülen ABD’nin diğer emperyalist odaklardan, özellikle de Avrupa Birliği’nden kaynaklanan rekabetçi baskıya çok uzun süre direnemeyeceği yönünde bir beklentiydi. Mali sermayenin egemenliği altında aşırı derecede kuralsızlaşan kapitalist işleyişin, sınıfsal bir karşı duruş sonucunda değil, bizzat kendi iç dinamiklerinin zorlamasıyla daha düzenlemeci ve daha “sosyal” bir yapıya dönmek zorunda olduğu yönündeki görüşler de eksik değildi. Halen de var…
Sağın reformist beklentileri ise sistemin daha korunaklı hale gelmesini sağlamak üzere gerekli “düzeltme”lerin yapılması çağrılarında vücut buluyordu. 1 Bush faşizminin “terörizme karşı savaş” doktrinine ve “haydut devletler” konseptine cepheden itiraz geliştirilmiyor, ancak toptancı yaklaşımlardan kaçınılması, daha kapsayıcı ve kurucu ideolojilerin bu çerçeveye yedirilmesi yönünde çağrılar yapılıyordu.
Irak işgalinde “psikolojik eşiğin” aşılmasıyla, bahsedilen beklentileri gözeten kurucu ve korunaklı bir politika geliştirilememesi durumunda işlerin daha da sarpa saracağı görüşü giderek yerleşti. 11 Eylül’ün hemen sonrasında saldırganlığın en yüksek “meşruiyet” düzeyini temsil eden Afganistan işgali için de benzer bir tıkanma kendisini dayatmış, bu da kuşkusuz reformist beklentileri güçlendirmiştir. Ancak bitirici darbeyi vuran 2007 itibariyle doludizgin seyretmeye başlayan ekonomik kriz olmuştur.
Reformist beklentilerin sağ ve sol versiyonlarının haklı çıktıklarına inandıkları moment kesin olarak bu derin krizin dünyayı sallamaya başlamadığı dönemdir. Bu tarih itibariyle ABD’de bir iktidar değişiminin kaçınılmaz olduğu artık çok barizdi. Yeni, Demokrat başkanın reformist beklentilerin şampiyonluğunu yapacağı da… Gidişatın böylesine belirgin olması ABD emperyalizmine hem kendi kamuoyunu hem de dünyayı yeni bir iman tazeleme sürecine ikna etmek konusunda iyi bir hazırlık yapma olanağı verdi. Demokrat Parti’nin iddia sahibi iki başkan adayından birinin kadın, ötekininse siyah olması bu hazırlığa işaret ediyordu. 2 Obama’nın başkanlık koltuğuna oturmasıyla birlikte reformsuz bir reformizm ABD iktidarının alameti farikası haline geldi. Ekonomik kriz bunun ABD’nin ötesinde bir karşılık yaratması sürecine büyük bir ivme kazandırdı. Bunu Gordon Brown’ın “yeni dünya düzeni” çağrılarından ve Sarkozy’nin “Anglo Sakson kapitalizmi bitti” hezeyanlarından anımsıyoruz.
Mesele elbette başkanlık koltuğuna oturan Obama’nın ciddi bir reform yapmamış olması değil. Asıl üzerinde durulması gereken, Obama’yla birlikte emperyalizmin başkalaşacağı yönündeki beklentilerin tüm dünyada harekete geçirilmiş olması. Bu ise yeni bir Amerikancılaşma dalgasını haber veriyor ve özellikle sağ reformistlerin emperyalizmi tahkim edici düzeltmeler yapılması beklentilerine karşılık geliyor.
Burada ilginç bir nokta ile karşı karşıyayız. Bu beklentilere ilişkin adımlar esas olarak Bush döneminde atılmıştı. Başka örnekleri bir yana, “ılımlı İslam” politikası tam da böyle bir yere oturuyordu. Muhtemelen “İslam ve reform” kavramları hiçbir dönemde Bush döneminde olduğu kadar gündemde tutulmuş değildir.3 Bu durumda Obama ile birlikte, Bush dönemi mahsulü reformist arayışların akıbetinin ne olacağı sorusu ortaya çıkmaktadır ve ilginçlik de bu nokta da başlamaktadır.
Bir örnekle açmaya çalışayım. Obama’nın Türkiye ziyaretinden sonra İsrail’in önde gelen gazetelerinden Jerusalem Post’ta Halil M. Karaveli imzasıyla yayımlanan bir köşe yazısında şu değerlendirme yapılıyordu:
“Bush yönetimi her ne kadar Amerika Birleşik Devletleri’nin İslam’a karşı bir haçlı seferine giriştiği algısını yaratmayı ve sürdürmeyi başarmış olsa da, yönetim aynı zamanda, başta Türkiye’deki varyantı olmak üzere, ‘ılımlı İslam’ı İslam dünyası için bir model olarak sunmak konusunda da öncülük etti. Bu esnada ABD’nin Türkiye’deki laikliğe karşı İslamcı muhafazakârlıkla el ele verdiği görülmekteydi.
“Obama’nın yaklaşımında umut verici olan, ‘ılımlı İslam’a yapılan bütün atıfların terk edilmiş olmasıdır. Obama’nın Türkiye’den Müslüman dünyaya verdiği mesajı çığır açıcı kılan İslam’a saygı açıklamaları değil, Başkan’ın laiklik düşüncesini rehabilite etme niyeti taşıdığının görülmesidir.” 4
Yaklaşık olarak aynı tarihte ve aynı ziyaret hakkında Taraf’ta Yasemin Çongar ise şunları yazıyordu:
“Ziyareti esnasındaki nice sözü ve jestiyle toplumun dindarlığını selamlayan Obama, aynı zamanda, tıpkı ABD gibi Türkiye’nin kimliğinin de sadece çoğunluk dinleriyle tanımlanamayacağını açıkça dile getirdi. (…)
“‘Türkiye Malezyalaşıyor’ diye ortalıkta feryat edenleri, Washington’u AKP aleyhine kışkırtmak için ‘Dindarlık aldı yürüdü. Batı’dan kopuyorlar’ diye Amerikan gazetelerine makale üzerine makale yazanları düşündükçe, Obama’nın bu sözleri ne denli ‘bilerek’ söylediğini daha iyi kavrıyor insan.
