Büyük Ekim Devrimi… 7 Kasım’da veya Rusya’da kullanılan Jülyen takvimine göre 25 Ekim 1917’de, o dönemki adıyla Petrograd’da, Şubat Devrimi’nin ardından kurulan Alexander Kerensky’nin başında olduğu Geçici Hükümet’i deviren Bolşeviklerin gerçekleştirdiği insanlık tarihinin en görkemli devrimi. 1871’in 28 Mart’ından 28 Mayıs’ına kadar ayakta kalabilen Paris Komünü’nün ardından işçi sınıfının tarih sahnesine yeniden çıktığı ve ihanete uğrayıncaya kadar, bu kez 71 yıl ayakta kalarak gerçekten başarıya ulaştırdığı ilk sosyalist devrim.
İlk gününden itibaren emperyalizmle mücadele eden Ekim Devrimi 1922’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) kurulduktan sonra da sürekli olarak bu mücadeleyi sürdürmüştür. Özellikle, devrimin, beklentilerin aksine yayılmaması karşısında çeyrek yüzyıl tek ülkede sosyalizmi korumak zorunda kalan SSCB, emperyalizmle mücadele ederken uluslararası siyaset ve hukukta önemli değişikliklerin kaynağı ya da zorlayıcısı oldu.
Genel bir bölümlendirme ile bir yandan İç Savaş’ın diğer yandan emperyalistlerle yaşanan çatışmaların sürdüğü ve SSCB’nin Avrupalı emperyalist güçlerce tanındığı dönemi de kapsayan kuruluş dönemi, Stalin’in önderliğinde 2. Dünya Savaşı’na gidilen ve devamında dünya sosyalist sistemin kuruluşunun gerçekleştiği atılım dönemi, 1950’lerden 1980’lere kadar gelen bir “süper güç” olarak tanımlandığı “Soğuk Savaş” dönemi ve son olarak 1980’lerden itibaren çözülüş dönemi olarak bir ayrım yapılabilir.
Özellikle sosyalizmin kurulması ve gelişmesi anlamında tamamı kendine özgü nitelikler taşıyan bu dönemlerin tümünde SSCB önemli ilerlemelerin merkezi olduğu gibi büyük fedakarlıklara da sahne olmuş ve örnek alınması gereken pek çok doğrunun yanı sıra ders çıkartılması gereken pek çok hata da yaşanmıştır. Bu anlamda gerek Büyük Ekim Devrimi gerekse SSCB’nin mirasının nesnel ve tarihsel bir şekilde değerlendirilmesi bugün bir ödev niteliğindedir.1
1. Sosyalist iktidarın kuruluşu
Ekim Devrimi “ekmek ve barış” sloganıyla Sovyet iktidarını kurmaya kalkar kalkmaz iki temel uluslararası sorun ile karşı karşıyaydı. Bunlardan ilki dünya savaşından çekilme ve barış, ikincisi ise “halkların hapishanesi” olan Çarlık topraklarında ve dışarıda ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi sorunu. Dolayısıyla Devrim ilk andan itibaren emperyalizm ve uluslararası siyasetin içine doğmuş oldu.
Bunun karşılığında ilk kurulan Halk Komiserliği de yine Dışişleri Halk Komiserliği idi. Bolşevik Parti uluslararası siyasete verdiği önemi bu komiserliğin tamamen Bolşevik kadrolardan kurulmasıyla da göstermişti.
1.1. Barış sorunu
Çarlık, 1. Dünya Savaşı’nda İngiltere ve Fransa ile birlikte Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorluklarıyla savaşıyordu. Savaş, Ekim Devrimi’nin ortaya çıkış koşullarını oluştursa da sonuç olarak Bolşeviklerin en büyük vaadi barıştı.
Bunun için, Devrim’in hemen ertesi günü, 8 Kasım 1917’de İşçi, Asker ve Köylü Vekilleri Sovyeti’nin İkinci Kongresi’nde Barış Kararnamesi yayınlanacaktır. Barış Kararnamesi’nde tüm savaşan halklara ve hükümetlerine adil ve demokratik bir barış çağrısı yapılıyordu. Sovyet Kongresi bu çağrıyı herhangi bir toprak ilhakı ve tazminat talebi olmamasına bağlıyordu.
Kararnamede önemli olan bir diğer nokta ise boyunduruk altındaki küçük veya zayıf ulusların ilgili devletlere tabiiyetinin kesin, açık ve gönüllü rızaya ve isteğe bağlı olmadıkça sona erdirilmesi talebiydi. Emperyalizmin dünyayı bölüşme amacıyla bu savaşın sürdürülmesi insanlığa karşı en büyük suç olarak tanımlanıyordu.
Sovyet iktidarı, ileri sürdüğü barış koşullarını diğer taraflarla uygun şekilde düzenlemeye açık olduğunu ifade etmekle birlikte özellikle İngiltere, Fransa ve Almanya’daki işçi sınıfına da barış için mücadele çağrısında bulunarak uluslararası işçi sınıfı hareketini de bu mücadeleye dâhil ediyordu.
Öte yandan, Kararname’nin uluslararası hukuku da etkileyecek olan önemli bir yanı da gizli anlaşmaların açıklanacağının, bu gizli antlaşmaların geçersiz olduğunun ve diplomasinin gizli değil tüm halkın görüşlerine açık şekilde yürütüleceğinin duyurulmasıydı.2 Daha sonra, ABD Başkanı Woodrow Wilson’un önerisi3 Versailles Antlaşması’na girmese de, Milletler Cemiyeti ve Birleşmiş Milletler’in (BM) kuruluşunda antlaşmaların gizli yapılmaması ve bu kuruluşlar nezdinde kaydedilmesi esası getirilecekti. Bu öneri, Ekim Devrimi’nin etkisinin uluslararası alanda da kendini göstermesiyle ortaya çıkan ilk yenilik sayılabilir.
Yine de Almanya ve müttefikleri ile Mart 1918’de bir barış antlaşması imzalansa da barışın sağlanması için uzun bir süre geçecekti. Toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin Beyaz Ordusu’nun başlattığı İç Savaş Ekim 1922’de sonuçlanırken genç Sovyet iktidarı Şubat 1919 ve Mart 1922 arasında Polonya ile, 1920’ye kadar ABD, İngiltere ve Fransa ile ve 1925’e kadar Japonya ile savaşacaktı. Sovyet iktidarının tanınması ise İngiltere, Fransa ve Almanya gibi Avrupalı güçler için 1922’yi ve ABD için 1933’ü bulacaktı.
