Ekim Devrimi’nin 100. yılı vesilesiyle hazırladığımız bu çalışma tarihsel sürekliliği bulunan dünya komünist hareketini kavramak açısından önem taşıyor.
1917’de yaşananların, devrimler tarihi açısından taşıdığı önemin azımsanamayacağı açıktır. Bununla birlikte üzerine yoğunlaştığımız uğrağın da kritik bir dönüm noktası olarak görülmesi gerekiyor.
Tarihteki herhangi bir olguyu kendinden menkul bir şekilde ve neden-sonuç ilişkisine tabi tutmadan ele almamız imkânsız. Toplumlar tarihi, insanlığın tarihsel gelişimi, sınıflar mücadelesi ve beraberinde gelişen devrimler, tarihsel materyalizmin penceresinden ele alınmadığı zaman bilim dışı yorumlara kaçılması mümkün oluyor.
Nasıl ki, Ekim Devrimi’nin ekonomik bir temeli ve içinde bulunduğu tarihsel kesitle ilgili siyasal ve ideolojik bir konumlanışı varsa, dünya komünist hareketinin de gelişim dinamikleri bununla uyumludur. Çünkü, Ekim Devrimi dünya üzerindeki komünist örgütlenmenin hem önemli bir sonucu olarak karşımıza çıkmış hem de tarihsel gelişim basamakları çıkıldıkça Ekim Devrimi dünya üzerindeki sosyalist devrim süreçlerinin ve komünizm mücadelesinin önemli bir nedeni olarak şekil almaya başlamıştır.
Bu çalışmamızda biraz önce bahsettiğimiz bu iki yönlü neden-sonuç ilişkisini ele almaya çalışacağız.
Bunlarla birlikte Ekim Devrimi’nin dünya komünist hareketine kazandırdıkları ile birlikte öncesi ve sonrası dönemlerde yaşananları da dünya devrim tarihinin birer parçası olarak gözden geçirmek gerekiyor.
Bilindiği üzere Karl Marx ve Friedrich Engels, Marksizmin kurucuları olarak, bazı noktalara içinde bulundukları tarihsel gelişim düzeyinde yanıt verdiler. Marksizm ekonomi ve siyaset açısından eğilimleri saptar ve üretim ilişkileri bağlamında bu eğilimleri sınıflar mücadelesine taşır. Sınıflara ait olan siyasetin ve ideolojinin devreye girdiği yer tam da burasıdır. Örgüt ve partinin şekillenmesi ile birlikte bunun toplumsal ayakları anlamına gelecek yapılar da kurulmaya başlanır.
Ekim Devrimi bunların bileşkesini tüm insanlığın kurtuluşu açısından pratik bir bütünlüğe kavuşturup yeniden ortaya çıkartmış ve yeni bir mücadele düzlemi açılmasını sağlamıştır. İşçi sınıfının öncülüğü ve siyasal iktidarın ele geçirilmesi, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verilmesi, Leninist öncülük teorisi ve Leninist partinin inşası bu bütünlüğü oluşturan ilk başlıklar olarak görülmelidir.
Dünya üzerinde komünist hareketin biçimlenmesi de bu çerçevenin dışında ele alınamaz. Daha doğrusu sanayi devrimi, kapitalizmin gelişimi, burjuva devrimleri, işçi sınıfının ortaya çıkışı, emperyalizm ve sosyalist devrimler çağına geçiş olguları ile işçi sınıfının (bazı bağlamlarda köylülüğün) ve öncülerinin ya da aydınların örgütlenme deneylerinin birbirlerinden bağımsız ele alınması söz konusu değildir.
Kapitalizm geliştikçe işçi sınıfı ortaya çıkmış, feodal düzen ve kurumları sorgulanmaya başlanmış, feodal düzeni sorgulayan burjuva ya da küçük burjuva liberal aydınların bazıları bir adım sonrasında kapitalizmi de sorgulamaya başlamışlardır. Bu unsurların varabileceği yerin ütopik sosyalizm ile sınırlı olduğunu bilmekteyiz. Bu noktaya varamayanlar ise burjuva sınıfının bir eklentisi olarak yaşamlarına devam etmiş ya da işçi sınıfının burjuvaziye eklemlenmesinde rol oynamışlardır.
Dünya komünist hareketinin tarihinde özellikle işçi sınıfı mücadelesinin, burjuvazinin çıkarları adına manipüle edilmesi ya da sistematik olarak tahribata uğratılması örnekleri çok yaygın olarak görülmüştür. Günümüzde de örnekleri olan olgunun tarihsel boyutları ise çok çeşitlidir. Tipik örneği İkinci Enternasyonal pratiğinde cisimleşen bu olgu, literatürde oportünizm olarak adlandırılmıştır.