“Ama bir yandan da, hepimiz kadar Obama da biliyor ki, Türkiye hâlâ özürlü bir demokrasi ve hâlâ inanç özgürlüğünü ihlal eden tuhaf bir ‘laiklik’ anlayışı var.” 5
Çongar’ın “bu sözler” dediği, Obama’nın Türkiye’yi Doğu ile Batı’nın ayrıştığı değil, birleştiği nokta olarak görmek gerektiğine ilişkin ifadeleri. Çongar buradan, Türkiye’nin müslüman kimliğiyle demokratik-laik kimliğinin bir arada olabilmesi sayesinde “küresel” bir güce dönüştüğü sonucunu çıkarıyor.
İki yazı arasındaki tezat ilk bakışta göze çarpıyor. İsrail gazetesi Obama’yla beraber ılımlı İslam “modeli” bitmiştir derken, AKP’ci Taraf tam da bu dönemde “modelin” gerçek bir karşılık bulmaya başladığını, başlığa çıkarılan ifadeyle “küresel rol”e dönüştüğünü anlatıyor. Aynı ziyaret, aynı kişi ve aynı konuşma üzerine, süreçlere farklı sınıf perspektiflerinden bakmadığı aşikâr olan iki yazar nasıl olup da böyle farklı doğrultulara işaret ediyor?
Soruyu şu şekilde de sorabiliriz: Ilımlı İslam “modeli” gözden mi düşüyor? Bu soruya yanıt arayacağız.
Ancak önce iki noktanın altını çizmek durumundayız. Öncelikle, bir yanlış anlamaya mahal vermemek açısından, yukarıdaki yazı ve yazarlara özel bir önem vermediğimizi belirtelim. Aynı düalitenin başka pek çok örneği bulunabilir. Bunun için mesela Cumhuriyet ve Zaman’ın arşivlerini hızlıca taramak ya da Daniel Pipes, Michael Rubin gibi Yahudi lobisinin önde gelen sözcüleriyle Altan biraderlerin yazdıklarını karşılaştırmak yeterli olacaktır. Mesele bütün bu örneklerde gözlenen yüzeysel karşıtlığın ne anlama geldiğinin anlaşılması, ne kadar gerçek olduğunun kavranmasıdır. Bunun için söz konusu “düalite”nin ardındaki ortak bakış açısını yakalayarak işe başlamak zorunludur. Şurası gayet açık: Her iki “taraf” da Türkiye’yi ABD’nin gözüyle görmekte veya Türkiye’nin ABD’nin gözünden nasıl görünmekte olduğu üzerine bir iddia ortaya atmaktadır. Bu durumda örneğin Obama’nın Türkiye’de ne söylediği değil, Türkiye’den ne alıp gittiğine bakmak gerekir düşüncesiyle hareket ettiğimizde, karşıtlıklarının yüzeyselliğini bir kez daha görmüş oluyoruz. Söyledikleri bir yana alıp gittikleri arasında Türkiye’nin Irak, Afganistan, Filistin ve Kafkaslar’da daha büyük belalara bulaştırılması vardır. Türkiye’nin bu belalara bulaşmasının “zorunlu” olduğu hususunda uzlaşmaktadırlar.
O halde sorun ne? Türkiye’nin bu işlevi üstlenirken nasıl dönüştürüleceği ve İslam’ın bu dönüşüm sürecinde ne tür bir manivela olacağı üzerine bir tartışma vardır. Dolayısıyla ikinci nokta, bu belalara bulaşma sürecinde dincileştirmenin nerede durduğunun kavranması, bu açıdan bir yumak halindeki iç ve dış dinamiklerin ülkeyi nereye doğru ittirdiğinin görülmesidir. Yaşanmakta olan sürecin içerdiği bütün karşıtlık ve ikiliklere rağmen, bunun yeni ve baskılı bir Amerikancılaştırma dalgası olduğunu tespit etmek durumundayız. Obama’yla birlikte reformcu beklentilerin kucaklanmasının en temel anlamı budur.
Ancak bu tespit bizi aynı süreç içerisinde ortaya çıkan (düzen içi) karşıtlıkların bütünüyle zahiri olduğu sonucuna götürmez. Yüzeyseldir, ama büsbütün zahiri değildir. Bu karşıtlıkların meselenin özellikle ikinci boyutuyla, yani İslam nerede duracak konusuyla ilgili bir gerçekliği vardır. Bu karşıtlıkların düzen içi sınırlarda kalması, taraflardan herhangi birinin düzenin sınırlarını zorlayan, bu anlamda sürecin bütününe işaret eden bir çıkışa işaret etme niyet ve becerisinden, doğal olarak, yoksun olmalarında yatmaktadır. Ancak bir kez daha durumun böyle olması, bu sürecin sol için hiçbir olanak barındırmadığı anlamına gelmemektedir. Bu olanakların tespit edilmesi çıkış yolunun görüş alanına sokulabilmesi için gereklidir.
Ancak öncelikle yukarıdaki “ılımlı İslam gözden mi düşüyor?” sorusunu başka bir biçimde sormamız gerekir: “Ilımlı İslam” bir model midir, yoksa bir manipülasyon aracı mıdır?
İçeride ve dışarıda Türkiye’ye yön verme gayreti içindeki, çeşitli kalibrelerde ideologların tartışmayı ısrarla sıkıştırdığı mecra, bir ılımlı İslam “modeli”nin olduğudur. Tartışma bu varsayım altında, “model”in geçerliliğini sürdürüp sürdürmediği üzerine yürütülmektedir. Ancak eğer aynı tabloda bir model değil, bir siyasi müdahale süreci görecek olursak tartışma başka bir zemine kayacaktır. Sürecin bir modele indirgenmesi, onu, tasarlayıcısının kafasında önceden mevcut olan bir kurumlar ve politikalar manzumesi olarak görmek anlamına gelmektedir. Modelin artık geçersiz olduğunu savunanlar, basitçe bu manzumenin gündemden düştüğünü anlatmakta, yerine “yeni” bir mimari ve “yeni” bir düzenleme gelmekte olduğunu vaaz etmektedir. Bu durumda söz konusu kurumlar ve politikalar manzumesinin derin bir tasfiye süreci üzerine kurulduğu ve bunun çok önemli toplumsal karşılıklarının olduğu kasten göz ardı edilmiş olmaktadır.