1.2. Ulusların kendi kaderlerini tayin sorunu
Sovyet iktidarı açısından bu kuruluş döneminde bir diğer önemli başlık ulusların kendi kaderlerini tayin sorunuydu. Bu bir yandan bir iç mesele olarak değerlendirilebileceği gibi Barış Kararnamesi’nde açıkça ifade edildiği üzere esasında emperyalizmin geriletilmesi için bir taktik olarak uluslararası siyasetin de bir parçasıydı. Barış Kararnamesi açıkça güçlü ya da zayıf, büyük ya da küçük, gelişmiş ya da geri kalmış tüm ulusların kesin, açık ve gönüllü rızası veya kararının esas alınmasını öngörüyordu.
Sovyet iktidarı bu çerçevede öncelikle 31 Aralık 1917’de Polonya ve Finlandiya’nın bağımsızlığını tanıdı. Benzer şekilde 7 Aralık 1918’de Litvanya, Letonya ve Estonya Sovyet cumhuriyetlerinin bağımsızlığı tanındı. Bunu Türkiye ve Rusya Ermenilerinin bağımsızlık hakları bulunduğunun ilanı takip etti. Sovyet hükümeti ayrıca İran ve Türkiye’nin de emperyalist güçler tarafından bölünmesine açıkça karşı çıktı. Hatta İran’daki Osmanlı ve İngiliz askerlerinin çıkartılması için ne gerekiyorsa yapacağını da ilan etti.
Bu arada, İç Savaş’ın getirdiği zorunlulukları da değerlendirerek, daha sonra Versailles Antlaşması’nın imzalanmasıyla geçersiz kılınacak BrestLitovsk Antlaşması’nda, Baltık ülkelerinin Almanya mandasına verilmesini, Ukrayna’nın bağımsızlığını ve Kars’ın Osmanlı devletine verilmesi kabul edilecekti.
1.3. Ankara hükümeti ile ilişkiler
Genç Sovyet hükümeti hemen yanı başında emperyalizme direnen Ankara hükümeti ile ilk andan itibaren iyi ilişkiler geliştirmeye çalıştı. Devrimin içinden geçtiği zor dönemlere ve Ankara hükümetinin emperyalistlerle kurmaya çalıştığı ilişkilere rağmen Ankara’nın verdiği bağımsızlık savaşı önemseniyordu.
26 Nisan 1920’de Mustafa Kemal diplomatik ilişki kurmak ve bir askeri ittifak için Sovyet hükümetine mektup yazdı. Sovyet hükümeti “Türk halkının kahramanca mücadelesi” ile yakından ilgili olduğunu söylerken zor günlerde Türk ve Rus halkları arasındaki dostluğun temelinin atılmasından mutlu olduğu karşılığını verdi. Hatta Türkiye ile karşı devrimci Taşnak hükümetinin başında olduğu Ermenistan ve İran arasında arabuluculuk yapmayı da teklif etti.
İlişkiler böyle başlasa da İngiltere ve Fransa’nın tehdit ve vaatleri karşısında özellikle 1921’de ciddi sorunlar da yaşandı. Ankara hükümeti daha önce kabul ettiği arabuluculuk teklifini reddederek Doğu Anadolu’daki Ermenilerin kontrolündeki toprakları geri aldı. Sovyetler bu sırada Ermenistan’da da iktidarı aldığından bu anlaşmayı tanımayacaktı. Öte yandan, Batı cephesinin zayıflamasından yararlanan Yunan ilerleyişi ise bir kez daha Mustafa Kemal’in Sovyet hükümetine yakınlaşmasına neden oldu.
Sovyet hükümetiyle yeniden başlayan görüşmeler sırasında İngiltere’nin Türkiye’ye tüm Kafkasları ve Bakü petrollerini bırakma vaadinde bulunduğu öğrenilince bir kez daha gerilen görüşmeler neticesinde 16 Mart 1921’de Türk-Rus Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması imzalandı. Antlaşmayla Kars ve Ardahan Türkiye’ye bırakılırken Batum, serbest ticaret imkanıyla, Gürcistan’a ve Nahçıvan Sovyet Azerbaycanı’na veriliyordu. Ayrıca taraflar karşılıklı olarak birbirlerinin çıkarlarını korumayı da üstleniyordu. Sovyet hükümeti Moskova Antlaşması ile Ankara hükümetine 10 milyon altın ruble yardım yapmayı da kabul etti.4
Büyük Ekim Devrimi’nin yarattığı siyasal değişim ve verdiği büyük destek Türkiye’nin İngiliz destekli Yunan işgaline son vermesini ve bağımsızlığını kazanmasını sağlarken Türkiye’nin Kafkaslar’da, Sovyet hükümetine destek olması da buradaki İngiliz varlığının defedilmesini kolaylaştırdı.
2. Atılım dönemi
Büyük Ekim Devrimi’nin ardından beş yıla yakın süren bir mücadelenin ardından Uralların batısında hem emperyalist müdahale hem de karşı devrimciler yenildi. Genç Sovyet iktidarı 28 Aralık 1922’de Rusya, Transkafkasya, Ukrayna ve Belarus Sovyet cumhuriyetlerinin bir araya gelmesiyle SSCB halini aldı. Bu, Lenin’in ifadesiyle, “Artık nefes alabileceğimiz bir alandan fazlasına sahibiz: kapitalist devletler ağı içerisinde temel uluslararası varlık hakkımızı kazandığımız yeni bir dönem”di.
Bu dönem sosyalist bir devletin kuruluşunun tamamlandığı ve gelişmeye başladığı dönemdi. Dahası, bir dünya savaşı sırasında gerçekleşen Büyük Ekim Devrimi’nin ardından, bir başka dünya savaşının akabinde dünya sosyalist sisteminin kuruluşuna tanıklık edildi. Bu dönemde SSCB’nin kazandığı var olma hakkını kabul ettirdiğini ve büyük bir fedakarlıkla dünyanın gördüğü en korkunç ölüm makinesini kuran Nazizm’e karşı sadece kendisini değil tüm insanlığı da koruduğunu gördük.