Leninizm ve Ekim Devrimi’nin tüm dünya emekçilerine dönük kazanımları, bu sapmalar ya da burjuvazi ile işbirliğini öneren akımlar ile mücadele ederek düşünsel alandaki egemenliğini şekillendirmiştir.
Marksizmin gelişimi ve Komünistlerin Birliği
Bilimsel sosyalizmin kurucuları olan Marx ve Engels’in 1840’lı yıllarda yaptıkları çözümlemelerin birinci ayağının felsefeye ve Hegelci diyalektiğe yapılan müdahale üzerine kurulu olduğu biliniyor. Bununla birlikte, Marx toplumsal çözümlemeler ile birlikte ekonomi-politiğe dair ilk arayışlarını ortaya koyarken, Engels de “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu” adlı eseri ile kapitalizmin gelişim dinamiklerini, olayın başlangıç noktası olarak nitelenebilecek İngiltere üzerinden açığa çıkartmaya çalışıyordu.
Kapitalizmin gelişimi ve burjuva devrimleri ile birlikte emek sermaye çelişkisi görünür olmaya başlarken, işçi sınıfının ilk hareketlenmeleri 19. yüzyılın ilk yarısına çeşitli şekillerde damga vurdu. Marksizm tüm bunlardan hareketle sosyalizmin bilimsel temellerini ortaya koymaya çalışırken, devrim modeli, örgüt ve parti başlıklarında Ekim Devrimi döneminde yapılan tartışmaların öncüllerini oluşturmuştur.
Siyasal iktidarın fethi, devlet tartışmaları, işçi sınıfının devrimdeki öncü rolü, siyasal devrim-toplumsal devrim başlıklarına dair net konumunu ortaya koyan Marksizm açısından özellikle İngiltere ve Fransa’da ortaya çıkan ekonomik krizler ile birlikte işçi sınıfının ayaklanmaları önemli bir yer tutuyordu. Her ne kadar o dönemde Marx’ta ve Engels’te kapitalizmin gelişmesinin, işçi sınıfını daha da geliştireceğine ve gelişen işçi sınıfının devrime daha fazla yaklaşabileceğine dair bir inanç mevcutsa da, Marksizmin kurucuları, içinde yaşadıkları dönemlerde ortaya çıkan devrimci durumlara kayıtsız kalmamış, beraberinde bunlara devrimci çözümler üretmeye çalışmışlardır.
Komünist Manifesto adlı eser ve 1845 sonrasında Marx’ın ve Engels’in içinde yar aldığı ve oluşmasında öncülük ettiği Komünistlerin Birliği tam da bu devrimci çözüm arayışları ile ilgilidir. Birlik, dünya üzerinde kurulan ilk komünist örgüt olarak uluslararası düzeyde işçi sınıfının mücadelesini birleştirme hedefi taşıyordu. Marksizm’in rehberliğinde şekillenen birlik, işçi sınıfının mücadelesini Blankizm’e, anarşizme, küçük burjuva sosyalizmine ya da ütopik sosyalizme taşımaya çalışan arayışlar ile bir hesaplaşmanın ürünü olarak ortaya çıkmıştı.
Birinci Enternasyonal Komünistlerin Birliği’nin bir yansımasıdır
Marksizm ve tarihsel materyalizm açısından 1848 devrimlerinin sonuçları önem taşımıştır. İngiltere’de ve Fransa’da işçi sınıfı mücadelesinin geçtiği aşamalar ile Almanya’da geriden gelerek gelişen kapitalizmin ortaya çıkardığı sonuçlar ele alındığında, kapitalizmin geliştirici gücüne olan inanç kaybolmuyordu. Ancak bununla birlikte bilimsel sosyalizmin esaslarının yeniden üretileceği bir zemin arayışı ve dünya devriminin örgütü için yapılan çalışmalar da sona ermedi. 1864 yılında Birinci Enternasyonal’in kuruluşu tam da bu arayışa denk düşüyordu.
Birinci Enternasyonal, Komünistlerin Birliği’nin yolundan giderek modern işçi hareketinin temellerini atan bir oluşum olarak ortaya çıkmıştır. Birinci Enternasyonal, kapitalist devlete karşı işçi sınıfı politikasının şekillenmesini sağlamış, işçi sınıfı partisinin temel işlevlerini geliştirmiş, işçi sınıfının köylülük, savaş ve ulusal sorun karşısındaki tavrını ortaya koymuştur. Sendikal örgütlenmenin ve seçimlerin mücadeledeki yerinin de değerlendirildiği Birinci Enternasyonal 19. yüzyılın ikinci yarısında Marksist bir kuşağın yetiştirilmesini de sağlamıştır.