Daha yalın bir ifadeyle, toplumun gericileştirilmesi konusunda bu kadar yoğun hamleler yapıldıktan sonra “değişim” ne ifade etmektedir? Bu konu üzerinde de duracağız.
İslam ve Reform
Bugün Orta Doğu, Güney ve Güney Doğu Asya ve Afrika haritasına, yani çoğunluğu müslümanlardan oluşan ülkelerin bulunduğu coğrafyaya baktığımızda gördüğümüz tablo, bu devasa büyüklükteki bölgenin büyük bölümünde Amerikancı ve İslamcı siyasetin belirleyici olduğudur. Bir uca Endonezya ve Malezya’dan, Fas, Mısır ve Türkiye’ye kadar uzanan alanı yerleştirin; diğerine de İran, Hizbullah, Taliban ve Hamas’ı. Bu tablo emperyalizm ve İslamcı siyaset arasında gerilimin değil, uzlaşma, yönlendirme ve bağımlılığın belirleyici olduğunu anlatıyor. Durum böyleyken neden İslam ve reform kavramları aynı dönemde bu kadar çok bir arada anıldı?
Aklı emperyalizm tarafından iğdiş edilmemiş entelektüellerin sık sık tekrar ettikleri bir noktayı anımsayalım: Seküler ulusalcılık ABD tarafından zayıflatılıp, Sovyetler Birliği’nin çözülüşü sonrasında bütünüyle tahrip edilince doğan boşluğu İslamcı köktencilik doldurdu. Burada üzerinde düşünülmesi gereken kavram “boşluk”tur. Orta Doğu’da Baas rejimleri, Nasır ve Musaddık deneyimleri, FKÖ, Afganistan’da Necibullah iktidarı vesaire; bütün bu hareketlerin yükselişinde belirleyici olan ton sosyalizme yakın, ama bir türlü sosyalizmle buluşmayan bir anti-emperyalizmdi. İslamcı hareketlerin doldurduğu boşluğun ana karakteri budur. Bu boşluğu dolduran hareketlere karşı savaş ilanı, sapına kadar oryantalist ve dinci bir vurguyu, yani İslam’ı ön plana çıkararak yapılmıştır. Nedeni çok açık: Amaçlanan sadece ABD’nin kontrolü dışına çıkan İslamcı hareketlere değil, Güneydoğu Asya’dan Kuzey Afrika’ya kadar bütün bir coğrafyaya müdahale etmektir. İslam ve reform kavramlarının bu kadar sık birlikte anılmasının ardındaki temel gerekçeyi burada buluyoruz. 6
Müdahalenin çerçevesi, İslam’ın düşman ilan edilmesiyle yeni bir islamizasyon sürecinin başlatılmasıydı. Bunun gerçekleştirilebilmesi andığımız geniş coğrafyada bir “reform” gündeminin açılmasını gerekli kılıyordu. Reformun anlamı dinde yenilenmede değil, emekçi sınıfların baskı altında tutulması için bir yandan gericileşmenin, diğer yandan onun ruh ikizi olan toplumsal çürümenin ve otoriter ve plutokratik bir iktidar biçiminin tahkim edilmesiydi. Tarihsel olarak ilerlemeyi gerçekleştirmeye muktedir olan sınıfların hareketsiz kılındığı bir kesitte “dinde yenilenme” başlığı böyle bir müdahalenin gerçekleştirilmesi için son derece verimli bir topraktır.
Neden öyle olduğunu görmek için sınıf mücadelesi ve dinde reform arasındaki bağlantının Avrupa’daki tarihine bakmak yeterlidir. Engels’in 1850’de kaleme aldığı Almanya’da Köylü Savaşı bu ilişki açısından günümüzle bazı analojiler kurmaya elverişli bir örneğin, Almanya’da Reformasyon’un hikayesini mükemmel bir dille anlatır. Engels’in on altıncı yüzyılda Almanya’yı kasıp kavuran köylü savaşlarına ilgisi de kendi dönemi için böyle bir bağlantı yakalama çabasından kaynaklanmaktadır. Onun ilgilendiği, 1848 devriminin Almanya’daki yenilgisinin nedenlerini araştırmaktır. Kitabın en sonunda bu analojiyi eşsiz bir şekilde kurar:
“Köylü Savaşı’nda olduğu gibi 1848’de de muhalif sınıfların çıkarları birbirleriyle çatışmış ve bütün sınıflar kendi çıkarlarına göre hareket etmişti. Feodal ve bürokratik mutlakiyetçiliği hoşgörmeyecek kadar gelişmiş durumdaki burjuvazi, diğer sınıfların istemlerini kendininkilere tabi kılacak kadar güçlü değildi. Burjuva dönemini atlayıp, iktidarı derhal kendisi için fethetmeyi başarmak için çok zayıf olan proletarya, mutlakiyet altında burjuva yönetimin hoş tadını henüz almıştı; ancak proletarya, genel olarak kendi kurtuluşunu burjuvazinin kurtuluşuyla bir an olsun özdeş görmek için fazlasıyla gelişkindi. Ulusun geniş yığınları, küçük burjuva artizanlar ve köylüler en yakın ve doğal müttefikleri burjuvazi tarafından sipsivri ortada bırakılmışlardı, çünkü onlar da devrimciydiler; kısmen proletarya tarafından da ortada bırakıldılar, çünkü yeterince gelişkin değillerdi. Kendi içinde bölünmüş olan yığınlar, sağda ve solda bulunan dost muhaliflere muhalefet ederken hiçbir şey elde edemediler. Taşralı dar görüşlülük söz konusu olduğunda bunun, 1525’in köylüleri arasında 1848 hareketine katılan sınıflar arasında olduğundan daha fazla olduğundan söz etmek hayli güçtür. Yüz tane yerel devrim ve onları izleyen ve hiçbir engelle karşılaşmadan tamamlanan yüz gericilik dönemi –bütün bunlar kendileri adına yeterince sesli biçimde konuşuyor. 1525 ve 1548’deki Alman devrimlerinin ve sonuçlarının yolunu izleyerek halen birleşmiş bir cumhuriyet hayali kuran her kimse yeri tımarhanedir.”