2.1. Ekonomik ilişkiler ve SSCB’nin tanınması
Lenin, SSCB’nin varlığını koruyabilmesi ve dünya ölçeğinde bir model haline gelebilmesi için ekonomik bir atılım yapılması gerektiğini tespit etmişti. Bu savaş-komünizmi döneminin geride bırakılarak ekonominin barışçıl bir şekilde gelişmesini sağlamayı gerektiriyordu. Bunun doğal sayılması gereken koşulları ise diğer ülkelerle barışın korunması ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesiydi.
Emperyalist ülkeler SSCB’nin varlığını esas olarak hiçbir zaman kabul etmediler denilebilir. Ancak bunun hukuken de böyle olduğu dönem 1920’lerin ortasına kadar devam etti. Öncelikle ekonomik ilişkiler geliştirilirken bir süre sonra diplomatik ilişkiler de kuruldu. Bu açıdan ilk adımlar 1921’de önce İngiltere ve ardından Almanya ile atıldı. Bunu bir dizi başka ülke izledi.
Ekonomik ilişkilerin kurulması emperyalist ülkelerin Sovyet iktidarını kabullenmesi anlamına gelmiyordu. Örneğin, bu anlaşmalar yapılırken Volga bölgesinde yaşanan kuraklık Sovyet hükümetinin Çarlık döneminin borçlarını üstlenmesi için baskı aracı olarak hemen gündeme geliyordu.
Savaş nedeniyle büyük bir yıkım yaşayan ülkede sosyalist kuruluşun sağlanması için savaş tehdidinin ortadan kaldırılması gerekiyor ve gerek kıtlık koşullarıyla mücadele gerekse sanayinin geliştirilmesi için yabancı kaynaklara gereksinim duyuluyordu. Bu sorunların aşılmasının ilk adımı, 1922’de toplanan Cenova Konferansı sırasında atıldı.
Konferans, emperyalist güçlerin Çarlık döneminin savaş öncesi ve sırasında aldığı borçların Sovyet yönetimi tarafından üstlenilmesi, yabancıların mülk edinmesine izin verilmesi ve kamulaştırılan malların iadesi talepleriyle ve Sovyet hükümetinin silahsızlanma önerisinin emperyalistler tarafından sert şekilde reddedilmesi nedeniyle sorunlu başlarken ve emperyalist devletlerin çelişen çıkarları üzerinden ikiye bölünmesiyle bir çıkmaza girerken Almanya ile imzalanan Rapallo Antlaşması Sovyet iktidarı için bir dönüm noktası oldu. Böylelikle Sovyet iktidarı sosyalist bir ülke olarak tanınıyordu.
Bu dönemde silahsızlanma üzerinden yürütülen bir propaganda faaliyetiyle Sovyet iktidarının uluslararası meşruiyetinin yükseltildiğine tanık olundu. Ayrıca Lozan Antlaşması’nda masada Türkiye’nin konumunu zayıflatmak amacıyla Sovyetler’in çağrılmaması kararlı bir tutumla reddedilerek önlendi.
Sovyet yönetiminin konferansta yer alması bazı yararlar sağlamıştır. Örneğin; İngilizlerin Boğazların silahsızlandırılarak uluslararası bir güç tarafından korunması ve barış ve savaş zamanlarında tüm gemilere açık olması önerilerinin daha sonra Montrö’de benzer biçimde bağıtlanacağı şekilde ticari gemilere serbest geçiş hakkı verilmesi ve Türkiye savaş gemilerine açık olması önerileriyle etkisizleştirilmiştir.
1921’de imzalanan İngiliz-Sovyet ticaret anlaşmasına rağmen İngiltere’nin burjuva hükümetlerinin başını çekmeye çalışarak sürdürdüğü Sovyet karşıtı siyaset ise ancak 1924’te sona erdirildi. Sovyet diplomasisinin kararlı duruşu, barışı ve karşılıklı ilişkileri öne çıkartan yaklaşımı ve tüm tehdit ve taleplere karşın sosyalizmden geri adım atmaması karşısında 2 Şubat 1924’te İngiltere SSCB’yi resmen tanıdı. Bu adımın atılmasında en önemli etken ise İngiliz işçi sınıfının kendi hükümeti üzerinde oluşturduğu tanıma baskısıydı. İngiltere’yi İtalya, Norveç, Avusturya, İsveç, Yunanistan, Danimarka, Fransa gibi ülkeler takip etti.
SSCB’nin bu dönemde ve devamında dış ilişkilerinde sıklıkla kullandığı bir araç ise başta komşu ülkeler olmak üzere imzalanan saldırmazlık paktı anlaşmaları oldu. Bu, Molotov-Ribbentrop Anlaşması olarak da bilinen, tarihi Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı’ndan önce, gerek Almanya gerekse pek çok başka ülkeyle de benzer nitelikli anlaşmaların imzalanmış olduğu gerçeğinin bugün unutulmuş olması nedeniyle özellikle vurgulanması gereken bir husustur.
2.2. Anti-Komintern Paktı, savaşa giden yol ve “Molotov-Ribbentrop” Antlaşması
Büyük Ekim Devrimi’nden 1933’e kadar, ABD Sovyet iktidarına karşı hep hasmane bir tutum alıp onu resmen tanımazken, İngiltere’nin başını çektiği Avrupalı emperyalistler ise sürekli olarak gelgitler içinde SSCB’yi her fırsatta köşeye sıkıştırmaya çalıştı. SSCB ile kapitalist ülkeler arasındaki ilişkiler İngiliz Kilisesi’nin “haçlı seferi” çağrılarına varacak bir kara propagandanın gölgesinde devam etti. Yine SSCB 1934’e kadar Milletler Cemiyeti’ne alınmadı.