Komünistlerin Birliği pratiğinde olduğu gibi, Birinci Enternasyonal’in önderliği de işçi sınıfı devriminin çıkarlarına yabancı olan akımlara karşı mücadele etmiştir. Özellikle Marx, ütopyacı sosyalizme, küçük burjuva sosyalizmine, komplocu yönelimlere ve sendikalizme karşı net pozisyon almıştır.
Birinci Enternasyonal’in sona ermesinin nedenlerini tarihsel olarak açıklamak yerinde olacaktır. Kapitalizmin dünya üzerinde genişleme ve -adı konulmamış olsa da- emperyalist aşamaya geçtiği bir dönemde uluslararası komünist hareketin ihtiyaçlarına bu yapının yanıt üretmesi artık mümkün değildi. Mutlakiyetçiliğin sona erdiği, burjuva devrimlerinin konsolidasyonlarını tamamladıkları bir dönemde sona eren bu pratik ile ilgili Lenin şunları söylemektedir:
“Birinci Enternasyonal tarihsel rolünü tamamladı ve yerini, dünyanın tüm ülkelerinde işçi hareketlerinin kat kat daha fazla büyüdüğü bir çağa, yani hareketin genişleme ve ayrı ulusal devletler temelinde sosyalist proleter kitle partileri yaratma çağına bıraktı.”1
Leninizm’in gelişimi ve Üçüncü Enternasyonal’e açılan yol
19. yüzyılın sonlarına doğru Marksist hareket dünya üzerinde iki ülkede öne çıkmaktaydı. Biri Almanya, diğeri ise Rusya. Almanya’da tarih içerisinde ortaya çıkan reformist ve devrimci kanatların birleşimi ile 20. yüzyıl karşılanırken, işçi sınıfının ve kapitalizmin daha az gelişkin olduğu Rusya’da şekillenen Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDİP) içerisinde yürüyen tartışmalar Leninizm’in doğumuna tanıklık etmekteydi.
Rusya topraklarında Marksizm’e bulaşmış tüm hareketlerin bileşkesi olarak ortaya çıkan RSDİP, Lenin’in parti ve örgüt teorisi çerçevesinde şekillenen Bolşevikler’in geliştiği zemin olurken, Rusya’da yapılan tartışmalar bir adım sonrasında dünya komünist hareketinde de Lenin’in ağırlık oluşturmasını sağlamaya başlamıştır.
1889 yılında kurulan İkinci Enternasyonal ise içinde her türlü eğilimi barındırmaktaydı. 20. yüzyıl başı itibariyle ise İkinci Enternasyonal’in Marksizm’den uzak ve sağa açılan yönelimi kesinlik kazanmaya başlamıştır. Bunun bir sebebi Enternasyonal’i oluşturan önemli partilerde dünya kapitalizminin emperyalist aşamaya geçmesi ile birlikte tek tek ülkelerde ortaya çıkan göreli “refah” durumunun yarattığı normalleşme ve devrimci hedeflerden sapma olarak gösterilmektedir.
Bu sürecin sonucu Marksist ilkelerin terki ve tamamen sağa kayan bazı partiler ile bunların önderlerinin işçi sınıfının mücadelesine karşı pozisyona geçmeleridir. Buradan hareketle, siyasal iktidar fikri dışlanmakta, sosyalist devrim yerine aşamalı devrim ya da kendiliğinden geçiş gibi tezler propaganda edilmekte, başta ekonomizm olmak üzere proletaryanın bağımsız siyasi örgütlenmesinin önüne farklı eğilimler çıkartılmakta, parti ve örgüt burjuvaziyle savaşın değil uzlaşmanın aracı olarak kurgulanmaktadır.
Bu durumun oluşmasında diğer neden ise Birinci Enternasyonal’den devreden bazı sorunların, İkinci Enternasyonal’in bağrında yeniden gelişmesidir. Bu sorunların başında da biraz önce bahsettiğimiz kapitalizmin gelişim dinamiklerine tek tek ülkelerden ne şekilde yanıt verileceği, sosyalist devrime nasıl ulaşılacağı ve bunun ülke ölçeğindeki örgütünün nasıl olacağı sorularına verilen sağlıksız yanıtlar olduğu açıktır. Leninizm’in bunlara verdiği yanıtlar o dönemki en devrimci yanıtlar bütününü oluşturmuş, pratik karşılığı ise 1917 yılında verilmiştir.