1848’de Alman burjuvazisini korkutan Alman işçi sınıfı değil, Haziran 1848 Devrimi’nin Fransız işçileriydi. Alman burjuvazisi bu korkunun diyetini salyangoz adımlarıyla ilerleyen reform ve merkezileşme sürecine bel bağlayarak ödemeye razı oldu. Engels kitaba 1874’te yazdığı önsözde bunu şu şekilde ifade ediyor: “Burjuvazi tedrici toplumsal özgürleşmesini kendi siyasi iktidarından derhal feragat etme pahasına satın alıyor. Doğal olarak böyle bir uzlaşmayı burjuvazi açısından kabul edilebilir kılan devletten duyulan korku değil, proletaryadan duyulan korkudur.” 7 Engels’in altını kalın bir biçimde çizdiği olgu, Almanya’da kapitalist gelişimi hızlandıracak bir merkezi iktidarın oluşmasının bizzat burjuva iktidarı tarafından geciktirilmesidir.
On altıncı yüzyılın Köylü Savaşı’nda buna paralel bir durum söz konusu. Birincisi, dinsel bir görünüm altında ortaya çıkan mücadelenin yeni ortaya çıkmakta olan ticaret burjuvazisi için anlamı, gelişmekte olan dünya piyasasına erişimi kolaylaştırmak üzere prensliklerin gücünü kırmaktı. Yeni gelişen manüfaktür endüstrisi ve ticaretin İngiltere ve Fransa’da olduğu gibi farklı sınıflar arasında bir çıkar birliği yaratmaya başlamasının aksine güçlü yerel otoritelerin Almanya’nın siyasi merkezileşmesine ket vurmuş olması ülkenin bu süreçte geride kalmasının temel nedeniydi. Ademi merkezileşme o dönemde Almanya’nın dünya ticaretinden dışlanmasının başlıca nedeni olarak görünüyor.
Bu sürece karşı muhalefetin dinsel bir örtü altında ortaya çıkmasının iki nedeni saptanabilir. Birincisi, feodal iktidarın güçlü bir bileşeni olan ruhban sınıfı kendi içinde ikiye bölünmüştür. Tepede bulunan psikoposlar, başrahipler, yüksek rütbeli papaz takımı, entelektüel dünyada işbölümü arttıkça –Engels bu dönemde hukukla ilgili işlerin ayrı bir hukukçular sınıfına bırakıldığına işaret ediyor– giderek daha lüzumsuz olan, ama lüzumsuzluğu arttığı ölçüde de kalabalıklaşan ve baksısını artıran bir kesime dönüşüyor. Diğer yandan ruhban sınıfının köylülükle yakın temas halinde bulunan, pagan gelenek, kırsal mistisizm ve “sapkınlık”la içli dışlı olan ve Kilise hiyerarşisinin kontrolünden giderek çıkan bir plebyen kesimi mevcut. Bu ikinci kesim feodal hiyerarşinin en altında yer alan köylülüğün taleplerini dile getirmek hususunda belirgin bir rol üstleniyor.
İkinci neden bununla bağlantılı ve ittifaklar politikasında yatıyor. Kentli orta sınıflar hem Kilise aristokrasisiyle çıkar çatışması olduğu için hem de plebyen rahiplerin temsil ettiği köylü muhalefetiyle bir rezonansa girmek üzere muhalefetlerinin dinsel tonlamasını yükseltiyorlar. Bu aynı zamanda soyluluğun alt kesimleri ile ittifak kapısını da aralıyor. Bu buluşmayı siyasi bir programa dönüştüren kişi ise Reformasyon’un babası olarak bilinen Martin Luther oluyor. Engels, Luther’in rolünü şu şekilde betimliyor:
“1517’de dogmalara ve Katolik Kilisesi’nin örgütlenişine karşı muhalefet Luther tarafından ifade edildiğinde henüz kesin bir karakter taşımıyordu. Daha önceki orta sınıf sapkınlığının taleplerini aşmayan [bu muhalefet], daha ileri giden hiçbir kanaati de dışlamamıştı. Dışlayamazdı da, çünkü mücadelenin bu ilk uğrağı bütün muhalefet unsurlarının birleştirilmesini, en kavgacı devrimci enerjinin harekete geçirilmesini ve Katolik ortodoksisine karşı savaşan sapkınlıkların bütününün temsil edilmesini gerektiriyordu.” 8 Ancak Engels önemli bir hususu not ediyor; mülksüzlerin ve köylülerin sapkınlığı, kentli orta sınıfların mistisizminden önemli farklılıklar içeriyor ve yüzü geleceğe dönük uçlar barındırıyor. Şöyle:
“Köylü ve pleblerin taleplerinin doğrudan bir ifadesi olan bu sapkınlığın tamamen farklı bir karakteri vardı ve bu neredeyse her zaman bir başkaldırıyla ilgiliydi. Ruhban sınıfı, papalık ve antik Hıristiyan kilisesinin restorasyonu ile ilgili orta sınıf sapkınlığının bütün taleplerini paylaşan bu sapkınlık, bu taleplerin çok ötesine geçiyordu. Cemaatin üyeleri arasında antik Hıristiyanlığın eşitlikçiliğinin restorasyonunu savunuyordu ve bu, orta sınıf dünyasına ilişkin bir kural olarak da algılanıyordu. Tanrının çocukları arasında eşitlikten sivil eşitliği ve kısmen de mülkiyet eşitliğini kastediyordu. Soyluluğu köylülükle, patricileri ve ayrıcalıklı orta sınıfı pleblerle eşitlemek, serfliği, toprak rantını, vergileri, ayrıcalıkları ve en azından en aleni mülkiyet farklılıklarını ortadan kaldırmak; az çok açıklıkla öne sürülen talepler bunlardı ve bunların antik Hıristiyan doktrininden çıktığı düşünülüyordu.” 9 Bu taleplerin de bir partisi var ve önderliğini de Thomas Münzer yapıyor. Mücadelenin başlamasıyla bu iki parti kendilerini karşı saflarda buluyor. Luther’in öncülüğünü yaptığı “parti”, kendisini bir reform partisine dönüştürüyor ve Köylü Savaşı başlar başlamaz derhal halkçı unsurlardan arınarak “barışçı” ilerlemeden, pasif direnişten ve ılımlı reformdan söz etmeye başlıyor. Reformasyon, bu dönüşün politikası olarak karşımıza çıkmaktadır:
“Bu zihniyetten ya da daha kesin konuşursak Luther’in politikasındaki bu kesin dönüşten muhafaza edilecek ve reformdan geçirilecek kurumlar ve dogmalar üzerine yapılan bir pazarlık ve çekişme politikası, nihai ifadesi, reformdan geçirilen orta sınıf kilisesi anayasasının son taslağı olan Augsburg İman İkrarı’nda bulan o çirkin diplomasi, ödün verme, entrikacılık ve uzlaşma çıktı. (…)
“Artık orta sınıf reformunun tanınan temsilcisi olan Luther’in yasalara uygun ilerleme vaaz etmeyi seçmesinin geçerli nedenleri vardır. Kentlerin çoğunluğu ılımlı reform davasına katıldı; soyluluğun alt kesimi ona giderek daha fazla bağlandı; prenslerin bir kesimi ona katıldı, diğeri ise kararsız kaldı. Almanya’nın hiç değilse büyük bir bölümünde başarı neredeyse kesindi.” 10 Reformcu Luther artık isyan eden mülksüzlerin ve köylülerin görüldükleri yerde “köpekler gibi” öldürülmesini vaaz ediyordu; “barışçı” ilerleme ancak bu kadar barışçıydı. Sonuç olarak, tarihsel olarak din dışında referanslara dayanarak açıklıkla teorize edemeyeceği ve döneminin maddi şartlarının çok ötesine geçen bir programa sahip olan Münzer’in partisi Almanya’yı kasıp kavuran savaştan yenik çıktı. Haziran 1848’in muzaffer devrimcilerinin çoğu gibi onun da başı bedeninden ayrıldı ve Köylü Savaşı’nın tek galibi, Almanya’da merkezi bir devlet yapısının üç yüz küsur yıl daha gecikmesine neden olan prenslikler oldu.