1929 Büyük Buhranı sonrasında da benzer girişimler bir kez daha gündeme gelecekti. Bu dönemde, SSCB ürünlerinin ithalatına ek koşullar getirilmesi ve hatta boykot edilmesi gibi yaptırımlar uygulanmaya başlandı. 1930’a gelindiğinde Fransa’nın başını çekmek için özellikle çaba harcadığı SSCB’ye saldırı planları konuşuluyordu. Öyle ki, Versailles Antlaşması ile silahsızlandırılan Almanya, SSCB’nin çağrısıyla 1932’de toplanan silahsızlanma konferansının sonunda İngiltere, ABD, İtalya ve Fransa ile silahlanma konusunda bir anlaşmaya dahi imza atabildi. Bu konferans kapitalist güçlerin diğer kapitalist ülkeleri sıkıştırmak üzerine kurulu taktikleri nedeniyle başkaca bir sonuç üretmedi.
Ancak Büyük Buhran’dan etkilenmeyen Sovyet ekonomisinin sanayileşme hızı ve bunu karşılamak için yaptığı ithalat, kriz altında ezilen kapitalist ülkeler için bir fırsat olduğundan bu planlar ABD, İngiltere ve Fransa gibi ülkeler için rafa kalkarken Almanya, İtalya ve Japonya’nın faşist iktidarlarının bayraktarlığına bırakıldı.5 Sosyalizmin sağladığı hızlı sanayileşme SSCB’yi güçlendiriyordu.
1933’ten itibaren sosyalizm için esas tehdit faşizmdi. İspanya İç Savaşı’nda Franco güçlerini destekleyen Nazi Almanyası, ordusunu geliştirmek için ekonomisini yeniden şekillendirirken faşist İtalya ise Afrika’da Etiyopya ile koloni avına başlayacaktı. Japonya ise 1930’ların başından itibaren Doğu Asya’yı parça parça işgal ediyordu. Bu üç ülke önce Anti-Komintern Paktı ve daha sonra Üçlü Mihver Paktı’nda yan yana gelecekti.
Gerek Komintern gerekse Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP), yeni bir emperyalist savaşın ve faşizmle mücadelenin gereklerini 1933’ten itibaren temel gündem olarak belirledi. ABD, İngiltere ve Fransa’nın, büyüyen faşizm tehdidini görmezden gelen ve hatta Almanya, Polonya ve Japonya’yı SSCB’ye karşı yönlendiren tavırları, SSCB açısından Büyük Yurtseverlik Savaşı olarak anılan İkinci Dünya Savaşı’nın temellerini attı. Bunun başlangıcı ise İngiltere ve Fransa’nın Almanya ve İtalya ile 1933’te imzaladıkları “Dörtler Paktı” anlaşması oldu. Bu anlaşma Polonya ve Çekoslovakya’nın itirazları ve Fransa parlamentosunun onaylamaması üzerine kısa süre sonra rafa kalktı.
SSCB’ye karşı hasmane tutumunu sürdüren ABD ise, SSCB’nin barış politikası ve iktisadi gelişimi ile sağladığı güç ve prestij karşısında 16 yıl sonra 1933’te SSCB’yi resmen tanımak zorunda kaldı. Elbette bunun sebebi, Pasifik’te er ya da geç savaşacaklarını düşündükleri Japonya’ya karşı SSCB’nin ikinci bir cephe açması için duyulan ihtiyaçtı. Avrupa açısından ise İngiltere ve Fransa’nın “müdahale etmeme” politikasını destekliyor ve faşizmle komünizmin birbirini yok edeceğini hesaplıyorlardı.
Bu dönemdeki ayrıksı gelişme ise Fransa’nın, en sonunda, Almanya’daki intikam propagandası ve İtalya’da Mussolini’nin Akdeniz’i “bizim denizimiz” olarak tarif etmesi karşısında SSCB’ye yakınlaşması oldu. Ancak bu yakınlaşma da daha fazla bir anlam ifade etmedi.
Öte yandan SSCB faşizme karşı gerek diğer komünist partiler ve kapitalist ülkelerin işçi sınıfı nezdinde gerekse Milletler Cemiyeti’nde faşizme karşı etkin bir cephe örülmesi için çaba gösterdi. SSCB’nin faşizme karşı cephe arayışlarında ve bunun çeşitli ülkelerdeki yansımalarında esas olarak kendisine düşmanlık besleyen Polonya, Romanya, Baltık ülkeleri ve Finlandiya gibi ülkelerin tarafsızlaştırılması ve mümkünse faşizme karşı birlikte mücadele edilmesi ve emperyalist ülkelerin bir barış politikasına yönlendirilmesi hedefi vardı.
Ancak somut örneği İspanya İç Savaşı’nda görüleceği üzere faşizmin saldırganlığına karışılmaması yönündeki İngiltere ve Fransa’nın “müdahale etmeme” politikasının uzantısı olarak çabaların Almanya ve İtalya tarafından hiçe sayılması karşısında, SSCB de İspanya Cumhuriyeti’nin yanında yer aldı. Ancak İngiltere ve Fransa’nın “müdahale etmeme” ve daha sonraki haliyle “tatmin etme” politikası ile İspanya ve daha sonra Avusturya ve Çekoslovakya ile devam eden bir dizi ülke faşistler tarafından yutuldu.
1939’da İngiltere ve Fransa’ya yapılan ve gerek üç ülkeye gerekse Baltık ve Karadeniz ülkelerine saldırıları kapsayan karşılıklı yardım anlaşması önerisi bu ülkelerin SSCB için bir yükümlülük altına girmek istememeleri yüzünden çıkmaza girdi. SSCB ise karşılıklılık şartıyla tüm şartları kabul etmekten yana kararlı bir tutum sergiledi. Polonya ve Romanya’daki Sovyet karşıtı rejimlerin isteksizliği de bu oyalamanın devamını sağladı. Öyle ki Ağustos ayının son günlerinde bile SSCB’nin Almanya’ya karşı savaşa girmesi ama Polonya topraklarına girmemesi tartışılıyordu. Bu arada İngiltere ve Fransa, Almanya’nın SSCB ile bir ittifaka girmelerinden çekinerek kendileriyle anlaşacağını umut ediyor ve bunun için çabalıyorlardı. Dahası, SSCB Japonya ile adı konmamış bir savaş halindeydi.