Bahsedilen tüm tartışmalar üzerinden İkinci Enternasyonal’de sağ kanat, merkez ve sol kanat oluşmuştur. Almanya’daki sosyal demokrat parti sağ kanadın temsilciliğini üstlenirken, sol kanat daha küçük olmasına rağmen Lenin’in önderlik ettiği RSDİP tarafından temsil ediliyordu. Merkezde yer alanlar ise genelde sağ kanadın politikalarının meşrulaşma zemini olarak görülüyordu. Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin ve sağ kanattaki diğer sosyal demokrat partilerin Birinci Dünya Savaşı’na giren kendi hükümetlerini desteklemesi ile İkinci Enternasyonal’de yaşanan derin yarılma esnasında İkinci Enternasyonal’in merkezinde Kautsky gibi figürler bulunmaktaydı.
19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçerken Marksizm’in çözmekte zorlandığı en temel başlık, devrimin nerede olacağı meselesi idi. Bu noktada kaba bir tahmin arayışından bahsedilmediği açıktır. Kapitalizmin daha erken geliştiği ve burjuvazinin konsolidasyonunu sağladığı İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde proletaryanın mücadelesi de çeşitli evrelerden geçmişti. İngiltere’de trade-unionculuk (sendikal mücadele) ve devamında İngiliz İşçi Partisi reformculuğun adı olmuş, Fransa’da ise Paris Komünü ile birlikte Marksist ilkeler çerçevesinde ilk işçi devleti kurulmuş ve sadece 70 gün yaşayabilmiştir. İki büyük kapitalist ülkede ortaya çıkan bu tablonun dışında 1870’ler sonrasında devrim beklentisinin odaklandığı yer ise Almanya’dır. Marx ve Engels’in Avrupa merkezli devrim beklentisi kapitalizmin gelişme dönemlerine ait bir görüş olmakla birlikte, 1921 yılında Almanya’da devrimin yaşayacağı yenilgiye kadar bu beklenti devam ettirilmiştir.
Bu konu ile ilgili Engels’in şu sözlerine kısaca göz atmak açıklayıcı olacaktır.
Avrupa’nın geri kalan işçilerine göre Alman işçilerinin iki temel üstünlüğü vardır. Birincisi, Avrupa’nın en kuramcı halkına aittirler ve Almanya’da “kültürlü” kişi denilenlerde tamamen kaybolmuş olan kuramsal anlayışı korumaktadırlar. Daha önce Alman felsefesi, özellikle Hegel olmasaydı Alman bilimsel sosyalizmi -var olan tek bilimsel sosyalizm- kurulamazdı. (…)
İkinci üstünlükleri ise, Almanların, işçi hareketi içinde hemen hemen en son gelmeleridir. (…) pratikteki Alman işçi hareketi de, İngiliz ve Fransız işçi hareketlerinin omuzları üzerinde geliştiğini, onların pahalıya edinilmiş deneylerinden sadece yararlanabildiğini ve çoğu zaman kaçınılmaz olan yanlışlarından bugün kaçınabildiğini hiç bir zaman unutmamalıdır. İngiliz sendikalarının ve Fransız işçilerinin siyasal mücadeleleri olmasaydı, özellikle de Paris Komünü’nün getirdiği dev atılım olmasaydı bugün nerede olurduk? (…)
Bir yandan üstün durumları sayesinde, öte yandan İngiliz hareketinin adadaki özellikleri ve Fransız hareketinin şiddetle bastırılması sonucu, Alman işçileri şimdilik, proletaryanın mücadelesinin öncülüğüne yerleşmiş durumdadırlar. Olayların, onlara bu onurlu yeri daha ne kadar bırakacağı söylenemez. Ama bu yerde bulundukları sürece görevlerini gerektiği gibi yerine getireceklerdir, bunu umut etmek gerek. Bunun için mücadelenin ve ajitasyonun bütün alanlarında çabalarını iki katına çıkarmak zorundalar. Özellikle önderlerin görevi de, kuramsal sorunlar hakkında gitgide daha fazla aydınlanmak, eski dünya görüşüne ait olan yerleşmiş boş sözlerin etkisinden git gide kurtulmak ve bir bilim olduğundan bu yana sosyalizmin bir bilim gibi uygulanması, yani incelenmesi gerektiğini hiçbir zaman unutmamaktır. 2
Engels bu örnekte Alman işçilerinin ulusal bağlamda diğer ülkelerin işçilerinin üstünde olduğunu ifade etmiyor elbette. Bütün düşüncesini işçi sınıfının mücadelesinin ilerlemesi ve devrimin çıkarları bağlamında oluşturan Engels’in yaptığı bu vurgu döneme ait bir bakışı ortaya koymak açısından önem taşıyor. Vurgu işçi sınıfının mücadelesine dair, hâlbukiMarx ve Engels Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin reformist yönelimlerini Birinci Enternasyonal zamanında da, sonrasında da acımasızca eleştiriyorlar.