Bu özetten çıkarılabilecek teorik sonuçlar nelerdir? Kanımca Metin Çulhaoğlu’nun aşağıdaki sözleri çıkarsanabileceklerin çerçevesini büyük ölçüde çizmektedir:
“Düşünsel zenginlik ve yenilikle bunların altındaki sınıf temeli arasındaki ilişki çoğu kez karmaşık, dolambaçlı ve başkalaşmıştır. Burada Aydınlanma öncesi kilise karşıtı düşüncenin doğrudan burjuvaziyi temsil ettiğini, bu düşüncenin temsilcilerinin de ‘burjuva ideologları’ olduklarını söylemiyorum. İnsanlar belirli etkinlikleri izleyerek, en büyük düşman kimse onun dışında kalanları gözleyerek, belirli atmosferleri soluyarak ve hepsinden önemlisi yerleşik, donuk ve statik olan karşısında dinamizm ve değişimi neyin temsil ettiğini sezerek de düşüncelerini şekillendirebilirler. Üzerinde durulan dönem söz konusu olduğunda kilise ve mutlak monarşi gibi kurumlar karşısında canlılığı, hareketliliği ve yeniliği burjuvazinin (ticaret) temsil ettiği açıktır.” 11
Çulhaoğlu’nun teorik çıkarımı ile Engels’in anlatımı tamamen uyumludur. Eşitsiz gelişme kapitalist gelişimin henüz çok erken aşamalarında bile, oluşmakta olan burjuvazinin düşünsel yenilikle ilişkisinin hayli dolambaçlı kılmış ve başkalaşmıştır. Buradan Luther’in temsil ettiği kentli orta sınıfların daha o dönemde gerici bir rol oynadığı sonucu çıkarılmamalıdır. 12 Almanya gibi, gelişmekte olan ticaret burjuvazisinin dünya pazarlarına erişiminin sınırlı kaldığı ve yerel iktidarların merkezi devlet aleyhine güçlü olduğu bir örnekte, henüz bir bütünlükten tarihsel olarak yoksun burjuva taleplerinin titrek ve uzlaşmacı bir karakter taşıması olağandır. Diğer yandan radikal dönüşüm isteminin plebyen muhalefet gibi deklase kesimlerle buluşan köylü muhalefetine kalması, tarihsel olarak doldurulması imkansız bir boşluğun siyasal olarak doldurulması anlamına gelmektedir. Münzer, içinde bulunduğu şartlarda gerçekleştirilmesi olanaksız ve temsil ettiği sınıfın (köylülüğün) taşıyamayacağı taleplerin temsilcisi vasfıyla, son kertede titrek burjuvazinin tedrici gelişimini ileriye doğru zorlayan bir devrimci olarak kalmıştır. Luther’in Reformasyonu ise bu ileriye doğru basıncın karşısındaki direnç ve egemen sınıflarla uzlaşma arayışının ifadesi olmuş ve bu doğrultuda isyan başladığı anda derhal halkçı özelliklerinden boşanmıştır.
Peki, bugün müslüman dünyada Amerikan karşıtı İslamcı hareketler modern Münzerler, emperyalizmin reform çağrılarıyla vücut bulan ılımlı İslamcılar ise modern Lutherler olarak görülebilir mi?
Hayır, ortada ne modern Münzerler, ne de modern Lutherler var… Emperyalizm aşamasında yaşıyoruz ve tarihi yalnızca işçi sınıfının ileriye taşıyabileceği konusunda hiçbir kuşku yok. Sorunun kaynağında, Aydınlanma’yı sürdürülebilir kılacak olan tek kanalın, sosyalizmin, geri çekilmesi yatmaktadır. Bu tıkanma bizzat emperyalizm tarafından yaratılmıştır ve bugün söz konusu coğrafyanın yönetilmesi için bir araç olarak işlevlendirilmektedir.
Tıkanmanın kökeninde örneğin yirminci yüzyılın ikinci yarısının hemen başında yükselişe geçen, daha sonra Kahire-Bağdat-Şam ekseninde somutlaşan sosyalizme dost, ama sosyalizme açılmaya karşı dirençli Arap sol hareketinin tükenişi vardır. Münzer’in oynadığına benzetilebilecek bir rol varsa, bu örneğin Nasır’ın oynadığıdır. Bu ilerlemenin durdurulmasında İsrail’den alınan 1967 yenilgisi kadar, söz konusu eksenin karşısına dikilen İslamcı üçgen de etkili olmuştur. Bu üçgen Suudi Vehhabiciliği, Pakistan’da palazlanan Ebu’l Al’a el-Mevdudi’nin Cemaat-i İslami’si ve Seyyid Kutub’un Müslüman Kardeşleri’dir ve bugün radikal İslamcı olarak bilinen hareketlerin çoğunun kökeninde bu üçgen yatmaktadır.