Bugün de her istenilen yöne çekilmeye çalışılan ve adeta üzerinde tepinilen 23 Ağustos 1939’da Sovyet-Alman Saldırmazlık Antlaşması bu koşullarda imzalandı. Böylece SSCB hazır olmadığı bir dönemde savaşa girmekten kaçınmış oluyordu. Öte yandan savaş Fransa ve İngiltere’ye taşınacaktı. En azından Alman saldırısına kadar savaşın iki karşıt emperyalist kamp arasında olması sağlanmıştı.
SSCB 1 Eylül’de Almanya’nın Polonya’yı işgali sonrasında Polonya ordusunun dağılmasıyla 17 Eylül’de bu bölgelerde yaşayan halkın talepleri doğrultusunda ve Baltık bölgesinin güvenliği için Polonya’nın doğusunda Ukrayna ve Belarus nüfusunun yaşadığı bölgelere girdi. Bu arada Estonya, Letonya ve Litvanya ile karşılıklı savunma anlaşmaları imzalanmıştı. Ancak bu anlaşmalar Baltık ülkelerinin İngiltere ve Fransa ile birlikte SSCB’ye bir saldırı planına ortak olma istekleri nedeniyle uygulanmadı. Savaşın başlamasından bir yıl sonra Baltık ülkelerinde yapılan seçimlerden işçi sınıfının adayları zaferle çıktı ve üç Baltık ülkesi SSCB’ye katıldı.
Bu koşullarda Almanya ile imzalanan saldırmazlık anlaşması sadece ve sadece İngiltere ve Fransa’nın SSCB ile bir anlaşma yapmaya yanaşmaması ve geleceği bilinen Alman saldırganlığına karşı hazırlanmak üzere zaman kazanılması için imzalanmıştı. Sovyet dış politikası her zaman barışın tesisi ve sürdürülmesine ve kapitalist ülkelerle ekonomik ilişkilerin geliştirilmesine yönelik olsa da kendisine karşı hep düşmanlık gösteren emperyalist ülkelerin bu tavrına karşı imkânlar geliştirilmiş oluyordu.
Kurulduğu andan itibaren tekrar yaşanmasın diye mücadele ettiği savaşta yurtlarını ve sosyalist devrimi savunan Sovyet halkları büyük fedakarlıklar gösterdi. Sovyet diplomasisinin tüm çabalarına karşın engellenemeyen savaşın getirdiği yıkımın etkileri bugün dahi hissedilecek kadar büyüktü. Ancak Nazi işgali altında komünistler öncülüğünde direnişi örgütleyen Avrupa halklarıyla birlikte 2 Mayıs 1945’te Reichstag üzerinde sallandırılan kızıl bayrak ile faşizmin yenilgisi tescillendi.
2.3. Sosyalist sistemin kuruluşu
Bu büyük fedakârlıkların ardından tüm dünyada komünistlerin siyasi etkinliği ortaya çıkmış oldu. Avrupa’da Nazi işgalinden kurtulan Polonya, Çekoslovakya, Romanya, Bulgaristan, Macaristan, Yugoslavya, Arnavutluk ve Almanya’nın doğu bölgelerinde önce halk demokrasileri kurulurken kısa sürede sosyalist devrime geçiş yaşanacaktı. Ancak bu dönemde etkin komünist hareketler olsa da İngiltere ve ABD işgali altında kalan Fransa, İtalya, Danimarka gibi ülkelerde komünistler çok etkin olmalarına rağmen sosyalizme doğru ilerlenemezken Belçika, Hollanda, Yunanistan gibi ülkelerde ise devrimci güçler yenildi. Ayrıca Vietnam ve Kore’de de halk cumhuriyetleri kuruldu. Bunları Çin de takip etti.
Emperyalistlere karşı yaklaşık 30 yıl tek başına kalan SSCB’nin yanına kapitalist sistemden kopan pek çok yeni ülke dâhil olmuştu. Bunları bir sonraki dönemde de devam edecek bağımsızlıklarını kazanan eski koloni ülkeleri de takip edecekti.
1947’den itibaren halk demokrasilerinin sosyalizme geçmesi ve karşılıklı olarak tüm sosyalist ülkeler arasında imzalanan dostluk ve karşılıklı yardım anlaşmalarıyla 1950’ye gelinirken dünya üzerinde artık sosyalist sistem kurulmuştu. Sosyalist sistemin kurulmasıyla öncelikle savaş zararlarının giderilmesi için büyük bir mücadeleye girişildi. Bunun için 1949’da Karşılıklı Ekonomik Yardım Konseyi kuruldu.
Bu temeller üzerinden ülkeler arasında yeni bir tür ekonomik ve siyasi ilişki biçimi inşa edildi. Bu, sosyalizmin inşası için karşılıklı yardım ve dayanışma üzerine kurulu, egemenlik ve bağımsızlık haklarına mutlak olarak saygılı yeni bir uluslararası ilişki biçimiydi.
3. “Soğuk Savaş” dönemi
Sovyet dış politikası açısından bu dönemin önceki dönemlerden bir farkı yoktu. Temel siyaset yine barış ve kapitalist ülkelerle ticari ilişkilerin geliştirilmesi üzerine kuruluydu. Ancak emperyalist blok tarafından atılan adımlara karşılık cevaplar üretiliyordu.
Öte yandan SSCB’nin savaştan sonra kısa sürede gerçekleştirdiği teknolojik atılım ile önce atom bombası, ardından hidrojen bombası ve devamında uzaya çıkış gibi adımlar emperyalist dünyada büyük bir şok etkisi yaratmıştı. Bu, dönemin öncelikli gündeminin nükleer silahlar olmasını da beraberinde getirdi.
Ayrıca hemen savaşın bitimiyle birlikte Asya ve Afrika’da ulusal kurtuluş hareketleri de yükselişe geçti. Tüm dünyada eski koloniler birer birer bağımsızlıklarını ilan ederken en temel güvence SSCB’nin emperyalizme karşı gösterdiği siyasi dirençti.
Bu dönem, başlangıcında Stalin önderliğindeki SSCB’nin emperyalizmi geriletmesiyle başlarken bir süre sonra denge arayışları öne çıktı ve kapitalist dünya bir statüko olarak kabullenildi. Uzunca bir süre bu statüko kabullenilerek siyaset üretilirken, bu durum giderek emperyalist saldırganlığa karşı bir savunma pozisyonuna çekilme halini aldı.