Bununla birlikte yukarıda kabaca verdiğimiz görüş daha önce ifade ettiğimiz haliyle kapitalizmin gelişim dinamikleri ile birlikte ortaya çıkan işçi sınıfının devrime doğru nasıl yürüyebileceğine dair bir tartışmanın ürünü.
Leninizm bu tartışmaya dair yapılmış en önemli katkı olarak ortaya çıkarken, Lenin “Ne Yapmalı?” adlı eserinde konu ile ilgili görüşlerini şu şekilde ifade ediyordu:
“(…)Rus sosyal demokrasisi için teorinin önemi, çoğu zaman unutulan şu üç duruma bağlı olarak daha da artmaktadır: Birincisi, partimizin henüz oluşum aşamasında bulunması, kendi çehresini henüz şekillendirmekte olması ve hareketi doğru yoldan saptırma tehlikesi barındıran devrimci düşüncenin diğer akımlarıyla hesaplaşmayı henüz bitirmemiş olması. (…)
İkincisi, sosyal demokrat hareket, özü itibarıyla uluslararası bir harekettir. Bu, sadece ulusal şovenizmle mücadele etmek zorunda olduğumuz anlamına gelmekle kalmaz, aynı zamanda, genç bir ülkede başlayan hareketin, ancak diğer ülkelerdeki deneyimleri özümsemesi durumunda başarılı olabileceği anlamına da gelmektedir. (…) Günümüz işçi hareketinin nasıl muazzam bir büyüme gösterip dallanıp budaklandığını göz önüne getiren bir kimse, bu görevin yerine getirilmesi için, ne denli büyük bir teorik güç birikimine ve politik (ve de devrimci) deneyime ihtiyaç olduğunu kavrayacaktır.
Üçüncüsü, Rus sosyal demokrasisinin ulusal görevleri, dünyada henüz hiçbir sosyalist partinin karşı karşıya bulunmadığı türden görevlerdir. Bütün halkı, otokrasinin boyunduruğundan kurtarma görevini omuzlarımıza yükleyen politik ve örgütsel yükümlülüklerden daha ileride söz edeceğiz. Şimdi sadece, öncü savaşçı rolünü ancak öncü bir teoriyle yönetilen bir partinin yerine getirebileceğini belirtmekle yetinmek istiyoruz. (…)”3
Dolayısıyla Lenin’in kafasında şekillenen şey Avrupa’da sınıf mücadelelerinin geldiği noktayı aşma isteğinden başka bir şey değildir. Büyük ihtimalle, Lenin Ne Yapmalı ile bir kavşağı dönerken eşitsiz gelişim yasasının adı konulmamış ruh halini tanımlıyordu. Rus çarlığını yıkmayı başaran Rus proletaryasının, uluslararası proletaryanın öncüsü olacağını iddia etmesi eğer bugünden bakarak devrimci maceracılık olarak tanımlanmayacaksa, emperyalizm çağına giren uluslararası kapitalist sistemin zayıf halkalarından birinde yaşanması gereken kopuşun aslında nüve halinde Lenin’in düşüncesinde yer etmeye başladığını görmekteyiz. Bunun garantisi ise Ne Yapmalı’nın bütününde tanımlanmış oluyor: Merkezileşmiş ve her koşulda mücadele verebilen bir örgüt, siyasal öncülük, işçi sınıfına bilinç taşınması ve bunun çok temel bir aracı olarak tüm Rusya’da kullanılacak bir gazete.
Bu yüzden Üçüncü Enternasyonal’e açılan yolun 1901-1903 yılları arasında RSDİP içerisinde yaşanan tartışmanın yarattığı Bolşevizasyon ve uluslararası düzlemde İkinci Enternasyonal’de ortaya çıkan sağ sapma ve merkezci anlayışa karşı duruş aracılığıyla şekillendiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Ekim Devrimi ve Üçüncü Enternasyonal’in kuruluşu
1917’de Ekim Devrimi’nin tüm dünya emekçileri adına Rusya’daki zaferi, emperyalist paylaşım savaşına da noktanın konulmasındaki önemli olaylardan biri olarak tarihe geçti. Bu sayede emperyalist güçlerin, kapitalist dünyanın ve bunların solda sayılan işbirlikçilerinin sosyalizme düşmanlık eden yönelimleri en büyük darbeyi aldı.
Komünist Enternasyonal (Komintern) 1919 yılının Mart ayında Moskova’da kurulduğunda, kapitalist dünyada bir kargaşa olduğunu ifade etmek gerekir. Birinci Dünya Savaşı emperyalizm çağına girildiğinin en önemli belirteci olarak ortaya çıkarken, Ekim Devrimi ise sosyalist devrimler çağının en önemli habercisi olarak tarihin sayfalarındaki yerini aldı.