Halkçı yükselişin önünü kesmek için dinin kullanılmasının etkili bir yöntem olduğu emperyalizm tarafından çok önceden keşfedilmiştir. Dinci hareketlerin “öze dönüş” çağrılarıyla beslenen modernizm karşıtı söyleme “halkçı” bir aşı yapılması bu yöntemin tahkim edilmesi anlamına gelmektedir. Bu tahkimatın soldan devşirilen epeyce bir unsurla zenginleştirildiğini de biliyoruz. 13
Rafine bir sınıf iktidarı kurmayı başaramayan, daha doğrusu böyle bir niyeti olmayan seküler halkçı hareketlerin dinci gericiliğin kitleselleşmesini engellemek konusunda ciddi kısıtları olduğu da bu dönemde açıkça görülmüştür. Bu mücadelede dinci hareketlerin halkçı, özcü ve sol unsurlarla bezeli bir söylemi kullanması emperyalizmin onayına sahiptir.
Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından ulusalcı, halkçı hareketlerin bütünüyle tasfiye edilmesiyle oluşan boşluk bu hareketleri, söylemlerinin –ve bazı örneklerde eylemlerinin– halkçı tonlarını vurgulamaları için uygun bir ortam yarattı. İslam ve reform kavramlarının bu kadar sık gündeme getirilmesinin nedeni, bölgedeki İslamcı hareketlerin anti-Amerikancı ve halkçı özelliklerinin tasfiye edilmesi çabasıdır. Ancak altı çizilmesi gereken, bu özelliklerin İslamcı hareketlere değil, doldurdukları “boşluğa” ait olmasıdır. Bu nedenle tasfiyeye uğrayan söz konusu coğrafyada sola ait değerler olarak görülmelidir. Şaşılmaması gereken, bu tasfiyenin taşeronluğunun da yine İslamcılara verilmiş olmasıdır.
Oryantalist İslamcılar
Şaşılmaması gerekir, çünkü İslamcı siyaset bütün varyantlarıyla emperyalizmin ürünüdür ve bu anlamda da “modern”dir. Reel sosyalizmin geri çekilmesi sonrasında Batı, ilk iş olarak Doğu’yu yeniden kurgulamaya girişmiştir ve “Batı’nın hayalindeki Doğu, İslamcılığın hayalindeki doğuyla özdeşleşmektedir.”14 Ilımlı İslam veya İslam’da reform denilen müdahale bu özdeşliğe bir ad bulunmasından başka bir şey değildir. Halkçı olmayan, emperyalizme kafa tutmaya kalkışmayan, uzlaşmacı, ama her koşulda ülkesinde aydınlanma sürecini ileriye taşıyan değerlerin bütününe düşman bir İslamcı hareket, kimliği, tarihi ne olursa olsun bu tahayyül edilen Doğu’nun bir parçasıdır.
Özgür Şen’in deyişiyle “yeni Batılılaşma”nın ya da kurgulanan yeni Doğu’nun temel düsturu, ilk sosyalist kuruluşun damga vurduğu koşullarda “batılılaşan” ülkelerin modernleşme süreçlerindeki ileri ve sola açık bütün değerlerin reddedilmesi, yabancı ve dışsal olarak gösterilmesidir.
Yeni Batılılaşma perdesinin Bernard Lewis ve Samuel Huntington gibi oryantalistlerin “Batı ve gerisi” şeklinde kodladıkları ideolojik saldırıyla açılmış olması kesinlikle tesadüf değildir. İslamcı siyaset bu oryantalist bakışın içselleştirmesiyle tahkim edilmiş ve çözülüşten önce doğrudan solun taşıdığı değerlere saldırmakla sınırlı görev tanımını bu kez, modernleşme sürecinin ilerici bütün değerlerini reddetmek noktasına taşımıştır. Oryantalist bakış eski Doğu’nun Batı değerlerini asla içselleştiremediğini, modernleşmesinin kendi tarihi ve kimliğiyle kavga halinde dayatmacı ve despotik bir süreçten ibaret olduğunu yineleyip dururken, buna “içeriden” alkış tutan bir İslamcı siyaset yaratmıştır. “Yeni”nin kurgulanabilmesi için tutulan bu alkışa ihtiyaç duydukları kesin, çünkü kurgu arızaların giderilmesini değil, bütün bir coğrafyanın tekrardan tanımlanmasını ifade etmektedir. İslamcı siyasetin bu oryantalist çabaya katkısı yalnızca onu pratiğe dökmek konusundaki girdilerinden ibaret değildir; ılımlı İslam bu sömürgeci ideallere “yerel” bir renk de katmaktadır.
Bu, tarihin muazzam ölçülerde tahrif edilmesiyle ve elbette militarizmle beraber işleyen bir süreçtir. Meselenin birinci boyutuna, yani tahrifata ilişkin bir örneği, CIA’nın eski Türkiye Masası Şefi’nin yazdığı “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” başlıklı kitaptan verelim:
“Türkiye, 2002 yılında, İslam tarihinde bir ilke imza atmış ve İslamcı bir partiyi serbest seçimlerle ulusal iktidara getirmek suretiyle tarih yazmıştır. 2007 yılında hâlâ iktidarda olan bu hükümet, Kemalizm’in mirası ve Türkiye’nin Batılılaşma yönündeki cebri yürüyüşü ile Türk kültürünün geleneksel ve İslami unsurlarını birbiriyle uyumlaştırmaya çalışmaktadır. Doğu ile Batı arasında daha genişletilmiş bir uluslararası rol oynamaya hazırlandığı kadar, aynı zamanda geleneksel ve modern değerler arasında bir yerel sentez yaratmayı da arzulamaktadır.” 15
Bu “yerellik” iddiasının üzerinde durulması gerekiyor. “Yerel” diye adlandırılan bizzat emperyalizmin yaptığı “yeni Doğu” tanımıdır ve coğrafyanın dinsel referanslar üzerinden tarif edilmesi bu tanımlamanın muhtaç olduğu bir almaşıktır. “İslam’ın tek bir biçimden ibaret olduğu düşünülmemelidir”; bu söylenince “yerel” olanın en önemli niteliği tanımlanmış olmaktadır adeta. Ardından ne geliyor? Buna uygun bir laiklik tanımı, şeriat isteminin her şeklini aynı kefeye koymamak, bölgesel güç olmak için pan-İslamizm’den yararlanmak vesaire.