3.1. Sosyalist sistemdeki gelişmeler
Sosyalist ülkeler hızlıca savaş yaralarını tamir etmeye girişirken Doğu Avrupa ve Asya ülkelerindeki halk demokrasilerinin ardından 1949’da Almanya Demokratik Cumhuriyeti’nin de kurulmasıyla sosyalizm artık enternasyonal bir niteliğe sahip olmuştu.
Savaş sonrası yeniden inşa süreci, sistemin liderliğini ele alan ABD’nin tüm dünyaya yayılma stratejisi, emperyalist Marshall Planı ile hayata geçirilirken sosyalist sistemde ise Karşılıklı Ekonomik Yardım Konseyi, ülkeler arasında karşılıklı eşitlik ve yardımlaşma üzerine kurulu ve planlamaya dayanan bir yöntemle olağanüstü bir hızla gerçekleşti.
Emperyalist ülkeler ayrıca bir kez daha SSCB ve sosyalizme karşı önce 1948’de Brüksel Paktı’nı ve ardından 1949’da bunun doğal sonucu olan NATO’nun kuruluş anlaşmasını imzaladılar. Truman Doktrini ve Marshall Planı’nı tamamlayan NATO’nun da kurulmasıyla emperyalizm, savaşı bir politik hat olarak kabul ediyordu. Zaten yenilmekte olan Japonya’ya atılan iki atom bombasıyla yüzbinlerce insan Japonya’nın teslim olması için değil SSCB’nin korkutulması için katledilmişti.
Sosyalist ülkeler bu saldırgan politikalara çeşitli cevaplar üretmek zorunda kaldı. Örneğin, Varşova Paktı olarak anılan, askeri ittifakı da kapsayan Dostluk, İşbirliği ve Karşılıklı Yardım Antlaşması, ancak 1955’te bir yıl önce Batı Almanya’nın NATO’ya kabul edilmesine bir cevap olarak imzalanacak ve hayata geçirilecekti.
İki Almanya’nın birleşmesine dönük çağrılar zaten bundan çok önce 1951’de öneriye karşı; 14 maddeden oluşan bir şartlar manzumesi çıkartılması, demokratik talepleri dillendirenleri “vatan haini” olarak damgalayan bir yasanın Meclisten geçmesi ve son olarak Almanya Komünist Partisi’nin yasaklanması gibi adımlar reddedilmişti. Batı Alman rejimi Hitler’in “Doğu Avrupa’da yeni bir düzen” talep eden sözlerini tekrarlamaktan dahi çekinmemişti.
Gerek Asya’daki halk demokrasileri gerek Avrupa’daki sosyalist ülkelerde sosyalizme yönelim ve sosyalizmin geliştirilmesi için karşılıklı işbölümü ve işbirliğine dayanan bir model içerisinde ilişkiler geliştirildi.6
3.2. Ulusal kurtuluş hareketleri ile ilişkiler
SSCB, Ekim Devrimi’nden itibaren emperyalizmin ezdiği tüm halklarla dayanışma göstermişti. Bu, özellikle kolonilerin birer birer bağımsızlığını kazandığı savaş sonrası dönemde daha somut bir hal aldı. Bu dönemde, Sovyet dış politikası, bağımsızlık mücadelelerine dönük emperyalist müdahaleler ve saldırganlığa karşı temel dayanak oldu.
Ulusal kurtuluş hareketlerini iki grupta incelemek yararlı olacaktır. Bunlardan biri savaştan “halk demokrasileri” olarak çıkan ülkelerin kuruluş süreçleri diğeri ise eski kolonilerdir.
Avrupa’da daha önce Nazilerin işgal ve ilhak ettiği ülkeler ile Nazi Almanyası’nın müttefiki olan ülkelerin Nazilerden temizlenmesi sürecinin başını bu ülkelerdeki komünist partizan örgütlenmeleri sağlamıştı. Dolayısıyla savaştan sonra bu ülkelerle yapılacak barış ve bu ülkelerin yeniden kurulmaları gibi sorunlar vardı. SSCB, faşizmin ve işbirlikçilerinin en ağır şekilde cezalandırılması ile bu ülkelerin, özellikle de kuruluş sürecindeki halk demokrasilerinin, halklarının diğer ülkelerle barışçıl ilişkiler geliştirebilmeleri için özgürlüklerinin ve ekonomik bağımsızlıklarının da sağlanmasını savundu.
Bununla birlikte emperyalizm barış görüşmeleri sırasında halk demokrasilerine evrilen bu ülkelerin SSCB ile yakınlaşmasından duyduğu rahatsızlıkla bu ülkelerde gerici güçlerin tekrar canlandırılması için ellerinden geleni yaptı. Başta eski Alman müttefiki Romanya ve Bulgaristan olmak üzere bu ülkelerin SSCB ile yakınlaşmasına müdahale etmek ve bu ülkelerde eski düzeni yeniden tesis etmek için burjuva muhalefetlerin hükümetlerde temsil edilmesini zorlamak, bu ülkeleri tanımamak ile barış görüşmelerinin bir takım oylama hesapları yürütülmesini, hatta barış anlaşmalarının uygulanmasını izlemek üzere bu ülkelerin hükümetleri üzerinde yargı yetkisine sahip olacak bir insan hakları mahkemesi kurulması ve üçüncü ülkeler adına bu ülkelerden toprak istenmesi gibi yöntemlere başvurdular.
Bu ülkelerde yaşanan sınıf mücadelesi ise kısa sürede halk demokrasilerinin sosyalizme yönelmesini sağladı. Tüm bu süreçte SSCB emperyalistlere karşı en büyük engeli oluşturdu ve halk demokrasileri Dostluk ve Karşılıklı Yardımlaşma anlaşmaları imzalayarak en büyük destekçileri oldu.
Diğer taraftan, savaştan sonra İngiltere’nin, İtalya’nın Afrika’daki kolonilerine göz dikmesine karşılık 1946’da Filipinler, 1947’de Hindistan, Burma ve Pakistan’ın bağımsızlıklarını ilan etmesiyle Afrika ve Asya’da yeni ülkeler kurulmaya başlandı. SSCB, Suriye, Lübnan ve Mısır’ın İngiliz ve Fransız askerlerinin çekilmesi taleplerinin ve İngilizlerin saldırganlığına karşı Endonezya’nın BM’deki yegane savunucusuydu. Bu ülkelerle diplomatik ilişkiler kimi örneklerde daha bağımsızlık dahi kazanılmadan zaten kurulmuştu. Bu ülkeleri daha sonra Sudan, Fas, Tunus gibi bir dizi başka ülke de takip etti.