Büyük bir kriz içerisinde olan kapitalist sistem Milletler Cemiyeti’ni kurarak kendi sorunlarına çare bulmaya çalışırken, işçi sınıfının kuşatılması için İkinci Enternasyonal’in de diriltilmesi çabalarına sahne olundu. İşte tam da böylesi bir ortamda Üçüncü Enternasyonal’in kuruluşu ilan edilmiştir.
Bununla birlikte Rusya’daki devrimin etkisi Almanya, Avusturya, Macaristan, İtalya ve Balkanlar’da devam etmekte, Avrupa merkezli devrimlerin oluşabileceği beklentisi sürmekteydi. ABD dâhil olmak üzere büyük emperyalist ülkelerde dahi devrim dalgasının etkileri hissedilmekteydi. On beş maddeden oluşan çağrı metninde, iktidarın devrimci yoldan ele geçirilmesi, proletarya diktatörlüğünün kurulması, burjuvazinin silahsızlandırılıp proletaryanın silahlandırılması, üretim araçlarında özel mülkiyetin baskılanıp bunların proleter devlete aktarılması ve Komünist Enternasyonal adı verilen bir dünya örgütünün kurulması gibi maddeler öne çıkmaktaydı.
Komintern’in kökleri Marx ve Engels’e ve onların dünya üzerindeki işçi sınıfının örgütünü kurma düşüncesine kadar uzanmaktadır. Dolayısıyla ilk adres Birinci Enternasyonal olarak görülmelidir. Komintern’in güncel varlığı ise 1903’te Bolşevik Partisi’nin kurulması, İkinci Enternasyonal’de merkez ve sağ akımlara karşı verilen uzun mücadeleler ve Ekim Devrimi ile birlikte sağlanmıştır.
Ekim Devrimi öncesinde ve sonrasına da devredecek şekilde ortaya çıkan önemli olgulardan bir diğeri ise şu ana kadar uluslararası düzlemde karşılıklarından bahsettiğimiz sosyal demokrat partilerden komünist örgütlenmelere geçiştir. 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında özellikle Rusya ve Almanya’da reformizmin adı olan sosyal demokrat partilerden kopuş Rusya’da Bolşevikler’in 1912 yılında, Almanya’da ise Spartakistler’in 1918 yılında kurdukları partiler ile hayata geçirilmiştir.
Daha önce bahsettiğimiz gibi bu iki ülkede de, sosyal demokrat partiler düzleminde yapılan tartışmalar 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar gitmektedir. Özellikle Rusya’da Menşevikler’in de siyasi bir karakter kazanması ile birlikte ayrım daha da belirginleşirken bunların en temel yanıtı Ekim Devrimi’nde verilmiş, Almanya’da ise bu tartışmalar ve yanıtların verilmeye çalışılması Rusya topraklarındaki gibi olmamıştır.
Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından başta Almanya olmak üzere oluşan devrim beklentisi ise başarıya ulaşamamıştır. Bunda birçok etkenin rolü olduğu bilinmekle birlikte, Alman sosyal demokrasisinin gücünü koruyor olması ve karşı-devrimci pozisyona hızlı bir şekilde yerleşmesinin payı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak her şeye rağmen, başta Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht olmak üzere Alman komünistleri, Almanya’daki devrimci duruma müdahale etmeye çalışmış, sosyal demokrasinin ihanetine onurlu bir şekilde karşı durmuş ve devrimci arayışları için canlarını vermişlerdir.
Alman Devrimi’nin yenilgisi Üçüncü Enternasyonal’in kuruluşuna hız verilmesi gerektiği gerçeğini bir kere daha ortaya koymuştu. Üçüncü Enternasyonal’in kuruluşu için yapılan kongre çağrısı kritik bir anda yayınlanmış ve çağrı “Almanya’daki Spartakistler Birliği ve Rusya’daki Komünist Parti (Bolşevik) programlarına uygun olarak” hazırlanmıştır. Rusya’da işçi ve köylü sovyetlerinin ülke içerisindeki karşı-devrimci güçlere ve dışarıda emperyalist güçlere karşı mücadele ettiği bir dönemde yapılan bu çağrı Ekim Devrimi’nin korunması açısından büyük önem taşımıştır.
1920’li yıllara girerken, 1840’lı yıllarda Marx ve Engels’in hayata geçirmeye çalıştığı komünist örgütlenmeler, ulus devletler ölçeğinde adlı adınca proletaryanın iktidarı alması ve elinde tutmasının bir aracı olarak tarih sahnesine artık çıkmıştır. Birinci Enternasyonal ile birlikte dünya çapındaki komünist örgütlenme, Komünist Enternasyonal adıyla ayakları üzerinde doğrulmaya başlayacaktır.