Görevi ABD dış politikası için kanaat üretmek olan bir kurumun Güney ve Güney Doğu Asya’daki İslamcı hareket hakkında hazırladığı bir rapordan örnek verelim. Raporun politika önerileri arasında şunlar anılıyor:
“Güney ve Güney Doğu Asya’da ABD politikası İslamcıların tek bir biçime sahip olmadığının, ılımlı muhafazakâr demokratlardan silahlı cihatçılara kadar uzanan bir süreklilik arz ettiklerinin kavranması üzerine kurulmalıdır.
“Tam anlamıyla laikliğin teşvik edilmesi yerine din ve devlet yetkilerinin birbirinden açıkça ayrılmasını desteklemek değerli bir politika hedefi olmaya devam etmektedir, çünkü böyle bir ayrım sürdürülebilir bir demokrasi için yaşamsal önem taşımaktadır.” 16 “Yeni Doğu”nun bu oryantalist güdümlü yaratığı, bütün halkçı değerlere saldırılırken “Doğu halkı budur” denmesine, bağımsızlık mücadelesi tarihi olan ülkeler yeni zincirlerle emperyalizme bağlanırken bu sürecin “kendi menfaatlerinin peşinden gitmek” olarak sunulmasına, emperyalizme karşı mücadele içinde elde edilmiş aydınlanmacı kazanımlar tasfiye edilirken “bunlar zaten halka rağmen yapılmıştı” denilmesine olanak yaratmaktadır. Bu “yerellik” zokasının yutturulması için bir yandan söz konusu coğrafyada modernleşmenin sınırlılığından yararlanılmakta, diğer yandan da basbayağı tarih tahrif edilerek toplumsal hafıza dumura uğratılmaktadır. Çarpıcı bir örneğini yine CIA İstasyon Şefi’nin yazdıklarında görüyoruz ve kendimizi “Mehmet Altan bunun altına imzasını basar” demekten alıkoyamıyoruz:
“Daha sert terimlerle söylersek diyebiliriz ki Atatürk, Türkiye üzerinde ülkenin İslami ve Osmanlı geçmişi hakkında bir ulusal amneziye yol açmış bir tür ‘kültürel lobotomi’ uygulamıştır. (…) Türkiye içinde geleneksel kültürel değerlerin önem kazanmasıyla, Kemalist gelenek ile ülkenin İslami Osmanlı geçmişini birleştiren yeni bir sentez yaratılmaktadır. (…)
“Söz konusu psikolojik ve kültürel tedavi süreci; ülke içinde artan demokratikleşme düzeyi, Türk toplumunun çok etnik unsurlu ve çok-kültürlü karakteri ile dinin toplumdaki yerinin daha fazla kabulü, ülkenin İslami Osmanlı geçmişinin daha büyük oranda tanınması ve nihayet Türkiye’nin Müslüman dünyadaki yerinin daha iyi anlaşılması gibi olgular tarafından kamçılanan bir süreçtir. Bu yalnızca iyi gelişen bir süreç değildir; aynı zamanda psikolojik olarak da son derece sağlıklıdır: Kemalist korkuların aksine, modern Türk toplumunun dokusunu ve direncini güçlendirecektir.” 17
On yıllar boyunca kendisini Batı’nın ileri karakolu olarak tanımlaması teşvik edilmiş bir ülkenin burjuvazisinin tarihsel paranoyasını kısa yoldan Kemalizmin bağımsızlıkçı öğelerine atfetmek ve “İslamcı Osmanlı” geçmişiyle barışarak bu korkulardan kurtulunduğunu ileri sürmek gerçekten de bir ajana yakışacak değerlendirmeler. Kemalizmin bir “ulusal amneziye” yol açacak denli derin kökler saldığı hayli tartışılır, ancak dönüp dolaşıp “kurtuluş İslam’da” sloganını yinelemenin bir “lobotomi” girişimi olduğu kesindir.
Bu anlamda ortada bir model değil, dinamik ve ihtiyaçlara göre yeniden tarif edilen bir müdahale süreci vardır. İstasyon Şefi’nin ifadesiyle, mesele dini prensiplerin formel hale getirilmesi değil, bunların siyasetçinin düşünce ve eyleminde içselleştirilmesidir. 18 Net olarak tanımlanmış bir kurumlar ve kavramlar örüntüsü söz konusu değildir, ancak kesin olarak tespit edilmiş bir siyasi doğrultu vardır: Bir siyasi coğrafya olarak Doğu, emperyalizmin ihtiyaçlarına göre yeniden tarif edilecek, bu ihtiyaçlar açısından pürüz oluşturan bütün kavramlar, değerler ve kurumlar unutturulacak, dönüştürülecek ya da tasfiye edilecektir.
Bitirmeden en baştaki soruya dönebilir ve “Obama dönemiyle beraber ılımlı İslam gözden mi düşüyor?” sorusunu bir kez daha sorabiliriz.
Hiç değilse son yirmi senedir yürürlükte olan bir müdahale sürecinden, Doğu’nun emperyalist sistem içinde yeniden konumlandırılması çabasından, hegemonya, bağımlılık ve sömürü ilişkilerinin yeniden yapılandırılmasından bahsediyoruz. Bu müdahalenin durdurulması ancak ve ancak Doğu bu hikayede kendi rolünü kendi yazmaya başladığı anda mümkün olabilir ve, sevgili Özgür’ün ifadesiyle, “Doğu işte o zaman batının kendisi için yarattığı bir tahayyülün ötesine geçer, kendisi için var olur”. 19 Obama’dan bu müdahaleyi terk etmesini beklemek, emperyalizmin barışçı ve müdahalesiz bir döneme girmesini beklemekle aynı anlama gelir.
Doğu’nun kendisi için var olması, çağımızda aydınlanmayı ileriye taşımaya muktedir olan tek toplumsal öznenin, işçi sınıfının, sazı ele almasıyla mümkün olabilir.
Dipnotlar ve Kaynak
- Bu beklentilerin ayrıntılı bir dökümü ve eleştirisi için şu makaleye başvurulabilir: Güler, Aydemir, “Emperyalizm ve Reform”, Gelenek, sayı: 90, Ekim 2006.