Hem sosyalist bir yolu tercih eden hem de çeşitli adlarla emperyalist sisteme dahil olmamaya çalışan ülkelerin ayakta kalması ve ekonomik bağımsızlık içinde barışçıl gelişimlerini sürdürmeleri için ilişkilerin geliştirilmesi öncelikliydi. Bu yönde çok çeşitli ticaret ve dostluk anlaşmaları imzalandı.
Emperyalizm ve işbirlikçi ülkelerin saldırganlığına karşı zaman zaman doğrudan çatışma ihtimalleri de göze alınarak müdahale edilmekten geri durulmadı. Ancak bu yaklaşım özellikle 1970’lerde giderek altı boşalan ve desteklenmeyen sözlü ve diplomatik girişimlerden ibaret kalmaya başladı.
3.3. Silahsızlanma çabaları
Savaş Avrupa’da büyük bir yıkıma neden olurken ABD ana kıtası savaştan hiç etkilenmeyip emperyalist ittifakın üretim gücü haline de gelmişti. Bu durum emperyalist hiyerarşide ABD’nin İngiltere’nin yerine liderlik konumuna geçmesine neden oldu. Truman Doktrini ile “silahlı azınlıklar veya dış baskılara karşı hür halklara yardım etmek” emperyalizmin yeni politikası haline geldi.
ABD liderliğinde emperyalizm bu politikayla daha savaş yeni bitmişken “kadim düşmanı” SSCB’ye yöneldi. Bu politika, Alman ve Japon yayılmacılığının zamanında kontrol altına alınmamasının “sonuçları” üzerinden meşrulaştırılmak istendi. Ama SSCB’nin hemen Ekim Devrimi ile başlayan silahsızlanma çağrılarının ve daha sonra Nazi Almanyası’na karşı barışı korumak için yaptığı girişimlerinin emperyalist ülkelerce akamete uğratılması bu söylemlerin ikiyüzlülüğünü tartışmasız olarak ortaya koymuştur.
Daha sonra Türkiye’nin çarpıtmaları ve coğrafi konumunun önemi nedeniyle ve Yunanistan’daki iç savaşın sosyalizm için yeni bir zafer örneği haline gelmemesi için bu iki ülkeyi kapsayan şekilde Truman Doktrini’ne son halinin verilmesiyle “Soğuk Savaş” başlatılmış oldu.
Bu dönemde kuşkusuz en büyük tehlike önce atom bombası ve ardından termonükleer (hidrojen) bombasının yapılmasıyla başlayan nükleer silahlanmaydı. ABD’nin BM’yi kullanarak nükleer silah teknolojilerini tekelinde tutma çabalarına karşın SSCB daha 1946’da atom bombalarının yasaklanması için bir öneriyi gündeme getirdi.
Konvansiyonel silahların azaltılması ve orduların küçültülmesi de yine savaş sonrası dönemin başlangıcında SSCB’nin üzerinde durduğu ama karşılık bulamadığı bir başlık oldu. SSCB, 1950’de yabancı topraklardaki askeri üslerini çoktan kapatmaya başlasa da emperyalizm benzer bir karşılık vermedi. Daha sonraki yıllarda konvansiyonel ve nükleer silahsızlanmanın birbirine bağlanmasını isteyen Batılı talepleri kabul eden SSCB’nin 1955’te yaptığı silahsızlanma önerisinin sözde olumlu karşılanmasına rağmen bir gelişme sağlanamadı.
Ancak bu dönem Sovyet politikasında bir farklılığı beraberinde getiriyordu. SSCB daha önce adımların karşılıklılığına önem verirken bu kez tek taraflı adımlar da atmaya başladı. 1955 önerisini takip eden dönemde SSCB ve diğer sosyalist ülkeler kendi ordularının mevcudunu önemli ölçüde azaltmaya başladılar. Emperyalist ikiyüzlülüğü gözler önüne seren bu yaklaşım, özünde doğru olmakla birlikte emperyalistleri cesaretlendiren ve Sovyet dış politikasının pasifleşmesine giden bir yolun da açılması anlamına geldi.
Bu dönemde, emperyalist saldırganlıkla kararlı bir mücadele sürdürülmeye çalışılsa da doğrudan çatışma ihtimallerinden sürekli olarak kaçınılmaya başlandı. Daha sonra, uluslararası sorunlarda tansiyonu düşürme stratejisi gerçek anlamda karşılık bulmayan bir “kabullenme”ye doğru götürdü.
4. Çözülüş dönemi
SBKP’nin 24. Kongresi’nde kabul edilen Barış Programı’nda, Güneydoğu Asya ve Ortadoğu’da çatışmaların sonlandırılması, güç tehdidi ve kullanımından vazgeçilmesi ve bunun için ikili ve bölgesel antlaşmaların imzalanması, 2. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan Avrupa’daki toprak değişikliklerinin kabul edilmesi, uluslararası ilişkilerde yumuşama, nükleer, biyolojik ve kimyasal silahsızlanma ve silahlanma yarışının sona erdirilmesi, yabancı üslerin kapatılması ve orduların küçültülmesi, kolonilerin bağımsızlığı ve işbirliğinin arttırılması gibi öneriler vardı.
Öte yandan, Barış Programı her ne kadar sorunlar yaşayan emperyalizmin saldırganlığını sürdürmekte zorlandığı ve sosyalizmin prestijinin yüksek olduğu bir dönemde kabul edilse de SSCB açısından bir inisiyatif almayı değil, ABD’nin zaman kazandığı ve daha sonra Ronald Reagan’ın başkanlığında başlattığı saldırı dalgasına karşı geriye düşülen bir durumu temsil etti.
SSCB’nin tüm tarihi boyunca gerçekleşmesi için mücadele ettiği nükleer silahların azaltılması antlaşmasının ilkinin bu dönemde imzalanması dahi bir başarı değil, ABD’nin “kazandığına” inanmasının bir sonucuydu.