Gerek ulusal kurtuluş mücadelelerinin kazandığı karakter, gerekse Komintern’in yaptığı çağrı ve attığı adımlar ile birlikte tek tek ülkelerde komünist partiler de kurulmaya başlanmıştır. Örnek vermek adına, kapitalizmin gelişimi ve toplumsal mücadeleler bağlamında farklı düzeylerde olmalarına rağmen, Yunanistan Komünist Partisi 1918, Türkiye Komünist Partisi 1920, Suriye ve Lübnan Komünist Partisi 1924, Portekiz Komünist Partisi 1921, Avusturya Komünist Partisi 1918, Irak Komünist Partisi 1935, ABD Komünist Partisi 1919 yılında kurulmuştur.
Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluşunu hızlandıran birden fazla olgu bulunduğu bilinmekle birlikte 1-7 Eylül 1920 tarihlerinde Komintern’in çağrısıyla toplanan Birinci Doğu Halkları Kurultayı’nın da bu kuruluştaki rolü büyüktür. Anadolu’da verilen kurtuluş mücadelesinin de yüksek seviyelere çıktığı 1920 yılında artık Türkiyeli komünistler açısından partileşme ve ulusal kurtuluş mücadelesine müdahale etme zorunlu bir hale gelmişti. Birinci Doğu Halkları Kurultayı da Ankara hükümeti merkezli yürütülen mücadeleyi destekleme kararı almıştı.
Komintern’in tarihsel rolü ve önemi
1920 yılına kadar Rusya’da süren iç savaş, kıtlık ve Birinci Dünya Savaşı’nı “zaferle kapattığı” söylenen emperyalist ülkelerin Ekim Devrimi’ni boğma çabası, işçi sınıfı iktidarının ve sosyalizmin karşıtları olarak ortaya çıkmıştır.
Komintern tam da bu evrede ortaya çıkmış bir oluşum olarak tarih sayfalarına yazıldı. Komintern’in tarihsel rolünü bu noktada üç başlık çerçevesinde ele alabiliriz.
- Burjuva devrimleri çağına kadar götürebileceğimiz işçi sınıfının mücadelesi bir kere daha ve yeniden devrimci teori ile buluşturulmuştur.
- Bir önceki bölümde de bahsettiğimiz üzere dünya üzerinde komünist partilerin kurulması ve yaygınlaşması Komintern’in bir kazanımıdır. Bunun pratik bir sonucu ise proletarya enternasyonalizminin kazandığı karakter olarak görülmelidir. Bugün hala farklı coğrafyalarda mücadele veren gerçek komünist partilerin önemlice bir bölümü Komintern’in ürünüdür.
- Komintern devrimci mücadeleler tarihinin bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Alman, Avusturya ve Macar devrimleri, İspanya İç Savaşı, faşizme karşı halk cephesi hareketleri, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra halk iktidarlarının şekillenmesi ve farklı farklı ülkelerdeki ulusal kurtuluş mücadelelerinin sosyalist bilince doğru yönelmesi gibi başlıkların hepsi Komintern’in olduğu bir dünyanın ürünüdür.
Komintern’in dünyada devrim süreçlerinin ilerletilmesi ya da faşizme karşı mücadele ve ulusal kurtuluş mücadeleleri bağlamındaki rolü yadsınamaz. Ancak bunlarla birlikte Ekim Devrimi’nin en önemli kazanımı olan “Tek ülkede sosyalizmin savunulması” politikasının da kritik bir noktada durduğu gözden kaçırılmamalıdır.
Arada not olarak ifade edilmesi gereken nokta Troçkizm’in Ekim Devrimi’ni eleştirmek için ortaya attığı tezler ile ilgilidir. Bilindiği üzere RSDİP içerisindeki önemli figürlerden biri olan Troçki’nin Bolşevik çizgi ile yolları kısa zaman dilimlerinde çakışmıştır. Troçki, Ekim Devrimi’ne kadar zaman zaman Menşevikler ile yakınlaşmış, genelde de RSDİP içerisinde merkezde bir noktada durmaya çalışmıştır. Ekim Devrimi’ne girilirken Lenin, Troçki ile güçlerini birleştirmiş, Ekim Devrimi’nin sonrasında ise, Lenin’in ölümünden sonra şekillenen yeni komünist önderlik ile Troçki’nin yolları ayrılmıştır. Bu çalışma ile bağlantılı olarak hatırlatılması gereken nokta, Troçkistlerin Komintern’i mahkûm etmeleri ve tek ülkede sosyalizm politikasının “dünya devrimine ihanet” olduğunu savunarak zamanla da karşı-devrimci bir çizgiye savrulmalarıdır.