- Adaylık iddiasını bir süre devam ettirdikten sonra çekilen John Edwards ise beyaz, güneyli bir avukat olsa da, Yoksulluk, Çalışma ve Fırsat Merkezi Başkanlığı yapmış, diğer adaylara göre “sosyal demokrat” vurguları daha fazla ön plana çıkaran bir şahsiyetti. Edwards seçim konuşmalarında yoksulluğun azaltılması için emeğin örgütlü gücünün artırılması gerektiğini vurguluyor ve popülist söylemi onu ana akım ABD basınının gündemine taşıyordu. Ancak reformist beklentilere yatırım yapan Demokrat Parti, ABD’de siyasetin söylemden ziyade görüntü üzerine kurulduğunu bilerek hareket etti ve aday belirleme sürecini “kadın ya da renkli” sloganına bağladı.
- Sol liberal bir “think tank” tarafından ABD’nin ılımlı İslam politikası hakkında hazırlanan bir raporda şu değerlendirme yapılıyor: “Birleşik Devletler Soğuk Savaş sırasında komünizme karşı cihad için para akıttı. ABD bugün de İslamcı aşırıcılığa karşı içtihad için para akıtıyor. Kullanılan dil farklı olabilir, ancak sonuçlar muhtemelen aynı olacak” (Naum Mushtaq, “Islamic Blowback Part Two?”, Foreign Policy in Focus Discussion Paper, 7 Ağustos 2006, s. 6). “Gündemde tutma”nın bir “bedeli” olduğu ortada…
- Karaveli, Halil M., “Obama challenges the place of Islam”, Jerusalem Post, 19 Nisan 2009.
- Çongar, Yasemin, “Obama Türkiye’ye küresel rol önerdi”, Taraf, 8 Nisan 2009.
- Neocon fanatikler bu müdahaleyi teorize ederek adına “yapıcı istikrarsızlık” dediler.Lübnanlı aydın Gilbert Achar bu teorinin Bush yönetiminin söylemine de yansıdığını ve insanlar onlara “istikrarsızlık yaratıyorsunuz” dediklerinde, “demokrasi budur” diye yanıtladıklarını belirtiyor (Noam Chomsky ve Gilbert Achar, TehlikeliGüç, ABD’nin Dış Siyaseti ve Ortadoğu. Terör,Demokrasi, Savaş ve Adalet Üzerine Diyaloglar, çeviren: Yavuz Alogan, İthaki, İstanbul, 2007, s.96). Bu yansımanın bir örneği George W. Bush’un, henüz Irak işgalinin ilk ayları geride kalmışken National Endowment for Democracy’nin 20. kuruluş yıldönümünde yaptığı ünlü konuşmada bulunabilir: “Batılı ulusların altmış yıl boyunca Orta Doğu’da özgürlüğün bulunmamasını mazur görmeleri ve bu duruma ayak uydurmalarının daha fazla güvende olmamız açısından hiçbir faydası olmamıştır; çünkü uzun vadede istikrar özgürlük pahasına satın alınamaz. Orta Doğu özgürlüğün geliştiği bir yer olmadığı sürece durgunluk, hınç ve şiddetin ihraç edilmeye hazır beklediği bir yer olmaya devam edecektir. Ve ülkemize ve dostlarımıza feci zararlar verebilecek silahların yayılmasıyla, statükoyu kabul etmek büyük pervasızlık olur.” (“Remarks by the President at the 20th Anniversary of the National Endowment for Democracy”, http://statelists.state.gov/scripts/wa.exe?A2=ind0312b&L=dosintlwmn&P=75).
- F. Engels, “Supplement to the Preface of 1870 for the Peasent War in Germany”, Collected Works, cilt 23, s. 629.
- F.Engels, age, cilt 10, s. 416.
- F.Engels, age, s. 414.
- F.Engels, age, s. 418.
- Çulhaoğlu, M., “Aydınlanma: O Bizi Taşımaz, Biz Onu Taşırız”, Gelenek, sayı: 83, Şubat 2005.
- Örneğin Engels, Köylü Savaşı’nda karşı devrimci tarafta yer alan Luther’in plebyen harekete çok güçlü bir silah verdiğinin altını çiziyor: İncil’in Almanca tercümesini.
- Örneğin Mevdudi’nin Cemaat-i İslami’si Leninist örgüt modelinden epeyce faydalanmıştır: “Haydarabad prensliğinde yaşadığı dönemde Mevdudi, gizli Komünist Partisi’nin çalışmalarını büyük bir ilgiyle gözlemlemişti. Kadrolarının davaya bağlılığına, Marksizm hakkında hiçbir fikri olmayan işçiler ve köylülerle çalışma ve onları etkileme biçimlerine büyük hayranlık duymuştu. Vaiz, Lenin’in parti ve parti kuruluşu hakkındaki yazılarından da etkilenmişti. İslam’ın partisinin kendi ideolojisi olacaktı, ama parti mevcut anayasanın kuralları içinde çalışacak bile olsa, parti-içi yapı ve yaşantı Bolşeviklerin modeline uygun olacaktı.” (Tarık Ali, Fundamentalizmler Çatışmas. Haçlı Seferleri, Cihatlar ve Modernite, çeviren: Abdullah Yılmaz, Everest Yayınları, İstanbul, 2002, s. 234). Bu devşirme sürecinin ilginç sonuçlar doğurduğu örnekler de var. Mesela İran’daki Peykar örgütü böyle: “Bir yerde Mücahitler Marksizme o kadar yaklaştılar ki, hapishanelerin hem içinde hem de dışında İslam’ı reddedip kendilerinin devrimci Marksist olduğunu ilan ettiler. Bu grup, Peykar, İran solunun üçüncü en büyük grubuydu.” (Tarık Ali, age, s.179).
- Şen, Özgür, “Yeniden Batılılaşma”, Gelenek, sayı: 99, Mayıs 2008, s.89.
- Fuller, G.E., Yükselen Bölgesel Aktör Yeni Türkiye Cumhuriyeti, çeviren: Mustafa Acar, Timaş Yayınları, İstanbul, 5.baskı, 2008, s.30.
- The National Bureau of Asian Research, “Aspects of Islamism in South and Southeast Asia”, NBR Analysis, cilt: 19, sayı: 4, Ağustos 2008, s. 4.
- Fuller, G. E., age, s.51-52.
- Fuller, G. E., age, s.107.
- Özgür Şen, agm, s.82.