5. Sonuç yerine
Kuşkusuz 1917’den 1991’e kadar geçen sürenin bütününde yaşananların ve tartışmaların burada yansıtılması mümkün değil. Her dönemde öne çıkan önemli gelişmeler ve kimi ayrıntılar üzerinden buraya kadar anlatılanlar, Büyük Ekim Devrimi ve SSCB’nin emperyalizmle mücadele ve dış politikada tarihsel gelişimi ile bugüne yansıyan yaklaşım ve tartışmalarına ışık tutan bir özet sayılabilir.
Sovyet dış politikasında temel ilkelerin, özellikle “destalinizasyon” ile birlikte, hep Lenin’e atıfla ortaya konması 1953’te Stalin’in ölümden önceki ve sonraki dönemlerdeki niteliksel farklılığı gözden kaçırmaya neden olmamalıdır. Benzer şekilde, bugün yapılanlara Sovyet döneminden verilen örneklerin de tarihsel bağlamlarından kopartılarak başka bir niteliksel farklılığa işaret ettiğini ifade etmek gerekir.
Ekim Devrimi’nden başlayarak Sovyet iktidarının dış politikasının barış ve karşılıklı eşit ilişkiler temelinde kurulduğunu biliyoruz. Bu çerçevede silahsızlanma, barışın korunması, savaşların ve saldırgan ülkelerin engellenmesi gibi adımlar her zaman dış politikanın önemli gündemleri oldu. Emperyalizm ve kapitalist ülkelerle ilişkiler ise “tek ülkede sosyalizm” zorunluluğu nedeniyle gerçekçi bir şekilde ve bu temel ilkelere uygun olarak ele alındı.
SSCB tutarlı ve düzenli olarak komşularıyla ve Avrupa ülkeleriyle saldırmazlık ve diğer ikili anlaşmalarla istikrarlı ilişkiler kurmaya çabaladı. Bunun temelinde de sosyalizme düşmanlığın sürekli bir savaş haline neden olmasının önlenmesi ve sosyalizmin ancak barış içinde geliştirilebileceğine ilişkin yerinde bir tespit bulunmaktaydı.
Ancak Stalin sonrasında SSCB giderek emperyalizmin kendisine beslediği düşmanlığı unutmaya ve esas olmaktan çıkarmaya başladı. Bu emperyalizmin inisiyatif sahibi olmasına ve ideolojik ve siyasi saldırılarına karşı yanıt üretilememesine neden oldu. Sosyalist ülkeler arasındaki tartışmalar ve ayrılıklar da ölçekten bağımsız olarak bu sorunları perçinledi.
SSCB dış politikasının gelişimi, bu bağlamda, emperyalizmin önemli bir etkinlik ve egemenlik alanına sahip olduğu bir dünyada tek ülkede veya bir sistem olarak sosyalizmin inşası ve geliştirilmesinde dış politikanın yerine ve nasıl olması gerektiğine ilişkin çok önemli dersler devretti.
Kaynakça
Lenin, V.I.,Collected Works (Toplu Eserler), Moskova.
Pin, A.,Chirkov, V., Zholkver, N. (1984), Sovietforeignpolicyquestions and answers, Novosti Press AgencyPub. House, Moskova.
Lenin, V. I. (1917), Second All-RussiaCongress of Soviets of Workers’ and Soldiers’ Deputies, Report on Peace (Barış Hakkında Rapor),
https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1917/oct/25-26/26b.htm,
(Erişim tarihi: 01.10.2017).
Schlesinger, R. (1945), Soviet legal theoryitssocialbackground and development, Londra.
SSCB Bilimler Akademisi (1981), Sovietforeignpolicy (Sovyet Dış Politikası) 1917-1945, Cilt 1, Moskova.
SSCB Bilimler Akademisi (1981), Sovietforeignpolicy (Sovyet Dış Politikası) 1945-1980, Cilt 2, Moskova.
Dipnotlar ve Kaynak
- Yazının hacmi gereği bu ödevin bütünüyle karşılanması mümkün değildir. Ancak anlatım kolaylığı açısından tercih edilen dönemlendirme doğrultusunda, her döneme ilişkin öne çıkan başlıklar, tartışmalar ve Sovyet dış siyasetine egemen olan ilkelerin, özellikle Ekim Devrimi’nin insanlığa katkıları yönünden, genel bir değerlendirmesi yapılmaya çalışılacaktır.
- Çarlık hükümetleri ve Geçici Hükümet tarafından imzalanan tüm gizli antlaşmalar 23 Kasım 1917’den başlayarak Pravda ve Izvestia gazetelerinde yayınlandı. Bu antlaşmalar daha sonra Aralık 1917 ile Şubat 1918 arasında yedi cilt halinde “Eski Dışişleri Bakanlığı Arşivlerinden Gizli Belgeler Seçkisi” adıyla da basıldı.
- Woodrow Wilson’un ünlü on dört ilkesi, esas olarak Sovyet Kongresi kararlarına ve Lenin’in yapıtlarına emperyalizmin prestijini yeniden tesis etmek için verilen bir cevaptı.
- Bu yardımın 5,4 milyonu 1921’in Nisan ve Haziran ayları arasında, 1,1 milyonu 1921 sonunda ve kalan 3,5 milyonu Mayıs 1922’de teslim edildi. Sovyet hükümeti ve halkı bunun yanı sıra çok sayıda silah, cephane, fabrika ekipmanı ve yakıt gibi savaşta çok ihtiyaç duyulan pek çok maddi destekte de bulundu.
- SSCB, dünyadaki makine ithalatının 1931’de yüzde 30’unu ve 1932’de yüzde 50’sini yapıyordu. İngiltere’nin makine ve ekipman ihracının yüzde 70’ini SSCB satın alırken ABD’nin ticaret yaptığı ülkeler arasında 1931’de ikinci ve 1932’de birinci sıradaydı.
- Sosyalist ve halk demokrasisi olarak örgütlenen devletler arasında yaşanan ideolojik tartışmalar, ayrılıklar ve karşıtlıklar başka bir yazının konusu olması gerektiğinden sosyalist sistemdeki gelişmelerin incelenmesi bu erken sayılabilecek noktada bırakılmıştır.