Ancak tarihsel gerçeklikler bu anlamıyla Troçkistleri değil, bir kere daha Bolşevikleri haklı çıkarmıştır.
Komintern’in 1921 yılındaki 3. Kongresi’nde savaş sonrası devrimci yükselişin geri çekilmeye başladığı tespiti ile birlikte 1924 yılında dünya üzerindeki kapitalist sistemin “kısmi, göreli ve geçici” bir istikrar dönemine girdiğini saptaması hem Komintern’in kendi tarihi hem de dünya devrimci hareketi açısından kritik bir noktada durmaktadır. Bununla birlikte yapılan önemli saptamalardan biri de kapitalizmin oldukça derin bir krize gireceği ve sosyalist sistemin buna hazırlanması gerektiği üzerine şekillenmiştir.
Özellikle Lenin’in yaşamını yitirmesi sonrasında şekillenen komünist önderlik tam da bu görevleri yerine getirmeyi başarmıştır. 1929 yılında Büyük Buhran yaşanmaya başladığında iç savaş ve dış baskılar sonucunda yıkılmış bir ülkede kurulan işçi sınıfı iktidarı büyük bir aşama kaydetmiş, toplumsal devrim, sanayileşme, yeni insanın yaratılması, sosyalizmin kazanımlarının korunması bağlamında önemli atılımlara imza atmıştı.
Tüm bunların yaşandığı dönemde Sovyet sisteminin en önemli dayanaklarından birisi de Komintern olmuştur. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nde sosyalizmin korunması bağlamında oluşturulan politikaların vardığı yer, İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmin yenilmesinin yolunun açılması ve Almanya gibi emperyalist ülkelerden birinin yarısını da kapsayacak şekilde Doğu Avrupa’da sosyalist iktidarların kurulması olmuştur. Bu gelişmeler ile birlikte dünya üzerinde sosyalist ülkeler bir blok haline gelerek emperyalizme karşı birlikte mücadele vermeye başlamışlardır.
Ekim Devrimi’nin kazanımlarının geleceğe taşınması bağlamında Komintern’in üstlendiği rolün bu açılardan değerlendirmeye tabi tutulması gerekmektedir. 1943 yılında Komünist Enternasyonal feshedildiğinde, faşizm bir zafer kazandığını düşünse de, bu durum bekledikleri gibi olmadı. İkinci Dünya Savaşı’nın göbeğinde, dünyada sosyalizmin boğulmasına karşı yirmi yıldan daha uzun süre hizmet vermiş bir oluşum faşizmin yenilmesine dair tüm misyonlarını Sovyetler Birliği’ne ve başta Stalin olmak üzere onun komünist önderliğine, Kızıl Ordu’ya, farklı ülkelerde savaşan partizanlara ve komünist partilere bırakarak tarih sayfalarındaki yerini almıştır.
Ekim Devrimi’nin tüm dünya ölçeğine taşınmasını sağlayan temel olgu Marksizm ve Leninizm’in evrensel karakteridir. Kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizmi yaşadığımız bu çağda, sosyalist devrimler güncel karakterini korumaktadır. 20. yüzyılda yaşananların 21. yüzyıla taşınmasının yolu ise bu evrensel karakterin yeniden üretilmesinde gizlidir.
Son olarak, Lenin’in üç enternasyonale dair yaptığı değerlendirme ile bu çalışmaya nokta koymak isabetli olacaktır.
“Birinci Enternasyonal, proletaryanın sosyalizm uğruna uluslararası mücadelesinin temellerini attı. İkinci Enternasyonal birçok ülkede yaygın kitle hareketlerinin zeminini oluşturma evresiydi. Üçüncü Enternasyonal ise İkinci Enternasyonal’in çabalarının semeresini toplayarak, oportünist, sosyal şovenist, burjuva ve küçük burjuva çöpleri ayıklamış ve proletarya diktatörlüğünü kurmak üzere yola koyulmuştur.”4
Dipnotlar ve Kaynak
- Foster, W. Z. (2011), Üç Enternasyonal’in tarihi (Çev: C. Saday), Yazılama Yayınevi, s. 131.
- Engels, F. (1978), Köylüler savaşı (Çev: O. Gönensin), Payel Yayınevi, s. 39-40.
- Lenin, V.İ. (2011), Ne yapmalı? (Çev: A. Berberoğlu), Evrensel Basım Yayın, İstanbul, s. 43-44.
- Lenin, V.İ. (1979), III. Enternasyonal – Belgeler (1919 – 1943) (Çev: Ü. Kıvanç), Belge Yayınları, s. 12.